31 Aralık 2023 Pazar

İklim için ben neler yapabilirim?

Liderler 30 Kasım - 12 Aralık 2023 tarihleri arasında Dubai’de toplanarak iklim krizi konusunda neler yapacaklarını konuştular ve beklediğimiz gibi fazla bir şey yapmamaya karar verdiler. Buradan kolayca anlayacağımız üzere, iklim krizi sorununu durdurmak bizlere düşüyor. “Ben ne yapabilirim?” diyorsanız işte size bir liste:

Enerji Tüketimini Azaltın: Enerji tasarruflu cihazlar, LED ampuller kullanın ve kullanılmadığı zamanlarda elektronik cihazları kapatarak evdeki enerji israfını en aza indirin. Hatta kurutma makinası gibi aletleri hiç kullanmayın.

Yenilenebilir Enerjiye Geçiş: Mümkünse evinizde güneş panellerine yatırım yapın veya elektrik sağlayıcılardan yenilenebilir enerji seçeneklerini öğrenin. İklim krizinin başlıca sorumlusu elektrik üretimi için yakılan kömür ve doğal gazdır.

Ulaşım Alışkanlıklarınızı Değiştirin: Mümkün olduğunda toplu taşımayı, ortak arabayı, bisikleti kullanın veya yürüyün ve elektrikli veya hibrit araçları düşünün. Bugün için ülkemizde elektrik hala kömürden üretiliyor ama ülkemiz yenilenebilir enerjiye geçtiğinde siz de hazır olursunuz.

Su Tasarrufu Yapın: Damlamaları gidererek, düşük akışlı armatürler kullanarak ve evde su kullanımına dikkat ederek su israfını azaltın. Araba yıkamayı ya da yıkatmayı unutun.

Sürdürülebilir Beslenme Alışkanlıklarını Benimseyin: Daha az kırmızı et ve süt ürünleri yiyin, karbon yoğun tarım uygulamalarını azaltmak için yerel ve bitki bazlı gıdaları tercih edin. Yemeği asla ziyan etmeyin.

Tüketimi Azaltın, Yeniden Kullanın, Geri Dönüştürün: Başta tek kullanımlık plastikler olmak üzere olabildiğince çok malzemeyi geri dönüştürün, besin atıklarını kompost yapın ve atıkları en aza indirin. İkinci el giyinmek fakir olduğunuzu değil bilinçli olduğunuzu gösterir.

Sürdürülebilir Markaları Destekleyin: Çevre dostu uygulamalara ve etik kaynak kullanımına bağlı şirketlerin ürünlerini seçin. Bu ürünler bugün için pahalı olabilirler ama siz destekledikçe onların da fiyatları düşecektir.

Savunuculuk Faaliyetinde Bulunun: Yerel topluluklarda değişimi savunarak ve siyasi katılım yoluyla yenilenebilir enerjiyi, korumayı ve iklim eylemini teşvik eden politikaları ve girişimleri destekleyin. Daha önemlisi, bunları savunanlara oy vererek tercihinizi belirtin. Hatta oy verdiğiniz partiden de bunları talep edin.

Öğrenin, Eğitin ve Farkındalığı Artırın: İklim değişikliği ve sürdürülebilirlik hakkındaki bilgileri arkadaşlarınız, aileniz ve topluluk üyelerinizle paylaşın.

Ağaç Dikin ve Yeşil Alanları Destekleyin: Ağaç dikme girişimlerine katılın ve topluluğunuzdaki yeşil alanları koruma ve genişletme çabalarını destekleyin.

Sürdürülebilir Yaşam Tarzı Değişikliklerine Uyum Sağlayın: Ekolojik ayak izinizi azaltmak için bilinçli seçimler yaparak daha azla yetineceginiz sürdürülebilir bir yaşam tarzını benimseyin.

Eğer hepimiz bunları yaparsak ne kaynak sorunu ne de iklim krizi kalırdı hayatımızda, o nedenle lütfen bunları hem uygulayın hem de çevrenizdekilere uygulamalarını tavsiye edin.

Bu yazı T24 Yıllık'ta yayımlanmıştır..


22 Aralık 2023 Cuma

COP28 kararlarının kısa bir değerlendirmesi

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) 27. Taraflar Konferansı COP28 bir günlük gecikmeyle 13 Aralık’ta Dubai’de sonuçlandı. Sonuç bildirgesi olarak kabul edeceğimiz Küresel Durum Değerlendirmesi raporu alkışlar içerisinde tüm ülkeler tarafından kabul edildi. Zaten bu raporun, geri kalan tüm sözleşmeler ve anlaşmalar gibi oybirliği ile kabul edilmesi gerekiyordu çünkü bu tür toplantıların usulü bu şekilde. Yani bir şey ya oybirliği ile kabul edilir, ya da kabul edilmez. Bu yüzden de tüm taraf devletler son ana kadar herkesin kabul edeceği bir metin üretme çabasına giriyorlar. Toplantının bir gün geç sonlanmasının sebebi de bu aslında. Ancak 13 Aralık’ta sabaha karşı tüm tarafların kabul edebileceği bir metin ortaya kondu.

Elbette, herkesin kabul edeceği bir metin oluşturduğunuz zaman en uzun süre direnen çoğunlukla en kazançlı çıkan oluyor. Bu durumda da OPEC+ üyeleri fosil yakıtların engellenmesine dair kelimeleri son ana kadar önlemeye çalıştılar ve sonunda neredeyse onları istediği oldu.

Karar metninde fosil yakıtlar konusunda sadece enerji üretiminde kullanılan fosil yakıtlardan uzaklaştıracak bir geçiş sağlanacak cümlesi yer alıyor. Bu geçiş nasıl sağlanacak, ne zaman sağlanacak, neden sadece enerji üretimi ile ilgili de geri kalan fosil yakıtlar, başta petrol olmak üzere neden konuşma konusu edilmiyor gibi oldukça fazla soru dışarıda bırakıldı. Dolayısıyla özellikle petrol üreticisi ülkeler neredeyse tam olarak istediklerini aldılar. Bu sonuç raporuna göre petrol üretmek ve enerji harici kullanımlarda tüketmek tamamen serbest olmaya devam edecek. Sadece OPEC+ ülkeleri gibi petrolden elektrik enerjisi üreten ülkeler belirsiz bir gelecekte bunu bırakarak yenilenebilir enerji kaynaklarına geçecekler.

Bu ve diğer kararları konferans başkanı Al Jaber yüzünde büyük bir gülümseme ile alkışlarken ABD iklim temsilcisi John Kerry de çevresindekilerle tokalaşırken onların sırtlarını sıvazlıyordu. Bu gerek ABD gerekse de BAE ve müttefiklerinde önemli bir zafer kazaıldığı havasını hepimize hissettirdi. ABD şu anda dünyanın en büyük fosil yakıt üreticisi, BAE ve OPEC+ ise en büyük petrol üreticisi grup. Bunlar bu denli mutlu olurken UNFCCC’nin başı Simon Stiell’in bir kenarda somurtarak durması bizim neler hissetmemiz gerektiğini de söylüyor aslında.

Ancak batılı yayın organlarına baktığımızda bu raporda ilk defa fosil yakıtlardan geçiş yapılmasının istenmiş olması büyük bir başarı olarak görülüyor. Ne yazık ki bu bile hangi yayın organının kimin tarafında olduğunu algılamamız için yeterli. Bu yayın organlarından ben de arada paylaşımlar yapıyorum ama gerçek yüzleri böyle zamanlarda daha iyi görünüyor. Fosil yakıtlardan uzaklaşmanın ilk defa dile getirilmiş olması bundan 30 yıl önce olsa büyük bir başarı olarak görülebilirdi, ama artık bıçak kemiğe dayanmış bir durumdayken bu bir zafer değil hezimettir. Burada alınan kararın “2030 yılına kadar tüm fosil yakıtların kullanımının 2023 yılına oranla %40, 2040’a kadar %75 ve 2050’ye kadar da %100 azaltılması gerekir” gibi gayet net ve iklim krizini durduracak ciddiyette olması gerekirdi. Bunu yapmak yerine gelişmiş ülkeler ve OPEC+ vakit geçirecek kararların konuşulmasını sağlayarak yeryüzünün ve insanlığın en az iki belki de daha fazla senesini boşa harcadılar.

Bir diğer anladığımız şey de Birleşmiş Milletler’in bu karar verme sistemi ile iklim krizini ya da dünyadaki herhangi bir krizi durdurmanın mümkün olmadığıdır. Hem de ABD, Rusya ve Çin adım atmamak konusunda hemfikir iseler, geri kalan ülkelerin ne dediğinin, yaptığının ya da istediğinin bir önemi yoktur. Bu toplantıdan sonra dünya devletleri daha açık biçimde biz ve onlar haline bürünmüştür. İklim krizine çözümü de artık devlet dışı aktörlerde aramaya başlamamız gereklidir.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.


14 Aralık 2023 Perşembe

Anormal hava olayları neden arttı

İklim değişikliğinin sebebi atmosferdeki oranı gittikçe artan bazı gazların yeryüzünden yayılan ısıyı uzaya bırakmayarak Dünya’nın atmosferini ısıtmasıdır. Biz bu gazlara sera gazları diyoruz ve karbondioksit bu gazların açık arayla en önemlisidir. Yeryüzünün ortalama sıcaklığı çok uzun süredir fazla değişmemiştir. Son Buzul Çağı’ndan sonra sıcaklıkların neredeyse sabit kalması insanlığın bugünkü gelişmişlik seviyesine ulaşabilmesindeki başlıca etkendir.

Son 150 sene içerisinde gittikçe artan kömür, petrol ve doğal gaz tüketimi yüzünden atmosfere oldukça fazla karbondioksit saldık ve bu atmosferin sıcaklığını yaklaşık 1,5 derece artırdı. Bazılarınıza 1,5 derece artış fazla gelmeyebilir ama insanlık tarımla uğraşmaya başlamadan hemen önceki Buzul Devrinde yeryüzü sadece 6 derece daha soğuktu. Yani 6 derece azalma yeryüzünü bir buzul çağına sokmaya yeterli oluyor. 1,5 derece artış ise dünyayı bir cehennem yapmaz ama kolayca doğanın alıştığımız çoğu dengesini bozabilir.

Bu dengelerin en önemlileri içinde olan ortalama sıcaklıklar ve yağışların değişmesinin ötesinde sıcaklık ve yağışlardaki anormal olayların da artması bizim yaşam düzenimizi kolayca değiştirebilir. Atmosferdeki anormal olayların sayısında, şiddetinde, sıklığında ve görüldükleri alanların artmasındaki en önemli neden bizim atmosferi yavaş yavaş ısıtmamızdır. İçine soğuk suyu dökerek ateşe koyduğumuz bir tencerenin içinde pişirmeye başladığımız nesneler önce sakin sakin dururken sıcaklığın artmasıyla birlikte oradan oraya savrulmaya ve tahmin edilemez biçimde hareket etmeye başlarlar. Aynı şey tüm atmosfer için de geçerlidir. Atmosferin ortalama sıcaklığı alıştığımız değerler içerisindeyken sakin geçen günler ortalama sıcaklık artmaya başlayınca daha ilginç olaylara sahne olmaya başlar, aynı tencerede olduğu gibi. Yağışların ve fırtınaların şiddetlerinin artmasının ötesinde bunların önceden tahmini de zorlaşmaya başlar. Gene tencerede olduğu gibi bu hareketlilik ortam soğumaya başlamadan da azalmaz.

Tencere örneğini fazlaca kullandık ama atmosferin durumu da gerçekten tencereden fazla farklı değil. Bizler atmosfere her geçen gün daha fazla karbondioksit salıyoruz, sonra da kısa bir süre sonra atmosferdeki aşırı hava olaylarının azalıp eskiye dönmesini bekliyoruz. Nasıl tenceredeki suyun kaynamasını durdurmanın yolu tencerenin altını kapatmaksa, atmosferde yaşadığımız anormal koşulları durdurmanın tek yolu da kömür, petrol ve doğal gaz yakarak karbondioksit salmayı bırakmaktır. Aksi takdirde şu anda yaşamakta olduğumuz anormal hava olayları daha şiddetlenerek devam eder.

Ülkemizde ve yeryüzünün çoğu yerinde son yıllarda artmakta olan düzensiz ve şiddetli yağışların en önemli sebebi iklim değişikliğine bağlı olarak atmosferin fazlaca ısınmış olmasıdır. Elbette bu yağışlardaki değişiklik yeryüzünün her tarafında eşit biçimde dağılmaz. Bazı bölgelerde bu değişikliklerin şiddeti diğer yerlere oranla oldukça fazladır. Ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası bu şiddetli değişikliklerden en fazla nasibini alacak yerlerden biridir. Bu bölgede beklenti, uzun ve şiddetli kuraklıkların ardından gelen ani ve şiddetli yağışlardır. Uzun süren şiddetli kuraklıklar öncelikle toprağın nemini kaybetmesine neden olur. Kuruyan topraktaki canlılık da uzun süre varlığını sürdüremez. Kuru ve karbon miktarı zaten azalmış olan toprak ise üzerine düşen yağışı emerek alt tabakalara geçiremez, bu da yağışın toprak tarafından emilmeden hemen akmaya başlamasına neden olur. Hızla akışa geçen yağmur suyu da doğaya fazla bir fayda sağlamadan derelere, ırmaklara ve sonrasında da denize ulaşır. Elbette bu çok yönü olan bir sorunun en basit şekliyle anlatımıdır. Bu problemin üzerine son yıllarda gittikçe artan nüfus baskısı ile çarpık kentleşmenin de etkileri bindiğinde çoğu yerde çözülebilecek bir sorun afete dönmektedir.

Sorunun bir diğer yüzü de kuraklıktır. Ancak kuraklığı aşırı yağışlardan farklı değerlendirmek gerekir. Aşırı yağışlara karşı alınacak önlemler oldukça kapsamlı ve uzun vadeli çalışmalar gerektirir. İstanbul gibi bir şehre yağan yağmurun toplanarak şehrin kullanımına sunulması oldukça büyük bir altyapı projesidir. Benzer sorun diğer çoğu kent için de geçerlidir. Bu yağışların can kaybına yol açmaması oldukça kolay çözülebilse de hasar yaratacak bir akışın faydaya dönüştürülebilmesi zordur. Bundan dolayı da çoğu bölgemizde yağış ne derece fazla olursa olsun bu yağış ihtiyacımız olan su kaynağını artırmamaktadır.

Bunun başlıca birkaç sebebi vardır. Öncelikle dediğimiz gibi kurumuş ve organik maddesi azalmış bir toprak suyu emerek alt katmanlara kolaylıkla geçiremez. Bunun için sağanak yağış değil daha az şiddetli ama daha uzun süren bir yağış gereklidir. Aslında bu tanıma en uygun yağış türü de kardır. Kar her ne kadar çabuk yağıp birikebilse de eriyerek akışa dönüşmesi oldukça uzun sürer ve bu süre içerisinde de toprağın nemini kalıcı olarak tazeler. Ancak, son senelerde çoğu bölgemizdeki yağışların kardan çok yağmura dönmüş olması bu sorunu da oldukça artırır. Sadece yağmurla beslenen topraklar yaz mevsimi gelmeden kurumaya yüz tutar ve hızlı kuruyan bu toprakların aşırı yağışlarla gelen suyu tutmaları da zorlaşır.

Ama bunun ötesinde iki büyük sorunumuz vardır. Bunların ilki tarımda bilinçsizce yapılan sulamadır. Ülkemizdeki tatlı suyun yaklaşık dörtte üçü tarımsal sulamada kullanılmaktadır. Tarımsal sulamada kullanılan bu suyun da gene dörtte üçünden salma sulama şeklinde faydalanılır. Salma sulama da hem toprağın yapısına zarar verir hem de suyun boşa gitmesine neden olur.

Ancak diğer sorunumuz çok daha büyüktür. Bundan 100 sene önce ülkemizde kişi başına düşen tatlı su miktarı yaklaşık 8000 tondu. Nüfusumuzdaki artışla birlikte bu miktar 1000 tonun az üstüne kadar düşmüştür. Yani ülkemiz artık su zengini bir ülke değildir, hatta nüfus artışı ile birlikte giderek su fakiri olmaya doğru gitmektedir. Bundan dolayı da başta tarım olmak üzere hepimize düşen en önemli görev suyumuza sahip çıkarak onu korumaktır. 

İçinde yaşamakta olduğumuz iklim krizi geçici değildir ve daha da kötüye doğru gidecektir. Kuraklık ve aşırı yağışlar da bu değişiklikle birlikte artacaktır. Bu nedenle de su politikamız ülkemizin en öncelikli konularından biri olmalıdır.

Bu yazı Anadolu Ajansı tarafından yayımlanmıştır.

8 Aralık 2023 Cuma

COP28'de Neler Oluyor?

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 28. Taraflar Konferansı (COP28) bu hafta Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai kentinde başladı. Her senenin sonunda yapılan bu toplantılar iklim konusunda yapılanların ve yapılması gerekenlerin tartışıldığı en önemli forum olma özelliği taşıyor. Bu toplantıların bazıları nispeten daha önemli, bazıları da nispeten daha sıradan toplantılar olabiliyor. Bu seneki toplantı oldukça sıradan sayılabilecek toplantılardan biri.

Ülkemiz de 2026 yılında yapılacak olan konferansı düzenlemeye aday olduğundan bu seneki konferansın Dubai’de düzenlenmesinin etkilerini anlamamız faydalı olacaktır. Geçen sene gene bu zamanlarda Mısır’da düzenlenen COP27 sonrasında ülkeler arasındaki iklim liderliği bayrağı Birleşik Arap Emirlikleri’ne teslim edildi. Yani konferansın lideri olan Şeyh El-Caber, aynı zamanda da bir senedir iklim politikasına yön veren kişi oldu. Bu konferans sonunda atılması gereken adımları da o senenin ev sahibi hazırlayarak konferansa sunuyor. Elbette ulusal petrol şirketi başkanı olan El-Caber’in iklim liderliği sırasında da önemli adımların atılmasını beklemek hayal olurdu. Ancak bu toplantıdan ciddi adımlar beklemememiz gerektiğini de zaten COP27’de bayrağın BAE’ye teslim edilmesiyle görmüştük. El-Caber de bizleri pek de şaşırtmadı.

COP27’de oldukça önemli bir konu olan kayıp ve zararlar gündeme gelmişti. Yani gelişmiş ülkeler bunca senedir kömür, petrol ve doğal gaz yakarak iklim krizini bu noktaya taşıdılar ancak şu anda zararların kötü kısmı bu krizde pek de suçu olmayan az gelişmiş ülkelerin üstüne yüklendi. Bu ülkeler de zararlarının tazmini olmasa bile bu zararlarının olabildiğince karşılanmasını istiyorlar. COP28’in açılış gününde bir Kayıp ve Zarar Fonu oluşturuldu. Gelişmiş ülkeler de bu fona para koymayı vadetmeye başladılar. Bu ilk bakışta çok güzel bir ilerleme olarak görülebilir ama içinde en az iki ciddi sorun barındırıyor. Öncelikle vadetmek ile gerçekten o parayı götürüp fonu çalıştıracak olan Dünya Bankası’na yatırmak arasında büyük bir fark var. Bu nedenle de ABD iklim elçisi John Kerry sürekli “biz vadediyoruz ama Kongre’nin onayı gerekli” deyip durdu.

İkinci ciddi sorun çok daha önemli bir hususta: En az gelişmiş ülkelerin her sene iklim krizi kaynaklı kayıp ve zararlarının karşılanması için 500 - 700 milyar dolar arası bir finansmana ihtiyaçları var. COP28 süresince bu fonda şimdiye kadar toplanan para sadece 700 milyon dolar oldu, yani gerekenin binde biri ve o da “Kongre’nin onayı gerekli” gibi koşullara bağlı. Bu bağlamda gelişmiş ülkeler bir şeyler yapıyor gibi gözükmek istiyorlar, gerçekte de yaptıkları fazla bir şey yok aslında. Konuşmalardan birinde “şu ana kadar fonda toplanan para miktarı ancak Suudi Arabistan’ın futbol ligine yaptığı para yardımı seviyesinde, bu da gelişmiş ülkelerin bu konuya verdikleri önemi gösteriyor” denildi. Şimdilik futbol en az gelişmiş ülkelerin kayıp ve zararlarından çok daha kıymetli görünüyor.

Bir diğer önemli konu da aslında çoğumuza önemsiz görünse de bu toplantılarda kullanılan dilin gittikçe karmaşıklaşması ve uzman olmayan kişiler tarafından neredeyse anlaşılmaz hale gelmesi. Elbette bunun temel nedeni aslında bir gelişme olmadığını insanlığın gözünden kaçırma çabası. Öyle kelimeler var ki devlet başkanları kullandığında çok fiyakalı duruyor ama arkasını karıştırdığınızda bir ilerleme sağlamaya yönelik olmadığı anlaşılıyor. Son iki COP’da bu konudaki en fiyakalı terim “unabated fossil fuel use”. “Unabated” kelimesinden devletlerin kastı “iklime olan zararı ortadan kaldırılmamış”, ama fosil yakıtları, yani kömür, petrol ve doğal gazı yaktığınız zaman atmosfere karbondioksit salarsınız. Karbondioksit salmadan fosil yakıt yakmanın ise bugün için genel kullanıma açık bir yolu yok. Çok küçük tesislerde bunun denenmesi mümkün ama senede saldığımız 50 milyar ton karbondioksidin ancak binde biri yakalanarak zararsız hale getirilebiliyor. Ama pek çok devlet bu kavramı kullanarak yollarına devam ediyorlar.

Yeryüzünün ihtiyacı olan acilen sera gazı salımlarının azaltılması ve en kısa zamanda da sıfırlanmasıdır. Ancak COP28’de şimdiye kadar gördüğümüz, toplantılar böyle devam edecek olursa, devletlerin ne sera gazı salımlarını azaltmaya ne de gerçekten zarar gören ülkelere yardım etme niyetlerinin olduğu. Bizim gibi sivil topluma düşen de bu konuyu oldukça fazla gündemde tutarak devletlerin bizleri dinlemesini sağlamaktır.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.

30 Kasım 2023 Perşembe

COP28'den neler bekliyoruz?

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 yılında imzalandı. 1995 yılından bu yana taraf ülkeler neredeyse her sene sonunda toplanıp iklim krizini durdurmak için neler yapıldığını ve neler yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Bu toplantıların bir kısmı önemli sayılabilecek anlaşmalarla sonuçlanıyor, Kyoto Sözleşmesi ve Paris Anlaşması gibi. Bazıları ciddi konuların masaya getirilip tartışıldığı toplantılar oluyor geçtiğimiz sene olduğu gibi.

Geçtiğimiz sene COP27’de daha önce konuşulmaya fazla cesaret edilmeyen kayıp ve zararlar konusu ilk defa masaya getirildi. Bildiğiniz gibi, iklim krizine neden olan ve olmaya da devam eden gelişmiş ülkeler genelde bu krizin olumsuz sonuçlarından en çok zarar gören ülkeler arasında bulunmuyor. En fazla zarar gören ülkeler, genelde Afrika ve Güney Asya ülkeleri gibi, iklim krizinin oluşmasına da en az katkıda bulunan ülkeler. Bundan dolayı da en fazla zarar gören ülkeler en fazla zarara neden olan ülkelerden bu zarar ve kayıpların en azından maddi kısmının giderilmesine destek olmalarını istiyorlar. COP27’de gelişmiş ülkeler özellikle Avrupa Birliği’nin baskısıyla bu kayıp ve zararlar konusunda bir fon kurulmasına karar verdiler, ancak bu fonun çalışma detaylarını belirlemeyi bu seneki toplantıya bıraktılar.

Bu seneki toplantıdaki ana beklenti, kayıp ve zarar fonunun işleyişi, kimlerin ne kadar katkı verecekleri, kimlerin ve ne kadar yardımı nasıl temin edecekleri gibi hususların belirlenmesi olacak. Özellikle birilerinin para vermesi gerektiği için o para verecek kişilerin de bu toplantıda olup ne kadar destek vereceklerini belirlemeleri gerekiyor. O nedenle de hangi devlet başkanlarının katılacağı aslında toplantıdan hangi çıktıların elde edileceği konusuna COP28 öncesinde ışık tutabiliyor.

COP28’e ABD Başkanı Biden, Çin Devlet Başkanı Xi ve Rusya Devlet Başkanı Putin katılmayacak. Biden ve Xi iki hafta önceki toplantılarında zaten görüşeceklerini görüştüler ve kayıp- zarar fonuna ne derece destek verecekleri masada bile değildi. Dünyanın bu iki büyük finansörü masaya gelmediği müddetçe de ciddi bir sonuca ulaşılmasını beklemek hayal olur.

Ülkemiz de COP26’ya cumhurbaşkanı, COP27’ye bakan düzeyinde katılım sağladıktan sonra COP28’e sadece başkanlık seviyesinde katılım yapmayı planlıyor duyduğumuz kadarıyla. Bunlardan çıkan hava da aslında bu toplantıdan kimsenin ciddi bir beklentisi olmadığı yönünde.

İklim krizinin en büyük sebebi insanların kömür, petrol ve doğal gaz yakmasıdır. Bu krizi durdurabilmenin tek yolu da kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmaktır. COP28 toplantısının en büyük petrol ve doğal gaz ihracatçılarından biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılıyor olması da aslında bize bir sonuç çıkmayacağını gösteriyor. COP toplantılarının yapılacağı ülke bir sene önceki toplantının sonundan itibaren tüm dünyadaki iklim krizini durdurmaya yönelik çalışmaların liderliğini ve yön belirleyiciliğini yapar. Birleşik Arap Emirlikleri’ne bu toplantı sorumluluğunun verilmiş olması iklim krizini durdurma yönünde yapılan tüm çalışmalarla dalga geçmek anlamına gelir. Bunun arkasındaki en önemli sebep de aslında gelişmiş ülkelerle petrol üreticisi ülkelerin ortaklaşa bir başka yola sapmaya karar vermiş olmalarıdır.

Politik açıdan bakıldığında insanları alışkın oldukları bir şeyden vazgeçirmek oldukça risklidir. Oysa ellerindekinden vazgeçmeden yeni bir teknolojiye geçmek ve değişimi o yolla sağlamak çok daha kolaydır. Bu bağlamda gelişmiş ülkelerin amacı insanlarını fazla tedirgin etmeden fosil yakıtları biraz azaltmak, ama bunun ötesinde ciddi teknolojik yatırımlarla yenilenebilir enerjiye ve elektrifikasyona ağırlık vermektir. Bu istenilen hızda iklim krizini durdurur mu? Asla. Ama hem ülkeler bir şeyler yapıyormuş gibi görünür hem de ekonomik ve teknolojik üstünlüklerini elden bırakmazlar. COP28, Dubai’de oynanacak oyun da budur.

Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri yenilenebilir enerjinin liderliğine soyunmak istemektedir. Elbette bu geçen seneden bu seneye uzanan bir yolculuk değildir. BAE son on yıl içinde teknolojiye büyük yatırımlar yaparak kendisini teknoloji alanında aranan bir ülke konumuna getirmek istiyor. Oldukça büyük bir yatırım yaparak Mars’ın yörüngesine bir uzay aracı göndermeleri bu gösterinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Devamında da COP28’de dünyayı iklim krizinden kurtaracak yenilenebilir enerjinin de merkezinde olmak istiyorlar. Özellikle ciddi güneş enerjisi potansiyeli olan bir bölgede kurulacak enerji üssü ile bir yandan gelişmekte olan ülkelere yenilenebilir enerji açısından teknoloji transferi ve ihracat yaparken gelişmiş ülkelere de sadece fosil yakıtlar değil tüm enerji sistemlerinde var olduklarını göstermek amacındalar. Bunun yanında son yıllarda yaptıkları emlak yatırımlarıyla da kendilerini diğer petrol üreticisi ülkelerden ayırarak petrol sonrası dünyada kendilerine ayrıcalıklı bir yer bulmaya çalışıyorlar.

Almanya ve Fransa bu toplantıdan iklim krizini durdurma açısından anlamlı bir karar çıkmayacağını biliyorlar. Fosil yakıtların azaltılması açısından şimdiye kadar alınabilecek en anlamlı karar “şiddeti azaltılmamış - unabated” fosil yakıt enerji sistemlerinin yasaklanması şeklinde tanımlanıyor. Bunu günlük dile tercüme edersek, havaya karbondioksit saçmayan kömürlü termik santraller kurmanız yasak değil. Ancak buradaki sorun henüz elimizde kömürlü termik santralden çıkan karbondioksidi yakalayıp çok uzun süre saklayacak bir teknoloji olmamasıdır. Yani gelişmiş ülkeler bu jargonu kullanarak hem kendilerini hem de bizi kandırdıklarını düşünüyorlar. Çoğu yerde de şu anda var olmayan ve gelecekte var olabileceğini umdukları teknolojilere dayanarak fosil yakıt salmaya devam edilmesine destek oluyorlar. Bu nedenle en azından devletleri sorumlu kılabilmek için devlet yatırımları hariç kömürlü termik santrallere izin verilmemesi gibi bir karar çıkartmayı umuyorlar. Bu tür bir karar çoğu ülkenin de destekleyebileceği, hatta Hindistan’ı bile ikna edebilecekleri bir karar olabilir, ama kömürden elektrik üretecek yeni santral açılmasına karar verebilmek bile yeterli olmayacak.

Kısacası, ülkeler ve şirketler önümüzdeki on beş gün Dubai’deki panayırda bir araya gelecekler ve iklim konusunda neler yapılması gerektiğini konuşup ayrılacaklar ve bir sene daha ciddi bir şey yapılmadan geçecek.

Bu yazı T24 İnternet Haber Sitesi'nde yayımlanmıştır.

Not: Bu yazının yayımlanmasından sonra Sayın Cumhurbaşkanımız ve Çevre Bakan Yardımcımız COP28 toplantısına katılım sağlamıştır.

20 Kasım 2023 Pazartesi

Onarıcı Tarım

Onarıcı tarım, tüm ekosistemin sağlığını, yalnızca verimi artırmayla ilgilenen geleneksel tarım yöntemlerinin üstüne koyan, tarımdaki bir düşünce değişikliğidir. Temelde amaç, tarımda kullanılan kaynakları yalnızca korumak yerine, yenilemek ve eski haline getirmektir.

Bu düşünce yapısı, toprağı beslemek amacıyla çok çeşitli yöntem ve fikirleri içerir. Onarıcı tarımda örtü bitkileri, tarımsal ormancılık, toprak işlemenin en aza indirilmesi, çeşitli ürün rotasyonları ve hayvancılığın ürün sistemlerine dahil edilmesi gibi tekniklere odaklanır. Bu teknikler hep birlikte toprak sağlığının iyileştirilmesine, biyolojik çeşitliliğin artırılmasına, suyun korunmasına ve karbonun toprakta tutulmasına yardımcı olur.

Toprak sağlığının korunması onarıcı tarımın temel fikirlerinden biridir. Üretken ve sürdürülebilir tarım büyük ölçüde sağlıklı ve yaşayan bir toprağa bağlıdır. Bu strateji sağlıklı bir toprak mikrobiyomunu yani toprağın içinde yaşayan solucanlardan bakterilere kadar tüm canlıların varlığını teşvik eder. Canlı bir toprak besin döngüsünün temelini oluşturur ve toprağın organik maddesini artırır. Bunu başarabilmek için de toprak işlemeyi en aza indirmek ve yararlı toprak organizmalarına zarar veren tüm kimyasal girdilerden kaçınmak gereklidir. Ayrıca örtü bitkileri ve dönüşümlü otlatma gibi yenileyici yöntemler, atmosferik karbondioksidi toprakta depolayarak iklim değişikliğinin etkilerini hafifletmeye yardımcı olur. Toprağın dirençliliğini ve su tutma özelliğini artırarak, yalnızca sera gazı salımlarını azaltmakla kalmaz, aynı zamanda aşırı hava olaylarının toprak ve ürünler üzerindeki etkilerinin de azaltılmasına yardımcı olur.

Ülkemizde olduğu gibi binlerce yıldır tarım yapılan bölgelerde endüstriyel tarımın da iyice ağırlığını hissettirmesiyle toprak artık yorulmuştur. Modern tarım bu yorgunluğu her geçen gün artan bir kimyasal kullanımı ve toprak işleme ile gidermeye çalışmaktadır, ancak bu yöntemlerin hem maddi hem de çevresel etkileri ve zararları bulunmaktadır. Onarıcı tarımın temeli bu çevresel etkileri en aza indirirken tarımsal üretimi en azından olduğu seviyede tutmaya ve çoğu noktada da artırmaya dayanır.

Sürdürülebilir gıda üretimine yönelik umut verici bir yol, doğal ekosistemleri taklit eden ve doğaya karşı değil doğayla birlikte çalışan onarıcı tarım tarafından sağlanmaktadır. Bu yöntemler daha sağlıklı ürünler üretmenin yanı sıra ekosistem hizmetlerini de iyileştirir, uzun vadeli tarımsal dayanıklılığı teşvik eder ve genel olarak çevre sağlığını destekler. Çevrenin ve küresel gıda sistemlerinin karşı karşıya olduğu çok sayıda acil sorun nedeniyle, insani gelişmenin bugün ulaştığı noktada onarıcı tarım göz ardı edilemeyecek seviyede önem taşımaktadır. Onarıcı tarım sürdürülebilir gıda üretiminin ötesinde çeşitli ekolojik faydalar da sunar:

Toprak Bozulması ve Kaybı: Yaygın toprak erozyonu ve verimliliğin azalması, geleneksel tarım uygulamalarının sonuçlarıdır. Onarıcı tarım, uzun vadeli gıda üretiminin sürdürülebilirliği için gerekli olan toprak sağlığını aktif bir şekilde yeniden tesis ederek bu kayıplara bir yanıt sağlar.

İklim Değişikliğinin Azaltılması: Sera gazı salımlarının önemli bir kısmı tarımsal uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Toprağı onaran uygulamalar topraktaki karbonun tutulmasını artırıp enerji gerektiren tarımsal girdileri azaltarak iklim değişikliğinin etkilerini azaltmanın bir yolunu sağlar.

Biyoçeşitlilik Kaybı: Endüstriyel tarım yöntemleri, habitat tahribatına ve biyolojik çeşitlilik kaybına neden olmuştur. Onarıcı tarım, farklı bitki ve hayvan türlerinin birlikte varlığını sürdüren çeşitli ürün sistemleri kullanarak biyolojik çeşitliliği teşvik eder.

Su Tasarrufu: Malçlama, örtü bitkileri ve iyileştirilmiş toprak yapısı gibi yenileyici tarım teknikleri, su kıtlığının küresel bir sorun haline geldiği bir dönemde suyun korunmasına ve mahsuller için kullanılabilirliğini artırmaya yardımcı olur.

Aşırı İklim Koşullarına Karşı Dayanıklılık: Onarıcı tarım uygulamaları, tarım sistemlerinin iklim değişikliğinin neden olduğu sık ve şiddetli hava olaylarına karşı daha dayanıklı olmasına yardımcı olur. Sağlıklı toprakların kuraklık, sel ve diğer aşırı hava olaylarına karşı dirençliliği daha yüksektir.

Onarıcı tarım, esas olarak endüstriyel tarım uygulamalarının eksikliklerini gidererek ekolojik sağlığa, uzun vadeli sürdürülebilirliğe ve çevresel zorluklar karşısında dayanıklılığa öncelik verir. Bu, tarım ve çevrenin daha sürdürülebilir ve barışçıl bir arada yaşamasına yönelik önemli bir adımdır.

Onarıcı tarımın bir diğer amacı, dayanıklı ve kendi kendini idame ettirebilen ekosistemleri teşvik etmek için tarım sistemlerindeki dış kimyasal girdilere olan ihtiyacı azaltmak veya mümkünse tamamen ortadan kaldırmaktır. Bunun başarılması için öncelikle toprağı tanımak ve toprağın neye ihtiyacı olduğunu bilmek çok önemlidir. Bugün toprak yapısını iyileştirmek ve bitkileri güçlendirmek için kullanılan çoğu kimyasal zaten doğada bulunur. Önemli olan kadim bilgileri modern teknoloji ile harmanlayarak toprağın ve bitkilerin neye ihtiyacı olduğunu öngörmek ve bu ihtiyaçları mümkün olduğunca sürdürülebilir biçimde sağlamaktır. Bu noktada ihtiyaçlar her zaman doğal yöntemlerle karşılanamayabilir ve bazı mikro besleyicilerin kimyasal yöntemlerle takviyesi de faydalı olabilir, ama öncelik daima doğanın bizlere sunduğu imkanlardan faydalanmaktır.

Sonuçta, ağırlıklı olarak dış kimyasal girdilere bağlı kalmak yerine, tarımsal üretkenliği desteklemek için ekosistem hizmetlerinden, biyolojik çeşitlilikten ve doğal süreçlerden yararlanmamız sürdürülebilirlik için olmazsa olmazdır. Onarıcı tarım tekniklerinin toprak sağlığını iyileştirmekte kullandığı bazı yöntemler şunlardır:

Mahsul Rotasyonu ve Örtü Bitkisi: Fazla gübre gerektiren bitkileri baklagilli örtü bitkileri ile dönüşümlü olarak kullanarak topraktaki nitrat ve fosfat seviyelerini doğal olarak artırabilirsiniz. Yonca veya yonca gibi baklagiller, toprağa nitrojen sabitleyen bakterilerle simbiyotik bir ilişkiye sahiptir. Azotun bu zenginleşmesi topraktaki canlılığı da doğrudan etkiler.

Kompostlama ve Organik Madde İlavesi: Toprağa kompost ve organik madde eklenmesiyle toprağın verimliliği giderek artırabilir. Gübre veya bitki artıkları gibi organik maddelerin bakteriler tarafından ayrıştırılması toprağa ihtiyacı olan kimyasalları sağlar ve suni gübrelere olan ihtiyaç azalır.

Mikrobiyal Aktivite ve Toprak Sağlığı: Verimli mikrobiyal popülasyonlar ve yüksek organik madde içeriğine sahip sağlıklı topraklar, toprağın besin döngüsünü destekler. Yararlı toprak mikropları, aşırı inorganik girdiye ihtiyaç duymadan, organik maddeyi parçalayarak ve bitkilerin kullanabileceği formlarda kimyasalları açığa çıkararak bitki beslenmesine katkıda bulunur.

Toprak İşlemenin Azaltılması: Azaltılmış toprak işleme gibi teknikler topraktaki mikrobiyal toplulukları ve toprak yapısını korur ve bitkilerin besine ulaşabilirliğini artırır.

Onarıcı tarım temelde endüstriyel tarıma kıyasla tartışmasız olarak daha sürdürülebilirdir. Ancak, her zaman karşılaştığımız en önemli soru, onarıcı tarım yöntemlerinin 8 milyar insanı beslemeyi nasıl başarabileceği üzerinedir. Burada üç ayrı noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor. Öncelikle sürdürülebilirlik hiçbir zaman bir tek olgunun kendi başına ayakta durduğu bir yapı değildir. Sürdürülebilirlikten bahsediyorsak sistem düşüncesini de merkeze almamız gerekir. Bugün için en önemli sorunumuz gıda üretim sisteminin doğru kurgulanmamış olmasıdır. Yani, öncelikle gıdanın fazla üretildiği yer ile ihtiyacın yüksek olduğu yeri küreselleşme birbirine bağlamakta yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla amaç her toplumun kendi ihtiyacını sağlayacak kadar üretim yapabilmesidir. Bunun için de tarım arazisi vasfını yitirmiş yerleri tekrar tarıma kazandırmamız gerekiyor ki bunu endüstriyel tarım yapamaz ve yapmayı kazançlı da bulmaz.

İkinci sorunumuz, gene küreselleşme ve gıda sistemimizle ilgili olarak ortaya çıkan gıda kayıpları ve israftır. Bugün yeryüzünde üretilen gıdanın yaklaşık yarısı çöpe gitmektedir. Çöpten de kastım, bir yığın halinde çürümeye terk edilip atmosfere bolca metan gazı salınmasına neden olmasıdır. Gıdanın tamamen tüketilmesini sağlamak elbette zordur ama biz gıdanın yarısını çöpe attığımız müddetçe yakın gelecekte 8 milyar kişiyi herhangi bir tarım yöntemi ile beslemek mümkün olmayacaktır.

Son olarak, bugün ürettiğimiz bitkisel gıdanın önemli bir kısmı hayvansal gıda üretiminde kullanılmaktadır. Bu sistem sürdürülebilir değildir. Yeryüzündeki insanların tamamı gelişmiş ülkelerdeki insanlar kadar hayvansal gıda tüketecek olsalar bu kadar insanı besleyecek gıda üretmek imkansız hale gelir.

Ancak, gıda üretimini yeryüzünün tamamına yayıp, gıda israfını azaltıp ve hayvansal gıda tüketimini de makul bir seviyeye indirdikten sonra onarıcı tarım tekniklerini kullanmak hepimiz için yeterli gıdayı üretecektir. Ama bildiğiniz gibi bunların olabilmesi için de hepimizin hem düşünce tarzımızı hem de gıda sistemimizi değiştirmemiz gerekiyor ki asıl zor olan o, yoksa onarıcı tarım gayet mantıklı ve uygulanabilir bir yöntem.

Bu yazı Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

18 Kasım 2023 Cumartesi

İklim krizini durdurmak için ne yapmalıyız?

İklim krizini durdurmak için ne yapmalıyız? Bu soruya 140 karakter ile cevap vermeye çalıştığınız zaman mutlaka bir şeyi eksik bırakıyorsunuz, hatta belki de sadece bir şeye yüklenip geri kalan çoğu şeyi eksik bırakıyorsunuz. O nedenle uzunca yazıp, sonra soranlara da bu yazıyı referans vermeye karar verdim. Sizlerin de eklemeleri olursa gelecekte daha da düzeltilmiş ve genişletilmiş bir sürümünü yayımlayabiliriz. Şimdi başlayalım sıralamaya, bu sıralama benim aklıma gelen sıralama, önem sırası değil çünkü bunların tümünü yapmak zorundayız:

Hayatımızda iklim krizini en üst sıraya koyup geri kalan her şeyi buna göre değerlendirmek zorundayız. Attığımız her adımda, aldığımız her kararda aklımızın bir köşesinde o adımın ya da kararın iklim krizine yapacağı etkiyi de bulundurmalıyız. Aslında sadece bu maddeyi yazmak bile yeter ama gelin bu maddenin neleri kapsadığına da bakalım.

Satın aldığımız her şeyde iki soru sormalıyız: “Buna gerek var mı?” ve “Bu ne kadar sera gazı salımına neden oldu?” Almanıza gerek yoksa ama fazla salıma da yol açmadıysa kararı sosyal faydasına bırakın. Yalnız bu sadece şu anlama gelmiyor: “Benim satın alma kararlarım aslında iklim krizinin tetikleyicisi oluyor.” Sizin satın alma kararlarınız iklim krizine kısmen neden oluyor, ama diğer kısmın sorumluluğu da o nesneleri üretenlerin ya da üretilmesine neden olanların sorumluluğudur. Bu kısma aşağıda değineceğiz, fakat unutmayın, siz satın almazsanız onlar da üretemezler.

“Biz satın almazsak, onlar da üretemezler.” olmuyor çoğu zaman, çünkü biz almasak da başkaları alıyor. Haklısınız, o zaman bir sonraki madde, satın aldığımız her şeydeki doğru davranışımızı olabildiğince çok kişiye yaymaya çalışmak. Yani içinde yaşadığımız krizin temelinde bir üretim ve tüketim çılgınlığının yattığını elimizden geldiğince anlatmak zorundayız.

“Ama biz satın almazsak, onlar da üretmezlerse çalışanlar aç kalır.” Hayır, kalmaz, yeter ki bu üretim ve tüketim hakkaniyetli biçimde yapılsın. Dolayısıyla bir ürün ya da hizmeti alırken sadece ne kadar sera gazı saldığına değil, aynı zamanda ne kadar adaletli üretildiğine de bakmamız gerekiyor. Paranın çoğunu patron ve hissedarlar alıyor, işçiler de parasız geziyorlarsa siz satın alarak patronu ve hissedarları zengin ediyorsunuz demektir. Ancak tüm bunların bilinebilmesi için de sistemin şeffaf olması gerekir, dolayısıyla en başta yapmamız gereken tüm üretim süreçlerinde şeffaf olan kurumları elden geldiğince desteklemektir, yoksa sistem kapalı kapılar ardında bildiğini okumaya devam eder.

Hayat tarzımızı değiştirmek zorundayız. Son yirmi senede yaşadığımız gibi gelecek on senede de yaşayacak olursak yeryüzündeki yaşam bizimle birlikte bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacak. Dikkat edin lütfen, “gelecek yirmi senede” demedim, çünkü önümüzde o kadar zaman kalmadı. Büyük değişiklikleri şimdiden görmeye başladık, yirmi seneye başka bir dünyada yaşıyor olacağız. O dünyayı istemiyorsak şimdi harekete geçmek zorundayız. Peki “hayat tarzımızı değiştirmek” ne anlama geliyor? Bir sabah kalktınız, birçok şey yaptınız, gece yattınız ve bunu bir sene boyunca devam ettirdiniz. İşte bu süredeki pek çok şey değişmek zorunda. Sabah kahvaltıda ne yiyip, ne içtiniz, üzerinize ne giydiniz, odanızın sıcaklığı neydi, işe ya da okula neyle gittiniz, okul ya da iş ne kadar uzaktı, hatta o işi olduğunuz yerden de  yapamaz mıydınız, öğlende ya da akşam ne yediniz, gün boyu neler satın aldınız, bulunduğunuz ortamda kaç lamba yanıyordu, tatile gittiniz mi, ne kadar uzağa gittiniz, yediğiniz şeyler ne kadar ayak izine sahipti, ne kadar uzaktan gelmişti, üzerinizdekini neyle yıkadınız, nasıl kuruttunuz, neden o kadar sık yıkadınız, şart mı o kadar uzun süre duşta kalmanız, bunlara benzer günlük yaşamla ilgili binlerce soru sorabiliriz ve o soruların önemli bir kısmı oldukça sıkıcı olacaktır. Değişmemek için de neredeyse tümü için çoğumuzun güzel sebepleri var ve olmaya da devam edecek. Ama değişmezsek yolun sonuna geldik.

Sadece bizim değişmemiz yetmiyor, hepimizin değişmesi gerekiyor. O nedenle bir kez daha, bu değişim için herkesi zorlamak zorundasınız. Bıktırana kadar konuşmak zorundasınız. Gerekiyorsa en sevilmeyen kişi olun, hiç önemli değil, önemli olan bu krizi olabildiğince zayıflatmamız, hatta mümkünse engellememiz.

İklim krizini çözebilmenin tek yolu sistemin değişmesidir. Gelişme herkesin özel arabasıyla istediği yere gitmesi değil herkesin toplu taşıma ile istediği yere gidebilmesidir. Bazılarımız metrobüse mahkumken diğerleri dev gibi araçlarıyla benzin tüketerek aynı yolda gidiyorsa, metrobüstekine “ama sen para kazanırsan o araçlardan alma metrobüse devam et” denilemez. O nedenle de gerek ülkeler içinde gerekse de ülkeler arasındaki gelir ve sınıf eşitsizliğini azaltmamız gerekiyor.

İklim krizi bir sıfır-bir problemi değildir. Başımıza gelebilecek felaketlerin de dereceleri vardır. “Nasılsa yeryüzü bir felakete gidiyor, boşver o zaman yansın!” demek kolaydır. Ama bilelim ki hepimizin taşıdığı bir damla su yangını söndürmese de etkisini azaltabilir, onun için umutsuzluğa kapılmadan çaba sarf etmeye devam etmemiz gerekiyor.

Son olarak da, eğer devletler iklim krizinin önemine inanmazlarsa çözüm bulmak imkansızlaşır. Devletlerin bu konuya önem vermeleri de kendi öz bilgilerinden kaynaklanmaz. Halk neyi ısrarla isterse devletler de onu “genelde” ön plana çıkartırlar. Biz devletten ve hangi partiden olursa olsun siyasetçilerden ağırlıklı olarak iklim krizini ön plana çıkartmalarını istersek onlar da bunu konuşmaya mecbur kalacaklardır. Dolayısıyla her ortamda ve her şartta iklim krizini ve siyasetçilerin buna karşı harekete geçmeleri gerektiğini bolca dile getirmek, bu yönde oy kullanmak ve hesap sormak zorundayız, devletleri harekete geçirmenin başka çaresi de yok.

Hepimiz aynı fırtınadayız, ama hepimiz aynı gemide değiliz. Bazılarımız daha sağlam gemilerde, bazılarımız da kayıklarda hayatta kalmaya çalışıyor, ama fırtına kötüleştikçe herkesin şansı azalacak, o nedenle de birlikte çalışarak bu sorunu çözmemiz, çözemezsek de olabildiğince hafifletmemiz gerekiyor. Başka dünya yok.

Bu yazı Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

10 Kasım 2023 Cuma

Suyumuz Bitti

Son 3 yıldır yeryüzü olması gerekenden biraz daha serinceydi. Bunun nedeni yeryüzünün neredeyse yarısını kaplayan Pasifik Okyanusu’nun yüzey sularının normalden serin olmasıydı. Bu aslında alışılmış bir olaydır. Pasifik Okyanusu’nun suları bazı dönemler normalden sıcak, bazı dönemler normal, bazı dönemler de normalden serin olur. Normalden sıcak olmasına El Nino, normalden serin olmasına da La Nina adı verilir. Bu koca su kütlesinin de biraz serin ya da sıcak olması yeryüzünün geri kalanındaki iklimin de serin ya da sıcak olmasına neden olur. Geçtiğimiz Nisan ayına kadarki 3 yıl La Nina koşulları altında, yani beklenenden serin geçti. Küresel ısınma olmasa hepimiz bu serinliği kolayca hissederdik ama küresel ısınma nedeniyle atmosfer zaten ısınmakta olduğundan sıcaklıkların daha da fazla yükselmemiş olduğunu çoğumuz hissetmedik bile.

Ancak Nisan ayında Pasifik’te normal koşullar hakim oldu, Haziran ortasından itibaren de El Nino koşulları oluştu. El Nino, aslında yeryüzünün tamamının olması gerekenden de sıcak olmasına neden olur. Temmuz ayından bugüne kadarki zamanda yaşadığımız neredeyse her gün, bu nedenle küresel bir sıcaklık rekoru kırdı ve kırmaya da devam ediyor. 

Küresel ısınmanın bir diğer etkisi de içinde yaşadığımız bölgede ortalama yağışların azalması ve uzun kuraklıkların ardından gelen yağışların da sağanak şeklinde olmasıdır. Sağanak yağışların en önemli özelliği sel baskınlarına yol açmasının yanında toprağın altına ulaşamamasıdır. Ayrıca bu yağışlar hızla akarak denizlere ve göllere katıldığından tam barajların havzalarına denk gelmedikleri zaman barajları fazla beslemezler.

Bir de bunun üzerine aşırı sıcaklardan doğan buharlaşma da eklendiğinde bugün içinde yaşadığımız koşullara ulaşırız. İçinde yaşadığımız koşullarda ne mi var? İşte en önemli sorunumuz da bu. Barajlarda su kalmadı, ama bundan çoğu kişinin haberi yok. Ülkemizde hızlı değişen gündeme bir de yaklaşan yerel seçimler eklenince yetkililer dahil kimse kuraklıktan bahsetmiyor. Bu konu ciddi biçimde gündeme getirilmeyince de sorunun ne denli önemli olduğu çoğu kişinin dikkatinden kolayca kaçıyor.

Susuzluğun konuşulduğu çoğu yerde de İSKİ’nin baraj doluluk oranları kullanılıyor. Mesela bugün barajlardaki doluluk oranı %17 civarında. %17 deyince de çoğu kişi felakete çok da yakın olmadığımız hissine kapılıyor. Oysa tüm barajların dibinde kalan su kullanılabilir bir su değildir. Kullanılabilir olmamaktan anlamamız gereken ise, bu suyun dipten çekilip, filtrelerden geçirilip insanlara içme suyu olarak verilemeyeceğidir. Değil içme suyu olarak kullanılması, bu su ile insan yüzünün yıkanmasının bile sakıncalı olabileceği anlaşılmalıdır. O nedenle de İstanbul çevresindeki çoğu barajın suyu bitti, %3 ya da %5 dediğiniz zaman o su artık neredeyse kullanılamaz demektir. Özellikle Avrupa yakasındaki barajlar boşaldığı için Anadolu yakasından transfer edilen suyla idare edilmeye çalışılıyor. Arada açılan su kuyularından destek bekleniyor ama sağanak yağışlar yer altı sularını beslemediği için bu kuyular da uzun süre dayanmayacak. Melen’den Anadolu yakasındaki Ömerli Barajı’na gelen su ise İstanbul’un ihtiyacına yetecek miktarda değil. Kısacası, yakın zamanda yağışlar başlamayacak olursa, belki bu kışı geçiririz, ama gelecek yaz bizleri oldukça sıkıntılı zamanlar bekliyor. O nedenle de hemen ve sert tasarruf önlemleri almaya başlamamız gerekiyor.

Uzun uzun İstanbul’un su sorununu anlattım ama sanmayın ki bu sorun sadece İstanbul’un sorunu. Sadece, İstanbul’un su havzaları ülkemizdeki yağışın sadece %4,5’unu tutuyor, oysa İstanbul’un nüfusu neredeyse ülkemizin %20’si. Aynı şekilde nüfus yoğunluğuna sahip tüm il ve ilçelerde ya bu sorunu yaşıyoruz ya da en kısa vadede yaşamaya başlayacağız. Bundan dolayı istisnasız herkesin suyun önemini kavraması ve ona göre bir yaşam tarzı belirlemesi gerekiyor çok geç olmadan.

Bu yazı Dünyahali'de yayımlanmıştır.

6 Kasım 2023 Pazartesi

Sapla Samanı Karıştırmak

Kasım ayının sonunda Birleşik Arap Emirlikleri’nde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin 28. Taraflar Konferansı (COP28) düzenlenecek. Bu nedenle, neredeyse Aralık ayının ortasına kadar bu konu iklim ve çevre gündemine egemen olacak. Dubai’de tüm ülkeler iklim değişikliğini durdurmak için neler yaptıklarını ve neler yapacaklarını uzun uzadıya anlatacak ve gelecekte neler yapılması gerektiğine dair önemli görüş alışverişinde bulunacaklar. Her ne kadar hepimiz iklim konusunu biliyor olsak da ortaya konulacak görüşlerin ve çözümlerin ne derece iklimle alakalı olduğunu, ne derece iklim dışındaki konuları ilgilendirdiğini ayırt etmemiz önemlidir.

Öncelikle, iklim krizi o denli geniş yayılımı olan bir konu ki biri çıkıp “ben uzun süre nefesimi tutacak olsam bunun iklim krizinin önlenmesine katkısı olmaz mı?” diye soracak olsa elimizdeki cevap “evet olur” haline geliyor. Çünkü nefes veren her canlı atmosfere karbondioksit saldığına göre, bir canlı nefesini tutacak olsa bu sorunun çözülmesinde fayda sağlayabilir. Biliyorum, bu oldukça aptalca bir örnek, ama atılacak her küçük adım, hatta iklim krizi ile ilgili olmayan bir alanda atılacak bir adım bile dönüp dolaşıp iklim krizinin bir miktar da olsa duralamasına neden olabilir. Ancak, lütfen siz iklim krizini durdurmak için nefesinizi tutmayın çünkü birlikte yapmamız gereken çok daha doğru ve faydalı işler var. Unutmamamız gereken ana husus, benim aşağıda “bunların iklim değişikliği ile doğrudan alakası yok” diyeceğim çoğu önlemin dolaylı yoldan iklim krizini azaltmaya yardımcı olduğu, ama bu önlemlerin iklim krizi önlemleri olarak gösterilmesinin doğru olmadığıdır, çünkü iklim krizini önlemek için alınacak önlemler belli. İklim krizini durdurabilmek için yapmamız gereken kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmaktır. Geri kalan şeyler bizi her geçen gün ana hedeften uzaklaştırır.

Şimdi gelelim nelerin doğrudan iklim krizi ile bir alakası olmadığına:

Hava kirliliğinin iklim krizi ile doğrudan bir alakası yoktur. Havayı temizlemek için alınacak önlemler iklim krizini durdurmaya yardımcı olmaz, hatta bazı durumlarda iklim krizinin artmasına neden olur. Hava kirliliğine neden olan unsurlarından biri olan kömür yakmayı durdurmak, aynı zamanda da iklim krizinin engellenmesine de yardımcı olur. Ancak hava kirliliğini azaltmak için kömürlü termik santrallerin bacalarına filtre takmak, sadece hava kirliliğini azaltır ama iklim değişikliğine bir etki yapmaz. Hatta, hava kirliliği dediğimiz maddelerin bir kısmı güneş ışınlarını uzaya yansıttıklarından atmosferin ısınmasını da zorlaştırırlar, yani iklim değişikliğini önleyecek yönde çalışırlar. Avrupa’da kömür yakılmaya devam edilip termik santrallerin bacalarına filtre takılması atmosferi temizlese de atmosferin ısınmasına oldukça yardımcı oldu.

Ozon tabakasının iklim krizi ile doğrudan bir alakası yoktur. Ozon tabakası yerden 20 - 50 km yukarıdadır ve o tabakanın mevcudiyeti yeryüzündeki canlı varlığının ve çeşitliliğinin en önemli güvencesidir. Ozon tabakasının incelmesi tüm canlılarda türlü sağlık sorunlarına yol açar ama bunun iklim krizi ile bir ilgisi yoktur. İklim krizi bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamızdan kaynaklanır, ozon tabakasındaki incelme de bu fosil yakıtlarla pek bir ilgisi olmayan CFC dediğimiz gazların atmosfere salınmasından. Bu CFC gazlarının salınmasının durdurulması ozon tabakasının iyileşmesini sağladığı gibi çok az da olsa iklim krizinin durdurulmasına da destek olur, ama CFC gazlarının ana zararı ozon tabakasınadır, iklime olan etkileri çok azdır.

Plastik tüketiminin iklim krizi ile bir alakası yoktur. Hatta çoğu noktada plastik maddelerin kullanımı kömür, petrol ve doğal gaz yakılmasını azalttığı için iklim krizinin kötüleşmesini engeller. Plastik maddeler çoğunlukla petrolden elde edilir ve kötü olan petrolün yakılması ve atmosfere karbondioksit salınmasıdır, plastik madde haline dönüştürülmesi değil. Ancak, özellikle tek kullanımlık plastikler önemli bir çevresel kirlilik nedenidir. Bu plastiklerin doğaya atılmaması çevre kirliliğini azaltır. Bu plastikleri geri dönüştürülmek üzere toplamamız da onların baştan üretilmesi için gerekecek enerjiyi azalttığından iklim krizine dolaylı etki yapar. Fakat, doğru olan çözüm, tek kullanımlık plastiklerin üretim ve tüketim sisteminden tamamen çıkartılarak yerlerine çok kullanımlık ürünlerin kullanılmasıdır.

Öncelikli hususlardan en önemlisini en sona bıraktım. İklim krizinin temelinde yatan en önemli sorunlardan biri insanlığın tüketim bağımlılığıdır. Bu tüketimi sağlayabilmek için yapılan üretim bir yandan ciddi miktarda sera gazı salımına yol açarken öte yandan da yeryüzünün kaynaklarını tüketmektedir. Bu iki soruna da engel olabilmek için yapılması gereken öncelikle tüketim çılgınlığına son vermektir. Ancak bunun ötesinde gene de ihtiyacımız olan nesneleri üretebilmek için daha sorumlu bir üretim yöntemine ihtiyaç vardır. Bu sorumlu üretim ve tüketim yöntemi de sistem içerisinde kullandığımız her maddeyi, mümkün olduğu ölçüde, sistem dışına çıkartmadan tekrar kullanmaktan geçer. Bu yönteme de biraz yanlış bir isimlendirmeyle döngüsel ekonomi adını veriyoruz. Yeryüzünün kaynaklarını akıllıca kullanıp çevreyi kirletmeden yaşamanın yolu kullandığımız ve “tükettiğimiz” her maddeyi bir döngü içine sokmaktan ve bu döngünün dışından kaynak kullanmamaktan geçiyor.

Sizlere döngüsel ekonominin gerek besin gerekse de diğer tüketim maddelerinin üretiminde nasıl kullanılması gerektiğini uzun uzadıya anlatmayı bir başka yazıya bırakarak konunun anafikrine değinmek istiyorum: Döngüsel ekonomi, üret-kullan-geri dönüştür-tekrar üret sistemi değildir. Döngüsel ekonomide en son çözüm geri dönüşümdür. Geri dönüşüm, “aklımıza yapacak başka hiçbir şey gelmiyor” demektir. Oysa döngüsel bir sistemin içerisinde nesnelerin doğru ve dayanıklı üretilmesi, bizim karşımıza gelene kadarki sürede kayıp oluşmaması, özellikle gıda maddeleri için, bizim bu nesneleri olabildiğince uzun süre kullanmamız, kullanım süresinde tamir edebilmemiz, başka bir kişinin kullanıma devam etmesi, başka bir amaçla kullanılması ve hiçbir şey mümkün değilse geri dönüştürülmesi ve bunun da olabildiğince temel parçalarına bölünmeden yapılması bulunur. Bizler sadece çöp kutularını kaldırıp kullandığımız her şeyi geri dönüşüm kutularına atarak bu döngünün bir parçası olamayız. Böyle yaptığımız zaman da bunun iklim krizine bir önlem olduğunu düşünmemeliyiz. Ambalaj malzemelerini azaltmak ve bu malzemelerin geri dönüşümünü sağlamak çevresel ayak izimizi düşürmek ve malzeme kullanımından tasarruf etmek için faydalı olabilir ama iklim krizini durdurmaz. Bu nedenle de geri dönüşüm yapıyoruz diye iklim krizini yavaşlattığımızı düşünmeyelim. 

Hava kirliliğini azaltmak için kömürlü santrallerin bacalarına filtre takmak ya da kömürden doğal gaza geçmek iklim değişikliğini durdurmaz; kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak durdurur. Tek kullanımlık plastikleri hayatımızdan çıkartmak veya bunları ve benzeri ürünleri geri dönüştürmek iklim krizini yavaşlatmaz ama tüm tüketimimizi azaltmak iklim krizini kontrol altına almamıza yardım eder.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası Platformu'nda yayımlanmıştır.

31 Ekim 2023 Salı

Geçiş Riskleri mi? Fiziksel Riskler mi?

İklim krizi her tür üretimin karşısına önemli riskler çıkartıyor. COVID19 salgını sırasında bu risklerin değişik boyutları ile katlanarak arttığını başta üretim yapanlar olmak üzere çoğumuz fark ettik. Bu riskler COVID19 sırasında görünür hale geldi ama iklim krizi bunların unutulmasına fırsat tanımayacak. Hatta orta ve uzun gelecekte bu sorunların artmasını bekleyerek planlama yapmak hepimizin hedefi haline gelebilir.

Bugüne kadar çevresel riskleri konuştuğumuzda kafamızın arkasında yatan düşünce öncelikle bu riskleri yaratacak koşulların oldukça ender olduğuydu. Yani, depreme alışılması gereken bir coğrafyada yaşamamıza rağmen hayatımızı “ya deprem olursa” düşüncesiyle şekillendirmiyoruz ya da en azından çoğumuz böyle yapmıyor. Depremin ne zaman gerçekleşeceği de tahmin edilemediğinden risk dediğimiz zaman düşündüğümüz genelde daha çok finansal riskler oluyordu. Ancak iklim krizi ile birlikte risk kavramımızda iki önemli değişiklik oluştu.

İlk olarak, artık deprem gibi ne zaman ve ne büyüklükte olacağı belirsiz bir olay yerine etkileri her geçen gün artan ve bize ne seviyede ve ne zaman zarar vereceği bilimsel olarak öngörülebilen bir sorun var karşımızda. Oturduğumuz yerden bu sorunun yaratacağı riskleri göremiyor olabiliriz ama konunun uzmanları gerekli araştırmaları yaptıklarında oldukça yüksek isabetle başımıza çıkabilecek sorunun büyüklüğünü belirli parametreler içerisinde verebiliyorlar. Aynı sigorta işlemlerinde olduğu gibi, sizin araba kullanma şeklinizden, yaşınızdan, kullandığınız arabadan ve bunun gibi unsurlardan sizin bir sene içerisinde bir kaza yapma olasılığınız nasıl belirlenebiliyorsa, iklim krizinin yaratacağı riskler de belirli tahmin aralığında ortaya konabiliyor artık.

İkinci olarak da, devletlerin iklim krizini sınırlamak için atmaya söz verdikleri adımlar var. Tüm devletler bu sözlerini yerine getirdikleri takdirde alınacak önlemler üretimin her kesimini etkileyecektir. Aynı Avrupa Yeşil Mutabakatı’nda olduğu gibi bu önlemlerin tam olarak ne şiddette ve ne zaman geleceğini bilemesek de neyin gelmekte olduğunu görmemiz zor değil. Dolayısıyla iklim krizi bir de geçiş sürecindeki bu risklerle yaşamamız gerektiğini bizlere söylüyor.

İlk olarak fiziksel riskleri ele alacak olursak karşımıza önemli problemler çıkıyor. Öncelikle özellikle ülkemizde ama neredeyse diğer pek çok ülkede, iklim krizine bağlı riskleri noktasal olarak belirleyebilecek bilgi birikimi oldukça kısıtlı. Yani, sizin üretim tesisinizin olduğu noktada oluşabilecek riskler o noktaya özel olarak belirlenmelidir. Bir örnek vermek gerekirse; iklim krizinin bir sonucu, aşırı yağışlardan derelerin taşmasıdır. Sizin üretim tesisiniz tam derenin kenarında olabilir ama derenin içe ya da dışa döndüğü kenarda mı olduğu, dere kenarındaki duvarınızın sağlamlığı ve yüksekliği, dere taşıp duvarı aşacak olsa suyun zarar verebileceği ne tür yapıların olduğu, elektronik aletlerin zeminde mi yoksa yüksek bir platformun üstünde mi olduğu hep sizin noktasal riskinizi belirleyen konulardır. Her sektörde bu bağlamda sorulacak sorular farklı olsa da risklerin oluştuğu noktaya bu konunun uzmanlarının ulaşarak yerinde değerlendirme yapması gerekir. Bu yerel değerlendirme daha geniş ölçekli iklim modelleri ile birlikte incelenerek alınması gereken önlemler ve bu önlemler alınmayacak olursa oluşabilecek zarar belirlenebilir. Ancak sigortacılıkta olduğu gibi, bu incelemeyi yapacak eleman bulma zorluğu olduğundan sadece geniş ölçekte değerlendirme yapılarak dere kenarındaki tesise de yamaçtaki tesise de taşkın riski atfedilebilir. Dolayısıyla karşımızdaki zor bir problemdir ve çözümü ancak kapasite geliştirmeyle bulunabilir.

Bunun yanında yeşil bir ekonomiye geçişten kaynaklanan riskler finans dünyasının nispeten daha rahat algıladığı ve değerlendirdiği bir kategori oluşturur. Ekonominin bugünkü gidişi yerine bir karbon vergisi uygulandığında hangi sektörlerin bundan nasıl etkilenecekleri daha anlaşılır ve çözülebilir bir problemdir. Gene de bir karbon vergisinin ne sertlikte ve hangi zamanlama ile uygulanacağı kuruluşlar açısından önemli bir risk unsuru oluşturur. Burada konulacak verginin sistemindense büyüklüğü çok daha fazla değer taşır. Yani, emisyon ticaret sistemi kurulacak olsa o piyasada oluşacak karbonun fiyatı ile karbon vergisi konulacak olsa o verginin miktarı aynı olduğu sürece ülke genelindeki geçiş riski hesaplaması benzer sonuçlar yaratır.

Teoride bunların tümü akıllıca kurulmuş sistemler ancak ülkemiz pratiğine gelindiğinde bu teori tamamen çalışmaz hale geliyor. Uluslararası yatırım bankalarının bu konuda oluşturdukları çalışmalara baktığımızda ülkemizin yanında hep bir yıldız oluyor. Bu yıldız da Türkiye’nin özel koşulları şeklinde ifade ediliyor. Bu özel koşullar ülkemizin içinde bulunduğu ve iklim krizinden en fazla etkilenecek bölgelerden biri olan Akdeniz Havzası’ndan kaynaklanan fiziksel riskleri ifade etmiyor. Özel koşullardan kastımız ülkemizin yakın ve orta vadede bir sera gazı azaltım politikası olmamasından dolayı uluslararası finans kuruluşları açısından bir kategoriye konulamamasıdır.

Bunu şu şekilde açıklamak mümkün: Mesela bir Avrupa Birliği ülkesi önündeki birkaç yoldan birini seçebilir. Hedefini 2040 yılında karbonsuzlaşma olarak görerek bir politika belirler, bu politikaya göre bir karbon fiyatı uygular ve bunu kuvvetli bir biçimde takip eder. Benzer şekilde hedefini 2060 yılında karbonsuzlaşma olarak koyabilir ya da şu andaki politikaları ile devam edebilir. Ancak tüm bu politikaların temelinde bir noktada sera gazı salımlarını azaltmaya çalışmak vardır. Oysa ülkemizin resmi politikası sera gazı salımlarını azaltmak değil artırmak üzerinedir. Dolayısıyla da uluslararası kuruluşların öngördüğü Business-as-usual, yani olduğumuz gibi devam etme politikası bile bize uygulanabilecek bir sonuç üretmez. Bir de bunun üzerine bu bağlamdaki politikamızda oluşan ani ve öngörülemez değişiklikler ülkemiz genelinde, bir sektör ya da bir firma özelinde geçiş risklerini doğru biçimde belirlemeyi imkansız kılar. Tüm bunların ötesinde soruna bir de ihracat yapan sektörlerin bir kısmını ilgilendiren Avrupa Yeşil Mutabakatı kaynaklı belirsizlik eklenince konu iyiden iyiye içinden çıkılmaz bir hal alır.

Kısacası ülkemizde iklim krizinden doğacak riskleri belirlemek oldukça zor bir konudur. Fiziksel riskleri belirlemek istesek bilimsel altyapımızda önemli eksiklikler vardır. Geçiş risklerini belirlemek istesek devlet politikamız orta ve uzun vadede herhangi bir tahmin yapmaya imkan tanımaz. Bunlardan dolayı da tüm risk hesaplarımız biraz da yöneticilerin risk algılarına göre şekillenir. “Böyle gelmiş, böyle gider, kafanıza takmayın siz” de bir yaklaşımdır, “her türlü bela sonunda gelip bizi bulur, onun için biz en kötüsüne hazırlanalım” da benzer değerde bir yaklaşımdır. Her ne kadar benim gönlüm ilkinden yana olsa da aklım hep ikinciden yana oluyor. 

Bu yazı Sürdürülebilir Üretim dergisinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2023 Perşembe

Yeşil Mutabakatın Neresindeyiz? Neresinde Olmalıyız?

Avrupa Komisyonu bürokratlardan kurulu bir yürütme organıdır. Komisyon, günlük işleri yürütmenin yanı sıra orta ve uzun vadeli eylem önerileri de ortaya koyar. Bu öneriler ciddi çalışmaların üzerine bina edildiğinden politikacılar tarafından “gereksiz” ya da “saçmalık” denilerek hemen çöpe atılabilecek öneriler değildir. Bu nedenle de Avrupa Birliği açısından bakıldığında oldukça kuvvetli bir “Brüksel bürokrasisi” vardır. Bu merkez Avrupa Birliği’nin bir nevi hem vicdanı hem de aklı vazifesini görür.

Komisyon, özellikle de Avrupa içinde yükselmekte olan yeşil kanattan aldığı destekle Avrupa’nın sürdürülebilir geleceği için bir yol haritası ortaya koydu. Bu yol haritasına Avrupa Yeşil Mutabakatı diyoruz. Bu mutabakat bir yanda Avrupa’daki üretim ve tüketimin sürdürülebilirliğini sağlarken diğer yandan da bu çabanın Avrupa’nın uluslararası rekabet gücüne zarar vermemesi üzerine yoğunlaşıyor. 

AB bu çaba ile öncelikle sera gazı salımlarını atmosfere salınanlarla aynı miktarda azaltacak önlemleri almayı planlıyor. Mutabakat buna destek olmak amacıyla temiz enerji kaynaklarına geçişi teşvik edecek ve fosil yakıtlara bağımlılığı azaltacak büyük bir enerji dönüşümünü içeriyor.  Ayrıca AB, tarım ve gıda üretimi süreçlerini daha sürdürülebilir hale getirme amacıyla çiftçilere ve üreticilere destek vermektedir. Aynı zamanda gıda atıklarının azaltılması ve gıda güvenliği konularına da odaklanmaktadır.

Avrupa Yeşil Mutabakatı, ulaşım sektöründe daha temiz ve sürdürülebilir alternatiflere yönelmeyi de hedefliyor. Bu, elektrikli araçların teşviki, toplu taşımanın geliştirilmesi ve daha yeşil ulaşım altyapısı oluşturulması gibi çeşitli önlemleri içerir.

Mutabakat çerçevesinde dijitalleşme ve sürdürülebilir teknolojiler teşvik edilir. Biyoçeşitliliği korumak ve çevresel tahribatı önlemek de Avrupa Yeşil Mutabakatı'nın bir diğer önemli bileşenidir. Ormanların, su kaynaklarının ve doğal yaşam alanlarının korunması bu hedefin parçasıdır. 

AB, bu büyük dönüşümün tüm toplum kesimleri için adil ve kapsayıcı olmasını hedefler. Sosyal adalet, işçi hakları ve dönüşüm sürecinin herkes için faydalı olması ön plandadır.

Son olarak da mutabakat, AB'nin dünya genelinde sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği konularında liderlik yapmasını hedefler.

Peki böyle bakıldığında biz bu mutabakatın neresindeyiz? Görüldüğü ve konuşulduğu kadarıyla ülkemiz bu mutabakata sadece ihraç ürünlerine getirilebilecek bir gümrük vergisi bağlamında yaklaşıyor. Ama bu gümrük vergisi, aslında bir gümrük vergisi değil. Çünkü AB sadece, üretim AB sınırlarında hangi kurallarla yapılıyorsa ihracatçımız da aynı kurallarla yapsın diyor, yani AB sınırlarında bir karbon fiyatı varsa, aynı fiyatı siz de kendi üreticinize uygulayın diyor. Yani bizim devletimiz de aynı fiyatı uygulayacak olsa ortada bizim açımızdan bir sorun kalmayacak (diye düşünüyoruz).

Ama bu noktada Avrupa’da da bizde de önemli bir sorun var. Neredeyse kimse üretimin gerçekte ne kadar sera gazı saldığını ya bilmiyor ya da bu konuda hemfikir olamıyor. Bunun nedeni de oldukça basit. Ne ülkemizde ne de AB’de  üretimin çoğu ciddi, bilimsel temelli yapılıyor. Bunun yanında veriye saygı da duyulmuyor. AB’de önce iş, sonra veri geldiğinden veriye ulaşmak kolay olmuyor, bizde de veriden oldukça korkulduğu için veri ya saklanıyor ya da bir güç unsuru olarak kullanılıyor. Elbette AB bu bağlamda bizden çok ileride ama onlar da Yeşil Mutabakatı tamamen çalıştırabilecek seviyede veriye hakim değiller.

Biliyorum bu son paragrafı okurken içinizden “hadi ya, olur mu öyle şey” dediniz. Yalnız, herhangi bir üretim yapılırken salınan tüm sera gazlarını hesaplamaya kalktığınızda bunun oldukça zor ve bilimsel bir iş olduğunu görüyorsunuz. Avrupa’daki çoğu noktada ise bu iş sadece bir yere kadar yapılabiliyor ve o yer de Türkiye’de yapıldığından daha ileri bir yer değil. Bunun arkasındaki başlıca sebep de karbon ayak izi hesaplarının göründüğü kadar kolay olmamasıdır. Yani, arabanızı kullanmanın ne kadar ayak izine sahip olduğunu hesaplamak istiyorsanız, kabaca arabanın yaktığı benzine bakabilirsiniz. Ama ayak iziniz o kadar da basit hesaplanmıyor. Lastiklerin aşınması, arabanın tamire gitmesi, arabanın üstünde gittiği yolun bakımı gibi çoğu faktörü de düşünmek gerekiyor. Bir de bunun üzerine elbette arabanın ve onun üzerinde yürüdüğü yolun yapımının karbon ayak izini de hesaplamak gerekiyor. Sonra o arabanın ortalamada kaç kilometre yol gittiği, o yol koşullarının nasıl olduğu, asfaltın yapıldığı petrolün nereden geldiği gibi şeylerle konuyu çok daha uzatmak mümkün. İşte tüm bu sebeplerden dolayı veri çok kıymetli. Bu verilerin tamamı yok değil, hatta önemli bir kısmı var, ama bu verilere ulaşıp bu verilerden bir anlam çıkarabilmek bugün için ne bizde ne de Avrupa’da mümkün. O nedenle de sadeleştirmelerle yolumuza devam ediyoruz ve çoğu zaman bu sadeleştirmenin etkisi konusunda da cahiliz.

Doğru ve bilimsel bir karbon ayak izi ölçümü ya da belirlemesi yapmak için ülkemizde ya da Avrupa’da herhangi bir kuruluşa gittiğinizde soracağınız ilk soru “elinizde veri var mı?” oluyor. Cevap da neredeyse her zaman “elbette var” oluyor. Sonra aylar içerisinde utana sıkıla bu “elbette var” halinden “bunu bir sormalıyız” haline sonra da “tam olarak yokmuş, nasıl hesaplanabilir?” haline dönüşüyor. “Yeşil Mutabakatın neresinde olmalıyız?” sorusunun asıl cevabı da burada. Biz yaptığımız her işle ilgili her türlü veriye hakim olabileceğimiz bir sistem kurmalıyız. Elimizdeki veriyi her zaman, herkese açık tutmak zorunda değiliz ama biz bu veriye sahip olmalıyız. Çünkü yakın gelecekte AB ya da herhangi bir yer bize “sizin üretiminizin ayak izi şu” diyerek buna bir bedel biçmek isteyecek. Elinizdeki veri bundan kötüyse bir sorun yok ama yıllarca yatırım yapıp ayak izinizi iyileştirdikten sonra cezalandırılmaktan sizi ancak veri koruyabilir.

Yalnız durum bununla kalmıyor, başta söylediğimiz gibi, AB Yeşil Mutabakatı sadece bir karbon vergisi değil, tarım ürünlerinden insan haklarına, biyoçeşitlilikten ulaşıma birçok alanı içeriyor. Dolayısıyla da bu veriye sahip olma işi sadece karbon ayak izinden ibaret değil. “Kaç işçi çalıştırıyorsunuz, bunların hepsi sigortalı mı?” gibi sorularla başlayarak “Mevsimlik işçilerin çocuklarının çalışmadıkları dönemde iyi bir eğitim aldıklarını nasıl garanti ediyorsunuz?” türü sorulara bile gidiyor konu. Yani, “sizin bahçenizde bugün zeytin toplayan mevsimlik işçinin çocuğu memleketine döndükten sonra gerekli eğitimi alıp düzgün besleniyor mu?” sorusuna da cevap vermeniz gerekiyor. Bunu da AB’deki yetkililer gelip yerinde kontrol ediyorlar artık.

Benzer şekilde tarım yaparken “ben bakanlığın izin verdiği kimyasalları kullanıyorum” demek yeterli değil. Hatta “ben Avrupa’ya gönderdiğim ürünleri test ettiriyorum, hiçbirinde o kimyasallara rastlanmıyor” demek bile yeterli değil. Gelip sizin bahçenizdeki toprakta o kimyasalların olup olmadığını kontrol ediyorlar ki biyoçeşitliliğe zarar verebilecek bir üretim yapıyor olmayasınız.

Kısacası, Yeşil Mutabakat’a sadece bir karbon vergisi olarak bakmak gelecekte yapacağımız çoğu işi zorlaştıracaktır. Bunun üzerine bir de ülkemizde işini iyi yapanın cezalandırıldığı ortam eklendiğinde düzgün üretim ve tüketim yapabilmek oldukça beceri isteyen bir iş haline gelecektir.

Bu yazı EKOIQ dergisinde yayımlanmıştır.

23 Eylül 2023 Cumartesi

İklim Krizinin Muhasabesinden Bir Kesit

Probleme parça parça baktığımızda aklımıza cin fikirler gelebiliyor ama birkaç adım geri çekilip sorunun bütününü ele aldığımız zaman elimizde bir tek çözüm kalıyor. İklim krizini durdurmak için yapılması gereken şey kömür, petrol ve doğalgaz yakmayı bırakmaktır. Geri kalan tüm çözümler ya teknik ya da maddi eleklere takılarak eleniyorlar.

Şimdi size çok iyi bir fikir söyleyeyim, bugün 20. Uluslararası Muhasebe Konferansı’nda konuşurken bir yabancı konuktan geldi bu fikir. Bu konferansı düzenlerken salınan tüm sera gazlarını atmosferden geri toplayıp emmek için 15 bin dolar harcanması gerektiğini hesapladık. Böylece konferans karbon-sıfır bir konferans haline gelebiliyordu. Eğer o 15 bin doları da havadan karbon emip yer altına gömen bir şirkete verirsek hem o şirket gelişiyor hem de konferans net-sıfır olabiliyordu. Bu tür, karbonu atmosferden emip depolayabilecek şirketlerin yeterince gelişmemesinin nedeni bizim bu parayı o şirketlere vermekten kaçınmamızdı. Dolayısıyla, hepimiz saldığımız her ton karbondioksit için 300 dolar ödeyecek olsak sorun piyasa koşulları içerisinde çözülebilecek. Yabancı konuğun Amerikalı olduğunu da kolayca tahmin edebilirsiniz sanırım.

Aslında bu fikir genel olarak değişik açılardan oldukça kabul görüyor ve karbon tutma ve saklama teknolojilerinin de hala konuşulmasına yol açıyor. O nedenle bunun neden çalışmayacağını hem konferans özelinde hem de küresel ölçekte neden çalışmayacağını anlatmakta fayda var. Konferans özeli oldukça kolay. Zaten olduğu halinde bu tür konferansları yapabilmek oldukça zor çünkü maddi kaynak bulmak için çok fazla takla atmak zorunda kalıyorsunuz. Eğer konferans bütçesine 15 bin dolar daha eklenecek olursa konferansın yapılamaz hale geleceğine daha konuşmam sırasında karar verildi. Dolayısıyla konferans düzenlemenin üzerine bir de o konferanstan yayılan karbonu emip dürüst biçimde sistemden çıkartmanın bedeli eklenecek olursa konferans düzenlenemez hale geliyor. Aslında bu da fena bir şey değil, aynı konferansı internet üzerinden yapmanın yollarını düşünmeye başlamak da zaten atmamız gereken önemli adımlardan biri ve belki de en önemlisi. Yani çözümler kullanıcıların davranış değişikliğine bağlı olarak gelişmeli.

Şimdi düşünün yeryüzünde saldığımız tüm sera gazlarına bir bedel ödedik ve bu sera gazlarını yerin altına gömdük. Böylece hayatımızda hiçbir değişiklik yapmadan devam edebiliyoruz, ödediğimiz karbon bedeli hariç. Senede kabaca 50 milyar ton sera gazı salıyoruz. Bunu ton başına en az 300 dolar ödeyerek yakalayıp yerin altına gömebiliriz. Yani her sene 15 trilyon dolar, karbonu yer altına gömebilmek için harcanması gereken bedel. Dünya ekonomisi yaklaşık 100 trilyon dolar. Bunun üzerine 15 trilyon dolar daha eklememiz gerekiyor ki yaşam stilimizden bir şey değiştirmeden bunu gerçekleştirelim. Dünya ekonomisini sadece karbon emecek teknolojiyi geliştirerek %15 büyütmenin mümkün olmayacağını söylemem gerekmiyor sanırım. O zaman çözüm bu 15 trilyonu sistemin içinden üretmek. O da bizim tüm tüketimimizi ve yaşam standardımızı 15 trilyon azaltmamız anlamına geliyor. Hani başta yaşam şeklimizi değiştirmeden demiştik? Şimdi de bütçemizin %15’ini karbon için harcamaktan bahsediyoruz. Perhizle lahana turşusunun birlikte olmaması gerektiğini gayet iyi biliriz hepimiz. 

O zaman ne olacak? Eğer hepimiz gelirimizin %15’ini sera gazlarını azaltmak için verecek olursak bütçemizden keseceğimiz ilk şey de fazla sera gazı salan aktiviteler olacaktır. Bir de maaşımızın %15’i karbonu azaltmaya gidiyorsa bir dahaki seçimde emin olun “daha fazla kömürlü termik santral yapacağım” diyen parti iktidara gelemez. Sonuç olarak da salımlar kendiliğinden azalmaya başlar. Dikkat edin, burada salımları azaltan şey havadaki karbonun tutulması değildir. Karbona bir bedel biçilmesi ve bu bedelin de küresel olarak herkesten salımları oranında tahsil edilmesi durumunda bu salımlar doğrudan azalacaktır.

Şimdi bir sorun daha kalıyor. Karbonun tonu başına 300 dolar gibi bir bedel biçmiştik atmosfere saldığımız tüm karbonu emebilmek için. Bu ölçek ekonomisi çerçevesindeki bir bedeldir. Yani daha az karbon emilecek olursa, bu bedel de doğal olarak artar. Havadan 1 ton karbondioksit emip yer altına gömmenin bedeli ile 1 milyar ton emip gömmenin ton başına bedeli farklıdır. İkincisinde gerekli teknolojiler de geliştirildiği için fiyat çok daha ucuz olur. Dolayısıyla ne kadar az emmemiz gerekse de ödememiz gereken bedel fazla düşmez.

Burada elbette karbon yakalama ve saklama teknolojilerinin risklerinden ve bu risklerin de fiyatlara katılma maliyetlerinden bahsetmedik. Yukarıdaki hesap tabiri caizse “kemiksiz fiyatı”. Emin olun o fiyatın üzerine şirket kazançları, vergiler vs. eklenecek olursa karbon tutma ve saklama için harcanması gereken bedel ödenemeyecek bir seviyeye çıkar.

Peki alternatif ne? Konuyu uzun uzadıya anlatmadan şunu söyleyelim. Kimseden karbon vergisi falan almadan, karbona fiyat biçmeden, kömür, petrol ve doğal gaz sistemlerine yapılan destekleri keselim. Bugün yeryüzünde her sene tam 7 trilyon dolar biz daha fazla karbondioksit salalım diye fosil yakıt endüstrisine destek olarak veriliyor. Sadece bu parayı kesmek bile bence sorunu çözme yolunda önemli bir adımdır.

Bugün fosil yakıtlardan enerji üretmek alternatiflerine göre çok daha pahalıdır. Daha ucuzmuş gibi görünmesinin ardındaki tek neden bizim verdiğimiz vergilerden devletlerin karbondioksit salınmasını desteklemesidir. Devletler fosil yakıtlara verdiği 7 trilyon dolar desteği yenilenebilir enerjiye ya da enerji verimliliğine yatıracak olsa ortada iklim krizi diye bir sorunumuz kalmazdı. Hadi abartmayalım, bu sorun oldukça küçük bir problem haline dönüşürdü.

Ancak ne yazık ki bunu yapmak aynı zamanda enerjinin demokratikleşmesi anlamına geliyor. Bu da devletlerin pek işine gelmiyor. Hepimiz kendi enerjimizi üretir hale gelecek olsak, üretim ve tüketim biçimleri de ciddi biçimde değişeceğinden başka bir dünyada yaşardık. Keşke o günleri de görebilsek.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası Platformu'nda yayımlanmıştır.

15 Eylül 2023 Cuma

Avrupa Yeşil Mutabakatı Neler Getirecek?

Yeni İklim Kanunu iş dünyasının Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde en fazla önem verdiği konuya odaklanıyor: Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması’na uygun biçimde davranabilmek. Bu kısmen doğru bir yaklaşım ama buradaki amaç yeni İklim Kanun Tasarısını değerlendirmek değil. Daha çok iş dünyasının öncelikli olarak Avrupa’ya yaptığı ticaret bağlamında karşılaşacağı hukuki sorunları ele alabilmektir.

Avrupa Birliği’nin sera gazı salımlarına uygun bir ticaret anlayışı geliştirmek Yeşil Mutabakatın değişik alanlarından sadece bir tanesi. Ancak ülkemizde sanki Yeşil Mutabakat iklim krizine karşı önlemler paketi gibi bir anlayış yaratılıyor. Öncelikle Avrupa’nın iklim krizi karşısındaki duruşunu anlamakta büyük fayda var.

Biz her ne kadar karşımızda bir Avrupa Birliği görsek de esas sorun karşımızda bir birlik değil en az üç değişik katman olmasıdır. Bu katmanların ilki, birliğin sorunlarını ve gelecekte karşılaşacağı zorlukları görerek buna dair adımlar atılmasını öneren bürokratik katmandır. Bu katman oldukça önde görünse de aslında en güçsüz olan katmandır. Arkada ayrı devletlerin oluşturduğu bir başka katman vardır. Bu katmanda bir birlik olarak Avrupa’nın değil, tek tek üye ülkelerin ihtiyaçları önemlidir ve bir konuda ancak herkes hemfikir olursa ilerleme sağlanabilir. Herkesin hemfikir olabilmesi için de çok sayıda taviz verilerek mümkün olan en katı ama aynı zamanda da en sulandırılmış kararlar alınır. En alt katmanda da parlamento bulunur. Parlamento bir ülke parlamentosuna kıyasla politik gerekliliklerle en az bağlanmış yapıda olduğundan etkilenmesi de en kolay olan katmandır. Parlamento liderlerinin değişik imtiyaz grupları ile olan ilişkileri neredeyse polisiye olaylar halini almıştır.

Bu yapı içerisinde en üst katman olan komisyon Avrupa’nın geleceğini sera gazı salmayan bir ekonomide görmektedir. Uzun vadede doğru olan yaklaşım da budur. Avrupa’nın ekonomik açıdan kuvvetli ülkeleri de bu yaklaşımı destekliyorlar. Özellikle Almanya karbonsuz bir ekonomiye geçişin faydasına hem inanıyor hem de koalisyon ortağı olan Yeşiller Partisi nedeniyle inanmak zorunda kalıyor. Ancak aynı şeyin birliğin doğusundaki ülkeler açısından geçerli olduğu söylenemez. Mesela Polonya ekonomisi oldukça kömür bağımlısı olduğundan Avrupa Konseyi’nden kömürü yasaklayan bir kararın çıkmasını beklemek hayaldir. Bunun ötesinde Parlamento çeşitli sektörlerin etkilerine göre pozisyon almaktadır.

AB kendi üretimini karbonsuzlaştırmanın önemini biliyor ve bu yolda elinden geldiğince çaba sarf ediyor. Ancak üretimi karbonsuzlaştırma bugünden yarına gerçekleşmesi imkansız bir konu olmanın ötesinde oldukça maliyetlidir. Eğer AB üreticileri bu maliyete katlanıp karbonsuzlaşacak olurlarsa ithal edilen mallarda aynı maliyet olmamasından dolayı önemli bir fiyat dezavantajı ile karşı karşıya kalacaklar. Bu nedenle de AB Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasını çalıştırarak kendi üreticilerinin karşı karşıya kaldıkları ek maliyeti AB’ye ihracat yapan şirketlerin de sahiplenmesini istiyor ki fiyat dezavantajı ortadan kalksın. Bu şekilde bir düzenleme Dünya Ticaret Örgütü kurallarına göre ancak iç pazarda da uygulandığı sürece mümkün olabilir. Yani, eğer AB kendi sınırları içerisindeki her üreticiden salınan karbondioksidin tonu başına 100€ vergi alırsa ya da piyasa mekanizmalarıyla bu verginin eşdeğeri olan bir sınırlandırma uygulanırsa, ithal edilecek ürünlere de aynı karbon vergisi uygulanabilir. Eğer kendi birlik sınırları içerisinde bu vergiyi uygulamayıp sadece ithal ürünlere uygulayacak olurlarsa DTÖ kurallarını ciddi biçimde çiğnemiş olurlar ki buna DTÖ çerçevesinde yaptırımları olacaktır.

O zaman anlıyoruz ki bu karbon mekanizmasının öncelikle AB içerisinde çalıştırılması gerekiyor. AB 2005 yılından bu yana sağlıklı bir karbon piyasası yaratma çabasında. Ancak henüz birlik üyesi tüm ülkelerin eşit biçimde bu piyasa içerisindeki yükümlülüklerini yerine getirdiklerini söylemek oldukça zor. Özellikle sektörlerin baskısıyla parlamentoda alınan bazı kararlar birliğin ekonomik anlamda daha geride bulunan ülkelerine imtiyaz tanıyor. Bu da DTÖ kuralları çerçevesinde savunulması zor bir pozisyon yaratıyor.

Bu resim karşısında bizleri neler bekliyor? Öncelikle AB gerek kendi içinde gerekse de AB’ye ihracat yapan tüm tarafların karbon salımı konusunda şeffaf olmalarını istiyor. Bu AB sınırlarında nispeten sağlanmış bir konu olsa da ülkemiz gibi verinin oldukça yetersiz ve bazen de gereksiz olduğu ülkeler açısından çok önemli bir sorun yaratıyor. Artık AB’ye ihracat yapan tüm şirketler üretimde ne kadar sera gazı saldıklarını raporlamak zorundalar. Bu bizim şirketlerimiz açısından ciddi bir kabus çünkü her ne kadar senelerdir buna hazırlanıyor gibi görünsek de bu konudaki altyapımız oldukça zayıf. Bunun bir nedeni şirketlerin ve devletimizin yapısından kaynaklansa da bir diğer nedeni tedarik zincirinden ve bu zincirin gri sınırlarından kaynaklanıyor. Yani siz istediğiniz kadar iyi veri tutun, sizin sağlayabileceğiniz veri ancak sizin tedarikçinizin size sağladığı veri kadar doğrudur. Bir de bunun üzerine, konu gerçekten sınırda bir vergi alınmasına gelecek olursa, o zaman emin olun, sizin vereceğiniz raporları birileri gelip yerinde denetleyecektir. Dolayısıyla da bu raporların “herhalde şöyledir” yöntemi ile değil bilimsel kaynaklara dayanması gerekiyor.

Bunu yerine getirdiğimizi düşünecek olursa 2026’da Avrupa’ya ihraç ettiğimiz bazı ürünlerden vergi alınmaya başlanacak. Ancak AB kurallarında “biz vergi alacağız” demiyor, “salınan karbondioksidin karşılığı ödenir” diyor. Yani bu vergiyi bizim hükümetimiz almazsa, AB sınırda alacak. Bu durumda da eminim bizim devletimiz AB’ye para vermemek için kendisi bir vergi mekanizması kuracaktır.

Bu vergi eğer AB içerisinde belirlenen karbon fiyatının altında olursa AB gene de sınırda aradaki farkı talep edecektir, o nedenle de karbon fiyatının AB fiyatı ile uyumlu olması gereklidir. AB’de bugün için karbon fiyatı 100€ çevresindedir. Bu fiyatın 2030 yılına kadar en az 150€ civarına çıkması öngörülüyor. Bu fiyat gözümüzü ayırmamamız gereken fiyattır. Hatta bugünden tüm işlemlerimizde bu fiyatın varlığını kabul ederek işlem yapmamız gelecekte bu fiyatla karşılaştığımızda yaşayacağımız şoku azaltır.

Peki ya karbon piyasası? Karbon piyasasının sisteminin temeli bir sınır tavan belirlenmesi ve bu sınır tavan çerçevesinde ticaret yapılmasıdır. Yani sınırın kısıtladığı metanın ticareti yapılır. Ülkemizde en azından 2038 yılına kadar ciddi bir karbon sınırı yoktur. Bu nedenle de piyasada sınırsız bir kaynağın fiyatının 100€ ile belirlenmesi imkansızdır. Ancak durum ne olursa olsun, eğer AB ülkeleri bu konuda bir uzlaşıya varacak olurlarsa ilk eylemleri bizden bu bedeli talep etmek olacaktır. Bu nedenle de bizim bugünden vergi olsun, çalışan karbon piyasası olsun saldığımız her ton karbondioksidin bedelinin de 100€ olduğunu bilerek işlerimizi yürütmemiz gerekiyor. 

Şimdiye kadar anlatmaya çalıştıklarım Yeşil Mutabakatın sekiz ana maddesinden sadece bir tanesi, belki de bizim tarafımızdan en iyi anlaşılanıydı. Daha sonraki yazılarda diğer maddeleri ve bize getireceği zorlukları da anlatmaya çalışacağım.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası Platformu'nda yayımlanmıştır.