31 Aralık 2022 Cumartesi

Sınırsız Enerji Hayali

Hidrojen füzyonu, hidrojen atomlarını helyum gibi daha ağır elementler oluşturmak için birleştirme ve bu süreçte büyük miktarda enerji açığa çıkarma işlemidir. Hidrojen füzyonu, Güneş de dahil olmak üzere yıldızlar için ana enerji kaynağıdır. Ancak bu işlemin olabilmesi için hidrojen atomlarının çok yüksek sıcaklıklara ısıtılması ve o sıcaklıkta uzun süre tutulması gereklidir. Bu yöntem iklim değişikliğine ve küresel enerji krizine potansiyel bir çözüm olarak önerilmiştir. Bununla birlikte, hidrojen füzyonu, birkaç nedenden dolayı ‘bugün’ iklim değişikliğine bir çözüm değildir.

Hidrojen füzyonuyla ilgili ana zorluklardan biri, gerçekleşmesi için Dünya'da normal şartlarda bulunanlardan çok daha yüksek sıcaklıklar ve basınçlar gerektirmesidir. Bu şartlar ancak patlayan bir atom bombasının çekirdeğinde varolabilir. Bu ilk defa 1952 yılında başarıyla denenmiştir. O zamandan bugüne bilim insanları hidrojen füzyonu için gerekli koşulları sürdürülebilir biçimde, laboratuvar ortamında elde etmek amacıyla çeşitli yöntemler kullanan, füzyon reaktörleri olarak bilinen bir dizi deneysel cihaz geliştirdiler.

Kolayca anlaşılabileceği üzere, çok yüksek sıcaklık ve basınç elde etmek için çok fazla enerjiye ihtiyaç duyarız. 70 seneden beri gerçekleştirilen deneylerde en büyük ilerleme bu sene elde edildi. İlk defa reaktöre sağlanan enerjinin 1,25 katı enerji elde edildi. Bu da çok kısa bir süre için başarıldı. Son 70 senede geldiğimiz yer inanılmaz büyüklükte bir enerjiyi dev bir cihaza verip bunun sadece 1,25 katını kısa süreliğine elde etmek oldu. Şimdi sorun daha fazla enerji elde edip bunu çok daha uzun zaman sürdürebilmekte. Sürekli hidrojen füzyonunu başarmak için bilim insanlarının, hidrojen füzyonunun aşırı koşullarına dayanabilecek malzemeleri geliştirmesi, hidrojen sırasında oluşan plazmayı sınırlamak ve kontrol etmek için yöntemlerin hazırlanması da dahil olmak üzere bir dizi teknik ve bilimsel zorluğun üstesinden gelmesi gerekiyor. Elbette bu işin sadece korkunç miktarda bir enerjiyi elde etme kısmı. Devamında ise bu enerji miktarını dizginleyerek elektrik üretimi için kullanabilmek gerekiyor. Tüm bu adımların atılması da oldukça uzun sürecek. 70 yılda, dev bir alete, çılgın miktarda enerji vererek verdiğimizin sadece 1,25 katını birkaç saniyeliğine kazandığımızı düşünecek olursak, büyük bir patlamaya neden olmadan sürdürülebilir enerjiye sahip olmak ve bunu yaygınlaştırmak için ne kadar zaman geçeceği ortadadır.

Hidrojen füzyonuyla ilgili diğer bir zorluk da, füzyon reaktörlerinde kullanılan malzemelere zarar verebilecek ve ayrıca insanlar için radyasyon tehlikesi oluşturabilecek nötronlar da dahil olmak üzere bir dizi radyoaktif yan ürün üretmesidir. Yani hidrojen füzyonu da aslında bir nükleer reaktördür. Uranyum ya da toryum kullanan reaktörler kadar olmasa da ciddi riskleri vardır. Bilim insanları, bu yan ürünlerin üretimini en aza indirecek güvenli yöntemler geliştirmek için çalışıyorlar. Küçük bir yan not, bu reaksiyonu hidrojen değil de borla yapacak olursak neredeyse hiç radyasyon tehlikesi olmadan enerji üretmek mümkün ama bor füzyonu için çok daha yüksek sıcaklık ve basınç gerekli olduğundan daha oraya ulaşmamıza uzun bir süre var.

Bu teknik ve bilimsel zorluklara ek olarak, hidrojen füzyonu bir dizi ekonomik ve lojistik zorluklarla da karşı karşıyadır. Füzyon reaktörleri karmaşık ve yapımı pahalıdır. Geliştirilip işletilebilmesi için önemli miktarda finansman ve uzmanlık gerektirir. Ek olarak, hidrojen füzyonu, şu anda küresel enerji talebini karşılamak için yeterli miktarlarda bulunmayan büyük ve güvenilir bir hidrojen yakıtı kaynağı gerektirir. Bu kaynak ise bildiğiniz hidrojen atomu değil onun zor bulunan bir başka izotopudur.

Sonuç olarak hidrojen füzyonu bize neredeyse sınırsız bir enerji kaynağı sunuyor. Gelecekte bir gün bu kaynaktan faydalanarak bu sınırsız enerjiye kavuşabileceğimize kesinlikle inanıyorum. Ama bunu başarmak için şu anda önümüzdeki dev problem olan iklim krizini aşmamız gerekiyor. İklim krizini durdurmak için önümüzdeki 30 yılda gereken adımları atmayacak olursak yaklaşık 30-50 sene sonra gelebilecek bir füzyon enerjisinin kurtarabileceği bir insanlık kalmayacak. O nedenle de “nasılsa füzyon geliyor yakında, o zamana kadar bildiğimiz gibi yaşayalım” deme lüksümüz bulunmuyor. Bugün için bütçemizin bir kısmını füzyon araştırmalarına harcayabiliyoruz, yakın zamanda iklim felaketleri arttığında bu tür bilimsel araştırmalara ayırabileceğimiz kaynak kalmayacak. Eğer güzel bir gelecek istiyorsak bir yandan bu çalışmaları desteklerken öte yandan da tüm gücümüzle iklim krizini durdurmaya çalışmamız gerekiyor. Ne bugün ne de gelecekte füzyon iklim krizinin bir çözümü değil ama uzak gelecekteki güzel günlerin bir anahtarı olacak, eğer o günleri görebilirsek.

28 Aralık 2022 Çarşamba

Kutup Girdabı Bizi De Dondurur Mu?

Kutup girdabı, Dünya'nın kutup bölgelerinde, özellikle Kuzey Kutbu'nda, düşük sıcaklıklar ve güçlü rüzgarlarla ilişkilendirilen büyük ölçekli bir hava hareketidir. Bu hareketi kutbun etrafını saran bir bant gibi düşünebiliriz. Bu bant kutuptaki soğuk havanın ekvatora doğru kaçmasını engeller demek mümkündür. Kutup girdabı, Dünya'nın atmosferik dolaşımının normal bir parçasıdır ve binlerce yıldır mevcuttur. 

Kutup girdabı, Dünya'nın dönüşü ve kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkının etkileşimi tarafından yaratılır. Dünya'nın dönüşü, kutup bölgelerindeki havanın batıya doğru hareket etmesine neden olarak bir düşük basınç sistemi oluşturur. Kutup bölgeleri ile ekvator arasındaki sıcaklık farkı ne kadar yüksekse bu rüzgarlar da o denli kuvvetli olur ve soğuk havanın kaçması engellenir.

Kutup girdabı, kutup bölgeleri ile ekvator arasındaki sıcaklık farkının en yüksek olduğu kış aylarında çok güçlüdür. Kışın, kutup girdabı tipik olarak Kuzey Kutbu üzerinde bulunur. Kutup girdabı, kutup bölgeleri ile ekvator arasındaki sıcaklık farkının daha az belirgin olduğu yaz aylarında da tipik olarak daha zayıftır.

İklim değişikliğinin kutup girdabı üzerindeki potansiyel etkilerinden biri, kutuplar ile ekvator arasındaki sıcaklık farkının azalmasıdır. Bunun nedeni kutupların ekvatordan daha hızlı ısınmasıdır. Sıcaklık farkındaki bu azalma kutup girdabını zayıflatır ve daha kararsız hale getirir. Daha zayıf bir kutup girdabı ise daha kolay yer değiştirir ve dünyanın diğer bölgelerinde de soğuk hava dalgaları gibi aşırı hava olaylarının oluşmasına yol açabilir.

Kuzey Kutbu’ndaki deniz buzunun kaybı ve genel olarak okyanusların ısınması nedeniyle Kuzey Kutbu son yıllarda Dünya'nın geri kalanından daha hızlı ısınmaktadır. Bu ısınma eğilimi, kutup girdabını ve girdabın dünyanın diğer bölgelerindeki aşırı hava olaylarıyla olan bağlantısını etkileyebilir.

Son haftalarda ABD’de görülen aşırı soğuk hava koşullarının nedeni de kutup girdabındaki zayıflama ile alakalıdır. Elbette kutupların ısınmasından bahsettiğimiz zaman aklınıza kutupların tropik sıcaklıklara çıktığı gibi bir düşünce gelmesin. Ama kutuplardaki havanın 10 derece ısınarak, mesela şu anda olduğu -32℃ yerine -22℃ olarak bizim bulunduğumuz enlemlere inmesi bizim için felaket sonuçları doğurabilecek olsa da kutup açısından bu epey sıcak sayılabilir. 24 Aralık 2022’de kutup girdabının Amerika tarafına doğru yayılmış olması bölgede sıcaklıkların hızla düşmesinin en önemli sebebidir. 29 Aralık 2022’de ise kutup girdabı normal haline yakın bir duruma dönmüş ve ABD’de sıcaklıklar yavaş yavaş yükselmeye başlamıştır.


Kuzey Kutbu 24.12.2022


Kuzey Kutbu 29.12.2022

Genel olarak, kutup girdabı ile iklim değişikliği arasındaki bağlantı, aktif bir araştırma alanıdır ve iklim değişikliğinin kutup girdabı üzerindeki potansiyel etkileri ve bunun dünyanın diğer bölgelerindeki aşırı hava olaylarıyla bağlantısı hakkında hala tam olarak anlaşılmayan çok şey vardır. Bununla birlikte, kutup girdabının Dünya'nın atmosferik dolaşımının önemli bir parçası olduğu ve iklim değişikliğinin kutup girdabını ve onun dünyanın diğer bölgelerindeki aşırı hava olaylarıyla olan bağlantısını etkileyebileceği açıktır. Kutup girdabı ile iklim değişikliği arasındaki ilişkiyi anlayarak, gelecekteki aşırı hava olaylarını daha iyi tahmin etmek ve bunlara hazırlanmak mümkün olabilir.

Bizim için güzel haber ise en azından önümüzdeki 10 gün boyunca kutup girdabında bir değişiklik yaşanması beklenmiyor. Ülkemizin değişik yerlerinde kar yağışı görülebilir ama geçtiğimiz günlerde ABD’de olduğu gibi uzun yıllar boyunca hatırlanacak bir soğuk hava dalgasının bizi etkilemesi beklenmiyor. Enerji krizi içindeki Avrupa için bu iyi bir haber bile sayılabilir, çünkü ABD’de görülen tür bir soğuk hava dalgası Ukrayna’da çok ciddi sorunlar yaratabilir.

24 Aralık 2022 Cumartesi

E-Ticaret ve Döngüsellik

Yeryüzü ve insanlık hızla bir kaynak krizine doğru gidiyor. Bu kaynak krizini çözebilmenin iki temel yolu bulunuyor. Ya hem kaynak tüketimi hem de nüfus açısından küçüleceğiz ya da ekonomik olarak küçülmeden daha az kaynakla aynı işleri yapmayı becereceğiz. Hem kaynakları bu biçimde tüketelim hem de büyümeye devam edelim diye bir seçeneğimiz yok. Döngüsellik bize küçülmeyi zorunlu tutmadan kaynak yoğun bir üretimden emek yoğun bir sisteme geçişe dair öneriler getiriyor. Yalnız bu önerileri kimler dinlemeli?

Genel olarak bakıldığında üretim ve tüketim hepimizi ilgilendirse de bu konudaki önemli sorumluluk hepimizin omuzlarına eşit biçimde dağılmıyor. Ne yazık ki insanların oldukça küçük bir azınlığı kaynakların çoğunun tükenmesine neden olurken büyük bir çoğunluk da ciddi bir ayak izi bırakmadan yaşıyor. Dolayısıyla bu konunun dokunacağı kesim de internet üzerinden bayram ya da yılbaşı hediyesi sipariş edebilen kesim olacak, çünkü yeryüzüne bir ayak izi bırakarak yaşayanlarla bu ayak izini bırakmadan yaşayanlar arasına bir çizgi çekecek olsak, bu çizgi başka noktalardan geçebileceği gibi internet üzerinden alışveriş yapanlardan da geçecektir. Sebebi ise oldukça basit, bir cep telefonu ya da bilgisayara erişiminiz var. O cihazın internet bağlantısı var. İnternet üzerinden sipariş verebiliyorsunuz. Bu siparişin ödemesini modern ödeme yöntemleri ile yapabiliyorsunuz. Bu siparişin ulaşabileceği bir adresiniz var ve bu adres taşımacılar tarafından ulaşılabilir. Bunların tamamı sizi sorunun bir parçası yapar. Bundan dolayı da “Ben ne tüketiyorum ki? Siz asıl zenginlere bakın!” argümanı tam olarak çalışmaz. Elbette hepimizden daha zengin ve daha fazla tüketen insanlar var ama internet üzerinden yapılan alışverişin bir parçası ise, bunu yeryüzünün lehine nasıl döndürebileceğimiz konusunda da kafa yormamız gerekiyor.

“Online” ya da internet üzerinden alışveriş, COVID19 pandemisinden çok önce yaygın olan bir alışkanlık olsa da bu küresel sağlık tehlikesi, internet üzerinden sipariş verme konusunda isteksiz olanlar için bile bunu bir zorunluluk haline getirdi. Daha fazla tüketici online alışveriş yapmaya başladı ve karşısında giderek büyüyen ve her ihtiyacını karşılayabilecek çok çeşitli e-ticaret platformları buldu. Zaman geçtikçe bilinçli tüketiciler, anlık satın alma dürtülerinin ve istenmeyen ürünlerin geri gönderilmesinin çevre için ne anlama geldiğinin giderek daha fazla farkına vardı. Özellikle tekstil ürünlerinde “üzerime uymazsa geri gönderirim, ne olmuş canım” tarzının çevreye olan kötü etkisi bu bilinçli tüketiciler tarafından algılandığında siparişler biraz daha kalıcı olması amacıyla verilmeye başlandı. Elbette sosyal medya platformlarında fotoğraf paylaşmak için alışveriş yapıp sonrasında bu ürünleri iade eden bilinçsiz kişileri her zaman duyuyoruz ve muhtemelen de duymaya devam edeceğiz ancak bunların yapılan alışverişin küçük bir kısmını oluşturduğunu ummak istiyoruz.

Bunun dışında online işletmelerin ürünleri için sağladıkları ambalajların tamamına yakını atık haline gelmekte ve olumsuz çevresel faktörlere daha fazla katkıda bulunmaktadır. Bu ambalaj maddeleri geri dönüşüme yollansalar bile döngüsellik çerçevesinde önemli kayıplara yol açıyorlar. Çünkü döngüsel ekonominin temeli, maddeleri geri dönüşüme göndermek değil geri dönüşüme gönderilmesi gerekmeden tekrar tekrar kullanılacak malzemeler üretmektir. Ayrıca bir mağazadan satın aldığımız ürün bize çok az bir ambalajla teslim edilirken ve hatta bazı yerlerde ambalajı bir başka üründe kullanmaları için mağazada bırakma imkanımız varken, internet üzerinden satın aldığımız ürünlerin önemli bir kısmı gerekenden çok daha fazla sarmalanmış halde bize ulaşır. Bunun nedeni de taşıma esnasında yaşanan sorunları azaltmak ve bu şekilde de geri dönüşleri engellemektir. Burada satıcılara kısmen de olsa hak vermemiz gerekiyor.

Tam bu noktada durup bir soru sormamız gerekiyor. “Ben bu cep telefonunu internet üzerinden aldığım zaman mı doğaya daha az zarar veriyorum, kargo ile eve getirttiğim zaman mı?” Bu soruya cevap verebilmek için gerekli olan hesap asla tam olarak yapılmıyor ya da en azından ben hiç görmedim. O cep telefonunun dev bir depodaki rafta durması, birinin onu alıp bir paketin içine koyması, kargo kamyonuna yüklemesi, kargo kamyonunun onu bizim evimize taşıması ve tüm bu işlemler için fazladan ambalaj kullanılması mı doğaya daha fazla zarar veriyor yoksa aynı depodan bu telefonun mağazaya sevk edilmesi, orada ışıltılı bir ortamda sergilenmesi, sonra bizim evden o mağazaya gidip o telefonu incelememiz, beğenip alıp bir poşete koymamız ve eve geri getirmemiz mi? Bu sorunun cevabının hangi yönde çıkacağına pek de emin değilim. Özellikle yakınlarımızdaki bir depodan evimize yapılan sevkiyat biraz daha avantajlı olabilir diye düşünüyorum. Tam tersi, dünyanın diğer ucundaki bir üreticiden uçak kargosuyla bize ulaşıyorsa, mağazadan almak çok daha avantajlı olabilir. Dolayısıyla attığımız her adımda bu hesabı yapıyor olmamız epey faydalıdır. Sürdürülebilirlik bağlamında kullandığımız ürünlerin tüm ayak izlerine bakmak daha akılcı bir yöntemdir. Size semtinizdeki bir mağaza yerine o ürünü uzak yerlerden sipariş etmek daha ucuz görünebilir ama o siparişin çevreye verdiği zararı da düşünecek olursak semtinizdeki mağazadan satın almak daha akılcı olabilir.

Bu sorunların ya da düşüncelerin üzerine bir de son yıllarda gittikçe artan yemek siparişlerini de ekleyebiliriz. Yemek yiyeceğimiz mekana gitsek bir tabakta sunulup sonrasında yıkanacak olan nesnelerin yerine tek kullanımlık ambalajlarda yiyecek alıyoruz. Neyse ki çoğumuz yemeği beğenmedik diye iade etmediğimizden ters lojistik sorunumuz fazla yok ama onun dışında internetten yapılan tüm siparişler için söyleyebileceğimiz sorunlar burada da var. Olumlu yön olarak ise bu yemek siparişi teslimatlarının çoğunun tek kişilik motosikletli kuryeler tarafından yapılması ve bu nedenle de bizim bir araca binip yemek yemeye gitmemize kıyasla daha az karbon salımı, trafik sıkışıklığı ve aklınıza gelebilecek diğer türlü sorunları azaltmamız olarak sıralayabiliriz. Özellikle de geniş bir grup olarak dışarıya yemeğe gitmek yerine bu yemeği eve ısmarlamak doğaya nispeten daha az zarar veriyor olabilir. Ama lütfen evde kendi başınıza oturuyorken canınız lahmacun çekerse, kendinize başka bir çözüm üretin, çünkü tek kişiye böylesi bir servis sürdürülebilir olmayabilir.

Şimdi bir de yemek hizmeti sunan firmaların siparişleri yenilenebilir kaynaklardan elde edilen dronlarla kapınıza teslim ettiği bir sistemi düşünün. Bu sistem hem motosikletli kuryelerin yarattığı çokça sorunu engelleyecek hem de yemeklerin aşırı ambalaj ihtiyacını azaltacaktır. Hatta, aynı dron ile ambalajların, hatta tabakların bile geri gönderilmesi mümkün olabilir. Dahası, tüketemediğiniz kısmını geri göndermek isterseniz, o besin de başka bir noktada kaynak olarak kullanılabilir (kompost veya hayvan barınakları gibi). Dolayısıyla ilerleyen teknolojiler döngüsellik bağlamında bize türlü imkanlar sunabilirler ve işin güzeli, o noktadan çok da uzakta değiliz. Ancak yeni iş fikirleri üreten kişilerin kafalarının bir köşesinde geleceğin döngüsellik üzerine inşa edilmesi gerektiğini tutmaları gerekiyor.

İnternet üzerinden yapılan siparişlerin olumsuzluklarını çokça konuştuktan sonra bir de artılarına bakalım. Diyelim inanılmaz dayanıklı ve sürdürülebilir biçimde üretilmiş bir ürününüz var, ama bugün için pazarda kendinize yer bulamıyorsunuz. İşte bu ürünler için online satışlar çok önemli bir kaynak sağlayabilir. Fiyat rekabeti nedeniyle kendilerine raflarda yer bulamayan ürünler ya da mağaza açma külfetine girmek istemeyen çokça firma internet üzerinden alıcılarla buluşabilir. Benim en sevmediğim şeylerden biri bir mağazada gezerken omuzumda belirip “yardımcı olabilir miyim?” diye soran görevlilerdir. Online mağazalarda ise kimse gelip sizi meşgul etmeden istediğiniz gibi ürünlerin tüm özelliklerine bakıp istediğiniz karşılaştırmaları yapabilirsiniz. Sakin kafayla ve satış baskısı yaşamadan doğru kararları vermek ve sürdürülebilir ürünleri seçebilmek internet ortamında nispeten daha kolaydır. Mağazalarda sorduğunuz sorulara verilen cevaplar daha çok o elemanın belirli bir ürünü aldırmaya yönelik manipülasyonudur. Oysa internet ortamında bir firmada o bilgiyi bulamıyorsanız bir başka firmada bulmanız olasıdır hem de yerinizden bile kalkmadan.

İnternet üzerinden yapılan alışverişin en önemli faydalarından biri de satıcının alıcının oturduğu ya da bulunduğu yeri oldukça doğru biçimde bilebilmesi ve bunu değerlendirme yetisine sahip olmasıdır. Tersine ya da geriye lojistik konusunun en başta gelen sorunu eğer kullanıcı ürünü bir nedenle geri göndermek isterse bunun planlamasının yapılmasındaki zorluktur. Üretici ve kullanıcı arasında kurulan mekana dayalı bir sistem, bugün için sadece tek yönlü olarak ürün sevkiyatına yarasa da gelecekte o ürünün tamiratı, yenilenmesi ve hatta başka amaçlarla kullanılmasını da kolaylaştıracaktır.

Bugün kullandığımız kargo sistemleri şirketlere ve kullanıcılara önemli bir maddi külfet getirmektedir. Bu maddi külfetin üzerine bir de taşıma yapan şirketin taşıdığı malın tüm ambalajını tekrar kullanılmak üzere geri getirmesini beklemek çok mantıklı bir çözüm değildir. Ancak özellikle büyük ürünlerin ambalajlarının çok seferlik kullanım için tasarlanması ve gerektiğinde arızalı ürünler için de kullanılabilmesi kargo uygulamalarıyla birleştiğinde döngüsellik açısından büyük fırsatlar yaratacaktır. Bir de bazı küçük taşıma işlemlerinin robotlar ya da dronlar tarafından yapıldığını düşünün. Geleceği doğru tasarladığımız sürece sorunlar artacak olsa bile çözümlerin daha hızlı bulunabileceğini düşünmek hiç de güç değil.

Ayrıca, yemek hariç verdiğimiz siparişlerin illa kapımıza gelmesi de gerekli değil. Merkezi ama bulunduğumuz yere yakın bir toplama noktasından bu ürünleri geçerken almak çoğumuzun hayatını nispeten kolaylaştıracak ve kargo işlemlerini de azaltacak bir çözüm olarak düşünülebilir. Bugün için tüm taşıyıcıların ayrı bir depo sistemleri olduğu için tümü kendilerine bir depo yaratmak zorunda kalıyorlar. Bu da sistemin dağınık çalışmasını ve bundan kaynaklı olarak daha masraflı olmasını ortaya çıkartıyor. Oysa “posta kutusu” benzeri bir sistem içerisinde taşınan ürünlerin kısa süreli tutulması ulaşılabilirliği artırabilir. Aynı zamanda bu merkezi yerlerden ambalajların toplanarak tekrar kullanılabilmesi de daha kolay olacaktır.

Bir de şimdiye kadar hep B2C yani bir şirketten kullanıcı ya da tüketiciye yapılan sevkiyatları konuştuk. Döngüsel ekonominin en önemli dayanaklarından biri de yapılan işlemin başlıca adımlarından birinin C2C yani kullanıcıdan kullanıcıya olmasıdır. İnternet bu kullanıcıdan kullanıcıya olan satış ya da değiş tokuşları çok kullanışlı hale getirmiştir. Günümüzde bu düşünce etrafında çalışan oldukça fazla sayıda aracı kuruluş bulunmaktadır. Döngüsel ekonomi çevçevesinde bu kuruluşların hem yaygınlıklarının hem de sayılarının artmasını beklememiz gerekir. Yalnız özellikle büyük şehirlerde temel problemimiz gene de lojistik olacaktır. Lojistik problemleri bağlamında standartlaşmanın sağlanması hepimizin hayatını kolaylaştırabilir. Artık ihtiyacımız olmayan bir kazağı satmayı ya da bağışlamayı düşünmemiz kolaydır. Bunu yapacağımız internet sisteminin tasarlanması da nispeten olasıdır. Ama o kazağı bize ve bir sonraki kullanıcıya en az eziyet verecek şekilde elden ele geçirmek işin zor kısmıdır. Döngüsel ekonomiye geçişte de özellikle büyük şehirlerde yaratmamız gereken sistem daha çok lojistik konusunda olacaktır. Eminim çoğumuzun dolabında en kısa sürede elden çıkartmak isteyeceği çok şey vardır ve o nesnelerin çoğu da başkaları için büyük kıymet taşır. Bu nesnelerin çoğu için amacımız para kazanmak bile olmayabilir. Çocuğumuzun küçükken oynadığı bir oyuncağı ya da eski okul kitaplarımız, kullanmadığımız defterlerimiz, elektrik sistemini değiştirdiğimiz için elimizde kalan ampuller, artık internet üzerinden müzik dinlediğimiz için boşuna yer kaplayan kaset veya CD'ler başkaları için mücevher olabilir. Yeter ki bunları ciddi bir maddi külfet ve zaman sıkıntısı olmadan karşı tarafa ulaştırabilelim.

Sonuç olarak internet üzerinden yapılan alışveriş bugün için döngüsellik bağlamında ciddi sorunlar içeriyor. Ancak bu sorunların temel kaynağı yapılan alışverişin doğasından değil lojistikten kaynaklanmaktadır. Lojistik sorunlarının üstesinden geldiğimizde modern teknoloji bizlere oldukça faydalı çözümler sunmaya adaydır.

19 Aralık 2022 Pazartesi

Döngüsel kullanım örnekleri

Döngüselliğin mantığını anlamak çok zor değil. Ürünleri olabildiğince uzun süre kullanacağız, bizim kullanma süremiz sonuna yaklaştığında yenileyerek bu süreyi uzatacağız, artık kullanmak istemiyorsak bir başkasına vereceğiz, kullanma süresinin sonuna geldiğinde başka bir amaç için kullanılmak üzere değişiklik yapacağız, en sonda hiçbir şekilde kullanılamıyorsa da geri dönüştüreceğiz. Bunları anladık ve kabul ettik. Bir gömlek ya da naylon çorap için buna benzer sistemlerin kullanılabildiğini uzunca bir süredir biliyoruz ve büyüklerimizden de gördük. Ama hayat, gömlek ve naylon çoraplardan ibaret değil. Modern yaşamda döngüselliğin işlerlik kazanması için tasarımın öneminden bahsettik. Şimdi sıra bu konuda bugün günlük hayatta kullanamıyor olsak da yakın gelecekte kullanılır hale gelecek örneklerde.

İlk örneğimiz döngüselliğe en uzak olarak düşünebileceğimiz inşaat sektöründen olacak. Doğadan elde ettiğimiz tüm maddelerin neredeyse yarısı inşaat sektöründe kullanılıyor. Tarlalardan aldığımız buğdaya kıyasla, taş ocaklarından çıkarttığımız taş ve kumun ağırlığının ne kadar fazla olduğunu kolayca kavrayabilirsiniz. Bu hızla devam edecek olursak 2060 yılına gelindiğinde tüm dünyada neredeyse bir İstanbul kadar yapı her ay üretiliyor olacak. Ürettiğimiz bunca yapı kullanılan malzemenin yanı sıra saldığımız sera gazlarının da önemli bir kısmını oluşturuyor. Sadece çimento üretimi bile sera gazı salımlarımızın %8’ini kapsıyor. İnşaat sırasındaki sistemik hatalarımızdan dolayı kullanılan malzemenin yaklaşık %15’i boşa harcanıyor. Ürettiğimiz bu binaları yıkmak istediğimizde belki kapı ve pencereler işimize yarıyor olabilir ama geri kalan malzemenin önemli bir kısmı denizi ya da havalimanı gibi büyük alanları doldurup düzleştirmekte kullanılıyor sadece, yani kısaca, boşa gidiyor. İnsanlık olarak çevreye verdiğimiz zararı azaltabilmemiz için özellikle inşaat sektöründe neler yaptığımızı baştan değerlendirmemiz gerekiyor.

Öncelikle ürettiğimiz yapıların kısa sürede yıkılıp yerlerine yenilerinin yapılmayacak şekilde üretilmesi gerekiyor. Çoğu Batı Avrupa ülkesini ziyaret ettiğimizde kişilerin hala dedelerinin doğmuş olduğu evlerde yaşadıklarını görüp şaşırıyoruz. Ama bu bize doğru tasarım yöntemlerinin yeni bir uygulama değil yüzyıllardır kullanılmakta olduğunu göstermeli. Bunu içimize güzelce sindirmekte fayda var. Döngüsel yapı tasarımı için Amerika’yı baştan keşfetmek gerekmiyor. Ayrıca bugün ne derece sağlam ve sağlıklı binaları doğru biçimde tasarlarsak gelecekte de o binaları yıkıp baştan yapma ihtiyacımız azalır. Dolayısıyla binaların da yıkılıp yeniden yapılmak için değil sökülüp yapılmak için tasarlanmaları gerekiyor.

Yapıların söküm için tasarımı, binaların kasıtlı olarak malzemenin geri kazanım ve kullanım ömrü sonunda tekrar kullanım için tasarlandığı bir felsefedir. Şu anda binalar kullanım ömürlerinin sonunda sıfır değere sahip olmakla kalmıyor, binayı yıkıp ve atıkları bertaraf etmek de pahalıya mal oluyor. Bunun yerine, yapıları söküm için tasarladığımızda, inşa edeceğimiz binalarda yeni üretilmiş malzemeler yerine kolayca ayrılabilen ve tekrar kullanılabilen Lego mantığıyla üretilmiş değerli malzeme stoklarını kullanma özgürlüğüne sahip oluruz. Bu şekilde yapılan bir inşaat, yapılarla ilişkili muazzam miktardaki karbon salımını ortadan kaldırmamıza yardımcı olur. Aslında söküm için tasarlanmış ideal yıkılabilir bina bir Lego yapısına çok benzer, bu yüzden tıpkı bir Lego gibi sökülüp takılabilen modüler bağlantılar, sağlam ve yeniden kullanılabilir malzemeler olan bileşenlerle tasarlanır. Çıkarılması zor olabilecek herhangi bir boya veya kaplama malzemesi de kullanılmaz. Bu tür bir tasarımın avantajı duvarların, kolonların, kirişlerin ve eskimesi beklenmeyen türlü malzemenin aynı Lego gibi defalarca ve değişik kombinasyonlarda kullanılabilmesidir. Ama önemli dezavantajı da aynı Lego parçalarında olduğu gibi aklınıza esen şeyleri yapmakta zorlanmanızdır. Evet, bu artistik açıdan önemli bir kısıt olabilir ama unutmayın, Lego’ları kullanarak neredeyse her şeyin minyatürünü yapmak mümkün. Sadece aklımızı bu tür tasarımlara hazır hale getirmek zorundayız.

Elbette bunları okurken aklınızdan “bizim memlekette binalar zor ayakta duruyor, bir de bu binaları sökülüp takılır parçalardan yapacak olsak bir depremde ayakta bina kalmaz” düşüncesi geçiyordur. Bu noktada bizim binaları Uzakdoğu’dan gelen ucuz oyuncaklara, söküm için tasarlanmış binaları da Lego’dan yapılmış küplere benzetmekte fayda var. İsterseniz o ucuz oyuncakları birkaç karış yukarıdan yere bırakmayı deneyin. Kolayca parçalanabilirler, ama parçaları sağlam ve bağlantıları kuvvetli oyuncaklar ise uzun süre kullanılır. Kendi çocukluğunuzu düşünün, belki evde hala duran Lego parçaları vardır. Hem Lego parçalarının hem de Lego ile yapı mantığının bunca senedir hala kullanılır olmasının arkasında da önemli bir sebep var. Hem parçalar sağlam hem de oluşturdukları yapılar kolayca bozulmuyor. İşte döngüsel inşaat süreçleri de böylesi bir tasarıma sahip olabilirler.

İkinci bir örnek olarak gelecekteki bir sistemi değil, günümüzde çalışan bir sistemi anlatacağız: Fairphone. Hollanda menşeli bu firma cep telefonu üretiyor, yalnız diğer markalardan bir farkla, bu telefonun üretimi, kullanımı ve yeniden üretimi döngüsel temellere dayanıyor. Öncelikle günümüzün gelişmiş elektronik aletlerinin tümünde az bulunan metaller kullanılıyor. Bu az bulunan metaller çoğunlukla gözden de gönülden de ırak olan yerlerden çıkarılıyor ve bilmek istemediğimiz şekillerde saflaştırılarak yolunu cep telefonumuza kadar çıkartıyor. Benzer tedarik sorunları güneş panelleri için de söz konusu. Bizler son ürünü temiz temiz kullanırken o ürünün içindeki kıymetli ve az bulunan metalleri elde etmek için çok sayıda insan sağlık sorunlarına göğüs gererek çalışıyor ve çoğu zaman da doğa harap ediliyor. İşte Fairphone burada sadece insan hakları ve doğaya saygılı üretilmiş ham madde kullanılan bir cep telefonu sunuyor. Geri kalan çabalarına bakmasak bile bu başlı başına önemli bir sürdürülebilirlik adımıdır. Bunun ötesinde Fairphone sözünü ettiğimiz gibi, mümkün olduğunca döngüsel bir telefon sistemi sunuyor.

Eğer arzu ederseniz, telefonunuzu sadece kiralayabiliyorsunuz. Yani aylık bir ücret vererek telefona sahip oluyorsunuz, bu telefonun bakımı Fairphone’a ait, siz gönlünüzce kullanıyorsunuz, yeni bir modeli çıkacak olursa eski modeli şirkete verip kendi SIM kartınızla yeni modeli kullanmaya devam ediyorsunuz. Kısacası, siz bir telefon sahibi değil bir telefon kullanıcısı oluyorsunuz.

Diyelim telefonu satın almak istediniz, bu da mümkün. Telefonla birlikte size bir tornavida ve ayrıntılı bir tamir kılavuzu da veriliyor. Telefonunuz bozulduğu zaman yedek parçasını sipariş edip kendiniz tamir edebiliyorsunuz. İsterseniz telefonu tamire gönderip Fairphone’un tamir etmesini de isteyebiliyorsunuz. Yeni modeli çıktığında şirkete gönderip, yeni modele yükseltebiliyorsunuz. Sizin şirkete geri verdiğiniz neredeyse her telefon da elden geçirilerek tekrar başka bir kullanıcıya satılıyor. Böylelikle telefonun sizde ya da bir başka kullanıcıda olabildiğince uzun kullanılması amaçlanıyor. İçindeki yazılım ve donanım her yeni adımda bir öncekini kullanılmaz halde bırakmadığından çok daha verimli kullanılabiliyor. İsterseniz kendiniz yeni bir parçayla yükseltebiliyorsunuz. Daha iyi bir kamera üretildiğinde eski telefonunuzun üzerine yeni bir kamera takabiliyorsunuz çünkü tüm bu parçalar aynı ana yapı üzerine bağlanacak ve çalışacak şekilde üretiliyor.

Fairphone bununla da kalmayarak Afrika ülkelerinden kullanılmış cep telefonu topluyor ve bunların hem ana kartlarını hem de bataryalarını Avrupa’da geri dönüştürüyor. Sonuç olarak döngüsel bir elektronik üretim sistemi mümkün, ama kullanıcıların bu sisteme destek vermeleri gerekiyor. Teknoloji her ne kadar döngüselliğe açık olsa da bizim kafalarımızın bunu kabul etmesi gerekli.

Signify, Philips Aydınlatma şirketinin yeni adı, çünkü bu şirket size artık ampul satmıyor, aydınlatma satıyor. Siz Signify şirketine aydınlatma ihtiyacınızı götürüyorsunuz ve bunun için kendi başınıza olsanız önümüzdeki 5 yıl içerisinde nasıl bir harcama yapacağınızı belirtiyorsunuz. Signify, sizin ihtiyaçlarınızı değerlendiriyor ve size aylık bir ücret karşılığı aydınlatmayı kiralıyor. Elbette bu kendi eviniz için yapabileceğiniz bir şey değil ama büyükçe sayılabilecek bir mekanı aydınlatmanız gerekiyorsa, bu daha avantajlı bir çözüm. Neden mi? Öncelikle siz önümüzdeki 5 yıl için en enerji verimli aydınlatma çözümünü araştırmak zorunda değilsiniz. Signify bu verimli çözümü bulduğu müddetçe sizinle iş yapabileceği için sürekli olarak en verimli çözümleri araştırıyor. İkincisi, bir ampul bozulduğunda bu ampulü geri dönüştürmek yerine doğrudan çöpe atıyoruz, oysa Signify bu ampulü alıp çok daha ucuza eski haline getiriyor ve tekrar kullanıma sokuyor. Signify nerede, ne şartlarda ve kaç tane ampul olduğunu bildiği için lojistik hazırlığını yapması da çok daha kolay oluyor. Son olarak da sizin isteğiniz aydınlatma olduğu için kullanılan ampulün ne olduğundansa istediğiniz ışığı verip vermediği bir performans kriteri, dolayısıyla bu Signify gibi şirketlere serbestçe geri dönüşüm yapma ve geri dönüştürülmüş ürünleri sorunsuz kullanma şansı veriyor.

Bugünden döngüsel geleceğe geçişte alışmamız gereken en önemli kavram bir şeye sahip olma değil o şeyi kullanma ihtiyacımız olduğunu kabullenmektir. Eminim aranızda arabasına aşık olanlar da vardır ama bizim için önemli olan bir araçla bir noktadan bir diğerine istediğimiz zaman ve istediğimiz şartlarda gidebilmektir. Bugün için bunu yapabilmenin kolay yolu bir araç sahibi olmaktan geçiyor. Ama ya evden çıkmadan yarım saat önce cep telefonumuzdan “araba istiyorum ve şuraya gideceğim” yazıp kapıya çıktığımızda arabamız bekliyor olup, vardığımız yerde arabayı kapıda bırakıp, çıkışta da aynı şekilde “araba istiyorum ve eve gideceğim” diyerek eve dönmemizin mümkün olduğu bir sistem olsa? Biz gittiğimiz yerde meşgulken arabanın ne yaptığı o kadar önemli mi? Bizi ilgilendiren A noktasından B noktasına sorunsuz bir şekilde araba ile gitmekse o zaman satın almamız gereken servis de tamamen odur. Ancak ihtiyacımız buyken biz gene araba sahibi olmakta ısrarcıysak, ortada bir sorun var demektir. Bugün için bu tür sistemler yeni yeni türemekte ve kullanımları da oldukça zor. Fakat özellikle yeni neslin sahip olmaktansa kullanmaya yönelik düşünce yapısı bu tür kullanım sistemlerinin de gelişmesine destek olacaktır.

“Peki döngüsellik bu tür sistemlerin neresinde? Bu pek alışkın olduğumuz bir iş modeli olmasa da döngüsellikle alakası yok gibi duruyor” diyebilirsiniz. Unutmayın, eğer siz hizmeti değil ürünü satın alacak olursanız, o ürünle hayat süresi boyunca başbaşasınız. Ürünle ilgili yapacağınız her türlü iyileştirme, geliştirme ve tamir sizin inisiyatifinize kalmış durumda. Özellikle de çoğu kişinin birinci el satın almasının ardındaki en önemli sebep “ikinci el başıma iş çıkartmasın” düşüncesidir. Oysa aydınlatma olsun, cep telefonu olsun, bina olsun, araba olsun, siz hizmeti satın alıyorsanız bu hizmetin şartları bellidir, başınıza iş çıkmaması da sizinle hizmeti satın aldığınız firma arasındaki güven ilişkisidir. Havalimanından araba kiraladığınızı düşünün, ismini hiç duymadığınız ve baktığınızda içinize güven vermeyen bir firmanın arabasını sırf ucuz olduğu için kiralar mısınız? Benzer şekilde bugün çok alışkın olmadığımız bu hizmet satın alma sistemleri döngüsel ekonomi ile hayatımıza girecek ve hayatımızı kolaylaştıracak, yeter ki biz bunlara karşı açık görüşlü olalım.

Döngüsellik konusu hala biraz havada kaldı. Onu da şöyle açıklayalım. Bize hizmeti veren firma, hizmetin devamlılığı için kullanılan tüm cihazların bakımına önem vermek zorunda. Yani biz arabanın bakımını birkaç ay geciktirebiliriz ama hizmet kontratında ceza maddesi olan bir firma bize sağladığı aracın yolda kalmasını, telefonun çalışmamasını ya da ampulün yanmamasını kolay kabullenemez. Bu nedenle de cihazların doğru çalışması ve uzun ömürlü olması için elinden geleni yapar. İkinci nokta olarak, uzun süre, bolca kullanılacak ve cezai şarta bağlı bir hizmet için daha uzun süre dayanacak bir alet seçmek de en mantıklı yaklaşımdır. İkide bir bozulup bize müşteri kaybettirecek bir telefondansa daha sağlam ve uzun süre dayanan bir telefonu müşteriye sunmayı tercih ederiz. Sonra, bu cihazın kolay tamir ediliyor olması gerekir. Her bozulduğunda servise gitmesini beklemek müşteri kaybına yol açacaktır. Dolayısıyla kendi bünyemizde hızlı servis verip eski haline getireceğimiz ürünleri tercih ederiz. Bir müşteri daha üst modele geçmek isteyebilir ama her zaman için o müşterinin kullanmış olduğu alt modeli isteyen bir başka müşteri de bulunabilir. Son olarak da biz elimizdeki telefon, araba, ampul veya her neyse, toplu halde üreticisine götürüp, üreticinin bunları  geri dönüştürebileceği sistemlere sahip olacağı kabulüyle yenilerini alabiliriz. Bu hem bizim hem de üreticinin lehine olacaktır.

Kısacası, bu sistemlerin bir kısmı kafamıza hiç oturmuyor olabilir. Oturmamasının önemli nedeni de muhtemelen içinde yaşadığımız toplumun iş yapış şekillerine azalan güvenimiz olabilir. Yalnız bu bizlerin doğrunun döngüsellik olduğu ve döngüselliğin de mümkün olduğuna dair inancımızı zedelememelidir. Toplum içindeki iş yapış şekilleri ve güven anlayışı hızla değişebilir, yeter ki doğru yönde değişsin.


16 Aralık 2022 Cuma

Her taş parçacığı heyelanın bir parçasıdır

Hayattaki alışkanlıklarımız bizi sorularımızı sadece belirli şekillerde sormaya itiyor. Çoğu zaman farkında bile değiliz ama soruları sorarken almak istediğimiz cevabı da sorunun içine katıyoruz. Bazen bunu fark etmemiz gayet kolay oluyor, mesela “akşam erken gelirsin değil mi?” sorusu “evet, gelirim” cevabı için sorulmuş bir sorudur. Sonuna eklediğimiz bu “değil mi?” hep bizim beklentimizi gösterdiği için ayırt etmesi nispeten kolaydır. Ama bazı zamanlar bunu yaptığımızı kendimiz bile ayırt edemiyoruz.

Gündemimizdeki soru: “İklim krizini önlemek için ben kendi başıma ne yapabilirim ki?” ya da “iklim krizini önlemek için sadece benim yaptıklarım ne kadar yeterli olur?” Burada aslında hiç çaktırmadan “evet canım, senin kendi başına yaptıkların kesinlikle yeterli değil, onun için senin vicdanın rahat olsun ve bildiğin gibi hayatına devam et çünkü esas suçlu başkaları, büyük şirketler ve devletler” cevabını istiyor bilinçaltımız.

Şimdi size kritik sistemleri anlatayım: Bu yazıyı yağmurlu bir İstanbul sabahında yazıyorum. Yağmurdan dolayı trafik bir keşmekeş içerisinde. Aslında trafiğin arapsaçına dönmesi önemli bir kesimin araç kullanmaya yağmur yokmuş gibi devam etmesinden kaynaklanıyor. Sonra bu arkadaşlardan sadece bir tanesi önündeki aracın tamponuna dokunuyor ve arkasındaki tüm trafik kilit oluyor. Oysa her sürücü, “hava kötü, yer ıslak, fren mesafesi uzar, ben hızımı azıcık azaltayım” diyecek olsa akışına devam edecek olan trafik bizlerin bildiğimiz gibi davranmamızla birden kilit oluyor.

Bu tür sistemlere kritik sistemler diyoruz. Yani, bir noktaya kadar tamamen normal davranan bir sisteme ufak bir dürtü (tetikleyici gibi bir şey demek istiyorsunuz sanırım. Dürtü sözcüğü buraya olmuyor) veriyoruz ve sistem bambaşka bir yapıya bürünüyor. İşin kötüsü, gerçekten ciddi anlamda ölçümler yapmıyorsanız hangi ufak dürtünün sistemi değişiklik noktasına ittiğini bilemiyorsunuz. Mesela yağmurlu havadaki bir yamacı düşünün. Bir noktaya kadar yağmur yağar, yağar ve bir an gelir ki o yamaç suyun ve toprağın ağırlığını taşıyamaz ve kaymaya başlar. Şimdi “bu yamacın kaymasına o son damla neden oldu” diyemezsiniz, tüm damlaların zaman içerisinde düşmesi ortak bir etki yaptı, ama “o son damla düşmeseydi belki de toprak kaymayacaktı” demek her zaman mümkün çünkü o son damlanın hangi damla olduğunu asla bilemeyiz.

Benzer şekilde, herhangi bir iklim felaketini herhangi bir eyleme doğrudan bağlayamıyoruz. “Ben bugün arka odanın ışığını söndürmeden salona geldim, bir felakete yol açmış mıyımdır?” diye soranımız olduğunu düşünmüyorum. Ama soruyu o şekilde düzenleyecek olsak cevap çok daha değişik olabilir. Yani “benim gelirken arka odanın ışığını söndürmem neye yarar” demektense “benim gelirken arka odanın ışığını söndürmem belki de o son damlanın düşmesini engelledi” demek bizi çok daha doğru yönlendirebilir.

Heyelan başladığı zaman taş parçacıklarının söz hakkı kalmaz ama her heyelan bir taş parçacığı ile başlar, önemli olan attığımız her adımda heyelanı başlatacak olan o taş parçacığı olabileceğimizi düşünerek yanlış adımlar atmaktan sakınmaktır.


15 Aralık 2022 Perşembe

Yeşil Mutabakat ve Döngüsellik

Maslov’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi içinde Batı Avrupa’ya baktığımızda çoğunluğun fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını sağlamakta olduğunu görmek zor değildir. Toplumun geneline bakıldığında sosyal ihtiyaçlarla saygınlık ihtiyacının bile bir yere kadar karşılandığını kabul edebiliriz. Ancak Maslov kişinin kendisine odaklandığı için bu ihtiyaçların temelinde bulunan çevreyi fazla sorun haline getirmemiştir. Beslenme ihtiyacımız giderildiğinde daha sağlıklı kaynaklardan beslenmeyi düşünmeye başlarız. Kişisel güvenliğimiz sağlandığında anlık değil uzun vadeli güvenliğimizi ya da güvenliğin sürdürülebilirliği konuşulmaya başlanır. Yani toplum olarak bakıldığında bireysel ihtiyaçlar doyurulduğu zaman bu huzurun kalıcı ve sürdürülebilir olması ana unsur olarak ortaya çıkar. Daha sürdürülebilirlik kavramını günlük yaşama taşımamızdan önce bile bu düşünce vardır yalnız son senelerde gittikçe artan bir biçimde sürdürülebilirlik kişisel ve sosyal ihtiyaçlarla birlikte anılmaya başlandı.

Çok uzak geçmişte değil, 1952 kışında Batı Avrupa’da temel ihtiyaçların giderilmiş olduğuna inanılan bir ortamda oluşan hava kirliliği Londra’da beş gün içinde on ila on iki bin kişinin hayatını kaybetmesine yol açtı. Belki de bu olay gelişmiş ülkelerin çevre sorunlarına bakış açısını değiştirdi. 1962 yılında yayımlanan biyolog Rachel Carson’ın Sessiz Bahar kitabı da çevre kirlenmesine yeni bir boyut kazandırdı. Öncelikli olarak gelişmiş ülkelerde oluşan bu yeni düşünce yapısı 1960’ların sonu gelindiğinde en azından kendi yaşadıkları ortamda çevre sağlığına önem vermenin de temel ihtiyaçlardan biri olması gerektiğine toplumu inandırdı.

Endüstrileşmenin çevreye verdiği zarar göz önünde olduğu için de sürdürülebilirlik düşüncesi öncelikle çevresel sürdürülebilirlik olarak algılandığında ilk adımlar çevrenin korunması yolunda atıldı. 1992 yılında Rio’da toplanan ve günümüzde konuşulan çoğu çevre anlaşmasının temelini oluşturan Dünya Zirvesi’nin bile resmi adı Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı idi. Kısaca, daha sürdürülebilirlik kavramlarının ortaya tam anlamıyla konulmuş olmadığı zamanda bile çevre ile ekonomik kalkınmanın ilişkisi ve bir yandan ekonomik büyüme sağlanırken diğer yandan çevreye verilen zararın nasıl azaltılacağı başlıca tartışma konularından biri haline geldi.

Gelişmiş ülkeler çevre ve ekonomik büyüme ikileminin kolay çözümünü kirleten sanayilerin gelişmekte olan ülkelere kaydırılmasında gördüler. Bu gelişmekte olan ülkeler açısından da alan memnun satan memnun durumu yarattığı için neredeyse günümüze kadar kimse bu konuda fazla ses çıkartmadı. Hatta bugüne geldiğimizde dahi gelişmekte olan ülkelerin çoğunluğunda “ekonomik büyüme mi yoksa çevresel koruma mı?” diye sorulduğunda cevap “ekonomik büyüme” oluyor.

Ancak özellikle iklim krizinin ön plana çıkması ve çoğu çevre sorununun yerel değil küresel çözümlere ihtiyaç duyuyor olduğunun görülmesi önce Batı Avrupa toplumu tarafından özümsendi. Burada bir kez daha Maslov’dan söz etmek gerekiyor. Sadece İhtiyaçlar Hiyerarşisinde alttaki ihtiyaçlarını gideren topluluklar daha üst ihtiyaçlarını giderebilmek için çaba harcamaya başlarlar. Toplumsal özgüven ve başkalarına saygı ile birlikte gelişen küresel ahlak kavramı “biz burada temiz bir ortamda yaşıyoruz ama bize bunu sağlayan bireyler uzak bir yerde kirliliğin içinde yaşamak zorunda kalıyorlar” bilincinin özellikle çevreci politika yapıcılar tarafından sıkça konulmasına destek oldu.

Bilim dünyasında da bu düşünce paralelinde gelişen gezegenin sınırları, sorunun sadece kendi kapımızın önünü temizlemek değil tüm gezegenin sağlıklı olması gerektiğini açıkça gösterdi. Bu bilgiler ve ihtiyaçlar toplamı, Batı Avrupalı karar mekanizmalarının da desteği ile Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın ve hemen ardından Paris İklim Anlaşması’nın kabul edilmesinde önemli rol oynadı.

Gezegenin Sınırları çalışmasına baktığımızda, orada belirtilen dokuz çevresel sınırın da önemli olduğunu, ancak en önemlisinin iklim krizi olarak belirtildiğini görürüz. Bu gerçek kalkınma amaçlarının belirlenmesinde de Paris Anlaşması’nda da ana sorunlardan biri olarak ortaya konulmuştur. Yalnız Avrupa Birliği çevresel problemler konusunda bir adım daha atarak bu problemlere olan yaklaşımı kurumsal yapısının da içine entegre etmiştir.

Ülkemizde Avrupa Yeşil Mutabakatı Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması dediğimiz iklim krizi ile ilgili çalışma bağlamında değerlendiriliyor olsa da bu mutabakat iklimi ilgilendiren konular da dahil olmak üzere gezegenin tüm sınırlarına toplu bir bakış içerir. Bu konuları şöyle sıralamak mümkündür:

Temiz enerji

İklim krizinin en önemli sorumlusu enerji üretimidir. Enerji üretiminde kullanılan kömür, petrol ve doğal gaz yandığında çıkan karbondioksit atmosferin daha fazla ısınmasına neden olur. Avrupa Birliği 2050 yılına kadar iklime zarar vermeyen bir topluluk olduğundan temiz enerji kullanımı Avrupa Yeşil Mutabakatı'nın ana hedefidir. Temiz enerji, üretimi ve tüketimi sırasında atmosfere sera gazı salmayan enerjidir. Elbette tüm enerji türleri bir noktaya kadar sera gazı salarlar. Mesela bir barajın yapımında kullanılan çimentonun elde edilmesi sırasında karbondioksit salınsa da hidroelektrik enerji santralleri temiz enerji kaynakları olarak kabul edilir. Ne yazık ki AB son dönemde doğal gazı bile bir temiz enerji kaynağı sayma konusunda adımlar atmıştır. 

AB'nin iklim dostu olma yolundaki hedeflerinden biri, 2050 yılına kadar net sıfır sera gazı salan bir topluluk olmaktır. Bu bağlamda atılacak ilk adım da enerji sistemlerini karbondan arındırmaktır. Bu çaba içerisinde temel ilkeler şunları içerir:

  • Enerji verimliliğine öncelik vermek,
  • Büyük ölçüde yenilenebilir kaynaklara dayalı bir enerji sektörü geliştirmek,
  • Karşılanabilir bir AB enerji arzını güvence altına almak,
  • Tamamen entegre, birbirine bağlı, dijitalleştirilmiş bir AB enerji piyasasına sahip olmak.

Görüldüğü gibi buradaki kuralların bir kısmı iklim ve çevreyle ilgili olsa da diğerleri Avrupa’nın enerji bağımsızlığına yönelik hususlardır. Bu enerji bağımsızlığı yolunda atılacak en başlıca adım enerji sistemlerinin elektrifikasyonudur. Buradan anlamamız gereken şey, eskiden kömür, petrol ve doğal gaz yakarak sağladığımız enerjiyi artık elektrik kullanarak elde etmektir. Yani, fabrika kazanlarını ısıtmak için doğal gaz değil elektrik kullanmak, taşımacılıkta elektrikli araçlara dönmek bu sistemin başlıca adımlarıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için en başta elektrik enerjisinin fosil yakıtlara dayanmayan kaynaklardan üretilmesi gereklidir. Bu da Avrupa’nın geneli için geçerli olamadığından AB Enerji Sistemi Entegrasyonu Stratejisi, daha döngüsel bir sistem elde etmeye yönelik önlemleri ve daha fazla doğrudan elektrifikasyonu uygulamaya koymaya çabalar. Bunun yanı sıra Avrupa hidrojenin başı çektiği daha temiz yakıtlar geliştirmeye yönelik önlemleri içeren bir enerji geçişi için çalışmaları hızlandırır. Yalnız, hidrojen bir enerji kaynağı değil bir yakıttır. Önce hidrojeni üretip depolar, sonra da bu hidrojenden ısı veya elektrik enerjisi elde ederiz. Hidrojeni yenilenebilir enerjiden elde ettiğiniz elektrikle suyu ayrıştırarak elde ederseniz bu hidrojen tamamen yeşil bir yakıt olur. Yaktığınız zaman da enerji elde edersiniz ve havaya da sadece su buharı çıkar. Dolayısıyla yeşil hidrojen kesinlikle döngüsel bir enerji sisteminin temelini oluşturur.

Sürdürülebilir Sanayi

AB'nin iklim hedeflerine ulaşmak için takip edilen bir diğer alan da Döngüsel Ekonomi Sanayi politikasının uygulamaya konulmasıdır. Bu politika vatandaşları ekonomik olarak güçlendirmek, bölgeleri canlandırmak ve en iyi teknolojilere sahip olmak amacıyla geliştirildi. Arka plandaki esas amaç da bir ortak pazar olarak kurulan ve gelişen Avrupa Birliği’nin iklime duyarlı ve döngüsel ekonomi dostu bir pazar halini almasıdır. Son yıllarda gelişmekte olan ülkelere kaydırılan ve geçen zamanda bu ülkelerin kuralları ile çalışmaya başlayan çelik ve çimento gibi enerji yoğun endüstrilerin karbondan arındırılması ve modernleştirilmesi de AB ekonomisine uzun vadede önemli kaynak sağlayacaktır.

Bu strateji bağlamında malzeme israfını azaltmaya odaklanacak bir sürdürülebilir ürünler politikasının da uygulamaya konması öngörülüyor. Bu strateji ürünlerin hem yeniden kullanılma ve hem de güçlü geri dönüşüm süreçlerine sahip olacak biçimde üretilmesini de kapsamaktadır. 

Tarladan Çatala

Tarladan Çatala stratejisi, gıda sürdürülebilirliği konusunun yanı sıra üreticilere, yani çiftçilere ve balıkçılara verilen desteği kapsar. İki ayrı açıdan bakacak olursak, tarımda suni kimyasalların daha az kullanılması verimi etkileyecektir. Yalnız bu kimyasalların daha az kullanımının aynı zamanda üretimin sürdürülebilirliğine katkı sağlaması beklendiğinden çevre açısından çok yararlı bir adımdır. Ancak aynı zamanda olası verim kaybı üreticiler tarafından pek de hoş karşılanmayacaktır. Bu strateji üreticiye kısaca “siz çevreye saygılı ve sürdürülebilir üretim yapın, biz de sizi maddi anlamda destekleyelim” mesajı vermektedir.

Program şu başlıca hedefleri içerir:

  • 2030 yılına kadar AB tarımının %25'ini organik hale getirmek.
  • 2030 yılına kadar tarım ilacı kullanımını %50 azaltmak.
  • 2030 yılına kadar gübre kullanımını %20 oranında azaltmak.
  • Tarımda ve su ürünleri yetiştiriciliğinde antimikrobiyallerin kullanımını 2030 yılına kadar %50 azaltmak.
  • 2030 yılına kadar gıda israfını %50 oranında azaltmak.

Burada bizim açımızdan dikkat edilmesi gereken husus tarım ilacı ve gübre kullanımının kısıtlanmasıdır. Bu konuyu üreticimize ilettiğimizde “bizim ihraç ettiğimiz ürünlerin analizinde zaten tarım ilacı çıkmıyor” bu stratejiye uyum bağlamında yeterli değildir, çünkü istenen ürünün içeriğinde kimyasal bulunmaması değil ürünlerin doğal yöntemlerle üretilip korunması ve bu şekilde döngüselliğin sağlanmasıdır.

Biyoçeşitlilik

Avrupa Birliği'nin biyoçeşitliliğinin korunmasını amaçlayan stratejisi orman alanlarının ve denizlerin yönetimini, çevrenin korunmasını ve türler ile ekosistemlerin kaybı konusunun ele alınmasını hedefler.

Etkilenen ekosistemlerin restorasyonunun, organik tarım yöntemlerinin uygulanması, tozlaşma süreçlerine yardımcı olunması, serbest akan nehirlerin eski haline getirilmesi, çevredeki yaban hayatına zarar veren böcek ilaçlarının azaltılması ve yeniden ağaçlandırma yoluyla gerçekleşmesi amaçlanır. Biyolojik çeşitlilik stratejisi, aynı zamanda Avrupa Birliği'nin iklim değişikliğini azaltma stratejisinin de önemli bir parçasıdır. 

2030 için AB Biyolojik Çeşitlilik Stratejisi şu hedefleri içermektedir:

  • Deniz alanlarının ve karaların %30'unu ve özellikle yaşlı ormanları korumak.
  • 2030'a kadar 3 milyar ağaç dikmek.
  • En az 25.000 kilometrelik nehri serbestçe akar hale getirmek.
  • 2030 yılına kadar tarım ilacı kullanımını %50 oranında azaltmak.
  • Organik tarımı artırmak.
  • Tarımda biyoçeşitliliği artırmak.
  • Arılar başta olmak üzere tozlayıcıların azalmasını tersine çevirmek.

Görüldüğü gibi bu strateji biyoçeşitlilik kavramında algıladıklarımızdan çok biyolojik çeşitliliğin insan kullanımı ve iklim krizinin önlenmesi amacıyla doğru bir düzene oturtulmasını amaçlamaktadır. Bunun sonundaki beklenti de Avrupa’nın tarımsal çıktısını sürdürülebilir biçimde artırmaktır.

Sürdürülebilir hareketlilik

Ulaşım yöntemlerinden kaynaklanan salımların azaltılması, Avrupa Yeşil Düzeni kapsamındaki bir başka hedef alandır. Kara, deniz ve hava taşımacılığında sürdürülebilir ve alternatif yakıtların benimsenmesini artırmak ve içten yanmalı motorlu araçlar için salım standartlarını sabitlemek ve hatta çoğu noktada bu araçların kullanımını yasaklamak amaçlanmaktadır. Sadece getirilecek yasaklarla çözüm sağlanamayacağı için de biyoçeşitlilik başlığında görüldüğü gibi akarsuların sadece suda yaşayan canlılar için değil tüm taşıt araçları için bir fayda sağlaması gibi çözümler üzerinde durulmaktadır. Aynı zamanda elektrikli bireysel taşıma araçları ve toplu taşımanın geliştirilmesi de bu stratejinin kapsamı içerisinde değerlendirilir.

İnşaat ve binaları yenileme

Yeni yapılaşma ve eski yapıları yenileme insanlığın kullandığı en fazla sera gazı salımına neden olan iki ham maddeye dayanır: Çimento ve çelik. Bu iki maddenin yapı taşlarının doğadan eldesi açısından önemli bir kısıtımız olmasa da bunların üretimi sırasında atmosfere çokça sera gazı salınır. Bundan dolayı öncelikle üretilecek yeni teknolojilerle bu ham maddelerin kullanımının azaltılması, ama ötesinde, eğer bu maddelere mutlaka ihtiyaç duyuyorsak o zaman binaların daha akılcı yöntemlerle inşa edilmesi ya da yenilenmesi gerekmektedir.

Ayrıca Avrupa’nın çoğu noktasında binaları yıkıp baştan yapmaktansa yenileme yöntemi ile ömürlerini uzatmak ve daha enerji verimli hale getirmek mümkündür. Elimizdeki binaları bu şekilde elden geçirerek daha uzun süre ve daha sağlıklı biçimde kullanılır hale getirmek döngüselliğin önemli çıktılarından biridir. Bunun ötesinde binaların tekrar kullanılabilir beton bloklar halinde inşa edilme çalışmaları da ileride bu blokların aynı Lego bloklar benzeri, bir başka inşaatta kullanılmalarına imkan tanımaktadır.

Tüm bu kuralların ötesinde yapılan çalışmalarda kirliliğin önlenmesi de Yeşil Düzen’in parçalarından biridir. Özellikle kullandığımız kimyasallardan artakalanlar önemli bir kirlilik kaynağı yaratmaktadır. Mikroplastikler gibi kirleticilerin sistemden çıkartılması için yapılacak çalışmaların başında bu kirleticilerin hayatımızın bir parçası olmamalarını sağlamak gelmektedir. Bugün PET şişeleri kullanıyor olmamızın arkasındaki önemli nedenlerden biri ucuz ve hafif olmalarıdır. Yalnız çoğu PET şişe tek kullanım için tasarlanmaktadır. Bu da yarattığımız sistemin döngüselliğini büyük ölçüde geri dönüşüm ile kısıtlamaktadır. Oysa tasarım anında bu malzemeler birden çok defa kullanılacak biçimde tasarlanacak olsa, muhtemelen ham madde olarak PET yerine başka bir malzeme tercih edilecek ve çoğu mikroplastik kirliliği doğrudan ortadan kalkacaktır. Ama bu sonuca PET şişeleri yasaklamakla ulaşılamaz. Önemli olan PET şişeleri gerektirmeyecek şekilde altyapıyı baştan tasarlamaktır. Eski zamanlarda çoğu çeşmeden su içmek mümkündü ve PET şişe bir ihtiyaç olarak kabul edilmiyordu. Ne zaman ki musluktan içilen suya güvenmez olduk, o zaman da PET şişe hayatımıza girdi. Bunun tersi bir dönüşümün Avrupa’da sağlanması ve tek kullanımlık malzemelerden daha kalıcı ve döngüsel kullanımlı malzemelere geçilmesi amaçların başında geliyor.

Yalnız tüm bu kurallar içinde unutmamamız gereken önemli nokta Avrupa’nın bunu başta kendisini korumak için yaptığıdır. Yani, iklimi ve çevreyi korumanın yanı sıra malzemeyi de korumak ve olabildiğince döngüsel kullanmak yaşamı sürdürülebilir kılmanın ötesinde ekonomik anlamda da uzun vadede ciddi getirisi olan bir çabadır. Avrupa Birliği’nin düşüncesi Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması türü kurallarla uluslararası ticareti dönüştürerek bu çabayı yeryüzüne yayabilmektir. Bugün biraz hızlı hareket ettikleri ve aynı zamanda COVID19 pandemisine de denk geldiklerinden dolayı Yeşil Mutabakatın uygulanmasında sorunlar yaşasalar da doğru olan AB’nin seçtiği yoldur. Bizler de sırf fazla vergi yüküyle karşılaşacağımız için değil uzun vadede bu çözümün daha sürdürülebilir olduğuna inandığımız için şimdiden hazırlanmalıyız.

Kullanılmış Ürünleri Geri Toplama

Bugün içinde yaşamakta olduğumuz ekonomik sistem, sürdürülebilirlik için neler yapmamız gerekiyorsa tam tersinin daha doğru olduğunu bizlere ve iş dünyasına öğütlüyor. Bu sistemin içerisinde dışsallıkları hesaba hiç katmadığımızdan doğru olduğunu sandığımız hedefler peşinde koşuyoruz. Yaşadığımız yerin çok yakınında yetişen bir meyveyi yerel pazardan alıp yemektense Kostarika’da yetişen bir egzotik meyveyi yük gemileriyle Vietnam’a taşıyıp paketletiyoruz, sonra da başka bir yük gemisiyle yakınımızdaki bir limana getirtip uzunca bir süre soğutulmuş depolarda beklettikten sonra tüketiyoruz. Daha acısı kimi zaman tüketmeden bozulduğundan doğrudan çöpe atıyoruz. Tüm bu saçmalığın adına da küreselleşme diyoruz.

Bazı madenler ülkemizde bulunmaz, bu madenleri başka yörelerden alıp getirmek zorunlu olabilir ama yerel olarak üretebileceğimiz şeyleri sadece daha ucuz olduğu için dünyanın diğer ucunda üretip buraya taşımak ancak dışsallıkları göz ardı etmekle mümkün olur. Dışsallık dediğimiz de temelde şudur: O ürün burada üretilecek olsa işçiye makul sayılabilecek bir ücret verecektiniz, ama uzak bir mekanda karnını bile doyurmaya yetmeyecek bir maaşa çalışan birine verilmeyen hak sizi rahatsız etmiyor. O ürün burada üretilecek olsa çeşitli çevre yasalarından dolayı fazla önlem almanız gerekecekti ve hatta belki de üretim bile yapamayacaktınız, ama o uzak ülkede doğaya verilen zararın bedeli ödenmiyor ve bu sizin umurunuzda değil. O ürün o uzak ülkeden buraya taşınıyor ve bu taşıma sırasında atmosfere bolca karbondioksit salınıyor. O karbondioksit iklim krizine yol açıyor ancak bunun da bedelini ödeyen kimse yok. Bu listeye devam etmek mümkün ama ana sorunu anladınız. Dünyanın öbür ucunda tüm bu kurallar ciddiye alınmadan yapılan üretim elbette daha ucuza mal oluyor. Birileri bundan epey para kazanıyor ve siz o ürünü satın almakla tüm bu dışsallıkların göz ardı edilmesine yardımcı oluyorsunuz.

Ama döngüsellik açısından baktığımızda verdiğimiz zarar çok daha fazla. Yerelde ya da en azından yakında üretilen ürünler bozulduğunda bu ürünleri üreticiye ulaştırıp tamir ettirmemiz ve bundan hem bizim hem de üreticinin sisteminin kazançlı çıkması çok daha kolaydır. Yıpranan ürünleri de benzer şekilde yenilememiz mümkün olur. Fakat bizimle üretici arasındaki mesafe uzadıkça bu ürünleri tamir ettirmemiz ve yenilememiz için elimizdeki imkanlar azalmaya başlar.

Modern hayat içerisinde çoğumuzun günlük koşuşturmalardan kafamızı kaldıracak hali olmuyor. Eminim çoğumuz vakit bulup da bakabildiğimizde dolabın içerisinde nicedir giymediğimiz, kullanmadığımız, oynamadığımız, seyretmediğimiz, okumadığımız nice nesne buluyoruz. Bu yaşam biçimimiz içerisinde zamanın önemli bir kısmının bir yerden başka bir yere gitmeye kaybedildiğini kolayca söyleyebiliriz. Hepimiz daha küçük şehirlerde ve hatta belki de köylerde yaşıyor olsak dolaplarımızı karıştırmaya daha fazla vakit ayırabilirdik.

Dolaplarımızı sık sık karıştırmak neden bu kadar önemli? Önemli çünkü ancak o zaman uzun süredir kullanmadığımız ve belki de hiç kullanmayacağımız ne kadar çok şeyimiz olduğunun farkına varıyoruz. Belki de sistem bir dolaplarımızı hiç karıştırmayalım diye bizleri saçma sapan şeylerle meşgul ediyor. Hatta bazen dolaplardaki kullanmadığımız şeyleri unutup yerine yenilerini aldığımız da olabiliyor. İşte tam da bu sebepten dolaplarımıza çok dikkat etmemiz ve sık kontrol etmemiz gerekiyor. Ancak o şekilde bizim bir daha kullanmayacağımız ama başkalarının mutlu bir şekilde kullanmayı isteyecekleri nesnelere ulaşabiliriz.

Sonra başkalarının daha önce kullandıkları ve artık kullanmak istemedikleri nesneleri kullanmayı içimize sindirmemiz gerekiyor. Halbuki modern hayat bizi sürekli satın almaya yönlendiriyor, ikinci el kullanmaya değil. Döngüsellik aldığımız şeyleri olduğunca uzun kullanma, gerektiğinde tamir ettirme, eskidiğinde aynı ürünü yeniletme, aldığımız amaçla kullanılamaz olduğunda başka bir amaç için kullanma gibi çeşitli adımlar içeriyor. Bu adımlar içerisinde en önemlilerinden biri de bizim artık ihtiyaç duymadığımız ürünleri başkaları ile paylaşmadır.

Tüm bu döngüsellik çabamız içerisinde hayat, bir köyde ya da küçük bir kasabada yaşıyor olsaydık oldukça kolay olurdu. Çoğumuzun büyük şehirlerde yaşadığı bu düzen içerisinde döngüselliğin içindeki en önemli iki engel belki de elimizdeki ürün açısından ihtiyaç duyulan kişiye ulaşabilmek ve sonrasında da ürünü o kişiye ulaştırabilmektir. Yani, tamire ihtiyaç duyan bir ürünümüz var ama tamir edecek kişinin kim olduğunu ya da nerede olduğunu bulmakta zorluk çekiyoruz. Bazen de kişiyi buluyoruz ama kişi başka bir şehirde ya da hatta başka bir ülkede bulunabiliyor. “Servisine götürürüz” düşüncesinin aklınızdan geçtiğini biliyoruz, ama elimizdeki ürünler planlı bir eskitme sisteminin ürünleri olduğundan garanti süresinin sonunda tamir edilmesi pek de kolay olmuyor. O nedenle de tamirini istediğimiz ürünleri tamir edebilen kişilerle o ürünün teknik servisi her zaman ve her maliyette eşleşmeyebiliyor. Çokça rastladığımız bir durum da garanti süresi sonundaki bir ürünü tamire götürdüğümüzde çıkan tamir masrafı yeni ürün satın almanın üzerinde olduğundan eskisini atıp yeni ürün almaya yönelmek oluyor. İşte bu döngüselliğin çöktüğü nokta olduğu için döngüselliğin çalışan bir sistem olabilmesi için elimizdeki ürünleri tamir edecek kimselerin de sistem içerisinde bulunması ve bu sistemden fayda sağlayarak gelişmeleri gerekiyor.

Elimizdeki ürünü tamir edecek ya da yenileyecek bir kişinin ya da kuruluşun varlığını gerekli koşul olarak kabul ettikten sonra bir de artık ihtiyacımız olmayan şeyleri ihtiyacı olanlarla paylaşacağımız bir sistemin de olduğunu kabul edelim. Şu anda internet üzerinde buna benzer çalışmaları sürdüren yapılar var, ancak çoğu hala kullanmadığımız şeyleri satmak üzerine kurulu yapılar. Bu yapıların; döngüsellik çerçevesinde paylaşım, ortak kullanım ya da toptan bağışlama üzerinde kurulmuş olanları da ya var ya da kısa süre içerisinde var olacaklar.

Tüm bu parçaları hazırladıktan sonra sorun tersine lojistik denen, bu ürünleri üretim veya tamir yerleri ile yeni kullanıcılara gönderme işlemine dönüşüyor. Bu sorun henüz kolaylıkla çözümlenen ya da çözümlenmesini beklediğimiz bir konu değil. Dediğimiz gibi, eğer küçük bir köy veya kasabada yaşıyor olsak elimizdeki ürünü tamire götürmek ya da o ürünü kullanmak isteyen birinin gelip bizden alması oldukça kolay gerçekleştirilebilirdi. Oysa büyük şehirlerde küçük nesnelerin taşınması bile oldukça zahmetli bir iş oluşturuyor.

“Neden ki? Onca kargo şirketi ve kurye şehirlerde cirit atıyor, bizim elimizdekileri taşımak niçin sorun olsun?” diyebilirsiniz. Başkasına vermek istediğiniz bir kitabı bu yolla taşımak kolay olabilir, ama öncelikle bu işlemin fiyatına baktığınız zaman taşınmasını istediğiniz şeyin fiyatını aşan bir ücret karşınıza çıkabilir. Bir de taşınmasını istediğiniz şey kitap değil de çamaşır makinası olursa durum çok daha zorlaşabilir.

Tersine lojistikte karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri sistemlerin çalıştırılmasının çok zor olmasıdır. Ürünlerin üreticilerden bize ulaşma şeklini düşünürsek bu çok koordineli ve çok öngörülebilir bir şekilde olur. Şirketler bu üretim ve lojistik sistemlerini çok etkili ve verimli çalışacak şekilde tasarlamak için uzun yıllar ve çok fazla para harcarlar. Ancak sorun şu ki sistemi tersine çevirip her şeyi geri getirmeye çalıştıkça işler çok daha karmaşık bir hal alır. Ana sorunlardan biri, ürünlerin kullanıcı tarafından ne zaman gönderilmek isteneceğinden emin olmadığımız için tersine lojistik sistemimize ne zaman verileceği konusunda hiçbir fikrimiz olmamasıdır. Bu sorun zamanlamayı, koordinasyonu ve verimli bir sistem geliştirmeyi çok zorlaştırır. Başka bir sorun da bu ürünlerin nerede olacağını bilmememizdir. Satış sırasında nispeten az sayıda çıkış noktası olsa da kullanıcı ürünleri götürdüğünde ilgilenmemiz gereken parçalar birçok farklı yere dağılır. Bunun bir adım ötesinde çoğumuz satın aldığımız bir ürün için ürünün kullanılacağı yeri bildirmediğimizden ya da bildirmek istemediğimizden ürünlerin tamiri ya da geri toplanması bağlamında bir planlama yapmak neredeyse imkansızdır. 

Bir başka sorunumuz, ürünlerin ne durumda olacağından emin olamamamızdır. Birçok ürün kusurlu, parçaları kırık ve hatta tehlikeli kimyasallar sızdırıyor olabilir. Çoğu kullanıcının ürünlerin teslim edildiği orijinal ambalajlara sahip olmayacağını tahmin edebiliriz. Tüm bunlar, tersine lojistik operasyonumuzu ileri lojistik sistemimizden çok daha karmaşık hale getirir. Bu belirsizlik nedeniyle tersine lojistik sistemleri geliştirmek çok zordur ve ürün dağıtımının ters ayağını da ileri ayağıyla birleştirebilen kuruluşların sayısı çok azdır. Lojistiğin ileri ayağı çok daha öngörülebilir ve çok verimli çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Fakat, ürünleri aynı tedarik zincirinden geri göndermeye başlarsaknürünler, bunların fiziksel durumu, ambalajları ve konumlarındaki öngörülemezlik ve belirsizlik, ileriye dönük lojistik operasyonumuzu da verimsiz hale getirecektir. 

Sonuç olarak, tersine lojistik sistemlerini tamamen ayrı bir tedarik zinciri olarak tasarlamamız ve çalıştırmamız gerekir. Tersine lojistik işlemine sadece ürünlerin üreticiye geri döndürülmesi olarak bakacak olursak çoğu şirketin bunu sağlamak için ileri lojistik ve tersine lojistik operasyonlarını farklı şirketler kullanarak başardığını görürüz. Çoğu durumda, tersine lojistik operasyonunun karmaşıklığı, şirketlerin üçüncü taraf lojistik firmalarına güvenmelerini gerektirir. Bu durumda lojistik firmalarını kullanmanın pek çok avantajları vardır. Bu büyük lojistik firmaları sadece bizim için değil, diğer birçok şirket için de çalıştıklarından ve süreçleri çok daha verimli hale getirdiklerinden işlem çok daha düzenli hale gelebilir. 

Elbette lojistik açısından bakıldığında ana işi bu olan şirketlerin taşıma işini yapmaları taşımanın daha doğru ve en az kaynak harcanarak yapılmasını sağlayabilir. Ama bu şirketler açısından taşıma bir iştir. Sizin evinizden bir kitabı alıp şehrin diğer ucuna götürmek ile bir şirketten acil bir evrakı alıp başka bir şehre götürmek arasında bir değer farkı bulunmak zorunda değildir. Oysa özellikle kullanmadığımız nesnelerin onları kullanacak kişilere ulaştırılması, kıymetli bir evrağın taşınmasına kıyasla oldukça az önem taşıyan bir işlem olabilir. Tam tersine bizim mağazadan satın aldığımızda pamuklara sarıp eve taşıdığımız bir televizyonu kargo şirketi alıp tamire götürdüğünde çoğumuzun içi bir cız eder.

Tüm bu sorunların ötesinde bir de tümümüzün zamansızlık sorunu vardır. Lojistik şirketlerini kullanmamızın bir nedeni de bazen bir eşyayı veya belgeyi elden götürmeye kıyasla daha fazla maliyetli olmasına rağmen götürecek vaktimizin olmamasıdır.

Kağıt üzerinde döngüsellik ve bu sistemlerin işlemesi oldukça mümkün görünmektedir. Yalnız döngüselliğin her adımına ayrı ayrı baktığımızda bu adımların tümünün farklı bir düşünce yapısı ile baştan tasarlanması gerektiğini görürüz. Bugünkü lojistik sistemlerimiz döngüselliğin gereklerini karşılayacak biçimde tasarlanmadıklarından alternatif yöntemlere ihtiyacımız var. Küçük yerleşim yerlerinde iyi çalışabileceğine inandığımız sistemler modern yaşamın zamansızlığı ve küreselleşmenin farklı mekanlara yayılmayı beraberinde getirmesiyle daha zor çalışır hale gelmiştir. Hele de bu sistemleri varolan yapının ötesinde baştan tasarlayabilmek çok daha zorlayıcı bir deneyim olacaktır. Ancak insanlar her geçen zamanda üretim ekonomisinden hizmet endüstrisine doğru bir hareketlenme içine girdiler. Bu da tersine lojistik bağlamında bugün aklımıza ya da işimize gelmeyen çözümlerin kısa zamanda yaratılıp ortaya konulacağının da bir göstergesi olabilir. Modern teknoloji başımıza sorunlar açmış olabilir ama çözümler üreterek gelecekteki hayatımızı kolaylaştırabilir. Bu çözüm alanlarından biri de mutlaka lojistik olacaktır.

Döngüsel ekonomi iklim değişikliğiyle nasıl mücadele eder?

Atmosfere saldığımız sera gazları iklimin değişmesine neden oluyor. Metan, nitröz oksit ve diğer sera gazları bu etkinin bir kısmını oluştursalar da ana sorumlu karbondioksit gazı. Karbondioksidi üreten de bizim yaktığımız kömür, petrol ve doğal gaz. Tüm küresel ısınmanın %64’ü bu fosil yakıtlar nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu %64’ün küçük bir kısmı da yakıtlardan değil sanayideki kimyasal işlemler sonucu meydana geliyor. Bunun üzerine %11 de gene karbondioksit sonucunda oluşuyor ama bu sefer karbondioksit bir yakıtın yanması nedeniyle değil orman yangınları, anız yakma ve benzeri hatalı tarım tekniklerinden dolayı atmosfere salınıyor. Toplamda sorunun dörtte üçü karbondioksit kaynaklı ve karbondioksidi çözecek olsak geri kalan kısmın çözümü çok daha kolay olacaktır.

Çoğunlukla probleme bu gözle baktığımız için iklim değişikliğini durdurma yolunda giriştiğimiz ilk çaba da karbondioksit salımlarının önemli kısmını oluşturan elektrik üretimi ve taşıma alanlarında oluyor. Yenilenebilir enerji üretimi ve elektrikli araçlara geçiş yaptığımız zaman tüm sorunu çözeceğimizi de düşünüyoruz. Ancak bu probleme bir de sera gazlarının çıktığı işlevler açısından baktığımızda problemin sadece elektrik üretimi ve elektrikli araçlarla çözülemeyeceği kolayca görülüyor.

IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu’na göre sera gazı salımlarının %54’ü enerji üretimi, binalar ve taşınma tarafından, %46’sı da sanayi ve tarımla ormancılık tarafından salınıyor. Yani biz tüm enerjimizi yenilenebilir kaynaklardan üretsek, evlerimizi ve iş yerlerimizi kombi yerine ısı pompası kullanarak ısıtsak ve soğutsak ve sadece elektrik enerjisiyle çalışan taşıtlar kullansak bile problemin sadece %54’üne çözüm sağlamış oluyoruz. Geri kalan %46 bizleri gene de felakete sürüklemeye yeterli.

Döngüsel ekonomi bu %46’nın azaltılması da dahil olmak üzere pek çok çevresel sorunu gidermek yolunda bizlere fayda sağlıyor. Yalnız burada yapılması gereken enerji üretimi ve taşımada olduğu gibi neredeyse aynı sistemleri kullanıp teknik bir takım değişiklikler yapılmasının oldukça ötesine geçiyor. Bu bağlamda bakıldığında enerji ve taşımacılık alanında yapılması gerekenler sanayi ve tarımla kıyaslandığında görece kolay çözümler olarak ortaya çıkıyor. Enerji ve taşımacılık alanlarında yapılması düşünülen bu değişiklikler için önemli engelin finansman olduğunu söyleyebiliriz çünkü ne düşünce yapımızda ne de üretim ve iletim sistemlerimizde köklü bir değişiklik yapmamıza gerek kalıyor. Elektriği kömürlü termik santrallerden de üretsek rüzgar santrallerinden de üretsek aynı hatlardan taşıyacağız, aynı trafolardan geçecek ve aynı cihazlarda kullanılacak. Üstelik rüzgar santralleri de çalışma sistemlerini çok uzun süredir gayet iyi bildiğimiz sistemler. Benzer yorumları taşımacılık ve binalarda kullandığımız enerji sistemleri için de söyleyebiliriz. Buradan gerekli olan finansal ve teknolojik yatırımı küçük gördüğümüz düşünülmesin. Sadece bu yatırım para ve eldeki imkanların az geliştirilmesi şeklinde özetlenebilir.

Döngüsel ekonomi bağlamında sera gazlarının geri kalan %46’sına baktığımızda ise karşımıza oldukça farklı bir resim çıkıyor. Bu sera gazı miktarının önemli bir kısmı fabrikalardaki kazanları ısıtmak ya da traktör kullanmak nedeniyle oluşuyor. Ancak tüm bunları elektrik ile yapmak da mümkün olabilir ya da elektrikle yapmaya çalıştığımızda harcayacağımız enerji fazlasıyla pahalı olabilir, çimento endüstrisi gibi biz o ürünü üreteceksek çıkacak karbondioksidi de kabullenmek zorunda kalıyor olabiliriz. Sonuçta sadece iklim değişikliği açısından baksak bile üretim biçimlerimizi ve ürettiklerimize yaklaşımımızı değiştirmek artık zorunlu hale gelmiş durumdadır.

Ayrıca, tek derdimiz iklim krizi de değil. Bugün politikacılar ve bazı iktisatçılar sorunumuzun COVID19, Rusya-Ukrayna krizi veya gıda sıkıntısı olduğuna bizi inandırmaya çalışsalar da medeniyetimiz gittikçe iki farklı krizin içine doğru hızla yol almaktadır. Öncelikle kaynaklarımız sınırsız değildir. Hatta bu sınırlı kaynakların bazılarında hiç fark etmeden son noktaya doğru geliyoruz. Dolayısıyla böyle devam edecek olursak günlük yaşamımızda, hatta vücudumuzdaki moleküllerin içinde gerek duyduğumuz bazı minerallere ulaşamaz hale geleceğiz ve bu nokta da bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz uzak gelecekte olmayacak. Bir diğer derdimiz de artan nüfusla birlikte yeryüzünün tamamına yayılıp her tarafı kirletiyor olmamız. Çevresel kirlilik ve kaynak kısıtlarını da hesaba kattığımızda döngüsel bir üretim ve tüketim sistemini çalışır hale getirmemiz bir hayal değil gerekliliktir.

Şu an itibariyle (Aralık 2022) küresel ısınmayı 1,5℃ ile sınırlamak istiyorsak atmosfere en fazla 350 milyar ton, 2℃ ile sınırlamak istiyorsak da en fazla 1200 milyar ton sera gazı salabiliriz. Bugün senede 55-60 milyar ton sera gazı salmakta olduğumuzu düşünecek olursak ne derece hızlı hareket etmemiz gerektiğini kolayca görebiliriz. Ama aynı soruna bir başka açıdan bakacak olursak, şimdi yeterli olacağını umduğumuz biçimde en mükemmel enerji verimliliği çözümlerini uygulasak ve enerjimizi tamamen yenilenebilir kaynaklardan sağlasak bile 2100 yılına kadar 650 milyar ton sera gazını sanayi ve tarım sayesinde salmış olacağız. Yani sırf bu bile bizi 1,5℃ ısınma sınırının üzerine taşımış olacak. 2℃ ısınma limiti bütçemizin ise en az yarısını bu şekilde harcamış olacağız. Dolayısıyla bize sadece yenilenebilir enerji ve elektrikleşme yetmez, sanayi ve tarımda da zor da olsa yeni bir sistem kurmak zorundayız. Bunu başarmak için de uzun süre bekleyecek vaktimiz kalmadı artık.

Uzun lafın kısası, elektrik ve enerji üretiminde fosil yakıtları bırakıp yenilenebilir kaynaklara henüz geçemedik ve küresel ısınmayı durdurmayı istiyoruz. Bunu yapabilmemizin tek yolu üretim ve tüketim sistemlerimizi yeni baştan düşünmektir.

Ekonomide mal ve malzemelerin üretilme ve kullanılma şeklini dönüştürmek için döngüsel ekonomi ilkelerinin uygulanması, sera gazı salımlarını azaltmak için önemli bir imkan sunacaktır. Bunlar şöyle özetlenebilir:

Atık ve kirliliği ortadan kaldırılması:

Döngüsel ekonomi, ekonomik faaliyetlerin değerli kaynakların kaybına ve insan sağlığına ve doğal sistemlere zarar vermesine neden olan olumsuz etkilerini önlemeye yönelik bir çerçevedir. Sera gazı salımları, üretim sisteminin olumsuz dışsallıklarından biridir. Diğerleri arasında hava, toprak ve su kirliliği, binalar ve arabalar gibi kaynakların ve araçların yetersiz kullanımı da yer alır. Bu ilke kapsamında, sera gazı salımlarını azaltmaya yardım eden üç temel strateji vardır.

Döngüsellik için tasarım:

Tasarım, döngüsel ekonomi prensipleri ile üretilmiş her ürün için en önemli kolaylaştırıcıdır. Ürün ve malzemelerin olabildiğince uzun süre kullanımda kalması ve kullanım ömrü sonunda doğal sistemlere dönüşmesi ya da geri dönüştürülebilmesi için doğru tasarım gereklidir. Mesela bugün kullandığımız çoğu giysi birkaç malzemenin karışımıyla üretildiğinden kullanım ömrü sona erdiğinde geri dönüştürülmesi ya da toprağı beslemek üzere geri döndürülmesi mümkün değildir. Aynı zamanda bu giysilerin önemli bir kısmı dikiş yerlerinde pay olmadan üretildiğinden ilk kullanım sonrasında daraltılması kolay olabilse de genişletilmesi hiç de kolay değildir. Basit el işçiliği sonunda bu ürünlerin ömrü epey uzatılabilmesine rağmen tasarımda bu unsur göz önüne alınmadığından çoğu giysi dolap köşelerine atılmaktadır. Tarımda bile yerelde tüketilmesi gereken ürünlerin uzun mesafelere gönderilecek şekilde üretilmesi önemli miktarda gıda ve bununla birlikte enerji israfına yol açmaktadır.

Atığı yok etmek:

Doğru tasarım, israfın ortadan kaldırılmasında önemli bir rol oynar. Malzeme verimliliğini düşünerek yapılmış tasarım yaparak, malzeme ihtiyacını kısıtlarken tedarik zincirlerinin buna göre düzenlenmesi kayıp ve atık oluşumunu azaltabilir.

Ürünler için bir diğer yaklaşım aşırı spesifikasyonu azaltmaktır. Giyimde sadece özel bir ortam için tasarlanmış giysiler ya da inşaat projelerinde gerekli olmayan tasarımlar nedeniyle çok daha fazla ham madde kullanılmaktadır. 

Ürünleri belirli kullanımlara göre tasarlayarak israfı azaltma fırsatları da vardır. Örneğin, ortalama bir Avrupa arabası zamanın %92'sinde park halindedir ve araç kullanıldığında 5 koltuğunun yalnızca 1,5'u doludur. Bu yukarıda sözünü ettiğimiz spesifikasyonun bu sefer de hiç kullanılmamasıdır. Sanki tüm otomobiller dört kişilik bir ailenin yaz tatili için tasarlanmıştır. Oysa şehir içi kullanımda bir ila iki kişilik daha küçük arabalar taşımacılık hizmetlerini sunmak için yeterli olabilir. Karbondioksidi bir atık olarak düşünmesek de sera gazları bizim için aslında en tehlikeli atıklardır.

Ürünlerin yanı sıra atıklar da sistem tasarımından kaynaklanabilir. Örneğin, her yıl üretilen alüminyumun neredeyse yarısı nihai ürüne ulaşmadan hurdaya dönüşürken, inşaat malzemelerinin yaklaşık %15'i inşaatlarda israf edilmektedir. 

Günümüzde gıda israfı söz konusu olduğunda, insanlar için üretilen gıda kalorisinin %24’ü bozularak çöpe gidiyor. Değer zincirinde kaybolan veya israf edilen bu gıda doğru üretim ve taşıma yöntemleri ve gelişen teknolojilerden de yararlanılarak sisteme kazandırılabilir ve böylece sera gazı salımlarını azaltabilir.

Değişik malzemeler kullanmak:

Döngüsel ekonomi bağlamında malzeme ikamesi, yapılacak  yeni üretim için alternatif girdiler olarak yenilenebilir, düşük karbonlu veya ikincil malzemelerin kullanımını ifade eder. Bu malzemelerin kullanımı bir mecburiyetten değil bir tercihten doğar. Nasıl taş devri taş bittiği için sona ermediyse, bugünkü malzemelerin devri de o malzemeler bittiği için değil daha akıllıca yollar bulduğumuz için sona erecektir. Bu yeni malzemeler de aynı işlevi sağlar ancak salımların azaltılmasına katkıda bulunur. 

Ahşap gibi yenilenebilir malzemeler kullanılırken, bunların sürdürülebilir bir şekilde yönetilen ormanlardan elde edildiğinden emin olmak çok önemlidir, çünkü yasa dışı ağaç kesimi, kolayca yeniden üretilemeyen geniş doğal karbon yutaklarını ve bunların beslediği biyoçeşitliliği kalıcı olarak yok eder. Ahşap yapı malzemeleri bugün kullanılan alternatiflerine oranla çok daha doğaldır ve atmosferdeki karbonun tutulmasına da yardımcı olur, yeter ki bu işlev için doğru ağaçlar kullanılsın.

Ürün ve malzemelerin döngüselliği:

Döngüsel ekonomi, enerji, emek ve malzemenin olduğu biçiminde değerini koruyan faaliyetleri destekler. Yani, kullanılan ürünlerin en az ek enerji, emek ve malzeme harcanarak üretilmesi gerekir, bu da ürünlerin, parçalarının ve temel malzemelerinin mümkün olduğunca yeniden kullanımı, tamiri ve geri dönüşümü anlamına gelir. Döngüsel sistemler, ham maddeler doğal sistemlere güvenli bir şekilde geri döndürülmeden önce birçok farklı ekonomik kullanımı teşvik ederek malzemelerin etkin kullanımını sağlar. Döngüsellik çerçevesi, son ürünlerin ve malzemelerin yapımında harcanan enerjiyi korunmaya yönelik iki temel strateji sunar:

Ürünleri ve parçaları yeniden kullanmak:

Yeniden kullanımı artırmaya yönelik önlemler, ürün ve bileşenleri üretmek için kullanılan enerjiyi ve diğer değerli kaynakları korur. Bir ürün ne kadar çok kullanılırsa, malzeme, işçilik, enerji ve sermaye gibi üründe yer alan kaynakların kullanım başına düşen getirisi de o kadar yüksek olur. Ürünleri daha uzun süre kullanımda tutarak, yeni üretim ve kullanım ömrü sona erdiğinde bertaraf ve arıtma için ortaya çıkan sera gazı salımları azaltılır. Örnek olarak, deterjan ya da şampuanları her sefer yeni plastik kaplarda satın almak yerine en az 20 defa aynı kaplara dolduran bir sistem onu üretmek için gereken enerjiyi ve ilgili sera gazı salımlarını %95'ten fazla azaltır. Giysilerin giyilme süresinin iki katına çıkarılması, giyim kaynaklı sera gazı salımlarının %44'ünü önleme potansiyeline sahiptir. 

Malzemeleri geri döndürmek:

Yeni malzeme yerine geri dönüştürülmüş malzeme kullanmak yeni malzeme üretiminden ve kullanım ömrünün sonuna gelmiş malzemelerin bertarafından kaçınılması nedeniyle sera gazı salımını azaltır. Geri dönüşüm, yeni malzemenin üretiminden çok daha az enerji gerektirir. Örneğin çeliğin geri dönüşümü, birincil çelik üretmek için gereken enerjinin %10-15'ini kullanır. Plastikler için, 1 ton geri dönüşüm, işlenmemiş fosil ham maddesinden aynı ton plastiğin üretilmesine oranla sera gazı salımlarını 1,1–3,0 ton azaltabilir. 

Ancak malzemelerin geri dönüştürülebilme başarıları tasarıma bağlıdır. Tasarımı doğru yapılan malzemeler neredeyse tamamen geri dönüştürülebilirken özellikle karmaşık ham maddelerden üretilmiş malzemelerin geri dönüştürülmesi çok daha zor, hatta bazı koşullarda imkansızdır.

Doğayı yenilemek:

Döngüsel ekonomi, yenilenebilir kaynakların kullanımını destekler ve tarımda değerli besinleri toprağa geri vererek doğal sistemleri iyileştirmeyi amaçlar. Bu rejeneratif yaklaşım, iklim krizini önlemeye destek olan karbon tutma fırsatları sunar. Günümüzde, özellikle de bizim coğrafyamızda toprak binlerce yıldır yapılan tarımdan dolayı yorulmuş durumdadır. Bu tarım özellikle son bin yıl içerisinde hep doğadan alıp tüketmeye yönelmiştir. Bu nedenle bu kaybettiklerini toprağa geri vermemiz bir gerekliliktir. Toprağa destek olmak ise sadece kimyasal madde katkısıyla gerçekleşmez. Toprağın suyu tutmasına yardımcı olacak organik maddeye de ihtiyacı vardır. Bu nedenle döngüsel ekonominin bir parçası olarak tarımda daha fazla yenileyici uygulamalara girişmek gerekir. Yenileyici uygulamalardan kasıt ise başta eskiden alıştığımız gibi nadas benzeri ekim usulleridir. Bugünün dünyasında bir yandan tarlaların bir kısmını nadasa bırakıp diğer yandan da 8 milyardan fazla kişiyi beslemek oldukça zordur. Ancak tarım alanlarında her yıl aynı ürünü yetiştirmek yerine bir rotasyon içerisinde hem toprağı destekleyecek hem de gelir sağlayacak tarımsal faaliyette bulunmak mümkündür.

Ayrıca insanların toplu yaşadığı bölgelerde atık doğrudan ya yakılmakta ya da depolama merkezlerine gönderilmektedir. Oysa organik atık ayrıldığında bunlardan toprağı yeterince besleyecek kompost üretilmesi mümkündür. Bugün büyük şehirlerden çıkan organik atığın ancak binde biri kompost yapılmakta, bu yapılan kompost da kentlerdeki bahçelerde değerlendirilmektedir. Organik içeriği daha zengin bir toprak hem daha fazla besin sağlar, hem daha fazla su tutar hem de daha az gübre ve sulama gerektirir. Topraktan daha az enerji ve su kullanarak daha fazla besin almak ise iklim krizine yaklaşık %15-20 arası katkısı bulunan tarım sektörünün bu etkisini azaltmasına ciddi ölçüde destek olacaktır.

Döngüsellik tümümüze bir yük bindirmektedir. Bugünkü doğrusal hayatımızda evden çıkan atıkları bir poşete koyup belediyenin çöpüne attığımızda sorumluluğumuz sona ermektedir. Ancak öncelikle bu atığın oluşmamasını sağlamak, tamir etmek, yeni kullanım alanları bulmak ve son noktada doğru biçimde ayrıştırarak geri dönüşüme yollamak bizim için ciddi bir yüktür. Yalnız bu yük sürdürülebilir bir yaşamın ve çocuklarımızın en az bizimki kadar güzel bir hayat sürebilmelerinin bedelidir. Bugün onlara güzel bir hayat sağlayabilmek için nasıl çabalıyorsak, sürdürülebilir bir gezegen bırakmak için de aynı derecede çaba sarf etmemiz gerekir. 

Bu döngüsel ekonomi stratejileri bir araya geldiğinde, iklim kriziyle mücadeleye yardımcı olacak ve tüm ekonomiye uygulanabilecek bir dizi fırsatı temsil eder. Burada bu fırsatların tümünü tek tek sayabileceğimize emin değilim ama sizlerin becerilerine ve bu yolda daha faydalı çözümler üreteceğinize inanıyorum.

30 Kasım 2022 Çarşamba

COP27'nin ardından

1992 yılında Rio’da toplanan Dünya Zirvesi’nde tüm ülkelerin liderleri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni kabul ettiler. Adından da anlaşılacağı üzere, bu bir çerçeve sözleşmeydi, yani kendisi yaptırımlar içermiyordu. Ancak yaptırımlar da içerebilecek iklim anlaşmalarının çerçevesini oluşturuyordu. Bu sözleşmeye taraf olan tüm ülkeler her senenin sonunda toplanarak iklim değişikliği konusunda yapılmış olanları ve yapılması gerekenleri de konuşmaya karar verdiler. Taraflar konferanslarının 27’ncisi (COP27) bu yıl Kasım ayında Mısır’ın Sharm el Sheikh şehrinde düzenlendi. 

Toplantıya katılan ülkemizin İklim Başmüzakerecisi Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, toplantının ilk günlerinde Türkiye standında yaptığı açıklamada “Bazı COP’lar vardır, bunlardan beklenti çoktur. Kıran kırana müzakereler olur, 2009 Kopenhag, 2015 Paris, 2021 Glasgow gibi; bazı COP’lar da ara toplantılardır. Bunlardan fazla bir şey beklememek gerekir, buradaki COP27 gibi” dedi. Yani, konuşulması gereken önemli konular Paris ve Glasgow’da konuşuldu, COP27’de ise önemli kararların alınması zaten baştan beklenmiyordu.

Paris’teki toplantıda küresel ısınmanın 1,5℃ ile sınırlanması için ülkelerin ellerinden geleni yapmaları kararı alınmış ve bunu tüm ülkeler oybirliği ile desteklemişlerdi. Ne de olsa “elinden geleni yapmak” son derece muğlak bir kavramdır ve “elinden geleni yapmaya” söz vermek de zor bir karar değildir. Gene de tüm ülkeleri ellerinden geleni yapmaya söz verdirmek de önemli bir adım sayılır.

İkinci adımda ise ülkelerin “ellerinden geleni yapmalarının” küresel ısınmayı 1,5℃ ile sınırlandırmak ile uyumlulaştırmak gerekiyordu. Yani iklim krizi konusu “elimizden geleni yaptık ama olmadı” şeklinden “demek ki daha fazlasını yapmaya söz vermemiz gerekiyor” durumuna evrilmeliydi. Glasgow’daki COP26’nın ana amacı da ülkelerin verdikleri sözleri 1,5℃ sınırına uygun hale getirmeleriydi.

Glasgow’da özellikle ev sahibi İngiltere’nin konferans başkanı Alok Sharma bu yönde çok ciddi çaba sarf etti. Ama en son açıklanan raporlara göre tüm ülkeler, verdikleri tüm sözleri tutsalar bile 2030 yılına kadar sera gazı salımlarının %10,6 artması bekleniyor. Ayrıca ülkelerin önemli bir kısmı da gıda krizi, Rusya-Ukrayna savaşı veya COVID19 gibi bahanelerin ardına sığınarak sözlerini de yerine getirmiyorlar. Kısacası, bizleri 1,5℃’nin çok daha üzerinde bir sıcaklık artışı bekliyor.

İklim krizini durdurmak yönündeki çabaların pek de verimli biçimde ilerlemediği bir senenin sonunda ülkeler bu sefer de Mısır’da bir araya geldiler. Bu toplantının eleştirilecek oldukça fazla yönü oldu. En başta gelen eleştiri ise böylesi bir toplantının görece olarak yüksek gelirli insanların uçaklarla tatil yapmaya geldikleri turistik bir beldede yapılması oldu. Mısırlıların bunu aşırı kazanç sağlamak için kullanarak otel fiyatlarını COP27 katılımcıları için 4-5 kat artırmaları da katılımcıların Sharm el Sheikh’e gelmelerini oldukça zorlaştırdı.

Yalnız, salımları azaltma üzerine yoğunlaşan Glasgow Konferansı’nın ardından Sharm el Sheikh’de azaltım konusu neredeyse hiç ele alınmadı. Onun yerine gelişmekte olan ve iklim krizinden ciddi biçimde etkilenmesi beklenen ülkelerin kayıp ve zararlarının ödenmesi talepleri gündeme alındı. Özellikle geçtiğimiz aylarda sel felaketinden çok fazla zarar gören Pakistan bu yönde öncü oluyor. Pakistan’ın standındaki “Pakistan’da olan Pakistan’da kalmaz.” yazısı da bu konudaki ısrarlı çabaların süreceğinin bir göstergesi.

Ancak iklim krizinden kötü etkilenen ülkelerin kayıp ve zararlarının karşılanabilmesi için birilerinin de bu zararları karşılamayı kabul etmesi gerekiyor. ABD iklim müzakerecisi John Kerry daha ilk günden bunun mümkün olamayacağını şu sözlerle açıkladı: “Sizin istediğiniz büyüklükte bir para hiçbir hükümette yoktur.” Dolayısıyla bu COP gereklerle imkanlar arasında bir uzlaşma sağlanamadan sona erdi. Asıl konu olan azaltım ise neredeyse hiç gündeme gelmedi.

Bu toplantıdan bizim alacağımız derse gelecek olursak, iklim krizi gittikçe kötüleşiyor. Ülkelerin bunu durdurmak için almak istedikleri bir önlem olmadığından kötüleşmeye de devam edecek. Kimsenin kimseye oluşan ve oluşacak hasarları karşılamakta destek olacağı da yok. Dolayısıyla, herkes kendi başının çaresine bakacak. Bize düşen de her attığımız adımda iklim krizi risklerini dikkate alarak davranmak olmalıdır.