21 Aralık 2020 Pazartesi

100 Milyar Dolar Hayali

 2009 yılının Aralık ayında Kopenhag’da düzenlenen iklim görüşmelerinde hepimizin umudu Kyoto Protokolü’nün devamı olacak bir iklim anlaşmasının imzalanmasıydı. Ne yazık ki bu anlaşmanın iki tarafındaki ülkeler fikir birliğine varamadıklarından bir anlaşmaya varılamadı. Belki de anlaşmanın iki tarafı demek çok doğru değil. Anlaşmanın çok tarafı var ama iki önemli görüş ağır basıyor. Kabaca bunu herkes elini imkanlarıyla orantılı biçimde taşın altına koysun diyenler ve önce tarihsel sorumluluğu olan ülkeler elini taşın altına  koysun diyenler şeklinde özetleyebiliriz. Bu iki görüşü savunanlar anlaşamadığı için Kopenhag’dan bir anlaşma çıkmadı. Ama iki önemli karar çıktı. Bunların ilki atmosferin 2 dereceden fazla ısınmasının hepimiz açısından bir tehdit oluşturduğunun devletler tarafından kabul edilmesiydi. İkinci olarak da gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğine uyum ve azaltım yolunda fon yaratılması için bir maddi kaynak oluşturulmasının yolu açıldı.

Yeşil İklim Fonu’nun hedefi 2020’den itibaren fonda her sene 100 milyar dolar toplanmasıydı. Bu miktara bir anda ulaşmak mümkün olmadığı için de resmen kurulduğu 2010 yılından itibaren artan katkılarla 2020 yılında senelik 100 milyara ulaşılması bekleniyordu. Bu seneye kadar toplanan değil, ödeneceğine söz verilen miktar sadece 8.24 milyar dolar. Dikkat edelim, fonda toplanan değil, ödeneceğine resmen söz verilen miktar bu kadar! Mesela ABD, Başkan Obama döneminde 3 milyar dolar katkı yapmaya söz verdi (resmi olarak) ama bu miktarın sadece 1 milyar dolarlık kısmı fona devredildi ve Başkan Trump başa geçtikten sonra fona para vermemenin ötesinde bir de fonu ağır biçimde eleştirdi.

Önümüzdeki resim bu. Her sene içinde 100 milyar dolar biriktirilmesi gereken bir fon var ve bu fonda 10 senede sadece 8.24 milyar dolar birikmiş durumda.

Gelelim ülkemize, 5 senedir Paris Anlaşmasını meclisten geçirmemek için direniyoruz. Bunun sebebi de eğer Paris Anlaşmasını resmen uygulamaya sokacak olursak her sene birikecek olan 100 milyar dolardan faydalanamayabilecek olmamız. Faydalanamayacağımız da daha tam kesin değil ama orayı bu noktada tartışmaya gerek yok. Faydalanamayacağımızı varsaymamız yeterli olur. Ancak hatalı olduğumuz birinci nokta, fonda para yok.

İkinci nokta biraz daha karışık ve politik. Çok büyük ihtimalle bu fonda hiçbir zaman yeterli para olmayacak. Bunun da basit bir nedeni var. Gelişmiş ülkeler bu tür fonlara destek olmak istemiyorlar çünkü böyle açık uçlu fonlara konulan paralar geçmişte çok yanlış amaçlarla kullanılarak hedefine ulaşmamış. Bu yönden gelişmiş ülkeler aynı oranda kredi veya hibeyi doğrudan anlaşmalarla ülkelere sağlamayı daha uygun buluyorlar. Böylece sağlanan paranın doğru harcandığının kontrol edilmesi de kolaylaşıyor. Ülkemiz iklim değişikliğinin azaltılması ve uyum için bu şekilde dünyadan en fazla fon alan ülkelerin başında geliyor. Yani biz uyum ve azaltım için doğru projeler yaptığımız müddetçe bunlara fon bulmamız zor değil.

Üçüncü nokta daha da politik. Devletler bu kredi ve hibeleri verdikleri ülkelerle daha sıkı ilişkilere giriyorlar. Kısaca mantık, bu ülkeye bunca parayı yatırıyorsam benim bu işten kazancım olmalı şeklinde özetlenebilir. Bu mantığın da ne kısa ne de uzun vadede değişeceğini beklemeliyiz. Özellikle Çin bu şekilde fon sağlayan ülkeler arasında yükselmeye devam ediyor. Bunun arkasındaki neden de zaman içerisinde kendi etki alanını güçlendirebilmek.

Dördüncü hatalı olduğumuz nokta özellikle Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizde ortaya çıkmaya başlayacak. Avrupa Birliği iklim değişikliği için vereceği fonların sadece Paris Anlaşmasına uyan ülkelere verileceği söylemini artırmaya başladı. Yani biz Paris Anlaşmasını meclisten geçirmeyecek olursak şu anda rahatlıkla ulaşmakta olduğumuz fonlara bile ulaşamaz hale geleceğiz.

Beşinci noktamız biraz ufak ama dikkatli olmakta fayda var. 1992 BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini kabul ederek biz sera gazı salımlarımızı 1990 seviyesinin altına düşüreceğimizi resmen kabul etmiş olduk. Paris Anlaşması için verdiğimiz Niyet Beyanı ise 2030 yılına kadar sera gazı salımlarımızı 1990 seviyesinin 6 kat üzerine çıkartacağımızı (ve eğer Yeşil İklim Fonu’ndan destek alırsak %21’e kadar azaltabileceğimizi) söylüyor. Paris Anlaşmasını imzalayacak olursak aslında tüm dünyaya sera gazı salımlarımızı 1990 seviyesinin altına düşürmek yerine 6 kat artırma isteğimizi kabul ettirmiş olacağız. Ama biz anlaşmayı kabul etmediğimiz müddetçe daha önce kabul etmiş olduğumuz Çerçeve Sözleşmesi yürürlüğünü koruyor.

Bu 100 milyar dolarlık Yeşil İklim Fonuna nasıl ulaşabiliriz? Bunun için iki şeyin aynı anda gerçekleşmesi gerekiyor. Öncelikle fonda para olması lazım, ki neden olmayacağını yukarıda açıklamaya çalıştım. İkincisi de BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine taraf olan istisnasız tüm ülkelerin bizim gelişmiş ülke olmadığımızı ve bu fondan para alabileceğimizi kabul etmesi gerekiyor. Siz aramızın her zaman limoni olduğu bazı komşu ülkelerin yanı sıra bu kısıtlı fondan kaynak almak isteyen çok az gelişmiş ülkelerin buna hemen “evet” diyeceklerini düşünüyor musunuz?


Bu nedenle artık 100 milyar dolarlık Yeşil İklim Fonu hayalini bir kenara bırakarak düzgünce işimize bakmaya başlamamız gerekiyor. Biz düzgün projeler ürettikçe bu projeleri fonlayan kaynaklar bulmamız zor değil. Ancak Paris Anlaşmasını meclisten geçirmemekte direnmemiz bu fonların gelmesini de zorlaştıracak artık. Özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı beklediğimiz 100 milyar dolarlık pastaya uzanmamızı imkansız hale getirirken alabildiğimiz fonların da kesilmesine neden olacak. Bunun için bir deyimimiz var bilirsiniz, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak.


12 Ekim 2020 Pazartesi

Biyoçeşitliliğin Korunması için Aichi Hedefleri

Bu yazıyı yazmak üzere dersimi çalışırken ülkemizin gelecek seneden itibaren Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nın liderliğini üsteleneceğinden yola çıkarak Aichi Hedeflerini öğrenmeye çabaladım. Hayal kırıklığım, senelerdir İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi çevresinde uzun uzadıya konuşacak bilgim olmasına rağmen biyoçeşitlilik hususundaki çalışmalara dair bu denli az bilgim olmasından kaynaklandı. Bir yandan kendim öğrenirken, diğer yandan da öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istedim. İşin belki de daha acı tarafı, Aichi Hedefleri’ne 2011-2020 yılları arasında ulaşmamız ve şu anda da 2021-2030 arasında bu hedefleri nasıl ilerleteceğimizi tartışıyor olmamız gerektiğiydi. Nasıl 2009 sonunda Kopenhag’dan iklim için bir anlaşma olmadan ayrıldığımızda koyu bir karamsarlık yaşadıysak, şu anda da elimizde 2021-2030 yılları arasında yapmamız gerekenlere dair bir anlaşma olmaması bizi biyoçeşitlilik bağlamında benzer bir karamsarlığa sürüklemeli. Yalnız, çoğumuz daha neden karamsar olmamız gerektiğini bile fazlasıyla bilmiyoruz. Bu nedenle de Aichi Hedeflerinin süresi her ne kadar geçmiş olsa da, üzerinde anlaşılmış olan bu hedef setinin neler içerdiğini ayrıntısıyla anlatmak istedim. Bu yazıyı bir gazete makalesinden çok bir ders notu gibi algılayabilirsiniz, umarım sonunda biyoçeşitlilik alanında birlikte yapmamız gerekenler konusunda biraz daha fazla bilgi sahibi oluruz.



Biyolojik Çeşitliliğin Korunması Üzerine Aichi Hedefleri

Amaç A: Biyoçeşitliliğin devlet ve toplum genelinde yaygınlaştırılarak biyoçeşitlilik kaybının altında yatan nedenlerin ele alınması

Hedef 1: Bireyler biyoçeşitliliğin değerlerinin ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılması için atabilecekleri adımların farkına varmışlardır.

Hedef 2: Biyolojik çeşitlilik değerleri ulusal kalkınma ve yoksulluğu azaltma stratejileriyle planlama süreçlerine entegre edilmiş ve uygun şekilde ulusal muhasebeye ve raporlama sistemlerine dahil edilmiştir.

Hedef 3: Biyolojik çeşitliliğe zararlı olan, sübvansiyonlar dahil, teşviklerin olumsuz etkilerini en aza indirmek veya yok etmek için bu teşvikler aşamalı olarak kaldırılır veya yeniden düzenlenir. Ulusal sosyo-ekonomik koşulları dikkate alarak ve tutarlı biçimde, biyoçeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı için pozitif teşvikler geliştirilir ve uygulanır.

Hedef 4: Devletler, iş dünyası ve her seviyedeki paydaşlar sürdürülebilir üretim ve tüketime yönelik planları gerçekleştirmek için adımlar atmış veya uygulamaya koymuş ve doğal kaynakların kullanımının etkilerini güvenli ekolojik sınırlar içinde tutmuştur.

Amaç B: Biyoçeşitlilik üzerindeki doğrudan baskıların azaltılması ve sürdürülebilir kullanımın teşvik edilmesi

Hedef 5: Ormanlar da dahil olmak üzere tüm doğal yaşam alanlarının kayıp oranı en azından yarıya iner, mümkün olduğunca sıfıra yaklaştırılır ve bozulma ile parçalanma önemli ölçüde azalır.

Hedef 6: Aşırı avlanmayı önleyecek biçimde, tüm balıklar, diğer deniz canlıları ve su bitkileri sürdürülebilir şekilde, yasal olarak ve ekosistem tabanlı yaklaşımlar uygulanarak yönetilir ve hasat edilir. Tüm türler için kurtarma planları yapılır ve önlemler alınır. Balıkçılığın tehdit altındaki türler ve kırılgan ekosistemler üzerindeki önemli bir olumsuz etkisi kaldırılır. Balıkçılığın balık stokları, türler ve ekosistemler üzerindeki etkileri güvenli ekolojik sınırlar içerisine çekilir.

Hedef 7: Tarım, su ürünleri yetiştiriciliği ve ormancılık için kullanılan alanlar, biyolojik çeşitliliğin korunmasını sağlayacak şekilde ve sürdürülebilir bir biçimde yönetilir.

Hedef 8: Aşırı besinler de dahil olmak üzere kirlilik, ekosistem işlevine ve biyolojik çeşitliliğe zarar vermeyecek seviyelere getirilir.

Hedef 9: İstilacı yabancı türler ve bunların yayılma yolları belirlenir ve önceliklendirilir. Öncelikli türler kontrol edilir veya ortadan kaldırılır ve bunların tekrar ortaya çıkmasını ve yerleşmesini önlemek için yayılma yolları yönetecek önlemler alınır.

Hedef 10: Mercan resifleri ve iklim değişikliğinden veya okyanus asitlenmesinden etkilenen diğer savunmasız ekosistemler üzerindeki çoklu antropojenik baskılar, bütünlüklerini ve işleyişlerini korumak için en aza indirilir.

Amaç C: Ekosistemlerin, türlerin ve genetik çeşitliliğin korunarak biyolojik çeşitliliğin durumunun iyileştirilmesi

Hedef 11: Özellikle içinde biyolojik çeşitlilik ve ekosistem hizmetleri için özel öneme sahip alanlar bulunan karasal ve iç suların en az % 17'si ve kıyı ve deniz alanlarının % 10'u, etkin ve eşitlikçi bir şekilde yönetilen, ekolojik olarak temsili ve iyi korunan alan sistemleri ile entegre edilir.

Hedef 12: Tehdit altında olduğu bilinen türlerin neslinin tükenmesi önlenir ve koruma statüleri, özellikle de en çok azalışta olanlar iyileştirilir ve sürdürülür.

Hedef 13: Sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan değerli diğer türler de dahil olmak üzere kültür bitkilerinin, evcilleştirilmiş çiftlik hayvanlarının ve yabani akrabalarının genetik çeşitliliği korumak ve genetik erozyonu en aza indirerek genetik çeşitliliklerini korumak için stratejiler geliştirilip uygulanır.

Amaç D: Biyoçeşitlilik ve ekosistem hizmetlerinden herkese sağlanan faydanın artırılması

Hedef 14: Temiz su sağlama ile ilgili hizmetler dahil olmak üzere temel hizmetleri sağlayan ve sağlığa, geçim kaynaklarına ve refaha katkıda bulunan ekosistemler, kadınların, yerel toplulukların, yoksul ve savunmasızların ihtiyaçları dikkate alınarak onarılır ve korunur.

Hedef 15: Ekosistem dirençliliği ve biyolojik çeşitliliğin doğada saklanan karbon miktarına katkısı, bozulmuş ekosistemlerin en az % 15'inin onarılması da dahil olmak üzere, koruma ve onarma yoluyla artırılarak iklim değişikliğinin azaltılmasına, uyuma ve çölleşmeyle mücadeleye katkıda bulunulur.

Hedef 16: Genetik Kaynaklara Erişim ve Kullanımlarından Kaynaklanan Faydaların Adil ve Eşit Paylaşılmasıyla ilgili Nagoya Protokolü yürürlüktedir ve ulusal mevzuata uygun olarak işletilir.

Amaç E: Katılımcı planlama, bilgi yönetimi ve kapasite geliştirme yoluyla uygulamanın geliştirilmesi.

Hedef 17: Taraflar, etkili, katılımcı ve güncellenmiş ulusal biyoçeşitlilik stratejisi ve eylem planını bir politika aracı olarak benimser ve uygulamaya başlar.

Hedef 18: Yerel toplulukların biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı ile ilgili geleneksel bilgi, yenilik ve uygulamalarına ve biyolojik kaynakların geleneksel kullanımına saygı duyulur. Yerel toplulukların tüm ilgili düzeylerde tam ve etkili katılımıyla geleneksel kullanım ulusal mevzuata ve ilgili uluslararası yükümlülüklere tabidir ve uygulamaya tamamen entegre edilir ve yansıtılır.

Hedef 19: Biyoçeşitliliğin değeri, işleyişi, durumu, eğilimleri ve kaybının sonuçları ile ilgili bilgi, bilim temeli ve teknolojiler geliştirilir, geniş çapta paylaşılır, aktarılır ve uygulanır.

Hedef 20: 2011-2020 Biyoçeşitlilik Stratejik Planının etkin bir şekilde uygulanması için mali kaynakların seferber edilmesi mevcut seviyelerden önemli ölçüde artmalıdır. Bu hedef, taraflarca geliştirilecek ve raporlanacak kaynak ihtiyacı değerlendirmelerine bağlı değişikliklere tabidir.

Hedeflerin üzerinde anlaşmaya varılan metni burada yazdıklarımla tamamen örtüşmeyebilir, teknik detayları kafa karışıklığı yaratmaması için elimden geldiğince ayıklamaya çalıştım. 

Bugün hepimizin anlaması gereken en önemli husus, bu gezegenin yaşadığı Altıncı Yok Oluş içinde ilerlemekte olduğumuzdur. Hem de bu sefer bu yok oluş doğadan kaynaklanan sebeplerden değil bizim yüzümüzden gerçekleşiyor. Unutmayalım, bir önceki yok oluşta dinozorların nesli tükenmişti. Dinozorlar ondan önceki 180 milyon yıl boyunca yeryüzüne egemen olmuşlardı. Bir olay, bir daha geri gelmemek üzere toprağın derinliklerine gömülmelerine yol açtı. Şimdi insanlar bilerek ve isteyerek benzer şekilde milyonlarca yıldır bu gezegende yaşayan canlıların nesillerini tüketiyorlar. Ne yazık ki burada durum iklim krizinden de kötü. Ortada artık göstermelik de olsa bir anlaşma yok. Geçmişte yapılmış olan anlaşmalara da pek fazla saygı gösteren yok. Bunları birleştirdiğimizde yeryüzünde biyoçeşitlilik her geçen gün azalmaya devam ediyor ve bunu biz yapıyoruz, bilerek.


3 Ekim 2020 Cumartesi

BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi

 30 Eylül’de Dünya liderlerinin çevrim içi katılımlarıyla Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Zirvesi gerçekleştirildi. “Sürdürülebilir Kalkınma Yolunda Biyoçeşitlilik İçin Acil Eylem” temasıyla düzenlenen bu zirvede liderler biyoçeşitliliğin ne derece önemli olduğu konusunda konuşmalar yaptılar ancak bu konuda somut adımların atılması yine mümkün olmadı. İklim krizi gibi çok daha gündemde olan bir problemin bile arka plana atıldığı bu pandemi döneminde Biyoçeşitlilik Zirvesi’nde liderlerin esas problemden uzak durmaları şaşırtıcı değil.

Aslında biyoçeşitlilik ve iklim krizi konusunda uluslararası çabalar 1992’de Rio’da yapılan Dünya Zirvesi’ne kadar uzanıyor. Bu zirvede üç uluslararası anlaşmanın temelleri de atıldı, konumuz dışındaki Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Rio’da imzaya açıldı. Biz bu anlaşmalardan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini çok daha yakından takip ediyoruz. Bu sözleşmenin Taraflar Konferansları her senenin sonunda toplandığı zaman çevre açısından önemli bir gündem yaratıyor. Bu konferanslara bilimsel girdi sağlamak üzere yapılan bilimsel çalışmalar Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporları olarak karşımıza çıkıyor. Ancak diğer iki anlaşmanın da benzer bir yapısı olmasına rağmen bu konular bugüne değin gündemimize sıkça taşınmadı. Bundan dolayı da en azından gerçekleşen Biyoçeşitlilik Zirvesi bağlamında konuyu biraz açıklamanın faydalı olacağını düşünüyorum.



29 Aralık 1993’te yürürlüğe giren Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’ne ülkemiz de 15 Mayıs 1997’de meclisten geçirerek taraf oldu. Bu sözleşmenin üç temel amacı vardır:

  1. Biyolojik çeşitliliğin korunması
  2. Biyolojik çeşitliliğin parçalarının sürdürülebilir biçimde kullanımı
  3. Genetik kaynaklardan elde edilen faydaların adil ve eşit biçimde paylaşılması

Bu amaçlara ulaşılmasına yardımcı olmak üzere sözleşmenin tarafları düzenli olarak toplantılar düzenlemeyi ve raporlar yayımlamayı kararlaştırdılar. Bu toplantıların ilki 1994’te Nassau’da yapıldı. 15-28 Ekim 2020 tarihleri arasında Çin’de (Kunming) yapılması planlanan 15. Taraflar Konferansı da Covid-19 nedeniyle 2021’e ertelendi. 16. Taraflar Konferansı’na da ülkemiz ev sahipliği yapacak.

Kyoto Protokolü veya Paris Anlaşması’nın benzeri olarak, Biyoçeşitlilik Sözleşmesi de iki önemli anlaşmayı imzaya açtı. 1999 yılında Cartagena, Kolombiya’da Biyogüvenlik üzerine Cartagena Protokolü ve 2010 yılında Nagoya, Japonya’da Genetik Kaynaklara Erişim ve Elde Edilen Faydaların Adil ve Eşit Paylaşımı üzerine Nagoya Protokolü kabul edildi. Ülkemiz bunlardan Cartagena Protokolü’ne 24 Ocak 2004’de taraf oldu, ancak Nagoya Protokolü’ne henüz taraf olmadı.

Biyogüvenlik üzerine Cartagena Protokolü dediğimiz zaman çoğumuzun aklına biyolojik silahlar gelebilir. Bu protokolün amacı biyolojik silahlarla alakalı değildir. Aksine biyolojik olarak üretilen ve çoğunluğunu Genetiği Değiştirilmiş Organizma olarak tanımladığımız tarım ürünlerinin ülkelerin doğal bitki türlerine zarar vermesini önlemek üzere yapılmış bir sözleşmedir. Bu bağlamda devletlere, kendi öz bitki türlerine zarar vereceği düşünülüyorsa, GDO’ların ülkeye girişini yasaklama hakkı da tanır.

Nagoya Protokolü ise genetik kaynakların sürdürülebilir kullanımının sağlanmasını ve bunlardan elde edilecek gelirlerin adil ve eşit biçimde dağıtılabilmesini amaçlar.

2010 yılında Nagoya’da aynı zamanda 2011-2020 yılları arasında biyolojik çeşitliliğin korunabilmesi için atılması gereken adımları belirleyen Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri beş temel amacın başarılması için planlanmıştır. Bu amaçlar şöyle sıralanabilir:

  1. Biyoçeşitliliğin devlet ve toplum genelinde yaygınlaştırılarak biyoçeşitlilik kaybının altında yatan nedenlerin ele alınması,
  2. Biyoçeşitlilik üzerindeki doğrudan baskıların azaltılması ve sürdürülebilir kullanımın teşvik edilmesi,
  3. Ekosistemlerin, türlerin ve genetik çeşitliliğin korunarak biyolojik çeşitliliğin durumunun iyileştirilmesi,
  4. Biyoçeşitlilik ve ekosistem hizmetlerinden herkese sağlanan faydanın artırılması,
  5. Katılımcı planlama, bilgi yönetimi ve kapasite geliştirme yoluyla uygulamanın geliştirilmesi.

Bu amaçların başarılabilmesi için de 20 hedef belirlenmiştir. Bu hedefleri bir sonraki yazıda daha ayrıntılı olarak anlatmaya çalışacağım. Ülkemiz Çin’den sonra 2021’de Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin dönem başkanlığını yükleneceğinden ve bir sonraki Taraflar Konferansı ülkemizde yapılacağından Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri’nin özellikle ülkemizde çevreye önem veren herkes tarafından özümsenmesinin gerekli olduğu düşüncesindeyim.


13 Eylül 2020 Pazar

Pozitif Barışın Olumlu Ekolojik Sonuçları

Pozitif barış, barış içinde yaşayan toplumları oluşturan davranış biçimleri ile kurumlar ve yapıların tümüne verdiğimiz isimdir. Bunun yanında negatif barış ise sadece şiddetin ya da şiddet korkusunun olmaması durumu olarak tanımlanabilir. Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün hesapladığı Pozitif Barış İndisi ülkeleri sınıflara ayırıyor. Mesela ülkemiz; Çin, Hindistan, Meksika ve Rusya gibi ülkelerle orta sınıfta yer alıyor. Bu indisin nasıl hesaplandığını açıklamak çok uzun süreceğinden bu noktada ülkelerin pozitif barış bağlamında çok yüksekle çok düşük arasında sıralandığını kabul edelim.

Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün Ekolojik Tehditler 2020 Raporu’na beni götüren şey bu raporda bugünkü ve gelecekteki insan göçlerinin irdelenmesi oldu. Bizim grubun da iklim değişikliği riskleri ve insan göçleri bağlamındaki bir makalesi yakında yayımlanacağından o makaleye eklenebilecek her türlü görüşün kıymetli olacağı düşüncesiyle raporu inceledim. Öncelikle rapor göç konusunda bizim düşündüklerimizi doğrular nitelikte: İnsan göçlerinin en önemli nedeni çevresel tehditler. Bunun yanında çatışmalar çok daha küçük bir yer kaplıyor.



Gelecekte de silahlı çatışmaların yaratacağı tehditler artsa da ekolojik tehditlerle arasındaki oranın sabit kalacağı düşünülüyor. 

Ekolojik tehditleri de su stresi, gıda kısıtları, nüfus baskısı, kuraklık, seller, tropik siklonlar, aşırı sıcaklık, deniz seviyesinde yükselme, kaynak sıkıntısı ve doğal afetler olarak sıralayabiliyoruz. Bu şekilde yaklaştığımızda 2020 yılında dünyada en ciddi şekilde ekolojik tehdit altındaki ülke  Afganistan görünüyor. Türkiye ise sadece su stresi ve seller açısından tehdit altında kabul ediliyor.

Gıda sıkıntısı yaşayan nüfusun hangi ülkelerde bulunduğuna bakacak olursak önemli çoğunluğun düşük barış seviyesindeki ülkelerde yaşadığını görüyoruz. Buradan kolayca “barışı öne çıkarak sistemleri kuracak olsalar gıda sıkıntısı da yaşamazlardı.” şeklinde basit bir çıkarım yapmamız mümkün ancak bundan kaçınmamız çok daha doğru çünkü bu noktada ve ileride göstereceğimiz diğer sonuçlarda neyin sebep neyinse sonuç olduğunu ayırt edebilmemiz çok zor. Bu nedenle sebep sonuç ilişkisine girmeden sadece sonuçları göstermekle yetineceğim.

Gıda güvenliği indisinin pozitif barış ile ilişkisini kolayca görebilmek mümkün:


İstatistikte ilk bilmemiz gereken şey korelasyonun bir sebep sonuç ilişkisi doğurmayacağıdır. Burada da pozitif barış açısından daha iyi durumda olan ülkelerin gıda güvenliği açısından da ileride olduklarını görebiliyoruz.

Güvenli içme suyuna sahip olan ülkelerin pozitif barış durumlarına baktığımızda da benzer bir durum gözlemlemek mümkün. Temiz suya erişim yüksek, orta ve neredeyse ortanın üzerinde bir pozitif barış düzeyine sahip ülkelerde barışın sağlanması açısından önemli bir faktör olarak göze çarpmıyor. Ancak özellikle düşük pozitif barış seviyesi ile temiz suya erişimin birlikte görüldüklerini söyleyebiliriz.

Bu raporun en çarpıcı noktasını ise çoğunluğunu iklim felaketlerinin oluşturduğu doğal afetlerin insan üzerindeki etkisinde görebiliyoruz. Çok düşük pozitif barış seviyesindeki ülkelerde bu tür çevresel felaketler daha az görülmesine rağmen bu felaketlerin neden olduğu can kaybı yüksek pozitif barış seviyesindeki ülkelerden birkaç kat daha fazla. Bunu resmi yüksek barış seviyesindeki ülkelerin daha gelişmiş ülkeler olduğu ve bu nedenle de felaketlere karşı daha hazırlıklı oldukları biçiminde yorumlamak mümkün. Ancak bu pozitif barışın temelinde bulunan  davranış biçimleri, kurumlar ve yapıların etkisini göz ardı etmek olacaktır. Özellikle felaket anlarında bireyleri ortak hedefler arkasında birleşmeye yönelten toplumsal davranışlar hem barış hem de böylesi felaket zamanlarında da gerekli olacaktır.

İklim krizi bizleri her geçen gün şiddeti artacak iklim felaketlerine doğru sürüklüyor. Ülkemizde bugün su stresi ve seller dışında bu felaketlerin önemli etkilerini görmüyor olabiliriz ama bizim dışımızdaki bölge ülkeleri bu felaketlerin ağırlığını fazlasıyla hissetmeye başlamış durumdalar. Buradan kolayca çok yakın bir gelecekte bizim de benzer durumlarla karşılaşacağımız sonucunu çıkartabiliriz. Bu felaketlerle başa çıkmanın yolları elbette gerekli uyum önlemleri almaktan geçecektir. Yalnız görüyoruz ki toplumsal pozitif barışı sağlayacak davranış biçimleri ile kurumlar ve yapıların geliştirilmesi de alınması gereken altyapısal uyum önlemleri kadar hepimiz için gereklidir. 


20 Ağustos 2020 Perşembe

İklim Krizini Durdurma Yolundaki Öneriler

Sürdürülebilirlik, iklim krizi ve çevre gibi konulara sıkça çözümler üretiyoruz. Ancak bu çözümler, daha en baştan, problemin bir açısına yanıt getirirken bir diğer açısını da eskiden olduğundan çok daha kötü hale getirebiliyor. Bu olgu özellikle Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları planlanırken açık olarak ortadaydı. Bu amaçların tümünü birden aynı anda yerine getirebilmek mümkün değil. Bu nedenle de her ülke ve toplum kendi önceliklerine odaklanarak sürdürülebilirlik ve çevre konularına odaklanmalı ancak bu konulardan birinde çok ufak bir iyileşme sağlamak uğruna bir başka konudaki problemin çok daha çözülmez bir hale gelmesine de sebep olmamalıdır.

İklim krizi bugüne değin insanlığın karşısına çıkan en önemli problemdir. Bu problem, eğer önlem alınmayacak olursa, sadece insanlığın değil doğadaki tüm canlıların yok olmasına kadar gidebilecek sonuçlar yaratacaktır. Bundan dolayı bilim insanları sürekli iklim krizine çare olabilecek çözümler öneriyorlar. Yalnız doğal olarak herkes çözümü kendi bulunduğu noktadan ürettiği için bu çözümün resmin bütünlüğü açısından nasıl sonuçlara yol açabileceğini görmek oldukça güç.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli IPCC’nin 2019 yılında yayımladığı “İklim Değişikliği ve Arazi Kullanımı” raporu da özellikle tarım ve gıda alanında iklim krizini durdurabilmek için alabileceğimiz önlemleri içeriyor. Bu önlemlerin tümünü sıralamak epeyce yer kaplayacağı için merak edenlere raporun 6. bölümünü okumalarını öneriyorum.

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SDG) bildiğiniz gibi Birleşmiş Milletler’in 2014 yılında kabul ettiği 17 tane ilkeden oluşuyor. Bu amaçlar sürdürülebilirlik alanında tüm devletlere 2015-2030 yılları arasında izlenmesini önerdiği bir yol haritasını sunmanın ötesinde bu yol haritasında nelere dikkat edilmesi gerektiğini ve bunların nasıl ölçümlenebileceğini de açıkça gösteriyor.

1992 yılında Rio’da toplanan Yeryüzü Zirvesi sonunda üç uluslararası antlaşma imzalandı. Bunların içinde çoğumuzun en iyi bildiği Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi UNFCCC’dir. IPCC, UNFCCC’nin işleyişi hakkında bilimsel verileri derleyip raporlar sunan bir yapıdır. Benzer bir yapı imzalanan diğer bir anlaşma olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (CBD) için de oluşturulmuştur. Hükümetlerarası Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Üzerine Bilim-Politika Platformu (IPBES) Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin uygulanması açısından gerekli olan bilimsel verileri hazırlayarak karar alıcılara sunar.

IPBES 2019 yılında Doğanın İnsanlara Katkıları (Nature’s Contribution to People - NCP) adında bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor SDG’lere benzer 18 noktada doğanın insanlara sağladığı faydaları tanımlamaktadır. Bu faydaların listesi de uzun olduğundan detaylı bilgiyi raporun kendisinde bulabilirsiniz, ancak size bir fikir vermesi açısından bu faydalardan bazılarını temiz hava sağlamak, iklimi düzenlemeye yardımcı olmak, gıda ve yem sağlamak ve tıbbi/biyokimyasal/genetik kaynak yaratmak olarak sıralayabiliriz.


İklim krizini kontrol altına almak için önerilen 40 maddenin bir yanda Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, diğer yanda da Doğanın İnsanlara Katkıları üzerinde nasıl bir etki yaratacağını anlayabilmek, alınacak önlemleri belirlemek açısından da son derece önemli olacaktır. Global Change Biology dergisinde bu sene yayımlanan bir makale (McElwee vd. 2020) bu konuda yapılmış tüm araştırmaları değerlendirerek bir sentez ortaya koyuyor. Oldukça detaylı bir çalışmanın sonunda oluşturulan bu sentez bizlere, gayet mantıklı kabul ettiğimiz bazı çözümlere sistemsel bakış açısı ile yaklaştığımızda çıktının farklı olabileceğini gösteriyor.

Bu 40 maddelik öneri setinin analizine en kötü önerilerden başlayabiliriz:

Bizi şaşırtmayacak bir şekilde, önerilerden Biyoenerji ve BECCS yani biyoenerji üretip, buradan çıkan karbondioksidi yakalayarak yer altında depolamak en olumsuz sonuçlara yol açacak öneri olarak öne çıkıyor. Biyoenerji, tarım da dahil olmak üzere başka amaçlarla kullanılabilecek alanları gıda yerine enerji elde edeceğimiz bitkilerin üretiminde kullanmaya verilen isim. Dolayısıyla SDG’ler açısından bakıldığında bu uygulama SDG 7 (Ulaşılabilir Enerji) açısından olumlu bir yaklaşım gibi görünse de SDG 2 (Açlığa Son) ve SDG 15 (Karada Yaşam) başlıkları açısından son derece olumsuz sonuçlar doğuruyor. Geri kalan SDG’ler ya etkilenmiyor ya da hem olumlu hem de olumsuz etkiye sahipler. NCP’ler açısından bakıldığında da Biyoenerji ve BECCS’in NCP 4 (İklimin Düzenlenmesi), NCP 5 (Denizlerin Asitlenmesinin Düzenlenmesi) ve NCP 11 (Enerji) başlıklarında büyük fayda sağlayacağı, NCP 3 (Hava Kalitesinin Düzenlenmesi) alanına da katkı bulunacağı düşünülüyor. Ancak, Biyoenerji ve BECCS NCP 1 (Canlılar İçin Yaşam Alanı Düzenlemek ve Korumak), NCP 9 (Tatlı Su Kaynaklarını Düzenlemek ve Korumak) ve NCP 12 (Gıda ve Besi Sağlamak) alanlarında büyük olumsuzluklar yaratmanın ötesinde diğer sekiz NCP açısından da kötü sonuçlar doğuruyor. Buradan edinmemiz gereken bilgi, enerji üretimi için aklımıza gelen dahiyane bir fikir olabilir, ancak bu yöntem enerji üretimi dışında topluma ve doğaya fazlasıyla zarar veriyorsa, o yöntemi kullanmadan önce çok iyi düşünmemiz gerekiyor şeklindedir.

Biraz şaşırdığımız ama analizi incelediğimizde sorunlarını anladığımız bir öneri de Orman Alanlarını Artırma. Burada bahsedilen, orman vasfını kaybetmiş yerlerin tekrar ağaçlandırılması değil, daha önce hiç orman olmamış bir bölgeyi ormana çevirmektir. Bu öneri SDG 11 (Sürdürülebilir Şehirler) ve SDG 7 açısından olumlu olsa da SDG 2, SDG 5 (Cinsiyet Eşitliği) ve SDG 6 (Temiz Su ve Hijyen) açısından olumsuz sonuçlar doğuruyor. İklime katkısı olumlu olsa da (NCP 4) NCP 9 ve NCP 12 yanında NCP 2 (Bitkilerin Üremesini Sağlayan Tohumların Yayılması) başlıklarında epey olumsuz etkileri bulunuyor.

Benzer şekilde toprağa biyochar katılması ve turbalıkların korunması da olumlu görünseler de olumsuz etkileri ağır basan öneriler. Bunların yanında çok sayıda önerinin de olumlu ve olumsuz yanları eşit sayılabilir, yalnız bazı öneriler var ki bunların olumsuz bir yanı neredeyse yok, bunları kısaca sıralamakta büyük yarar var:

  • İyileştirilmiş tarla yönetimi
  • İyileştirilmiş otlak yönetimi
  • İyileştirilmiş hayvancılık yönetimi
  • Agro-ormancılık, yani ağaçlarla tarlaları birlikte kullanarak yapılan üretim
  • Toprağın organik karbon miktarının artırılması
  • Erozyonun önlenmesi
  • Toprağın tuzlanmasının önlenmesi
  • Toprağın topaklaşmasının önlenmesi
  • Heyelan ve doğal afetlerin önlenmesi
  • İleri su yönetimi
  • Yangınların önlenmesi
  • Asitlenme de dahil kirliliğin önlenmesi
  • Hasat sonrası kaybın azaltılması
  • Tarımda daha az enerji kullanılması

Tavsiye edilen ve hem SDG hem de NCP’lerle uyumlu olduğu görülen bu önerilere baktığımızda bunların önemli kısmının tarım ve hayvancılıkta permakültür dediğimiz yöntemi tanımladığını görüyoruz. Bu nedenle de artık hepimizin endüstriyel yöntemlerden uzaklaşarak permakültürü daha yakından tanımaya başlamamız gerektiğini düşünüyorum.


Referans: McElwee vd. 2020, doi: 10.1111/gcb.15219


16 Ağustos 2020 Pazar

COVID19 İklim Krizini durdurmada hiç mi işe yaramadı?

Bugüne geldiğimizde atmosferdeki karbondioksit oranı 1750 öncesi döneme oranla neredeyse %50 artmış durumda. Bunun etkisinin ne olacağını hala anlamaya çalışıyoruz ama basitçe şöyle söylemek mümkün. Atmosferde hiç karbondioksit olmasaydı yeryüzünün ortalama sıcaklığı -18oC olurdu. 1750’deki 280 ppm seviyesi sıcaklığın +15oC civarına çıkmasına yardım etti. Bugünkü 418 ppm seviyesi ise mutlaka +15oC’den yüksek bir ortalama sıcaklığa neden olacaktır. Bilim insanları harıl harıl bu artışın ne olacağını ve bizi nasıl etkileyeceğini anlamaya çalışıyorlar.

İnsanlar son Buzul Çağı’nın sonunda tarım yapmaya başladığında atmosferdeki karbondioksit oranı yaklaşık milyonda 280 moleküldü (280 ppm). Bu oran patlayan yanardağlarla arada değişiyor olsa da 1750 yılına kadar yaklaşık 280 ppm seviyesinde kaldı. O tarihe kadar insanlar kömür ya da petrol yakmıyor değillerdi. Yalnız bu genelde hem ısınma amaçlı oluyordu hem de insan nüfusu fazla değildi. Dolayısıyla yaktığımız bu kömür ve petrol yeryüzünün atmosferini değiştirme açısından önemli bir rol oynamıyordu.

1750 civarında ise İngiltere’de madenlerden çıkan kömürü ısınmak için kullanmanın ötesinde iş yapmak için kullanmaya başladık. James Watt kömürden çıkan ısı enerjisini işe çeviren buhar makinesini tasarladı ve üretti. Bu andan sonra da insanlık uzun zamandır elle yaptığı pek çok işi makinelere yaptırmaya başladı. Bu öncelikle insan nüfusunun hızla artmasına yol açtı. Ayrıca ısınma dışında yakılan kömür ve petrol de hızla atmosferdeki karbondioksit oranının artmasına neden oldu.

Bilim insanlarının bu modellemeleri üç temel bilgiye dayanıyor: Güneş’ten bize ne kadar enerji geliyor, yeryüzünün yüzey şekilleri ve bitki örtüsü ve atmosferde ne kadar sera gazı olduğu. Dolayısıyla bu üç unsuru da her vakit dikkatlice ölçmeliyiz. Güneş’ten gelen enerji miktarı 1980 yılından bu yana çok hafif azalıyor. Yani biz bu gezegeni ısıtırken Güneş “Aman ne yapıyorsunuz! Bari ben biraz yardımcı olayım da başınıza büyük felaketler gelmesin.” der gibi gönderdiği enerjiyi kısıyor. Ancak biz o denli fazla sera gazı salıyoruz ki sıcaklık artışı pek de ara vermeden devam ediyor.

Atmosferdeki karbondioksit oranını her yerde ölçmek mümkün ama resmi olarak Dünya Meteoroloji Örgütü üç ayrı noktada ölçüm yapıyor. Alaska, Tasmanya ve Havaii. Havaii’deki Mauna Loa Gözlemevi bunlar içerisinde en uzun süredir ölçüm yapan merkez. Bu üç merkez yapılan ölçümlerde de Kovid19 sırasında insanların yaşamında ve ekonomik hayatta görülen değişikliklerin atmosferdeki karbondioksit oranına hiç yansımamış olduğu kolayca anlaşılabiliyor.

Bunun nedenini de anlamak aslında çok zor değil. 1750’den bu yana atmosfere giderek artan bir miktarda karbondioksit salıyoruz. Dile kolay, neredeyse 270 sene. Şimdi biz bu salımlara 3-5 ay ara verdik diye her şeyin düzelip yeryüzünün cennet olacağını mı sanıyoruz? Aslında bu bile doğru değil, çünkü 3-5 ayda salımlara ara da vermedik, ülkemizdeki salımlar %10 civarında azaldı, o süre bittikten sonra da herkesin eski yaşamına dönmesi ve hatta üstüne fazla fazla salım yapması nedeniyle bu seneyi sadece %3-5 arası bir azalma ile kapatacağımız bekleniyor. Yani kısaca, bu kadar evde oturmamız neredeyse hiçbir işe yaramadı ve yaramayacak çünkü enerjimizi aynı yöntemlerle üretiyoruz, toplu taşıma kullanımını azalttık ve beslenme yöntemlerimiz tamamen aynı. Bunlarda değişiklik olmadığı müddetçe de atmosferdeki karbondioksit seviyesinde ciddi bir düşüş beklememiz gerçekçi olamaz. 

Bir de elbette 1.5 oC ısınmayı aşmamak için neler yapmamız gerektiğini söylemekte fayda var. 1.5 oC ısınmayı aşmamak için ülkemizin her sene karbondioksit salımlarını %50 azaltması gerekiyor. Kovid19 sırasındaki mecburi azalma bile sadece %3-5 seviyesinde. Düşünün daha ne kadar çaba göstermemiz gerektiğini.

11 Temmuz 2020 Cumartesi

Varoluş Savaşımız

 Küresel ısınmadan kaçmanın bir yolu yok. Isınmayı 3 derecenin altında tutabilmemiz mümkün değil. 3 derece ve üzeri ısınma da geleceğin bugünden çok farklı olacağı anlamına geliyor. Bu farka rağmen yaşamayı becerenler kalacak, beceremeyenler de sorun yaşayacak.

Devletler önce Kyoto Protokolü, sonra da Paris Anlaşması denilen yapılarla bizi oyalamayı başardılar. Paris Anlaşması’nın geçerlik süresi 2030 yılının sonuna kadar. Şimdiye kadar ortaya konan taahhütler yerine getirilecek olsa bile 2030 yılında atmosferi en az 2 derece ısıtacak kadar karbondioksit atmosfere salınmış olacak.Tabii sorun burada da bitmiyor, çünkü Paris Anlaşması 2030 yılında tüm sera gazı salımlarının sıfırlanmasını öngörmüyor. Bu da ısınma 2 derecenin de üzerine çıkacak demek.

Size basit bir hesap: 2050 yılında Türkiye’nin karbondioksit salımlarını 1 ton gibi sembolik bir seviyeye düşürebilmesi için bu seneden itibaren, her sene salımlarını yaklaşık yarıya (%49) düşürmesi gerekiyor. Bu seneyi harekete geçmeden geçirirsek, seneye net %50 azaltıma başlamamız gerekiyor, sonraki seneyi beklersek %52. Adım atmadığımız her sene atacağımız adımların daha da sert olması sonucunu doğuracak. Sizce dünyada böyle bir eğilim var mı? Haklısınız, yok, ben de aynı kanıdayım. O zaman 2050 yılında Dünya’yı karbondioksitten arındırmanın bir yolu yok. 2050 yılına kadar da sıfır karbona düşmediğimizde Dünya’nın 4 derece ısınacak olması neredeyse kesinleşmiş olacak.

“Ama nasıl olur? 2050’de sıfır karbon olursak çözülecekti hani sorun?” derseniz, size bir haberim var, çok fena kandırıldınız. Eski Exxon-Mobil Genel Müdürü, sonra da ABD Dışişleri Bakanı olan Rex Tillerson, “Ben mühendisim, çok akıllıca bir çözüm bulacağımıza inanıyorum.” diyordu. Evet, devletler politikalarını tam da bunun üzerine kuruyorlar. Şimdi masayı sallayıp dengeleri fena halde bozacak önlemler almak yerine, bırakalım her şey böyle yürüsün, ileride bir noktada nasılsa zeki insanlar bir çözüm bulup bizi bu problemden kurtarırlar, diyorlar.

Zeki insanlar (hatta çok zeki olmaya da gerek yok) bir çözüm buldular bile: “Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakın, bunların alternatifleri var ve daha da ucuz olmaya başladı bile.” Bu yapısal dönüşümde varlıklarını kaybedecek tüm sektörler ise sizi bunun imkansız olduğuna inandırmaya çalışıyor. Daha da kötüsü Karbon Tutma ve Saklama (Carbon Capture and Storage) gibi bir şeyin mümkün olduğuna ve gelecekte çok geniş alanlarda kullanılacağına dayanarak bugün harekete geçmemeyi açıklayabiliyorlar. Karbonu tutup yer altında saklamanın bir yolu var. Doğa bunu milyonlarca yıl önce keşfetti: Kömür yapmak, sonra da bu kömürü yerin epey altına gömmek. Yalnız bunun yapılabilmesinde bir sorun var, o da kömürü yaktığımızda elde ettiğimiz enerjinin aynısını, hatta biraz daha fazlasını harcayarak karbondioksidi karbon ve oksijen olarak iki parçaya ayırmak. Bu kadar uğraşacağımıza hazır yerin altında duran kömür, petrol ve doğal gazı çıkartmaktan vazgeçsek? Yok, olmaz! Önce onu çıkartıp yakalım, biz paramızı kazanalım, sonra kuracağımız şirket de çıkan bu gazı yerin altına tepmek için sizden biraz daha para kazansın.

Sonuçta kolayca görebileceğiniz gibi, işimiz bitmiş durumda. Ne gönülsüzce yapılan Paris Anlaşması, ne mühendislik çözümleri ne de karbondioksidi toprağın altına gömmek bizi kurtarabilir artık. Sibirya’nın kutup dairesinin içindeki bir bölge geçen hafta 38 dereceyi gördü. Burası Adana değil, Sibirya, 38 derece, dile kolay. Toprağın altındaki metanın ne hızla eriyip yüzeye çıkmakta olduğunu anlatmıyorum bile. Sibirya, 38 derece.

Geçen senenin Temmuz ayından bu senenin Haziran ayının sonuna kadar sıcaklıklara baktığımızda Avrupa’nın 1.35 derece ısınmış olduğunu görüyoruz. Biz Paris Anlaşması’na göre sıcaklık artışını 1.5 derece ile sınırlamıyor muyduk? Bir yandan sıcaklık artıyor, öte yandan biz kömür yakmaya devam ediyoruz. Perhiz? Lahana turşusu?

Dünya Meteoroloji Örgütü, böyle devam edecek olursak 5 sene içerisinde 1.5 derece ısınma seviyesini geçmiş olacağımızı söylüyor. 2025 senesinde. Neden biliyor musunuz? Çünkü birileri bizimle dalga geçiyor. Bizi susturmak için çözümlerin olduğunu, panik yapmamamız gerektiğini, ekonominin iklimden daha önemli olduğunu falan söylüyorlar. Şimdiye kadar inandık ve dinledik, ama ne yazık ki artık bunu engellemek için çok geç.

Antarktika 1750’den bu yana değil, son 30 senede 1.5 derece ısındı, Dünya’nın geri kalanının 3 katı hızla, böyle devam ettiğinde ne olacak biliyor musunuz? Eriyecek. Eridiği zaman da deniz seviyesi hayal bile edemeyeceğimiz kadar yükselecek. Atmosferde en son bu kadar karbondioksit olduğunda, 3.3 milyon sene önce sıcaklıklar ortalama 3-4 derece daha fazlaydı, deniz seviyesi ise bugünkünün 20 metre üzerindeydi. Oraya doğru gidiyoruz.

Ne yapmalı? Aslında bu, cevabı en kolay soru. Üzerimize bir felaket geliyor. Kaçıp saklanabileceğimiz bir yer yok. Hiçbir şey yapmazsak hepimizi öleceğiz. Bunu anlıyorsunuz değil mi? İnsan neslinin tükenmesinden bahsediyoruz. O zaman yapılacak tek şey birlikte bu gelen felakete karşı savaşmaktır. Bu da kömür santrallerine, kömür santrallerine kömür taşıyan kamyonların önüne yatmak falan değil. O 30-40 sene önce yapılsaydı işe yarardı. Şimdi artık el ele ve birbirimize destek olarak gelen felakete uyum sağlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Aramızdaki sorunlar neyse, onlar bu gelen felaketle kıyaslandığında hiçbir önem taşımıyor. Hani hep diyoruz ya “zaman artık birlik zamanıdır”. Evet, artık zaman gerçekten birlik zamanı. Sırt sırta durursak insanlık olarak iklim krizini de yenebiliriz, bu savaş artık ideoloji veya zenginlik için değil, varoluş için yaptığımız bir savaştır ve bu savaşı kaybedemeyiz. 


21 Haziran 2020 Pazar

İklim Krizini Nasıl Durduruz?

“İklim krizini nasıl durdurabiliriz?” sorusunu sormadan önce isterseniz daha can alıcı soruyu soralım: “İklim krizini durdurmalı mıyız?” Çoğunuz, “Saçma bir soru, elbette durdurmalıyız.” diyeceksinizdir. Ancak madem durdurmalıyız, neden senelerdir bu yolda çözüm getirici adımlar atılmadı? Demek ki birileri, hem de yüksek yerlerde oturan birileri sizin ya da benim kadar iklim krizinin durdurulması gerektiğine inanmıyor. Peki, neden inanmıyor?

Bunun iki ana nedenini düşünebiliriz: Bulunduğu ortam ve koşullar inanmasına izin vermiyor ya da iklim krizinin sonuçlarının yeteri kadar kötü olacağına inanmıyor. İlki nispeten kolay, bir devletin veya şirketin başında olduğundan, iklim krizini durdurmak için atacağı adımlar çoğu yerde alışılmışın ötesine geçeceğinden, ya da zor olacağından bulunduğu pozisyonun kudretini veya kazançlılığını tehlikeye atabilecektir. Bu nedenle de pozisyonunu tehlikeye atmak istemiyor. Bu doğru bir yaklaşım olmasa da anlaşılabilir bir yaklaşım.

İklim krizinin sonuçlarının yeteri kadar kötü olacağına inanmamak ise çok daha büyük bir problem. Bunun daha küçük kısmı olan cahillik ve umursamazlığı fazla konuşmamıza gerek yok ancak cahil ve umursamaz olmayan, yani konuyu önemseyerek öğrenen ve bu öğrendikleri sonucunda bilinçli bir tercih yaparak sonuçların kötü olmayacağında karar kılanlar en tehlikeli grubu oluşturuyorlar.

İklim krizinin bize ve doğaya fazla zarar vermeyeceğini düşünenler bu kanıya nereden varıyorlar? Bu inanca sahip olanları da kabaca iki gruba ayırabiliriz: İklim krizi felakete dönüşmeden teknolojinin bir çözüm bulacağını düşünenler ve iklim krizinin kötü olduğunu ama bir felakete dönüşmeyeceğine inananlar.

Öncelikle ilk grubu ele alalım ve teknolojinin iklim krizine neden çözüm bulamayacağını açıklamaya çalışalım. İklim krizinin temelinde şu anki yaşam tarzımızın enerji gereksinimi var. Yani, yaşadığımız hayatı sürdürmek için bu kadar fazla enerji tüketmemiz gerekmese iklim krizi diye bir problemimiz de olmazdı. Ne yazık ki enerji yoktan var edilemiyor ve enerji üretim yöntemleri de kısıtlı. Dünyadaki enerjinin neredeyse tamamı da bize Güneş’ten geliyor. Güneş enerjisini sınırsız kabul edebiliriz, güneş enerjisinden kaynaklanan rüzgar ve hidroelektrik gibi kaynakları da aynı kategoriye koyabiliriz, ama kömür, petrol ve doğal gaz gibi bir enerji kaynağı daha yok. Onlar da milyonlarca yıl boyunca bitkilerin biriktirdiği güneş enerjisinden oluşuyor. Bittikleri zaman da yenilenebilir değiller ve ayrıca problemin sebebi de kömür, petrol ve doğal gaz yakmamız. Şunu tamamen içimize sindirmemiz gerekiyor: Kömür, petrol ve doğal gaz gibi yeri kazıp çıkartıp yakacağımız ve bize enerji verecek bir madde daha yok ve olmayacak da. Bu teknolojinin bir eksikliği değil, doğanın yapısı böyle. Ancak mesela; önümüzdeki 20 sene içerisinde buradan Jüpiter’e gidip, atmosferinden hidrojen toplayıp Dünya’ya geri getirip o hidrojeni yakıt olarak kullanmamızı sağlayacak dev uzay tankerleri üretebilirsek çözülür. Yalnız yerden sadece 400 km yukarı çıkabildiğimizi ve Jüpiter’e gitmek için de 2 milyar kilometre yol gitmemiz gerektiğini hatırlayacak olursak, 20 sene içerisinde öyle bir teknoloji geliştirmemizin mümkün olmadığını anlayabiliriz.


Peki Güneş’in yaptığı gibi füzyon ile enerji üretmeyi denesek? Evet, 1950 yılından beri bunu deniyoruz. 1950’de “Bu teknoloji 20 sene içerisinde gerçekleşecek.” deniyordu; 2020 yılında yapılan açıklamalar da aynı şeyi söylüyor. Dolayısıyla kitlesel anlamda enerji ihtiyacımızı gidermek için füzyon gibi teknolojilere de bel bağlamayın.

“Kömür yakmaya devam edelim ama çıkan karbondioksidi yakalayıp yerin altına gömelim.” derseniz karşımızda iki problem var. Öncelikle kömür, petrol ve doğal gaz bitiyor. Sonunu biz görmeyebiliriz, ama çocuklarımızın ya da torunlarımızın göreceği neredeyse kesin. O nedenle de bu fikir bizim neslin enerji sorununu çözebilir belki ama geleceğin değil. Ayrıca karbondioksidi çıkamayacağı bir şekilde yerin altına gömmek aslında çok zor bir teknoloji gerektirmiyor, ama bunu gerçekleştirmek o denli pahalıya geliyor ki o zaman da kömür yakmaya değmiyor. Ucuza mal etmeye çalıştığınızda da çoğu ucuz malda olduğu gibi, kaçıp atmosfere çıkma riski kabul edilemez derecede artıyor. Devletler, Paris Anlaşması gibi durumlarda kömür yakmaktan vazgeçmemek için karbonun bir gün yer altında saklanabileceği üzerine planlar kuruyorlar, yalnız bu teknoloji üzerinde senelerdir çalışmalarına rağmen deneysel çalışmalar haricinde en ufak bir ilerleme sağlanamıyor.

Peki karbondioksidi havadan yakalayıp kimyasal olarak saklasak? Senede atmosfere 50 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Bu kadar karbondioksidi kireç taşına dönüştürmek için yaklaşık 60 milyar ton kalsiyum oksit gerekir. Dünyadaki üretim ise bunun sadece %0.6’sı. Yirmi yılda bunu 140 katına çıkartmak imkansız değil ama inanılmaz derecede pahalıya gelir.

Kısacası, teknoloji kömür, petrol ve doğal gaz yerine bir yakıt üretmekte de çıkan karbondioksitten kurtulmakta da bizim yardımcımız olamıyor. Bulutlara kükürt dioksit tozu serpiştirerek güneş ışığını kesmek gibi jeomühendislik çözümleri de bir yandan çözdüklerinden fazla sorun yaratıyorlar, diğer yandan da atmosferde artan karbondioksidin yarattığı problemin dışa vurumunu engellemeye çalışıyorlar, kendisini değil. Kıyaslamak çok hoş değil ama bu Kovid19 günlerinde ateşi çıkan bir hastaya sadece aspirin vererek eve göndermeye benziyor.

İklim krizinin kötü olduğunu ama bir felakete dönüşmeyeceğini düşünenler de fena halde yanılıyorlar. İklim modellerinin her geçen sene daha kötü sonuçlar vermesinin ötesinde karşımızdaki felaketler de iklim modellerinin tahminlerinden daha hızlı ilerliyorlar. Bu nedenle elimizde her şeyin “çok da kötü olmayacağına” dair herhangi bir veri yok, tersine veriler ise her geçen gün artıyor.

Yazımıza “iklim krizini nasıl durdururuz?” diyerek başlamıştık ve nasıl durdurulamayacağını anlattık. Ama bu da bizi çözümle baş başa bıraktı. Bu krizi durdurmanın kömür, petrol ve doğal gaz kullanımına son verirken enerji yoğunluğumuzu da azaltmaktan başka yolu yok. Yani hem bu kadar enerji tüketmeye devam edip hem de iklim krizinin bize zarar vermeyeceğini düşünmek hayaldir, hem de en kısa zamanda vazgeçmemiz gereken bir hayal. Enerji tüketimimizi kısıtlamak ve bununla birlikte hızla enerjiyi yenilenebilir kaynaklardan üretmeye yönelmek tek gerçekçi çözümdür.

11 Nisan 2020 Cumartesi

Sürdürülebilirlik yolunda devletlere düşen görevler

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkelerin katılımıyla New York’ta Eylül 2015’te kabul edildi. Bunun en kıymetli yanı tüm ülkelerin bu amaçların arkasında durmayı kabul etmiş olmasıdır. Bu amaçlar dünyadaki tüm insanların sürdürülebilirlik yolunda varmayı hedeflediği noktayı bize gösteriyor ancak insanların bu yolda yürümesini sağlayacak olanlar da devletlerdir.

Sürdürülebilirlik yolunda atmamız gereken adımlara baktığımızda bu adımların gerek yatayda gerekse de dikeyde toplumun tamamını ilgilendirdiğini kolayca görebiliriz. Çokça duyduğumuz yorumlardan biri “ama bu amaçlar çok fazla, biz iyisi mi bunlardan birkaçını seçip onlara yoğunlaşalım” şeklindedir. Ne yazık ki sürdürülebilirlik bize bu imkanı tanımıyor. Ülkedeki fakirliğe, eğitim ve sağlık problemlerine fazla önem vermeyip sorunların sadece inovasyon ve teknoloji ile çözüleceğini düşünmek hayalperestlikten başka bir şey değildir. Bu amaçlar tüm ülkelerin üzerinde anlaştıkları en küçük seti oluşturmaktadır. Her ülkenin doğal olarak sürdürülebilirlik yolunda bu setin ötesinde amaçları da olacaktır ve olmalıdır. Ancak devletlere düşen en önemli görev, hiçbir bireyi geride bırakmadan bu amaçlara varılması yolunda organizatör olmaktır.

Yalnız, devlet dediğimiz zaman aslında karşımızda kamuyu temsil eden çeşitli kuruluşları görüyoruz. Bakanlıkların, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının ve yerel yönetimlerin sürdürülebilirlik açısından bakıldığında atması gereken adımlar fazlasıyla çeşitlidir.

Basit bir örnek vermek gerekirse: Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının 11. maddesi Sürdürülebilir Şehirler başlığını ele alır. Bu amacın altında belirlenen 6. hedef ise “2030 yılına kadar şehirlerin çevreye olan etkisini azaltın. Bunu da hava kalitesine, belediyelerin ve diğer atık toplama yönetimlerin çalışmalarına özel dikkat göstererek yapın” diyor. Burada hedeflenen şehirlerdeki çevresel koşulların ve hava kalitesinin artırılması, çöplerin düzgün toplanması ve ayrıştırılması. Gelin bunun sadece en son kısmına bakalım:

Çöplerin düzgün toplanması ve ayrıştırılması. Diyelim bir büyük şehirde yaşıyorsunuz. O zaman bir büyükşehir belediyeniz, bir de ilçe belediyeniz bulunuyor. Çöpünüzün mahallenizden toplanması ilçe belediyesinin, ayrıştırılması ve doğru bertaraf edilmesi ise büyükşehir belediyesinin görevi. Görevlerdeki bu ayrımı sağlayan ve kontrol eden de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Yani merkezi hükümet yerel yönetimlerin bu konudaki sorumluluklarını belirleyen kuralları koymakla sorumlu, büyükşehir belediyesi çöpü ayrıştırıp bertaraf etmekle, ilçe belediyesi bu çöpü toplamak ve taşımakla, siz ise bu çöpü doğru biçimde belediyenin toplayabileceği bir şekilde hazırlamakla sorumlusunuz. Bu sorumluluk halkasında oluşabilecek herhangi bir hata bu sürdürülebilir kalkınma hedefinin yerine getirilememesine yol açabilir.
Şimdi tek tek bu başlık altında karşımıza çıkabilecek problemlere bakalım. Mesela, siz evde çöpünüzü ayrı topladınız ve evsel atıkla geri dönüştürülebilir atığı ayrı konteynerlere atmak veya en azından çöp toplama sistemine ayrı ayrı vermek istiyorsunuz, ama ilçe belediyesi böyle bir hizmet sunmuyor. Ne yapacaksınız? Veya siz bunları tamamen doğru yaptınız, ilçe belediyesi de çöpleri ayrı ayrı topladı, fakat büyükşehir belediyesi ayrım işlemi yapmadan çöplerin tamamını boş bir araziye döktü. Ne yapmak gerekli? Ya da herkes görevini yerine getirdi, ama siz geri dönüştürülebilir atıkla evsel atığı ayrıştırmadan çöpe attınız. Kolayca görebileceğimiz gibi, çöpün oluştuğu noktadan itibaren sürdürülebilir bir atık sisteminin oluşabilmesi için tüm sorumluların üzerlerine düşen yükümlülüğü bilmeleri ve yerine getirmeleri gerekiyor.


Peki tüm bunlar yeterli mi? Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları 11.6’ya göre yeterli. Ama sürdürülebilirlik açısından yeterli mi? İşte burada kurum ve kuruluşların esas sorumlulukları devreye girmek zorunda. Çöpün düzgünce toplanmasını ve ayrıştırılmasını neden istiyoruz? Öncelikle insanların yaşadığı çevrenin temiz olabilmesi için. Ülkemizin çoğu yerinde düzenli çöp toplama hizmeti veriliyor. Oysa dünyanın özellikle az gelişmiş ülkelerinde böyle bir hizmet söz konusu değil. Dolayısıyla çöplerin düzenli olarak toplanabilmesi açısından bizim hedefimiz %100 olmak zorunda. Az gelişmiş ülkeler de bu hedefi kendi durumlarına göre belirlemeliler. Çöplerin ayrıştırılması ise malzeme kullanımında sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi amacını taşıyor. Çöplerin içinde geri dönüştürülebilecek malzeme ile dönüştürülemeyecek malzemeyi ayrı toplayacak olursak ne olacak peki? Bugün ne oluyor? Çöpler birlikte toplandığında merkezden epey uzaktaki bir ayrıştırma merkezine kadar birlikte taşınıyor, orada ayrıştırılıyor. Geri dönüştürülemeyecek kısmı ya yakılıyor ya da gömülüyor, geri dönüştürülebilecek kısmı da büyük ihtimalle epey bir mesafeki geri dönüştürme tesisine taşınıyor. Oysa çöpler ayrı toplanacak olsa bu taşıma sorunu büyük ölçüde çözülmüş olurdu.

Ama burada çok daha temel bir sorunumuz var. Ülkemizde atık konusu bu kısıtlı bağlamda irdeleniyor. Sıfır atık politikası dediğimizde anladığımız şey ise aynı bu yukarıda tanımladığımız usul. Çöpün kaynağında ayrılması, düzgün bertarafı ve geri dönüştürülebilen kısmının ekonomiye kazandırılması. İşte devletin sürdürülebilirliğe katkısı bu noktada gerekli, çünkü bu sistem sürdürülebilir değil. Az gelişmiş bir ülke bu kadarını yapacak olsa onlar için büyük bir aşama sayılabilir fakat bizim gibi bir devletin bununla yetinmemesi gerekiyor. Unutmayalım, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları sadece bir minimumu bize gösterir. Devletlerin ve yerel yönetimlerin görevi bunların içinden istediklerini uygulamak değil bu amaçları sürdürülebilirlik yolunda geliştirmek ve ilerletmektir.

Mesela çoğumuzun kullandığı poşet çayların kaç kat ambalajla bize ulaştırıldığını biliyor musunuz? En az beş desek? Bu çay kutuları büyük kutular içerisinde marketlere taşınıyor. Sonra kutunun etrafını saran bir de jelatin var. Sonra her bir çay poşeti ayrı ayrı kağıt kılıflara sarılmış durumda, bir de poşetin kendi bez yapısı var. Bunun tamamına gerek var mı? Asıl devlet düzenlemeleri halka satılan mamullerde gereksiz ambalajı azaltarak atık üretmemek üstüne kurgulanmamalı mı?
Ülkemiz binlerce yıldır tarım yapılan bir bölgede yer alıyor. Bunca senedir sürekli kullanılan topraklarımız artık yorulmuş durumda. Bu toprağa atılan kimyasal gübre de artık toprağın verimini artırmaya yetmiyor. Oysa evdeki uygun besin atıklarından kompost yaparak toprağımızı zenginleştirmek elimizde. Yalnız bir problem var, çoğumuz şehirlerde yaşıyoruz ve olsa olsa kent bahçelerinde toprağa dokunuyoruz. Yerel yönetimler bizden geri dönüştürülecek atıklar yanında kompost yapılacak atıkları da ayrı toplasa, kompost uygulamasından sonra kent çevresindeki tarımsal alanlara bunu verse ve tarımsal çabanın daha az kimyasal içermesine katkıda bulunsa güzel olmaz mı? Çok güzel olmanın ötesinde hem atık miktarımızı azaltırız, hem de SKA 11.A’da istendiği gibi şehirle, şehir çevresinde yaşayan kırsal arasında da önemli bir bağ kurmuş oluruz.

Sürdürülebilirlik açısından bakıldığında aslında bizim neredeyse hiçbir şeyi çöpe atmamamız gerekiyor. Nesneleri yenileyerek kullanmalıyız, tamir ederek kullanmalıyız, bizim işimiz bittiğinde başkaları kullanmalı, başka işlere de kullanmalı ve en sonunda, yapacak hiçbir şey kalmadıysa geri dönüşüme atmalıyız. Geri dönüşüm ilk değil son çare olmak zorundadır. Şirketlerin uyguladığı planlı eskitme stratejisine kullanıcı olarak biz karşı çıkamayabiliriz ama kanunlar bu stratejinin uygulanabilmesini zorlaştırabilir. Devletlerin sürdürülebilirlik açısından en büyük katkısı da bu noktadadır. Sürdürülebilirlik sonsuza kadar büyümek değildir. Sürdürülebilirlik elimizdeki kaynakları sonsuza kadar idare etmektir. Bunun için de eskiyenleri atmak değil onarıp yeniden kullanabilmek gerekir. Bunu sağlayabilmek için de devletin bu anlayışa sahip olması gerekir. 

Atık örneğinden yola çıkarak sürdürülebilirlik bağlamında bireylere, yerel yönetimlere ve devlete düşen ödevleri açıklamaya çalıştım. Bunu Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının herhangi bir başlığından da başlayarak yapabiliriz. Atık problemi sürdürülebilirliğin karşısındaki büyük problemlerden bir tanesi ama daha bir sürü problemimiz de var.

1 Nisan 2020 Çarşamba

Gezegenimizin Sınırları

 

İnsan nüfusu son Buzul Çağı’ndan çıkıldığında yaklaşık 4 milyondu. Bu sayı milattan önce 1000 yılında 50 milyonu, milattan sonra 1000 yılında 300 milyonu buldu. İnsan nüfusu ve o nüfusun doğayı etkileyebilme kapasitesi bu ölçekte kalmış olsaydı gezegenin sınırlarından bahsetmenin fazla bir gereği yoktu. Ancak insanlık hem sayısal anlamda hem de doğaya etki bağlamında büyüdüğü için bugün artık “Gezegenin sınırlarına ulaştık mı?” sorusu her açıdan dikkatle incelememiz gereken bir konu.



Bilim insanları tarafından dikkatlice incelenen bu sınırlardan bazılarına çok yakınız, bazıları ise daha tehlike içerisinde değil. Bu sınırları en yakın ve en tehlikeliden başlayarak sıralayalım:

1. İklim Değişikliği:

18. Yüzyılın başından bu yana endüstriyel anlamda kömür çıkartıp yakıyoruz. Buna daha sonraları petrol ve doğal gaz da eklenince atmosfere saldığımız karbondioksit gazının (CO2) miktarı her geçen gün artmakta. CO2 atmosferden görünür ışığın girmesine engel olmadığı için güneşin dünyayı ısıtmasına engel olmaz. Ancak ısınan dünya ısısını kızılötesi ışıma ile uzaya yaymaya çalıştığında CO2 buna engel olur. Bu nedenle CO2 gibi gazlara sera gazları diyoruz. Aynı gruba doğal gazın ana bileşeni olan metan gazı, ozon ve diazot monoksit gazı da girmektedir. Yalnız bu sera etkisine en fazla CO2 gazı neden olduğundan iklim değişikliğinin ana sorumlusu CO2 gazıdır diyebiliriz.  

Saldığımız tüm sera gazları ile birlikte karşımıza çıkan en önemli tehdit, bu kararlı iklimin bozulması ihtimalidir. Eğer şu anda yapmakta olduğumuz salımlara aynen devam edecek olursak bu yüzyılın sonuna kadar küresel ortalama sıcaklıkların yaklaşık 4-6 oC aralığında artması beklenmektedir. Bunun bizim açımızdan anlamı, son 12000 yılda insanlığın bugünkü haline gelmesine önemli katkıda bulunmuş olan kararlı iklimin ciddi biçimde kararsızlaşmasıdır.

2. Deniz Sularının Asitlenmesi:

Küresel iklim değişikliğinin nedeni atmosferdeki sera gazlarının oranındaki artıştır. Bu sera gazlarının başında ise CO2 gelir. Gazlı içeceklerden de bildiğimiz gibi atmosferdeki CO2 suyun içerisinde çözülerek karbonik asit oluşturur. Atmosferde ne kadar fazla CO2 varsa, o kadar fazla CO2 suyun içerisinde çözülerek suyun asitlenmesine neden olur. Bugün için atmosfere saldığımız CO2 gazının yaklaşık %25’i denizler tarafından emilmektedir.

Denizde yaşayan canlılar deniz suyunun sıcaklığına ve asitliliğine karşı çok hassastırlar. Denizlerdeki besin piramidinin temelini oluşturan mikroskobik kabuklu planktonlar suyun pH oranına son derece hassas yapıdadırlar. Bu canlıların CO2 kimyası açısından iki önemli faydası bulunmaktadır. İlki, bu canlılar deniz suyundan aldıkları karbonik asidi kalsiyum ile birleştirerek kendilerine kabuk yaparlar. Öldükleri zaman da deniz dibine çökerek kabuklarındaki kalsiyum karbonatı uzun süreliğine karbon döngüsünden çıkartmış olurlar, yani bu canlılar doğanın CO2 yutaklarıdır.  Bu tür planktonların önemli ikinci faydaları da fotosentez yaparak deniz suyundaki CO2 oranını düşürmeleridir. Bu, doğanın en önemli denge mekanizmalarından biridir.

Ancak deniz suyunun asitlenmesi bu canlıların kabuk yapmalarına engel olmaktadır. 1990-2010 aralığında dünya denizlerinin ortalama pH değeri 8.13’ten 8.08’e düşmüştür. Atmosferdeki CO2 oranındaki artış böyle devam edecek olursa bu denizlerdeki pH değeri 21. yüzyılın sonunda 7.8 seviyesine düşecektir. Bu da denizlerde yaşayan fitoplanktonların artık kabuk yapamaz hale gelmesi anlamını taşır.

3. Stratosferdeki Ozon İncelmesi:

Güneşten dünyaya gelen ışımanın %9’luk kısmı mor ötesi ışıma olarak dünyaya ulaşmaktadır. Işığın dalga boyu kırmızıdan mora doğru değiştiğinde enerjisi de artar. Mor ötesi ışımanın taşıdığı enerji kırmızı ışığın taşıdığı enerjinin birkaç katıdır. Bu nedenle morötesi ışınları taşıyan fotonlar canlıların derilerine ulaştıklarında buradaki hücrelerde hasara yol açabilirler.

Atmosferimizde bulunan ozon gazı bu morötesi ışınların çoğunun geçmesini engelleyerek  yüzeydeki canlıları zarardan korur. Gelişen teknolojiler içerisinde soğutma gazı ve püskürtme gazı ihtiyacına karşılık vermek için üretilen kloroflorokarbon (CFC) bileşiklerinin atmosferde yükselerek ozon tabakasına zarar verdikleri 1980’lerin başında ortaya kondu.

Kloroflorokarbon bileşikleri 1987 yılında imzalanan Montreal Protokolü ile kullanımları yasaklandı. Azalan kloroflorokarbon kullanımına rağmen bu bileşiğin atmosferde uzun süre kalabilmesi nedeniyle ozon tabakasındaki incelme sadece yavaşlamıştır. 2020’lerden sonra bu incelmenin durup doğanın kendisini yavaş yavaş tamir edeceği ve gezegenin güvenli sınırlarına geri döneceği beklentisi vardır.

4. Biyoçeşitlilik Kaybı:

Dünyada biyolojik çeşitlilik şimdiye kadar yanardağ patlamalarından göktaşı çarpmalarında kadar değişen nedenlerle en az beş kez sekteye uğramıştır. Bu olayların tamamında dünyadaki canlı türlerinin sayısı ciddi anlamda azalmıştır. Bu olayların her birinden sonra hayatın eski canlılığına kavuşması milyonlarca yıl sürmektedir. Bu nedenle biyoçeşitlilik kaybı en önemli gezegensel sınırlardan biridir.

Canlı yaşamı tüm dünya sistemindeki kararlılığın en önemli unsurlarından biridir. Genetik çeşitlilik canlıların milyarlarca yıldır üzerinde yaşadığı kaya parçasında tutunabilmesinin en önemli nedenidir. Ortaya çıkabilecek felaketler bir canlı türünü yok edecek olsa bile bir diğer canlı türü bu felakete dirençli olmasını sağlayacak genetik yapısından dolayı hayatta kalmayı başarmıştır.

5. Karasal Alan Kullanımındaki Değişim

Tohumlardan bitki üretmeyi öğrendiğimiz andan bu yana dünyanın buzla kaplı olmayan kara alanlarının yaklaşık %40’ı insan nüfusunu beslemek için tarım alanına ve barındırmak için şehirlere dönüştürülmüştür. Doğal alanlardaki bu azalma biyolojik çeşitliliğin azalmasının ardındaki ana nedenlerden de biridir. Bu nedenle karasal alan kullanımındaki değişim de gezegenimizin sınırlarından bir tanesidir.

Karasal alan kullanımındaki değişimin en önemli götürülerinden biri orman alanlarının kaybıdır. Tropik orman alanları hem biyolojik çeşitliliğe sahip olmaları hem de karbon yutağı olmaları nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Son yirmi yılda artan bir şekilde tropik kuşakta yer alan Amazon, Kongo ve Endonezya tropik ormanları ticari tarım ve hayvancılığın baskısı altındadır.

6. Tatlı Su Kaynaklarındaki Azalma:

Dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Ancak bunun çok küçük bir kısmı bizim kullanabileceğimiz tatlı sudur. İklim değişikliği, ormansızlaşma ve çevre kirliliği gibi faktörler zaten kısıtlı olan tatlı su kaynaklarını daha da tehlike altına sokmaktadır. Özellikle içinde yaşadığımız Akdeniz Havzası’nda 21. yüzyılın sonunda bugünle kıyaslandığında tatlı suya ulaşım imkanı %50 oranında azalacaktır. Tatlı su akışının %25 ve daha fazla kısmını kaybeden bölgelerde ekosistemlerin ve tarımsal besin kaynaklarının tehlikeye girmesi kaçınılmazdır. Tatlı su kaynaklarındaki azalmayı gezegensel sınırlar açısından önemli bir problem haline getiren de karasal biyolojik sistemlerin tatlı suya olan vazgeçilmez bağımlılığıdır.

İnsan nüfusunun artışı ve her insanın ihtiyacı olan suya kavuşması gerekliliği bir arada değerlendirildiğinde gelecekte bugünkü tatlı su kullanımından çok daha yüksek değerlere ulaşacağımız çok büyük bir ihtimaldir. Bundan dolayı tatlı su kullanımının küresel bazda düzenlenmesi ileride oluşabilecek politik sorunların da önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır.

7. Biyojeokimyasal Döngülerdeki Değişiklikler:

İnsanlığın tarımsal üretimi doğanın sağladığından çok daha fazla azot transferi gerektirdiğinden teknolojik olarak havadan bitkilerin metabolize edebilecekleri nitrat veya amonyak gibi azot bileşikleri elde etmenin yolları icat edilmiştir. Bugün insanlık doğada mikroorganizmaların sağladığının yaklaşık iki katı azotu tarımsal gübre olarak toprağa bırakmaktadır.

Toprağa koyduğumuz gübre toprakta kalacak olsaydı bu önemli bir sorun yaratmazdı. Ancak toprağa atılan aşırı gübrenin yaklaşık yarısı vahşi sulama ve doğal yağışlarla birlikte deniz ve göllere taşındığından karşımıza ciddi bir sorun olarak çıkar. Bu aşırı gübrenin diğer yarısı da başta kuvvetli bir sera gazı olan diazot monoksit olmak üzere çeşitli azot bileşikleri halinde atmosfere geri döner.

Gübre olarak toprağı beslemekte kullanılan bir diğer element de fosfordur. Yer altında çıkan fosfor bitkiler tarafından kullanıldıktan veya aşırı gübre olarak denizlere taşındıktan sonra çökelerek yerkürenin, yani kayaların bir parçası olur. Yalnız fosfor konusunda karşımızda iki tür gezegensel sınır vardır. Bu sınırların ilki, aynı azot bileşiklerinde olduğu gibi, fosforun da deniz ve göllerde alg ve yosunların hızlı büyümesine neden olup çevrelerindeki canlı hayatı ve çeşitliliği yok etmesidir. Ayrıca karbon ve azottan farklı olarak fosfor tükenebilir bir kaynaktır. Şu an tarımda kullanıldığı oranda fosfor kullanılmaya devam edecek olursa dünyadaki fosfor yataklarının önümüzdeki 50-100 sene içerisinde tükenmesi beklenmektedir.

8. Atmosferdeki Aerosol Miktarındaki Artış:

Aerosoller atmosferdeki küçük parçacıklardır. Bu parçacıklar katı veya sıvı olabilirler. Aynı zamanda bu parçacıklar doğal veya endüstriyel yollarla üretilmiş olabilirler. Doğal yolla atmosfere karışan aerosollerin başlıca üretim yeri denizlerdir. Dalgaların köpüklerindeki tuz kristalleri rüzgarlar tarafından taşınarak atmosferdeki aerosollerin önemli bölümünü oluşturur. Aynı zamanda büyük orman yangınları ve yanardağ patlamaları da atmosfere aerosollerin çıkmasına neden olurlar. Dolayısıyla aerosoller hava kirliliğinin en önemli sorumlusudur.

9. Kimyasal Kirlilik:

Gezegensel sınırlar açısından sayılara en zor dökülebilen sınır kimyasal kirliliktir. Bu kirliliğin kaynakları çok çeşitli olduğundan sebeplerini belirlemek çok zordur. Bu kimyasalların etkileri de çok değişik olduğundan sonuçlarını öngörebilmek neredeyse imkansız olabilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta, bu kimyasalların üretildikleri zamanda verecekleri zarar konusunda kimsenin bilgi sahibi olmamasıdır. Bu nedenle kimyasal kirliliğe yol açan maddeleri sınıflandırmak ve sınırlandırmak açısından sınırlar belirlemek kolay değildir. Ancak kimyasal kirlilik alanında alınması gereken en temel önlem kimyasal maddelerin doğada bulunmalarına dikkat etmek ve bu maddelerin doğada bulundukları konsantrasyonu aşmamaktır.

Gezegenin sınırları olarak sıraladığımız bu maddeler bize insanlığın gelişmesinin önündeki ekolojik sınırları veriyor. Yani insanlık ne denli gelişirse gelişsin, bu sınırlar içerisinde kalma prensibini ekonomik büyümenin önüne koymak zorundadır, çünkü insanlar birbirleriyle pazarlık edebilirler ama doğa ile pazarlık mümkün değildir. Bu ekolojik sınırlardan biri ya da birkaçı kalıcı olarak aşılacak olursa doğaya ve dolayısıyla da insanlığa geri dönülemez zararlar verilmesi kaçınılmazdır. Bu gezegensel sınırların birçoğu da birbirleri ile iç içe geçmiş olduklarından sadece birinin aşılması diğerlerinin de sınırlarına yaklaşılması veya sınırlarının aşılması sonucunu doğurabilir.

16 Mart 2020 Pazartesi

Çekirge Sürüleri

Çöl çekirgelerinin iki yaşam düzeni var. Bu çekirgeler normalde az su bulunan ortamlarda yaşadıklarından birbirlerinden uzak, bireysel yaşamlar sürdürüyorlar. Ancak su miktarı artacak olursa bu çekirgeler de bir faz dönüşümü geçirerek sürü halinde dolaşan ve hızla üreyen canlılar haline dönüşüyorlar. Tam bu dönüşümü geçirdikleri sırada müdahale edilecek olursa yayılmaları önlenebiliyor. Ama sürü haline geldikten sonra yayılmalarının önlenmesi hayli zor.

Çekirge sürülerinin yayılmasının önlenmesi için başlıca iki yöntem kullanılıyor. Bunların ilki kolayca tahmin edebileceğiniz üzere kimyasal mücadele. Kimyasal mücadelede genellikle chlorpyrifos denen haşere ilacı kullanılıyor. Bu ilacın en önemli avantajları  stoklarda bolca bulunması veya hızlıca üretilebilmesi. Yani bir yayılma başladığında bu ilacı hızla kullanarak yayılmayı engellemek mümkün. Ancak bu ilaç da bildiğiniz gibi, çekirge veya başka bir böcek ayrımı yapmadan canlıları öldürüyor, hatta insanlar için bile zararlı. Bu nedenle de ayırım göstermeden her yerde kullanılmasına imkan yok çünkü eninde sonunda doğaya ve insanlara büyük zarar verme kapasitesi var.

Çekirge sürülerinin yayılmasını engellemekte kullanılan ikinci yöntem ise doğrudan çöl çekirgelerine zarar veren başka bir canlıyı kullanmak. Metarhizium anisopliae mantarı bu çekirgelerin içinde büyüyor ve ölmelerine neden oluyor. Başka canlılar da bundan zarar görmüyorlar. Bu yöntem çok daha faydalı gibi görünse de iki önemli sorun içeriyor. Metarhizium anisopliae bir tarım ilacı olmadığından stoklarda bulunmuyor ve üretilmesi gerektiğinden de müdahale gecikebiliyor. Ayrıca bir böcek ilacı gibi püskürtülmesinin ardından hemen öldürmediği için de çiftçiler tarafından çok sevilmiyor.

Yalnız bu iki çözümün arkasında da paranın durması gerekiyor. Ne böcek ilaçlarını ne de mantarları bedavaya alabilmek mümkün. Çekirge sürülerinin bela olduğu bölgelerin önemli bir kısmını da maddi kaynakları kısıtlı ülkeler oluşturuyor. Bundan dolayı böcek ilaçlarını da mantarları da stoklayarak gerektiğinde acilen kullanabilmeleri mümkün değil. Bu nedenle de çekirge sürüleri büyük sorun yaratmaya devam ediyor.

Maddi imkansızlıkların ötesinde politik istikrarsızlık da acil önlem alınmasını engelleyen bir diğer öge. Arap Yarımadası’nın güneyi ve Afrika’nın doğusu bugün için çoğu uluslararası yardım kuruluşlarının bile giremediği noktalar. Bu bölgede açlıktan ölen insanlara bile yardım götürülemezken üreyen çekirgelere müdahale edilmesini beklemek fazlasıyla iyimserlik olabiliyor.

Tüm bu sorunların üzerine bir de iklim değişikliği eklendiğinde çekirge sürüleri gerçek bir felaket halini alıyor. Şu an için ülkemiz açısından bir tehlike arz etmiyorlar. Bunun en önemli sebebi de ülkemizin çekirgelerin keyfi açısından bakıldığında fazla serin olması. Ama yaz boyunca artacak olan sıcaklıklar çekirgeleri de bize doğru hareketlendirebilir. Dolayısıyla bizim de bu açıdan hazırlıklı olmamızda fayda var.

Günümüzde iklim değişikliğini herhangi başka bir konudan ayırmak hayli zorlaştı. Çekirge sürüleri de buna bir istisna değil. Çekirge sürüleri iklim değişikliğinden önce de vardı, muhtemelen biz gittikten sonra da var olmaya devam edecek. Belirttiğim gibi, çekirge sürülerinin varlığı iklim değişikliğine bağlı değil ama bu iklim değişikliğinden etkilenmiyor anlamına da gelmiyor. Açıklayalım: 

2018 yazının başında Mekunu Siklonu Arap Yarımadası’nı vurdu. Bu siklon Umman ve Yemen’de normalde çöl olan bölgelerde küçük gölcükler oluşmasına neden oldu. Bu gölcüklerin etrafında hızla büyüyen bitkiler de çöl çekirgelerinin sayısının hızla artmasına ve sürü seviyesine gelmesine yardımcı oldu. Bunun ardından Ekim ayında gelen Luban Siklonu kış koşullarında ölüp gitmesi beklenen bu sürünün beslenerek güçlenmesine neden oldu. Ilıman geçen 2018 kışı ise sürünün 8000 kat büyümesiyle sonuçlandı. Sürü 2019 yazında Doğu Afrika’ya doğru hareketlendi. Normalde kurak olmasına alıştığımız bu bölge de 2019 baharı ve yazında aşırı yağışlıydı. Avustralya’nın kurumasına ve yanmasına imkan tanıyan Hint Okyanusu Dipolü’nün pozitif fazında olması Doğu Afrika’nın da normalden fazla yağış almasına neden oldu. Doğu Afrika 2019 yılında tam sekiz siklonun hedefi oldu ve normalden %300 daha fazla yağış aldı. Bundan dolayı da bitkiler aşırı büyüdüler ve bugün ortaya çıkmış olan çekirge felaketine de besin sağladılar.

Basitçe bu felaketi anlatmak gerekirse, her çekirge günde 2 gram besin alıyor. Bu göze fazla görünmeyebilir ama bu sürüde 20 milyardan fazla çekirge var. Bunlar birlikte 3.5 milyon insanın günde yiyebileceği kadar besini tüketiyorlar. Bu da zaten kıtlıkla baş etmeye çalışan bölge insanları açısından önemli bir felaket anlamına geliyor. 

Peki, iklim değişikliği gelecekte çekirge sürülerini etkileyecek mi? Büyük olasılıkla evet. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Hint Okyanusu Dipolü pozitif fazında olduğunda Avustralya normalden daha az, Afrika’nın doğusu da normalden daha fazla yağış alıyor. Nasıl Avustralya’da görülmekte olan yangınların orta ve uzun vadede artması bekleniyorsa, Arap Yarımadası ve Afrika’nın doğusundaki yağışların da benzer şekilde artması bekleniyor. Bunun nedeni de Hint Okyanusu Dipolü’nün iklim değişikliğinin etkisiyle daha fazla pozitif fazda kalması.

20. yüzyılın başlarında her 30 yıllık dönemde Hint Okyanusu Dipolü’nün ortalama 4 kez pozitif fazda olduğu görülürken son 30 yıllık dönemde Dipol 10 kez pozitif fazda bulunmuş. Geleceğe dair öngörüler de iklim değişikliği 1.5oC ile sınırlanmayacak olursa Hint Okyanusu Dipolü’nün çoğunlukla pozitif fazda olacağını ve hatta sıcaklıklar daha da artacak olursa bu pozitif fazın kalıcı bile olabileceğini söylüyor.

16 Şubat 2020 Pazar

İklim değişikliği ve tarımdaki verim azalışı

2019 yılı insanlık tarihinde yaşanmış olan en sıcak ikinci seneydi. 2020 senesi muhtemelen 2019’dan da sıcak olacak. Gelecekteki pek çok senenin ortalama sıcaklığı da bugünleri aratacak. Bununla birlikte yağış rejimlerindeki değişiklik toplam yağışta bir değişiklik getirmese de bize gerekli olan su miktarının azalmasına yol açacak. Bir de bunun üzerine hızla artmakta olan insan nüfusunu eklediğimizde kendimize yarattığımız problem kolayca anlaşılabilir. Bunun üzerine bir de problemin boyutunu görmezden gelerek kömür, petrol ve doğalgaz yakmaya devam etmemiz eklendiğinde durumumuzun kötüden felakete doğru gittiğini görebiliriz.
Geçmişe dönüp baktığımızda ise yaşadığımız son buzul çağının bugünden 6 derece soğuk olduğunu görüyoruz. Çok daha kısıtlı bir bölgede yaşayan az sayıda insan bile yeterli besin bulamadığından neredeyse yok olmanın sınırına gelmiş. Şimdi 6 derece daha sıcak bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu daha sıcak dünya aynı son Buzul Çağı’nda olduğu gibi besin üretebileceğimiz alanları kısıtlayacak. Yalnız bu sefer çok daha önemli bir sorunumuz var. Nüfusumuz yüzlerle ya da binlerle değil milyarlarla ölçülüyor ve her geçen gün de artıyor. İklim krizi de bu artan nüfusa yakın bir zamanda besin sağlamamızı çok zorlaştıracak gibi görünüyor.


Bilim insanları gelecekteki iklimi modelleyebilmek için atmosferde gelecekte ne kadar karbondioksit olacağını bilmek zorundalar. Bu modellerde kullanılan tahminler de bizler için çok iyimserden kötümsere kadar gelecek senaryoları yaratıyorlar. Ancak zaman geçtikçe bu senaryolara dönüp baktığımızda aslında ortalamda değil en kötümser senaryoya göre hareket etmekte olduğumuzu anlıyoruz. Bu en kötümser senaryolar da bu yüzyılın sonunda dünyadaki ortalama sıcaklığın 6 derece artacağını söylüyor.

Resmi rakamlara göre bugün dünyada 821 milyon kişi her gece yatağa aç girerken üretilen besinin de üçte biri tüketilemeden çöp oluyor. Bu zarar oranı gelişmiş ülkelerde çok daha yüksek. Çöpe giden bu gıda üretimini aç insanlara ulaştırdığımızda gıda sorununu da çözmüş olacağımızı düşünerek sorunu küçümseme yoluna giriyoruz. Oysa bu problem görüldüğü kadar basit değil. Kolaylıkla dünyanın bir noktasından başka bir noktasına taşınabilen besinler zaten bozularak çöpe giden besinlerin içerisinde ufak bir azınlığı oluşturuyor. Bu nedenle de ABD’de tüketilmediği için bozulan sütü Etiyopya’daki bir çocuğa ulaştırarak bir ihtiyaca çare olmak o kadar da kolay değil. Tüm ulaşımın da atmosfere karbondioksit salarak iklim krizini artırma yolunda etki gösterdiğini de unutmamalıyız. Ayrıca besinin önemli kısmının çöpe gittiği ülkelerdeki doğum oranları da açlığın hüküm sürdüğü ülkelere oranla çok daha düşük. Bu da bir yanda tokların sayısı azalırken öte yanda açların sayısının da artacağını bize gösteriyor. 


Çözüm var mı? Elbette var. Ama bu çözümler için herkesin rahatını ciddi biçimde bozması gerekiyor. Özellikle “tok” ülkelerde yaşayan insanlar ve onlar tarafından örgütlenen endüstriyel tarım şu andaki düşünce yapısıyla bu problemleri çözebilecek seviyede değil. Konu sadece teknik olmuş olsaydı çözüm bulmak çok daha kolay olabilirdi ancak sistem sorunlarını aynı kolaylıkla çözemeyiz. Ne yazık ki bu sorunların çözülmesi için bugünkü sistemin ötesinde bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

Öncelikle şunu bilmeliyiz: Bölgemizde ve dünya genelinde su ihtiyacı her geçen gün artıyor ve artan nüfusa oranlandığında su stresi çözüm bekleyen bir problem olarak karşımıza geliyor. Bugün için hızlı nüfus artışına sahip ülkelerin önemli bir kısmı tarımsal su kullanımı açısından da su stresinde olan ülkeler. 

İklim değişikliği sadece verim azalmasına neden olmayacak. Dünyanın önemli bölgeleri de iklim değişikliği sayesinde daha fazla verim almaya başlayacak. Ancak gelecek zaman içerisinde verim azalması yaşayacak bölgeler ve bu verim azalmasının şiddeti dikkate alınacak olursa muhtemel kayıpların muhtemel kazançtan çok daha fazla olacağını görebilmek zor değil.

Ayrıca küresel besin ihtiyacının her on yılda %14 artması bekleniyor. Tarımsal alanlardaki büyümenin de artık kısıtlı olacağını düşünürsek besin ihtiyacındaki bu artışın verim artışıyla karşılanması gerekiyor. Oysa iklim değişikliği ortalama bir verim artışından çok verim azalması sorununu beraberinde getirdiğinden bu sorunlara uyum sağlamak zorundayız. Üzerinde yaşamakta olduğumuz ılıman kuşakta iklim değişikliğine uyum sağlayarak verim artışı elde etmemiz mümkün olacak ama durum ne olursa olsun verimdeki kaybın azalması gelecekteki ihtiyacı karşılayacak bir boyutta olmadığından tarım dışındaki çözümlerin masaya yatırılması gerekiyor. Her ne kadar nüfus kontrolü çoğu tartışmada ilk konu dışında bırakılan önlem olsa da bu nüfus artış oranıyla her on yılda sağlanması gereken %14’lük verim artışına ulaşabilmemiz başka şekilde mümkün görünmüyor.