21 Aralık 2018 Cuma

Nerede anlaşıp nerede farklı düşünebiliyoruz?

Değişik yerlerde konuştuğumda kişilerin kafasında iklim değişikliği bağlamında genel bir bulanıklık olduğunu hissediyorum. Çoğumuz bir yerden bir bilgiyi edindiğimizde üzerinde fazla kafa yormadan uzun süreli hafızamıza atıyoruz. Daha sonra da bu bilgileri çıkartıp mantık süzgecinden geçirmeye vakit bulamadığımızdan birbiriyle çelişen sürüyle bilgi parçası zihnimizin derinliklerinde depolanıyor. Bu bilgileri düzenlemenize yardımcı olması umuduyla benim aklıma gelenleri sizinle de paylaşmak istedim. Sizlere bilimin nerede anlaşıp nerede farklı düşünebildiğini ve bunların sınırlarını anlatmaya çalışacağım. Burada “bilimden” kastımın iklim biliminin kabul gören kaynakları olduğunu da belirtmem gerek, yoksa bir Amerikan Başkanı bir gün  ortaya atılıp “ben zekiyim onun için bilimin kabul ettiği doğrularla kısıtlanmam” diyebilir.

Dünya’nın iklimi değişiyor. Bu değişiklik son 20-30 sene içerisinde gittikçe hızlanmaya başladı. Bu değişikliğin ana sebebi de Dünya’nın atmosferinin gittikçe ısınması. Dünya’nın atmosferi insanoğlu mağaralardan çıkıp tarım yapmaya başladığından bu yana hiç bu kadar sıcak olmamıştı. Dünya’nın ısınmasının nedeni de atmosferdeki oranı her geçen gün artmakta olan sera gazları. Atmosferdeki sera gazlarının oranı son 3 milyon yıldır olmadığı kadar yüksek bir seviyeye ulaşmış durumda ve bu seviye her geçen sene daha da artıyor. Atmosferdeki sera gazlarının artış hızında da bir yavaşlama görmüyoruz. Aletlerle ölçtüğümüz sera gazı oranlarını bir yana fabrika ve termik santral bacalarından, otomobillerden, hayvan çiftliklerinden ve pirinç tarlalarından çıkan sera gazı miktarlarını da öbür yana koyup hesabımızı yaptığımızda, atmosferdeki sera gazlarının artışını bizim yaptığımız salımlarla açıklandığını görüyoruz. Yani atmosferi ısıtan biziz. Bunların tamamında anlaşıyoruz.

Ayrıca atmosferde dinozorların yaşadığı dönemde bundan çok daha fazla sera gazı olduğunu ve buna paralel olarak da Dünya’nın çok daha sıcak olduğunu da biliyoruz. Dünya’nın çok daha sıcak olmasının yaşamın sonu anlamına gelmeyeceğini de biliyoruz. Ama mesela dinozorlar zamanında havanın ortalamada bundan kaç derece daha sıcak olduğunu ve atmosferde ne kadar karbondioksit olduğunu kesin olarak söylememize imkan yok. Bu konuda çalışan bilim insanlarının bilimsel tartışmalarına şahit olmanızı isterim çünkü 90 milyon yıl önce atmosferdeki sera gazı oranı bugünkünden 10 kat mı fazlaydı 12 kat mı fazlaydı diye saatlerce tartışabiliyorlar. Bizim açımızdan bakıldığında kısaca bundan yaklaşık 90 milyon yıl önce atmosferdeki karbondioksit oranın bugünkünden 10-12 kat fazlaydı diyebilmek yeterli ve bilim bu konuda kolayca anlaşabiliyor. Dolayısıyla, size “ama bilimde de bu konuda anlaşmazlık var” denildiğinde buradaki anlaşmazlığın boyutunu algılamak çok önemli. Bizim açımızdan bakıldığında “sera gazı miktarı kat kat daha fazlaydı ve sıcaklık yaklaşık 10 derece daha yüksekti” yeterli bir bilgi. Bilimdeki anlaşmazlık ise “kat kat” 10 kat mı 12 kat mı mertebesinde oluyor. 

Dünya’nın ısındığını kabul ediyoruz ama ne kadar ısındığı konusunu hala tartışıyoruz. Tüm dünyaya yayılmış bir meteorolojik gözlem ağı daha bugün bile tam anlamıyla kurulamamış olduğundan öncelikle hangi tarihle bugün arasındaki sıcaklık artışını hesaba katacağımızı tartışıyoruz. Sonra yeni zamanlarda daha fazla ve modern istasyonlar kurulmaya başlandığı için yeni zamanları daha ağırlıklı mı hesaba katalım, yoksa tüm geçmiş eşit ağırlıklı mı olsun gibi sorularımız da var. Ama tüm bu soruları hesaba kattığımızda ısınmanın 0.8 ila 1.1 derece aralığında olduğuna karar veriyoruz. Kendi aramızda da 0.8 ila 1.1 derece aralığını daha da küçültmek için uğraşıyoruz. Son 250 seneye kadar geçmişteki sıcaklıklar seneden seneye değişse de  bu değişikliklerin ortalama boyutunun 0.5 derece civarında olduğunu düşünecek olursak, şu anda yaşamakta olduğumuz ısınma geçmişte görülen olayların en azından iki katı boyutunda bir olay, yani ısınmanın varlığı konusunda bir şüphemiz yok.

Sera gazlarının kaynaklarını biliyoruz. Kömür yakan termik santrallerden ne kadar karbondioksit çıktığını, çeltik tarlalarından ne kadar metan gazı salındığını, tarımdaki aşırı gübre kullanımının neden olduğu diazot monoksit miktarını, yanardağlardan çıkan gazları hep biliyoruz. Bu gazların ne kadarının denizler ve bitkiler gibi doğal kaynaklar tarafından emildiğini de biliyoruz. Eğer detaylı sayılara ulaşmak isterseniz IPCC’nin raporları size yol gösterici olacaktır. Bu raporlara göre atmosferde 240 milyar tonu insanlardan kaynaklanan 829 milyar ton karbondioksit içeriğindeki karbon var. Ancak 829 sayısında tam emin değiliz, 819 da olabilir 839 da. Bilimin çabası bu sayısı 819 ile 839 arasına sıkıştırmayı becermiş durumda, yalnız hala o aradaki fark nedeniyle aramızda tartışıyoruz ve o farkı azaltmaya çalışıyoruz. İnsan kaynaklı 240 milyar ton karbonun da nereden geldiğini detaylı olarak biliyoruz.

Eğer sera gazı salımlarının nereden kaynaklandığı konusunda bir şüpheniz olursa bu raporlar tüm detayıyla size yol gösterici olacaktır.

2018 Aralık ayında Polonya’da yapılan iklim zirvesinde üzerinde anlaşılan konulardan biri dünyadaki tüm ülkelerin atmosfere saldıkları karbonu nasıl raporlayacakları üzerineydi. Size basit bir örnek vermek gerekirse, evinden kızıyla çıkan bir çiftçi kızını okula bıraktıktan sonra traktöre tarım aletlerini yükleyip tarlada çalışan işçileri komşu köyden alıp tarlaya gittiğinde kendisi tarlada çalışmazsa tarlaya gidene kadar yaktığı mazotu bir sürü ayrı kategoride değerlendirmek zorunda. Kızını okula bıraktığı için mazotun bir parçası tarımsal üretimle hiç alakası olmayan taşımaya giriyor. Kendisi tarımsal üretimde yer almadığı için kendi payı da taşıma kalemine giriyor, ancak tarım işçilerinin komşu köyden taşınması tarımsal üretimden kaynaklanan sera gazına sayılıyor. Ülkeler artık raporlamalarını bu detayda yapmak zorundalar. Ülkemizde bunun ne derece zor olduğunun ben de bilincindeyim ama uluslararası platformlardaki bildirim mekanizmaları bu denli detaylı çalışıyor ve daha da detaylı olmaya doğru ilerliyor. 

Bunu anlatmamın esas nedeni son zamanlarda iklim değişikliğinin çözümüne dair karşılaştığım garip öneriler. Genelde bunlar şöyle başlıyor: “Siz bilmiyorsunuz ama atmosferdeki sera gazlarının yarısından fazlası şu sebepten ortaya çıkıyormuş, dolayısıyla biz de bunu yaparsak bu problemin önemli bir kısmını halledebilirmişiz.” İklim bilimi ile uğraşan bilim insanları hangi kaynaklardan ne kadar sera gazı çıktığını biliyorlar. Mesela evde kullandığınız sprey deodorantlar iklime ciddi zarar veriyor. Ama kışın bir hafta boyunca evinizi sadece bir derece daha az ısıtırsanız, neredeyse hayat boyu kullandığınız tüm deodorantlardan çıkan sera gazının yarattığı kadar etkiyi tasarruf etmiş oluyorsunuz. İklim değişikliğine neden olan en önemli faktör bizim, özellikle enerji üretmek için yaktığımız kömür, petrol ve doğal gazdır. Bunları neredeyse sıfıra indirmek yerine önereceğiniz her türlü çözüm kozmetik olmaktan pek de fazla ileri gidemez ve gerçekçi değildir. İklim değişikliğini durdurmak istiyorsak elektrik üretimi, taşıma ve ısınmada kullandığımız yakıtları yenilenebilir kaynaklara çevirmek zorundayız. Bunu gerçekleştirdiğimizde sorunun yarısından fazlasını çözmüş oluruz.

24 Kasım 2018 Cumartesi

İklim Değişikliği ve Gıda Güvenliği

Ekim ayının başında Birleşmiş Milletler’in bir alt kuruluşu olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 1.5 derece raporunu açıkladı. Bu raporun temeli 2015 Paris Anlaşmasına dayanıyor. Bu anlaşma eğer mümkünse küresel ısınmanın 1.5°C ile sınırlanmasını, ama 2°C ile sınırlamanın ana hedef olduğunu ortaya koymuştu. Bu anlaşmadan hemen sonra da IPCC eğer küresel ısınmayı 1.5°C ile sınırlamazsak olacakları anlatmak için bir rapor hazırlamakla görevlendirildi. Üç yıllık bir çalışmanın ardından da geçtiğimiz ay bu rapor kamuoyuna duyuruldu.

IPCC 1.5°C raporu küresel ısınmanın neden 1.5 derece ile sınırlandırılması gerektiğine dair çeşitli veriler ortaya koyuyor. Bu sayımızın ana konusu gıda güvenliği olduğundan ben de raporun gıda güvenliği ile ilgili bölümlerinden alıntılar yapmak istiyorum. Bu yazıda vereceğim bilgilerin tümü kabul edilen 1.5°C raporunda yer almaktadır.

İklim değişikliği gıda ve beslenme güvenliğini etkiler. Bu etki gıdanın varlığı, kalitesi, erişilebilirliği ve dağıtımı üzerindeki değişimler nedeniyle ortaya çıkar. 2016 yılında dünyada 815 milyondan fazla insan yetersiz beslenmiştir. Bu sayı dünya nüfusunun% 11'ine karşılık gelir. Ancak yetersiz beslenme tüm dünyaya eşit dağılmamıştır. Afrika'da (% 20), Güney Asya'da (% 14.4) ve Karayipler’de (% 17.7) gıda güvenliğindeki düşüşe paralel olarak daha yüksek oranlarda görülür. 1.5°C ısınmaya kıyasla dünya ortalamada 2°C ısınacak olursa, gıda güvenliği, yetiştirilen besin içeriği ve verimleri, hayvancılık, balıkçılık ve su ürünleri yetiştiriciliği aşırı hava olayları nedeniyle kötüleşecektir. İklim değişikliğinin verim, ürün yetiştirilebilecek alan, zararlılar, fiyat ve gıda arzı üzerindeki etkileri başta yoksulluğun ortadan kaldırılması ve eşitsizlik olmak üzere uluslararası toplumun Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri'yle (SDG) buluşmasını engelleyeceği tahmin edilmektedir.

SDG 2 hedefi açlığı sona erdirmeyi, gıda güvenliğini sağlamayı, beslenmeyi geliştirmeyi ve 2030'da sürdürülebilir tarıma ulaşmayı amaçlamaktadır. Bildiğiniz gibi Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Binyıl Kalkınma Hedeflerine (MDG) dayanmaktadır. MDG 1 hedefine ulaşma çabaları, düşük ve orta gelirli ülkelerde yetersiz beslenen insanların oranını 1990'da %23.3'ten 2015'te %12,9'a düşürmüştür. İklim değişikliği engellenmeyecek olursa oluşacak sorunlar SDG 2'ye ulaşma olasılığını tehdit etmekte ve MDG’ler ile sağlanan ilerlemeyi de tersine çevirebileceği görülmektedir. Gıda güvenliği ve tarım da yoksulluğun ortadan kaldırılması (SDG1), sağlık ve esenlik (SDG3), temiz suya ulaşım (SDG6), insana yakışır iş (SDG8), kara (SDG14) ve deniz (SDG15) ekosistemlerin korunması dahil olmak üzere sürdürülebilir kalkınmanın diğer yönleri için kritik öneme sahiptir. Gıda güvenliğinin sağlanmaması diğer hedeflerin de sağlanabilmesini zorlaştıracaktır.

1,5°C'lik bir küresel ısınma ile kıyaslandığında 2°C'lik ısınma tüm dünyada ve bölgesel olarak, ancak özellikle de 40 derece kuzey ve güney enlemleri arasında kalan bölgede mahsul veriminde ve genel anlamda beslenmede büyük riskler oluşturacaktır. Atmosferdeki CO2 oranındaki artış sıcaklık ve yağışlardaki aşırı hava olaylarını artıracaktır. Bunun anlamı sıcak ve kurak dönemlerin de aşırı yağışların da artacak olmasıdır. Bundan dolayı iklim değişikliği yakın gelecekte, yetersiz beslenmeyi daha da kötüleştirebilir, besinlere erişimi ve gıda ürünlerinin kalitesini azaltabilir. Tarımda ve içme amaçlı kullanılan sudaki azalma ve buna bağlı besine ulaşmadaki kırılganlık 2°C'ye kıyasla 1.5°C ısınmada çok daha az olacaktır. Isınmanın 2°C'ye ulaşması özellikle Afrika’nın Sahel bölgesinde, Akdeniz, Orta Avrupa, Amazon ve Batı ve Güney Afrika gibi bölgelerde tarımsal problemlerin daha da şiddetlenmesini beraberinde getirecektir.

Yalnız haberler hep kötü yönde değil. Bazı çalışmalar 2°C'deki yüksek CO2 konsantrasyonlarının, özellikle kutuplara doğru gidildikçe 1.5°C'ye kıyasla daha olumlu etkilere neden olduğunu bildirmektedir. Daha yüksek enlemlerdeki üretim, düşük enlemlerdeki durumun tersine, tarım yapılabilecek alanlardaki artış ile mahsul ve otlaklardaki verim artışından fayda görebilir. Benzer bir durum buzulların erimesinden de etkilenecek olan yüksek enlem balıkçılık için de söylenebilir.

Buğday, pirinç ve patates gibi C3 bitkilerinin teorik olarak atmosferde artan CO2 oranından dolayı daha hızlı büyümeleri beklenirken bu etki sahada yeterince görülmemektedir. Dahası, sıcaklık stresi altında büyüyen bitkilerde sıklıkla protein ve besin içeriğindeki kayıplar görülmektedir. Bunlara ek olarak, demir ve çinko gibi bazı mikrobesinler de daha az biriktirilecek ve üretilen gıdada daha az bulunacaktır. Bu etkilerin tümüne birlikte baktığımızda protein eksikliğinin 2050 yılına kadar fazladan 150 milyon insanı etkileyeceği hesaplanmaktadır.

Gıda güvenliği projeksiyonlarını etkileyen faktörler arasında bölgesel iklim projeksiyonlarında değişkenlik, iklim değişikliğinin azaltılması için yapılan çalışmalar, tarım ürünlerinin vermesi beklenen biyolojik tepkiler, aşırı hava olayları (kuraklıklar, seller), finansal dalgalanmalar ile haşere ve hastalıkların dağılımının değişmesi yer almaktadır. Sıcaklık ve yağış değişikliklerinin, küresel gıda fiyatlarını 2050 yılına kadar %3–84 oranında artırması öngörülmektedir. İklim değişikliğinin gıda fiyatlarına olan etkisi arazi kullanım değişiklikleri, enerji politikaları ve gıda ticaretindeki farklılıklar ile birlikte ele alınmalıdır. Özellikle enerji üretimi için tarım alanlarının kullanılması ve bunun bir politika aracı olarak geliştirilmesi problemleri daha da artırabilir.

Balıkçılık ve su ürünleri yetiştiriciliği, tarım ve hayvancılık sektörlerine benzer zorluklarla karşılaşmaktadır. Ayrıca denizlerdeki yüksek avlanma oranları sudaki canlı miktarını azalttığından problem daha ağır hissedilmektedir. Denizlerdeki asitliliğin artması da fotosentez yapan birincil gıda üreticisi planktonların yaşamını güçleştirdiğinden dolayı denizlerdeki besin zinciri karalara oranla daha zor durumdadır.

Gıda güvenliği üzerindeki insan etkileri arasında demografik değişiklikler, gıda israfı, diyet değişimi, gelir ve fiyatlar, depolama koşulları, sağlık durumu, ticaret modelleri ve çatışmalar bulunmaktadır. Tüm bu sistemik değişiklikler karşısında, uyum stratejilerinin etkinliği belirsizdir. Gelecekteki ekonomik ve ticari ortamlar ve bunların değişen gıda arzına verecekleri tepki bu faktörler ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Özellikle gıda israfının azaltılması ve diyet değişimi olarak niteleyebileceğimiz hayvansal gıda tüketimindeki azalma gıda güvenliğinin sağlanması açısından belirleyici rol oynayabilir.


Görüldüğü gibi, iklim değişikliğinin gıda güvenliği üzerindeki etkileri uyum yoluyla azaltılabilir. İklim değişikliğinin tarımsal verimi düşürmesi muhtemel olsa da, karşılaşılacak kötü sonuçları çeşitli yollarla azaltmak mümkündür. Bu çözüm yolları arasında verimli yatırımlar, çiftçilere yeni verimli teknolojiler hakkında bilgi sağlamaya yardımcı olacak bilinçlendirme ve sürdürülebilir tarımsal tercihler geliştiren güçlü uyum stratejileri ve politikaları sayılabilir. Bu bağlamda, “iklimsel akıllı” gıda üretimi ve dağıtım sistemleri gibi girişimler, gıda sistemlerine yönelik teknolojiler ve adaptasyon stratejileri iklim değişikliğine uyum sağlamaya yardımcı olabileceği gibi, iklim değişikliğini azaltma hedeflerini de karşılayabilir.

15 Ekim 2018 Pazartesi

Gezegenin Sınırlarına Doğru Yayılmamız

Çevre denildiğinde insanların zihinlerinde bir anlam oluşur ama çoğu zaman bu anlam kişiden kişiye ve özellikle de kişilerin yaşadığı ortamdan ortama değişir. Bilimsel anlamda bir değişme ve eğer mümkünse gelişmeden söz edebilmek için çevreyi biraz daha kesin sınırlarla tanımlamakta fayda vardır. Özellikle de insanlığın büyümesini çevre ile sınırladığımızı düşünecek olursak sınırları belirleyen çevrenin tanımı daha da önem kazanır.

Aslında Rachel Carson’ın 1962 yılında yayınlanan kitabı Sessiz Bahar’dan önce çevrenin insanlığın büyümesini sınırladığı toplumun gündeminde fazla yer bulmuyordu. Sessiz Bahar’ın yayınlandığı sonbaharda ortaya çıkan Küba Krizi hepimize insanlığın aslında bu gezegenin üzerinde yaşayan küçük canlılar değil bu gezegenin tamamını değiştirme becerisine sahip yaratıklar olduğunu gösterdi. Bir nükleer savaşın sonucunda üzerinde yaşadığımız gezegenin sadece bizler için değil neredeyse tüm canlılar açısından yaşanamaz hale gelebileceği bir anlamda çevre sorunlarına da gözümüzün açılmasına neden oldu.

Dikkatimiz çevre sorunlarına çevrilse de genel bakış açısı hala bu gezegenin geniş bir yer olduğunun kabul edildiği ve kaynakların serbestçe tüketilip atıkların dışsallık sayılarak hesaba katılmadığı bir çağda yaşıyoruz. Ekonomik büyüme kendisini çevreden soyutladıkça gezegenin bize karşılıksız verebileceklerinin de sınırına doğru hızla yaklaşıyoruz. Gezegenin bize karşılıksız vereceği kaynakların sürdürülebilir olabilmesi için bu kaynakların sınırlarını bilmemizde büyük yarar vardır.

Doğal olarak kömür, petrol ve doğal gazın sonsuza kadar yer altından çıkamayacağını biliyoruz. Benzer şekilde tarımda ihtiyacımız olan fosfor ve elektrikli arabaların pillerinde kullanılan lityum da son derece kısıtlı kaynaklar ve biz bu denli hızla tükettiğimizde bu kaynakların kısa sürede sonuna ulaşacağız. Ancak bunlar doğanın bize sağladığı kaynaklardır. İnsanlık ve genel anlamda bu gezegendeki canlılar kömür, petrol ve lityum kullanılmaya başlamadan önce de yaşamlarını sürdürüyorlardı. Dolayısıyla bizi esas ilgilendiren doğanın bizim yaşamımızı sürdürmemiz için yaşama sağladığı katkıların sınırlarıdır çünkü her geçen gün insanlık bu sınırlara doğru hızla yaklaşıyor ve bu sınırların farkında bile değiliz.

Gezegenin çevresel sınırları kavramı ilk olarak 2009 yılında Stockholm Resilience Center’dan Johann Rockström ve Australian National University’den Will Steffen öncülüğündeki geniş bir çalışma grubu tarafından ortaya konuldu. Bu kavram geçen süre içerisinde daha da geliştirildi ve 2015 yılında Birleşmiş Milletler’de kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (Sustainable Development Goals - SDG) kavramının da temelini oluşturdu. Bu kavrama göre sürdürülebilir kalkınma ancak gezegenin çevresel sınırlarına saygı duyduğumuz müddetçe ulaşılabilecek bir hedeftir.

Gezegenin sınırlarından ilki ve belki de en önemlisi atmosfer ve buradaki iklim değişikliğidir. Sanayi Devrimi’nden bu yana insanlık kömür, petrol ve doğal gaz yakarak atmosfere karbondioksit salıyor. İnsanlık uzun süre salınan bu karbondioksidin atmosferi fazla etkilemeyeceğini düşünerek yaşadı ancak şu anda görüyoruz ki her sene atmosfere yaydığımız 40 milyar tondan fazla sera gazı atmosferin yapısını değiştiriyor. 1750’de atmosfer milyonda 280 oranında karbondioksitten oluşurken bugün bu oran %47 artarak milyonda 412 seviyesine çıkmış durumda. Buzul çağlarında atmosferde milyonda 180 oranında karbondioksit olduğu düşünülecek olursa ve karbondioksidin atmosferdeki ısıyı hapsederek uzaya bırakmadığını da hesaba katarsak şimdiye kadar yaydığımız karbondioksit atmosferi fazlasıyla ısıtacak seviyededir. Bilim insanları bu ısınmanın tam olarak ne kadar olacağını tartışabilirler ancak bu artışın bizleri insanlık tarihinde yaşanmış olan sıcaklıklardan çok daha kötü bir noktaya taşıyacağı kesindir. Bu nedenle insanlık gezegenin bu sınırını çoktan aşmıştır diyebiliriz. Artık tüm çalışmalar güvenlik sınırı olarak kabul edilebilecek olan milyonda 350 oranının altına düşmek için yapılmalıdır.

Bir yandan çevrenin kirlenmesi, öte yandan da çevrenin insanlar tarafından işgal edilmesi bu gezegeni bizlerle paylaşan canlıların nesillerinin tükenmesine yol açmıştır. Canlı türleri geçmişte de yok olmuştur, bu olgu gelecekte de sürecektir. Ancak doğayı kendi haline bırakacak olursak beklenti her milyon yılda 0.1-1 türün yok olmasıdır. Bu sayı günümüzde her milyon yılda 100 türün yok olması seviyesine ulaşmıştır. Günümüzde yaşanmakta olan biyoçeşitlilik kaybını geçmişle kıyaslamak istersek dinozorların yok olduğu Kretase dönemini bitiren felaket sırasında da biyoçeşitlilik kaybı yaklaşık her milyon yılda 100 türün yok olması mertebesindeydi. Bu nedenle biyoçeşitlilik kaybı gezegenin aştığımız sınırlarından bir diğeridir.

Tarımda kullanılan aşırı gübre gezegenin bir diğer sınırını daha aşmamıza neden olmaktadır. Fritz Haber ve Karl Bosch’un yirminci yüzyılın başlarında havadaki azottan suni gübre yapımını keşfetmeleriyle birlikte doğaya azotlu gübre salmaya başladık. Bunun az bir kısmı bitkiler tarafından kullanılarak verimi artırsa da çoğunluğu yağmur suları ile yıkanarak yer altı sularına ve nehirlere karıştı ve karışmaya da devam ediyor. Gübrede azotun yanı sıra bol miktarda fosfor da vardır. Fosfor azotun tersine bol bulunur bir kaynak değildir ve endüstriyel fosfor kaynaklarının bu yüzyıl içerisinde tükenmesi beklenmektedir. Tarlalarda kullandığımız gübre tarlada yetiştirmeye çalıştığımız bitkilerin yanında fotosentez yapan tüm canlılar için gereklidir. Özellikle deniz ve göllerde yaşayan ve fotosentez yapan planktonlar sayısı bizim aşırı ve/veya yanlış kullanımımız sonucu göl ve denizlere akan gübre ile beslendiklerinde aşırı derecede artar. Planktonların sayısındaki artış ise atmosferden suyun derinliklerine geçmesi gereken oksijen miktarını azaltarak denizlerdeki yaşamı yok olma noktasına taşır. Bugün tarım alanlarından geçerek denize ulaşan bütün büyük nehirlerin ağızlarında denizdeki yaşamın yok olduğu geniş alanlar vardır ve bu alanlar hızla yayılmaktadır. Denizlere senede 120 milyon ton azot bileşikleri yayılmaktadır. Doğanın dengesi ise ancak bunun 35 milyon tonunu kabullenebilmektedir. Denizlere yayılan fosfor ise yaklaşık 9 milyon tondur ve tehlike eşiği olan 11 milyon ton henüz aşılmamıştır. Yalnız bu iki kimyasal maddenin de deniz yüzeyindeki artışı sürmektedir.

Denizlerdeki yaşam ve besin zincirinin en altında fotosentez yapan planktonlar bulunur. Bu planktonlar minik kabuklar içerisinde yaşarlar. Öldükleri zaman da deniz dibine çökerek orada bir kaya tabakası oluştururlar. Planktonların kabukları kalsiyum karbonat bazlıdır ve planktonların bu kabukları oluşturmaları için denizin asitlilik oranının fazla yüksek olmaması gerekir. Atmosferde artan karbondioksit oranı aynı zamanda deniz suyunda çözünen karbondioksit miktarını da artırır. Karbondioksit suda çözündüğünde zayıf bir asit olan karbonik asidi oluşturur. Her ne kadar karbonik asit zayıf bir asit olsa da geçen zaman içerisinde okyanusların özellikle en üst 100 metrelik kısmında birikmeye başlamıştır. Bu birikim ise planktonların kabuk yapmalarını zorlaştırmaktadır. Kalsiyum karbonatın deniz suyundaki doyma oranı suyun asitliliğinin ölçüsüdür. Su ne kadar asitliyse kalsiyum karbonatın doyma oranı da o denli düşüktür. Sanayi Devrimi öncesinde 3.44 olan doyma oranı bugün 2.90’dır. Planktonların kabuk yapmalarının zorlaştığı seviye ise 2.75’dir. Dolayısıyla bugün için tehlike noktasında değiliz ama her geçen gün bizi o noktaya yaklaştırıyor.

Doğanın kendi canlılığını sürdürebilmesi için havaya ve suya olduğu kadar yere de ihtiyacı vardır. Bugünkü insan nüfusunu yaşatmak ve besleyebilmek için her gün doğal yaşamdan biraz daha fazla arazi çalıyoruz. Dünya’daki karaların önemli bir kısmının ne oturmaya ne de tarım yapmaya elverişli olmadığını düşünecek olursak bizim kadar diğer canlıların da yaşama ihtiyaçları olan toprakları işgal etmiş olduğumuzu görebiliriz. Bilim insanları diğer canlılara da yaşam alanı kalabilmesi için insanlar tarafından kullanılan arazinin tüm toprak alanların %15’inden fazla olmaması gerektiğini ortaya koyuyorlar. Bugün kullandığımız kesim %11.7 olduğuna göre gezegenin bu sınırına varmamıza daha zaman olduğu görülüyor. Yalnız bu sınıra hızla yaklaşıyoruz ve kullanabileceğimiz kara alanının da sınırlı olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Gerek içmek gerekse de tarım yapmak için tatlı suya ihtiyacımız var. Bugün tüm ihtiyaçlarımız için doğadan senede 2600 kilometreküp tatlı su alıyoruz. Doğa henüz bizim aldığımız tatlı suyu yerine koymakta zorlanmıyor. Dünyanın bazı bölgelerinde su kıtlığı çekilse de ortalamada insanlığa yetecek kadar suyumuz bulunuyor. Ama bunun da bir sınırı var. Doğadan alıp kullanacağımız su miktarı senede 4000 kilometrekübü aşacak olursa doğanın tatlı suyu yerine koyma kapasitesini aşmış olacağız. Yer yer bu kapasitenin bugün için aşıldığını görebiliyoruz. Mesela ülkemizde Konya kapalı havzasından yer altından çekilen sulama suyu miktarı doğanın bu kaynakları yenileme kapasitesinin kat kat üzerinde olduğundan bir yandan yer altı suyunun seviyesi düşüyor, diğer yandan da obruk dediğimiz dev çukurlar oluşuyor.

Ozon tabakasındaki incelme 1970’lerden bu yana bilim dünyası tarafından dikkatle takip ediliyor. 1987 yılında imzalanan Montreal Protokolü ile stratosferik ozon tabakasında incelmeye yol açan kimyasalların kullanımı önce kısıtlandı ve son olarak da tamamen yasaklandı. Çoğu ülke bu yasağa uymakta olduğundan ozon tabakasındaki incelmenin hızı oldukça yavaşladı. Bu henüz ozon tabakası kendisini onarmaya başladı anlamına gelmiyor ama önümüzdeki on yıl içerisinde incelmenin tamamen durması bekleniyor. Sonrasında ise doğa kendisini onarmaya başlayacak. Ozon tabakasındaki incelme doğanın sınırlarını fark edip bu sınırlara çarpmadan önlem almamız açısından en faydalı örneklerden biridir. Eğer diğer sınırlarda da benzer dikkati gösterecek olursak biz ve doğa ortak yaşamı sürdürebiliriz.

Günlük hayattan daha tanıdık gelecek iki sınır daha var ancak bu iki konu yerel olduğundan sayılarla belirlenmesi oldukça zor. Atmosferdeki parçacık kirliliği ve hem atmosfer hem de doğadaki kimyasal kirlilik. Atmosferdeki parçacık kirliliği, yani günlük kullanım anlamıyla hava kirliliği bizim başta kömür olmak üzere yaktığımız fosil yakıtlardan ve diğer baca gazlarından ortaya çıkıyor. Hava kirliliği başta ortaya çıktığı alanı etkilemekte olduğundan gezegensel sınırlar kavramı içerisinde düşünmek zor gelebilir ancak tarım arazisi açmak üzere yakılan yağmur ormanlarından çıkan dumanlar geniş alanlara yayıldığından hava kirliliği artık yerel bir problem olmaktan çıkmıştır. Sağlık açısından temiz havanın nasıl olması gerektiğine dair kesin sınırlar olmasına rağmen gezegenin sınırları açısından bakıldığında havanın temiz olması bir gerekliliktir ancak bu konudaki sınırlar üzerinde bir fikir birliğine henüz varılmamıştır.

Rachel Carson’ı 1962 yılında Sessiz Bahar kitabını yazmaya iten şey tarım alanında kullanılan haşere ve bitki öldürücü ilaçlardı. Geçen zamanda bu ilaçların bazılarının ne derece tehlikeli olduğu ortaya çıktığı için kullanımı yasaklandı, bazıları ise hala kullanılmaya devam ediliyor. Benzer şekilde günlük hayatımızda sıkça kullandığımız kimyasal maddelerin ne derece zararlı oldukları bir süre sonra veya uzun süreli kullanımların sonunda anlaşılabiliyor. Ancak bir şey kesin: Bugün ürettiğimiz çok sayıda kimyasalın insan vücuduna ve doğaya ne kadar zarar verdiğini bilmiyoruz. Bazı noktalarda verdiği zararın faydasından az olduğuna inandığımız için kullanmaya devam ediyoruz, ama gelecek bizim yanlış davrandığımızı gösterecek olabilir. Bu nedenle çevreye saçtığımız ve çevrede, saçtığımız oranda doğal olarak bulunmayan her kimyasalın doğaya zarar verebileceğini unutmamalıyız.

Sonuç olarak bilimsel açıdan bakıldığında çevre kavramı günlük hayatta çevremizde gördüklerimizden çok daha farklıdır. Dünyanın geneline bakıldığında günlük hayatımızdaki çevreden çok daha geniş ve karmaşık bir sistemin içinde yaşadığımızı kolaylıkla anlayabiliriz. Ancak bu bakış açısı da beraberinde çevrenin görmediğimiz sınırlarının bizim bilincimizden uzaklaşması sorununu beraberinde getirir. Bundan dolayı gezegenin sınırları kavramı günlük hayatta içinde yaşadığımız çevre ile doğanın dünya genelindeki bütününü ele alır ve bu bağlamda değişimleri inceler. Sanayi Devrimi sonrasında çevrede yaşadığımız değişiklikler gezegenin bazı sınırlarını aşmamıza neden olmuştur. Uzun vadede sürdürülebilir bir yaşam sürmek istiyorsak doğada yarattığımız değişiklikler ne olursa olsun bunların sonuçlarının bizi gezegenin sınırları içerisinde tuttuğuna emin olmak zorundayız. Yaşayabileceğimiz bu gezegenden başka bir yer olmadığına göre gezegenin sınırları bizim de üretim ve tüketimimizin sınırları olmalıdır.

8 Ekim 2018 Pazartesi

Güneş - İklim İlişkisi Üzerine

Dünya’nın atmosferini ve dolayısıyla da iklimini etkileyen en önemli faktör Güneş’tir. Güneş’in yaydığı enerjide oluşabilecek küçük değişiklikler bile Dünya’nın iklimini ciddi biçimde değiştirebilir. Bu nedenle gözümüzün Güneş’in üzerinde olması gayet doğaldır çünkü Dünya’daki yaşam Güneş’e bağlıdır.

Buradaki güzel haber ise Güneş’in gayet dengeli ve kararlı bir yıldız olmasıdır. Güneş ilk oluştuğu sırada, bundan 4,5 - 5 milyar yıl önce bugünkünden yaklaşık %30 daha az enerji vermekteydi. Ancak Dünya’nın atmosferindeki karbondioksit oranı bugünkünden kat kat daha fazla olduğu için Dünya buzlarla kaplanmadı. Geçen zaman içerisinde Güneş verdiği enerjiyi yavaş yavaş artırdı ve artırmaya da devam ediyor. “Güneş’in enerjisi her geçen gün artıyor” gazete başlıklarına kolayca düşebilecek bir cümle ve doğru olmasına rağmen günlük hayatımızı etkilemez, bunun nedeni de sayılarda saklı.

Güneş verdiği enerji miktarını 5 milyar yılda %30 artırdıysa bu yılda %0,000000006 artış oluyor demektir. Bu sayının da ne derece küçük olduğunu ve bizim hayatımızı etkileyebilecek bir problem olmadığını kolayca görebilirsiniz. Bundan dolayı lütfen basında veya sosyal medyada gördüğünüz her türlü habere itibar etmeden önce sayıları da bilimi de dikkate alın.

Güneş’in uzun sürede giderek parlaklığını artırdığını ancak bunun bizim günlük hayatımıza bir etkisi olamayacağını belirledikten sonra gelelim Güneş’in bizim hayatımıza olabilecek etkilerine. Bu etkiler kabaca iki sınıfa ayrılabilir: Buzul çağları ve Güneş lekelerindeki değişiklikler.

Buzul çağlarının nedeni Güneş’in verdiği enerjideki değişim değildir. Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesinde oluşan döngüsel değişiklikler değişik mevsimlerde Dünya’ya ulaşan enerji miktarını değiştirir ve bu da buzul çağlarına yol açar. Buzul çağları genelde 80 bin sene sürer ve ardından 20 bin sene süren ılıman dönem gelir. Bu döngü en azından son 3 milyon senedir bu şekilde devam etmektedir. Dünya’nın yörüngesine bağlı olarak bir sonraki buzul çağının bundan 50 bin sene sonra başlaması beklenmektedir. Evet, bu seferki ılıman dönem bize şans tanımak için normalden daha uzun sürüyor. Ilıman dönemin uzun sürmesinin nedenleri de küresel ısınmayla ilgili değil, ancak bunları uzun uzadıya anlatmak başka bir yazının konusu olacak.

Şimdi gelelim bu yazının ana konusu olan Güneş lekelerindeki değişikliklerle iklimin ilişkisine. Güneş’in üzerinde minik lekeler olur. Bu lekeler Güneş’in manyetik alanındaki değişimler sonucu oluşur ve M.Ö. 200 yılından beri insanlar tarafından gözlemlenmektedir. Galilei 1609’da teleskobu bulduğundan bu yana da düzenli olarak bu lekeler kayıt altında tutulmaktadır. Güneş lekeleri arttığı zaman Güneş’ten Dünya’ya gelen enerjinin miktarı artmakta, azaldığında da azalmaktadır. Geçmişte bu lekelerin hiç görünmediği uzun dönemler olmuştur. Mesela 1645-1715 arası dönemde Güneş lekeleri neredeyse hiç görülmemiş ve kuzey yarım küre bir mini buzul çağı yaşamıştır. 1715 sonrasında Güneş lekeleri tekrar görünmeye başlamış ve Dünya alışılmış ortalama sıcaklığına geri dönmüştür.

Güneş lekeleri 11 senelik bir döngü içerisinde azalıp çoğalırlar. Bazı dönemler bu lekelerin sayısı çok fazladır ama 5,5 sene sonra Güneş’te neredeyse hiç leke kalmaz. Şimdi size bir soru sorayım: Sadece sıcaklıklara bakarak yakın geçmişte hangi sene en fazla leke olduğunu, hangi sene de neredeyse hiç leke görülmediğini söyleyebilir misiniz? Cevabın “hayır söyleyemiyoruz” olduğunu tahmin ediyorum çünkü Güneş lekelerinin iklim üzerindeki etkisi iklimin kendi değişebilirliğinden öte bir sonuç doğurmaz. Yani, bu lekeler hiç hesaba katılmasa da bir sene diğerinden daha sıcak ya da daha serin olabilir. Bu değişimler arasında lekelerin etkisini hissedebilmek çok zordur. Sanırım bu size Güneş lekelerinin iklim üzerindeki etkisi konusunda bir fikir verir.

Tabii uzun dönemler boyunca Güneş lekeleri çok artacak ya da çok azalacak olursa bunların iklim üzerine toplam bir etkisi olacaktır. Yani 11 senelik bir döngüde hangi senenin en fazla lekeli hangi senenin de en az lekeli olduğunu iklimden görmemiz çok kolay değildir ama birkaç 11 senelik döngü boyunca hiç Güneş lekesi görülmeyecek olursa Dünya’nın soğuduğunu hissedebiliriz. İklim bilimi ise “hissetmek” yerine bu alandaki bilimsel ölçümleri kullanır.

Güneş’ten Dünya’ya her saniyede, metrekareye ortalamada 341,55 Joule enerji gelir. İklim konuşmalarında gelen enerjidense güç birimi olan Watt kullanılır. Yani “Güneş’ten gelen enerji (güç) 341,55 W/m2’dir” denilir. Bu miktar Güneş lekelerinin artıp azalmasıyla birlikte 341,68 W/m2 ile 341,43 W/m2 arasında, yani 0,25 W/m2 değişir. Bu Dünya’ya gelen enerji miktarında %0,073 değişime karşılık gelir. Bunun ne derece önemli olduğunu sadece bu sayıya bakarak anlamanız çok kolay değildir. O nedenle iklim üzerinde bugün etkili olan diğer unsurlarla karşılaştırmak gerekir.

Son IPCC raporuna göre iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının atmosferi ısıtma etkisi yukarıdaki birimleri kullanarak 2,83 W/m2’dir. Bu değer Güneş lekelerinin yok olmasının yarattığı en kötü soğutma etkisinin on bir katıdır. Yani sera gazları Dünya’yı o denli fazla ısıtıyor ki tüm Güneş lekeleri kaybolacak bile olsa bir bunu soğuma olarak değil sadece daha az ısınma olarak algılarız.

NASA görevi gereği Güneş’i ve Dünya’nın atmosferini incelemektedir. Diğer ülkelerden bilim insanlarının da katkı verdikleri araştırmalar sonucunda Güneş lekelerinin son 20 sene içerisinde azalmakta olduğu görülmüştür. Bu bir felaket alameti değildir, Güneş’teki lekelerin sayısında geçmişte de artma ve azalma yaşanmıştır. Son 10 senedir bir sonraki Güneş lekesi döngüsünün “kuvvetli” olmayacağı tahmin edilmekteydi. Bunun anlamı en fazla Güneş lekesi görülmesini bekleyeceğimiz dönemde bile çok fazla Güneş lekesi görülmeyeceğidir. Bu da Dünya’ya Güneş’ten gelen enerji miktarında bir süreliğine %0.073 azalma olacağı anlamına gelir. Eğer küresel ısınma hiç olmayacak olsa ve atmosferde fazladan saldığımız sera gazları olmayacak olsa ve bu azalma sadece bir döngü değil 5-10 döngü, yani neredeyse yüz yıla yakın bir süre devam edecek olsa gene İstanbul Boğazı’nı donduracak kadar soğuk kışlar geçirmemiz beklenebilir. Ama ne yazık ki küresel ısınma var ve atmosfere saldığımız sera gazlarından dolayı böyle bir soğumayı yaşamamız mümkün değil.

Ancak problem burada da bitmiyor. İklim değişikliğini durdurmadığımız müddetçe önümüzdeki yıllarda atmosferdeki sera gazlarının miktarı artacak. IPCC'nin son raporunda bu konuda dört senaryo veriliyor. Bu dört senaryoyu konuya ilgi duyanlar RCP2.6, RCP4.5, RCP6.0 ve RCP8.5 olarak biliyorlar. RCP2.6 senaryosu bugün kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bıraktığımız durumu, RCP8.5 senaryosu da önlem almadan devam ettiğimiz durumu gösteriyor. Bu sembollerin sonundaki sayılar ise atmosferdeki sera gazı miktarlarını artırdığımız zaman atmosferin ısı enerjisinin ne kadarını tutacağını. Yani hiçbir şey yapmayacak olursak bu yüzyılın sonunda atmosferdeki sera gazlarının Dünya'nın yüzeyini ısıtma etkisi 8,5 W/m2 olacak. Bu da Güneş lekelerinden gelen olası etkinin tam 34 katı. Dolayısıyla Güneş lekelerindeki azalmadan dolayı buzul çağına gireceğimizi düşünerek korkmanıza gerek yok.


17 Ağustos 2018 Cuma

2018 Yazı Orman Yangınlarının Yazı Oldu

İşe öncelikle tanımlarımızı düzelterek başlayalım. Orman yangını dediğimiz şey temelde doğada, bizim kontrolümüz dışında oluşan bir yangındır. Günlük kullanım dilimize “orman yangını” olarak girmiş olsa da biliyoruz ki Akdeniz havzasında maki dediğimiz, diz veya bel boyu yükseklikte çalılar bulunur. Bunların da kontrolden çıkmış bir şekilde yanmasına yine orman yangını diyeceğiz. Ne yazık ki dilimizde bu tür yaban hayatı etkileyen ve kontrolde olmayan yangınlara (wildfire) verilen bir isim yok.

Bu ayrım bu yaz karşımıza bol bol çıktı. İsveç’teki ormanlarda da yangınlar görüldü, Atina çevresindeki makilik alanda da. Biz hepsine topluca orman yangını demeyi tercih ettik, bu tercihimizde de devam edelim, ama aklımızda olsun, her bölgede o bölgenin bitki örtüsüne uygun şekilde yanacak değişik bir bitki vardır ve bu her zaman orman olmak zorunda değildir.

Orman yangınlarının bugün için en başta gelen nedeni insanların daha fazla tarım arazisi açma isteğidir. Bu istek doğrultusunda özellikle tropik bölgelerde geniş orman alanları ateşe verilmektedir. Bu yanan ormanlardan çıkan karbondioksit atmosferin daha da fazla ısı tutmasına imkan vererek iklim değişikliği problemini körüklemektedir. Ayrıca orman alanlarındaki toprak tarıma fazla elverişli değildir. Yakıldıktan sonra tarım yapılmaya başlanan bölgede ilk birkaç sene yüksek verim alındıktan sonra verim hızla düşer ve ilk sefer ormanı yakarak tarım alanı açanlar bu sefer başka bir bölgeyi yakarak tarıma açma çabasına girerler. Bugün için özellikle Amazon bölgesinde karşılaşılan problemlerden biri budur. Endonezya’da ise yakılan tropik ormanların yerine palmiye dikildiğinden toprağın verim sorunu en azından bir süreliğine görmezden gelinebilir.

Doğal açıdan bakıldığında orman yangınlarının genelde üç ana nedeni vardır: İklimdeki değişiklik, yıldırım düşmesi ve volkan patlamaları. Volkan patlamalarını bir kenara ayırırsak aslında diğer iki madde hava koşulları ile ilgilidir. Bu yaz karşılaştığımız yangınlarda volkan patlamalarının etkisi olmadığından diğer iki konuya ayrıca değinebiliriz.

Sağanak yağışlı bir havada ıslak bir ormana yıldırım düştüğünde, yıldırımın düştüğü yere yakın birkaç ağaç tutuşur, ama bu yangın bütün ormanı yakıp kül etmez. Ormanın yanabilmesi için kuru ve sıcak olması gereklidir. Kuru olmasına baktığımızda iki ana nokta karşımıza çıkar. Ağaçların ya da çalıların yapılarında yeterli su olması o bölgenin yeterli yağış almasına ve toprağın da nemi tutabilmesine bağlıdır. Üniversitemizde orman yangınlarının azaltılabilmesi için toprağın su tutabilme kapasitesinin nasıl artırılabileceğine dair çalışmalar yapıyoruz. Ancak bu tür çalışmalara orman yangınları ciddi tehdit olarak görülmeye başladığı zaman hız verildiğinden çalışmalar henüz emekleme aşamasındadır.

Çok sık dikilmiş ağaçlar topraktan yeterli besin alamadıklarında ölebilirler. Ölen bu ağaçlar da ormanın altında kuruduklarında yangının en önemli besini haline gelirler. Ayrıca ağaçların altında kuruyan otlar da yangının başlamasına ve sürmesine neden olurlar. Bundan dolayı bir yandan yağış miktarının azalması, yani kuraklık, diğer yandan da sıcaklıkların artması doğal sebeplerden çıkan yangınların daha şiddetlenmesine ve uzun sürmesine neden olur. 

İklim değişikliği, özellikle bizim de içinde bulunduğumuz enlemlerde yaz yağışlarının azalmasına ve sıcaklıkların artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle Akdeniz havzasında ve Akdeniz havzasına benzer iklim koşullarına sahip olan ABD’nin güneybatısı, yani Kaliforniya eyaletinde orman yangını riski son derece artmış durumdadır. Akdeniz havzasında artan bu riske 2018 yazında Avrupa genelinde artan sıcaklıklar ve azalan yağış da eklenince normalde görülmesine alışkın olmadığımız İsveç gibi bir Kuzey Avrupa ülkesinde de orman yangınları ortaya çıktı.

İsveç’te 2018 Mayıs ayı ile Temmuz ayı arasındaki toplam yağış normalden çok çok az olduğundan özellikle Temmuz ayında normalin 10 derece üzerine çıkan sıcaklıklar orman yangınlarının pek görülmediği bir bölgede yangın çıkmasına ve yayılmasına neden oldu. Mayıs ortasından Ağustos ayına kadar yanan alan 250 kilometre kareye ulaştı. Kutup bölgesine kadar uzanan 50 değişik yerde çıkan yangınlar sonunda başlayan yağmurların da yardımıyla kontrol altına alınabildi. İsveç’teki yangınlar bir Kuzey Avrupa ülkesinde görüldüğü için önem taşımasına rağmen 2018 yılının alansal açıdan en önemli yangınları Kaliforniya eyaletinde görüldü.

Kaliforniya’daki yangınların bir kısmı bu yazıyı yazmakta olduğum sırada henüz kontrol altına alınamamıştı, buna rağmen yanan alan 3500 kilometrekarenin üzerinde bir bölgeydi. Bu Kaliforniya’da şimdiye kadar yanan alanın tamamıdır ancak yangınlar bir noktada değil çeşitli noktalarda ortaya çıktı. Gene de bir fikir vermesi açısından 3500 kilometrekare yaklaşık olarak 60 kilometre kenar uzunluğunda ve kare şeklinde bir alana karşılık gelir. Bu İstanbul ilinin Avrupa tarafında kalan alanı kadardır.

2018 yazında gündemi kaplayan esas önemli yangın ise komşumuz Yunanistan’ın başkenti Atina’nın çevresinde çıkan yangınlardı. Yangınların Atina’nın doğu kesiminde olanının çıkış sebebinin elektrik kontağı olduğu açıklandı. Yukarıda belirttiğim gibi, tamamı ormanlık olmayan bölgelerde çıkan yangın, hızı saatte 120 kilometreye varan rüzgarın da yardımıyla hızla büyüdü. Atina’nın doğusunda tarihte Maraton Savaşı ile tanıdığımız bölgeyi etkisi altına alan yangın 95 kişinin ölümüne neden oldu. Bu kayıplardan 26 tanesi denize çok yakın bir bölgede bulundu. Denizden kurtarma sırasında da devrilen bir teknede 10 kişi boğularak öldü.

Bu yangınlar bize neleri öğretti? Öncelikle, yangın mutlaka güney ülkelerinde olmak zorunda değil, iklim değişikliği ile kuraklık ve sıcak hava dalgaları kutuplara doğru yayıldığında yangınlara hazırlıklı olmayan bu bölgelerde de yangınlar görülmeye başlanacaktır. Yangınların normalde sıklıkla görüldüğü Akdeniz havzası ve Kaliforniya gibi bölgelerde ortaya çıkacak yangınların şiddeti artacağından gerekli önlemlerin alınması gerekmektedir. Mesela 2017 yılı sonunda Kaliforniya’da 129 milyon ölmüş ağaç olduğu düşünülmektedir. Bu ölü ağaçlar ormanlardan  temizlenebilecek olsa oluşacak yangınlara verecekleri katkı da azalacaktır.

Ama belki de daha önemlisi, can kaybının azalması için ya da önlenebilmesi için yangının çok hızlı hareket edebildiğini öğrenmemiz gereklidir. Bir orman yangını saatte ortalama 10 kilometre hızla yayılabilir. Bu, sağlıklı bir insanın ancak koşarak kaçabileceği bir hızdır. Atina’daki yangında 26 kişinin denize çok yakın bir yerde yanarak ölmesi ise bizim beklemediğimiz bir anda yangının yolumuzu kesebileceğinin bir göstergesidir. Dolayısıyla almamız gereken en önemli ders orman yangınlarını hafife almamak ve olabildiğince hızlı davranmaktır. Çünkü unutmamamız gereken önemli nokta Kaliforniya ve Atina yangınlarının ortak özelliğinin bizim coğrafyamıza çok benzer noktalarda ortaya çıkmış olmasıdır. Gelecek senelerde bizim de başımıza gelmemesi için elimizden gelen her türlü önlemi almak zorundayız.

30 Haziran 2018 Cumartesi

Halkın duymak istediği

Toplum bizim bilimsel konuşmalarımızdan her zaman fazla bir şey anlamak zorunda değildir. Mesela dolunun hangi koşullarda oluştuğu, katmanlarının her bir döngüde nasıl arttığı veya yukarı yönlü hava akımının ağırlığı taşıyamadığı anda dolunun yere düştüğü ve düşerken de kısmen eridiği çoğu kişiyi ilgilendirmez. Bu, bilim insanları arasındaki tartışma konusudur. Bu tartışmanın her zaman sağlıklı biçimde yapılması gerekir, ama bu tartışmanın yeri de sosyal medya değil bilimin kendi tartışma usulleri ve yerleridir. Bundan bilim insanları gizli gizli bir yerlerde toplanıp son derece gizli konuları konuşuyorlar fikrine kapılmayın. Bilimsel toplantılar herkese açıktır, bilimsel dergilerdeki yayınlara da herkesin erişimi vardır. Bunların çoğu ücretlidir ve bilim insanları da bu kaynaklara erişim için gerekli ücreti ödemek zorunda kalırlar.

Ancak halkın sorduğu sorular bilim insanlarının tartıştıkları sorulardan biraz farklıdır. Sosyal medyada yapılan tartışmalarda da toplumun sorduğu sorulara cevap vermek gerekir. Yalnız sorulara cevap verirken vatandaşın neyi sorduğunu algılamamız gerekir. Mesela son haftalarda kişiler “Geçtiğimiz sene İstanbul’da Temmuz sonunda başımıza gelen dolu felaketi bu sene tekrarlanacak mı?” diye soruyorlar. Yalnız bunu sorma biçimleri “Gene dolu yağacak mı?” şeklinde olduğundan meteoroloji konusu ile ilgilenen kişiler bunu sadece “Dolu yağacak mı?” şeklinde anlıyorlar.

Bu iki soru vatandaş için tamamen aynı gibi görünse de içerik olarak büyük farklılık taşır. Geçen yaz yaşadığımız dolu felaketi sırasında büyük mal kaybı yaşandı. Her dolu yağışında İstanbul’da böylesine büyük kayıplar yaşamamız beklenmez. Bu, İstanbul’da gördüğümüz ilk dolu olayı değildi, son da olmayacak, ama bu dolu maddi anlamda en fazla hasara neden olan dolu olayıydı. Bu problemi yaşamamızın iki değişik açıdan nedenleri var. Öncelikle artık daha fazla insan bir arada yaşıyoruz. Daha fazla araba, daha fazla cam yüzey ve daha ince izolasyon malzemeleriyle kaplı suni ortamlardayız. Bu narin malzemelerin zarar görme olasılığı da doğal olarak daha yüksek. Ama geçen yaz yaşadığımız olay bir doğa olayı olarak da çok şiddetliydi. Öncelikle o gün Marmara Denizi’nin yüzey suları normalden birkaç derece daha sıcaktı. Bu deniz üzerinden üzerimize doğru gelen hücrenin buharlaşma ile birlikte çok fazla su buharı yüklenmesine neden oldu. Ayrıca o zaman diliminde Sahra Çölü üzerinden gelen normalin üzerinde toz da yağmur ve dolu çekirdeklerinin oluşmasını ve büyümesini daha da kuvvetlendirdi. Bunun üzerine bir de havanın fazla sıcak olması dikey hareketi de artırdığından başımıza öylesi bir felaket geldi.

Peki, bu bir daha olur mu? Küresel ısınmadan dolayı Marmara Denizi normalden daha sıcak olmaya devam edecek. Özellikle bu sene sonuna doğru başlayacağı düşünülen El Nino 2019 yazını tarihte yaşadığımız en sıcak yaz yapabilir. Havanın sıcaklığı üzerine toz da bindiğinde bu tür dolu olaylarını yaşamamız kaçınılmazdır.

Yalnız buradaki önemli soru şu: Bunu ne kadar önceden tahmin edebiliriz? Öyle ya her seferinde evden halıları yüklenip arabaların üzerini örtemeyiz. Ayrıca arabaları halı ve kilim kaplama adeti, hırsızlar arasında da ayrı bir ihtisaslaşmaya neden olmaya başladı. Bundan dolayı doğru meteorolojik tahminlere ihtiyacımız var. Kötü haber ise burada karşımıza çıkıyor: Doluyu günler önceden ciddi sayılabilecek bir kesinlikle tahmin edebilmenin bir yolu yok. Tek söyleyebileceğimiz deniz suyu sıcaklığının yüksek olmasından dolayı bulutun kalınlığının artacağı ve bunun da dolu ihtimalini artıracağı.

Yalnız, hepimizin kolayca yapabileceği bir şey var. Meteoroloji Genel Müdürlüğü web sitesinde son senelerde anlık veri paylaşılıyor. Hepimiz bu verileri inceleyerek önümüzdeki birkaç saat içerisinde neler olabileceği konusunda hızlıca fikir sahibi olabiliriz, hatta olmalıyız. O sayfalarda anlık olarak yayınlanan radar görüntüleri bize almamız gereken önlemler konusunda da fikir verecektir. Bir ileri adım olarak MGM’nin bu radar görüntülerini anlık olarak bir televizyon kanalından yayınlaması istenebilir ki aslında bu da gerek yatırım gerekse de teknoloji açısından çok da zor bir konu değil. Nasıl kablolu televizyonda İstanbul trafiğini görebiliyorsak Çatalca’daki radarın çıktısını da inceleyebiliriz. Nasıl bugün “TEM kırmızı” dediğimizde TEM’de trafiğin yoğun olduğunu anlıyorsak radar çıktısını da anlamamız sadece bir alışkanlık meselesidir. Hepimizin bu konudaki zekasına güveniyorum.

Ama bu yazıyı yazmaktaki amacım sadece bunları anlatmak değildi. Özellikle son senelerde sosyal medya “Bakın ben demedim mi dolu yağacak diye, bakın işte yağdı” diye bir avuç dolu fotoğrafı paylaşan arkadaşlarla dolmaya başladı. Sorun bir avuç dolunun yağıp yağmaması değil. Bir arkadaşımız “dolu yağacak” deyip basın kuruluşları da apolitik haber açlığından bunu manşet yapınca çeyizler arabaların üzerini kapladı.

Eğer gerçek bilgi almak istiyorsanız yetkililere kulak verin, ama duyduklarınızı duymak istediğiniz gibi değil söylendiği gibi algılamaya çalışın, çünkü yetkili ağızlar sizin duymak istediğiniz biçimde değil bilimsel şekilde konuşuyorlar. Belki de hepimize birer tercüman gerekiyor Türkçeyi Türkçeye tercüme etmek için.

“Bugün öğle saatlerinde kısa süreli şiddetli yağış görülmesi olasılığı vardır ve bu fırtına geçişleri sırasında dolu da görülebilir” uyarısı aslında elinizde şemsiye olmadan sokağa çıkmayın anlamına gelir, arabanızı halı ile kaplayın değil. Benzer şekilde “İstanbul’un yüksek kesimlerinde kar ve karla karışık yağmur görülebilir” Kadıköy’de bir karış kar olur ve okullar kesin tatildir anlamına gelmez. “Biz dedik bakın ve dediğimiz çıktı” yorumunu kanıtlamak için Acarkent’te yerdeki karın resmini paylaşmanıza gerek yok. Gerçekten orada kar yağabileceğine inanıyoruz zaten. Ama bizim sorduğumuz ya da konuştuğumuz Beykoz’da kar yağması ya da Beylikdüzü’nde bir avuç dolusu dolu olması değil. Bu nedenle ben konuşurken karı şöyle tanımlıyorum: “Şu anda kar yağmaya başladığında, Rumeli Hisarüstü’nde yarın bu saatte de yerde hala kar varsa, kar yağmış demektir.” Sanırım çoğumuzun kar tanımı buna benzer bir şey. Dolu ise geçen seneden beri sanırım şöyle tanımlanıyor “Onca kilimi boşuna sermedik arabanın üzerine, bak sermeyen arkadaş kırılan camı için hala sigortadan onay bekliyor.”

Sonuç olarak, tehlikeli hava olayları her geçen gün daha da artarak karşımıza çıkacak. Buna hepimizin hazırlıklı olması gerekiyor. Ama basında her “dolu” kelimesini gördüğünüzde arabanın üzerine kilim örtmenize ve paniğe kapılmanıza gerek yok. Yalnız bu kapalı garajı olan bir eve taşınmayın anlamına da gelmiyor. O zaman da şunu unutmayın, aşırı yağışlardan dolayı çoğu garajı su basması olasılığı doludan arabanın camının zarar görmesi olasılığından yüksek olabilir. Bu nedenle de lütfen aklınızla hareket edin ve fazla dolduruşa gelmeyin, özellikle de sosyal medyada yazan arkadaşların dolduruşuna.

Sıfır Atık ne demektir?

Dünyamız madde açısından bakıldığında kapalı bir sistemdir. Bundan anlamamız gereken elimizdeki maddeler neyse, onlarla yaşamak zorundayız. Bittiği zaman biraz daha bulmamız mümkün değildir.

Aslında “elimizdeki maddeler bittiğinde biraz daha bulmamız mümkün değildir” çok iddialı bir laftır ve eminim buna itiraz edenleriniz olacaktır. O nedenle konuyu biraz daha açalım. Mesela tarımda kullanılan gübrenin iki ana bileşeni vardır: Azot ve fosfor. Biliyoruz ki atmosferimizin çoğunluğu azot ve neredeyse istediğimiz kadar gübre yapalım, havadaki azotu kullanıp bitiremeyiz. Ama fosfor öyle değil. Çoğumuz farkında olmasak da fosfor bir madendir. Yani dünyanın belirli yerlerinde çıkar ve işlenerek gübre yapabileceğimiz bir hale getirilir. Her ne kadar elimize aldığımız herhangi bir taşın ağırlık olarak yaklaşık binde biri fosfor olsa da ticari anlamda karlı fosfor elde etmek için kayanın en az yüzde 1-2’lik kısmının fosfor olması gerekir. Bu da çok az noktada bulunan fosfor yatakları anlamına gelir.

Kısacası, dünyada çoğu element bizim kullanabileceğimizden çok daha fazla miktarda bulunur, ancak bu elementler ve bileşikler tüm yer kabuğuna dağılmış olduğundan bunların çıkartılıp kullanıma hazır hale getirilmesi çok masraflıdır. Bu nedenle de kaynakları sınırlıdır diyoruz. Bugün kaynakları sınırlı olan nesnelerin gelecekteki bir teknoloji ile sınırsız hale getirilmesi de makul bir düşünce değildir çünkü bugün kaynakları sınırlı yapan bizim bulma veya çıkartma kapasitemiz değildir. Bu kaynaklar dünya yüzeyine azar azar dağıldıkları için gerekli miktarları elde edebilmek için çok geniş alanlarda madencilik yapmak gerekir ki bu işimize gelmez.

O zaman bu maddeleri ikinci elde etme yolumuza gelelim: Kullandıktan sonra geri dönüştürerek tekrar kullanıma sokmak. Bildiğiniz gibi, bir elementi başka bir elemente dönüştürmenin tekniğine simya diyoruz. Her ne kadar Orta Çağ’da simyanın mümkün ve kolay olduğu düşünülüyor olsa da bugün (ve makul gelecekte) simyanın mümkün ama hiç de kolay olmadığını biliyoruz. Bir elementi kullanarak başka bir element elde etmek ancak o elementlerin atomik yapılarıyla oynayarak olur ki, fosfor bitecek olsa bu metodu kullanarak fosfor elde edebilmemiz makul bir çerçevede mümkün değildir.

Bir elementi başka bir elemente çevirmenin makul bir çözüm olmadığını kabul ettiğimize göre yapacağımız diğer şey kullanım sonrasında çıkan artıklardan istediğimiz elementleri geri elde etmektir. Yani fosforu tarımda kullandıktan sonra çıkan ürünlerden fosforu tekrar geri almaktır. Bu da kolayca tahmin edeceğiniz üzere yapılabilecek bir şey değildir, çünkü fosfor ürettiğimiz patatesin yapısına girmiştir, oradan biz yediğimizde bize geçer, bizden de kanalizasyona karışır. Bu durumda fosforu geri elde etmenin yolu kanalizasyondan arıtmak yöntemine dayanır. Takdir edersiniz ki bu yöntemi tarımın sürdürülebilirliğini sağlamak için kullanmak pek makul olmaz.

Bu bizi yazının ana konusuna getiriyor: Tarım için fosfora ihtiyacımız var, yenilenebilir enerjiyi saklayacağımız pilleri üretmek için kobalta ihtiyacımız var, bu listeyi epeyce uzatabiliriz. Tüm bu ihtiyaçlarımızı göz önüne alarak sürdürülebilir bir hayat sürebilmek için gerçekten sıfır atık üretmemiz gerekli. Ama sıfır atık ne demektir?

Sıfır atık, çoğumuzun düşündüğü gibi nesneleri kullandıktan sonra geri dönüştürerek başta kullandığımız ham madde  ihtiyacını azaltmak olamaz çünkü fosfor örneğinde gördük ki her şeyi geri dönüştürmek mümkün değil, geri dönüştürebilsek bile önemli kayıplarımız var. Mesela beyaz bir kağıdı geri dönüştürerek gene beyaz kağıt üretebilmemiz çok zor, genelde yapılan bir alt kalite kağıt üretmek oluyor. Bu nedenle de geri dönüştürme sıfır atık kavramının küçük bir parçası olsa da temeli değil.

Peki sıfır atığın temeli ne? Aslında bu soruya gerek bile yok çünkü cevap içinde saklı, sıfır atığın temeli, atık üretmemektir. Bizden önce doğada atık diye bir kavram yoktu; doğa açısından bakıldığında bu kavram hala yok. Doğada bir canlının atığı diğer bir canlının besinidir. Modern yaşamla bizler atık kavramını yarattık, ancak doğa açısından bakıldığında bu bir gereklilik değildir. Sistemler doğru kurulduğunda bizim de doğanın bir parçası olarak (fazla) atık üretmeden yaşamamız mümkündür.

Bizim modern yaşam olarak kurguladığımız sistem doğrusal ekonomiye dayanmaktadır. Yani biz ham maddeyi doğadan alır, kullanacağımız malzemeyi üretir, kullanır sonra da hepsini tekrar doğaya atarız. Her türlü sistemimiz buna dayanıyor, bunu doğal kabul ediyor ve buna göre yaşıyoruz. Oysa bu sürdürülebilir bir yaklaşım değildir. Doğadaki kaynaklar sınırlı olduğuna göre hep doğadan al, kullan ve sonra da çöpünü doğaya at şeklinde tanımlayabileceğimiz hayat tarzımızı uzun vadede sürdürmemizin mümkün olmadığı artık anlaşılmaktadır.    

Atık üretmeden yaşayabilmemizin yolu doğrusal ekonomi anlayışını döngüsel bir yapıya kavuşturmaktır. “Üretimimizi ve yaşamımızı döngüsel bir yapıya kavuşturalım” demek gayet hoş ve kolay görünüyor ama fosfor örneğinden de anlayabileceğiniz üzere bu çok kolay bir yaklaşım değildir. Hatta belki fosfor örneği en zor problemlerden biri olabilir, onu algılarsak gerisini de çözebiliriz, bundan dolayı fosfor kullanımını nasıl döngüsel hale getirebiliriz problemine bir bakalım:

Öncelikle üretimdeki kayıpları azaltacağız, ama bu madencilik ile ilgili bir konu olduğu için sanırım çoğumuzun günlük ilgi alanı dışında kalır. İkincisi, tarımdaki kullanımının uygun olmasını sağlamak zorundayız. Yani çiftçi bütçesi uygun olduğunca değil toprağın ve ürünün gereğince gübre kullanması gerekiyor. Bunun tarımda ne derece önemli bir reform gerektirdiğini kolayca görebilirsiniz. Tarımda gereksiz ve zamansız kullanılan gübre özellikle iklim değişikliğinin getirdiği yağışlarla birlikte nehirlere ve oradan da deniz ve göllere gidiyor. Bu da daha kullanım gereğini yerine getirmeden yok olan ham madde anlamına geliyor.

Diyelim iyi üretim yöntemleri ve doğru kullanımla fosfor kullanarak besin yetiştirdik. Bu besinin kayıpsız olarak masamıza kadar gelmesi çok büyük önem taşıyor. Arada mutlaka kayıplar olacaktır. Tarladan çıkıp midemize inene kadar oluşacak tüm kayıpların aslında bitkisel madde olduğunu unutmamamız gerekir. Yani bu çöp değildir. Bu atığın kompost yapılarak tarlaya gübre ve besin olarak geri döndürülmesi gereklidir. Tarımsal üretim ya besindir ya da besindir. Atık değildir. Tarla ile mide arasında oluşacak kayıpların kompost yapılarak tarıma geri kazandırılması için gerekli sistemler üretilmelidir. Bu besinlerin toplanarak yakılması ve enerji üretilmesi pek çok açıdan zararlıdır, öncelikle de toprağa geri verebileceğimiz verimin azalmasıdır.

Besinin tarladan mideye uzanan serüvenindeki en önemli kayıp nedeni tarla ile mide arasındaki mesafenin uzunluğudur. Şu anki ekonomik düzen, sadece fiyat ile ilgilenip bu döngünün sağlıklı işleyip işlemediği konusuna kafa yormamaktadır. Her ne kadar oluşabilecek olan kaybı kompost olarak değerlendirebilecek olsak da esas amaç kaybı azaltmaktır. Bunun yolu da tarla ve mide arasındaki yolu olabildiğince kısa tutmaktan geçer.

Tarla ile mide arasındaki yolun önemli bir kısmı da marketlerden geçer. Büyük marketler ve buralardan yapılan alışveriş önemli oranda besinin ziyan olmasına neden olmaktadır. Bunu engellemenin en basit yolu alışverişi günlük yapmaktır. Bu da büyük marketlerdense köşedeki bakkal-manav-kasap üçlüsünü gerektirmektedir. Bunun sağlanması ise ancak şehirleşme politikalarının yeniden düzenlenmesi ile mümkündür. 

Diyelim tüm bunları yerine getirdik, besini eve getirip yedik. Sonrasında evlerimizdeki kanalizasyon sistemleri değişik noktalarda üretilen atık suyun ayrı ayrı toplanıp değerlendirilmesine imkan sağlamamaktadır. Biz daha yağmur suyu ile atık suyu birbirinden ayıran sistemler kurmaktan acizken tuvalet, mutfak, lavabo, banyo gibi değişik noktalarda, değişik kimyasal kirleticilere maruz kalmış suyu ayrı ayrı toplayıp içinden bize gerekli olan kimyasalları ayırmak zorundayız.

Umarım “sıfır atık” kavramının, çöpleri ayrı toplayıp geri dönüşüme göndermekten çok daha zor ve sistemsel çözümler gerektiren bir konu olduğunu daha anlaşılır bir hale getirebilmişimdir. Tahmin edeceğiniz üzere evdeki plastik atıkları toplayarak geri dönüşüme kazandırmak çok daha kolay ama kısmen de insanlığın devamı açısından daha az önemli bir konudur.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Küresel ısınma ile mücadele canlıların uyum şansını artırıyor

İklim değişikliği sadece insanları değil tüm canlıları etkiliyor. Bu canlıların tümünün bir ahenk içerisinde yaşadığı düşünülecek olursa bir canlı türünün kaybı istenmeyen türlü sonuçlara da yol açabilir. Mesela Çin’de arıların azalmasından dolayı özellikle meyve ağaçlarının üremesi güçleştiğinden arıların görevini insanlar yapmaya başladılar. Küresel ısınmanın çok geç olmadan durdurulması tüm bu canlı cinslerinin de korunması açısından büyük önem taşıyor.

Paris Anlaşması küresel ısınmanın durdurulması yolunda önemli bir adım olarak kabul ediliyor. Ancak ülkeler bugün için verdikleri sözleri tutsalar bile Dünya Endüstri Devrimi öncesi döneme göre yaklaşık 3.2 derece ısınmış olacak. İngiltere Tyndall Merkezi ve Avustralya James Cook Üniversitesi’nden araştırmacılar Paris Anlaşması sonrası ısınma (3.2 derece) ile 2.0 ve 1.5 derece ısınmanın böcekler, omurgalı hayvanlar ve bitkiler üzerindeki etkilerini incelediler.

Çalışmada canlıların doğada uyum sağladıkları iklim koşullarının nasıl değişeceği incelenmiş. İklimsel yaşam alanlarının yarısından fazlasını kaybeden canlı türleri tehlikede olarak kabul edilmiş. Buna göre eğer tüm ülkeler Paris Anlaşmasında verdikleri sözleri tutacak olsalar dahi (3.2 derece ısınma) böceklerin %49’u, bitkilerin %44’ü ve omurgalıların %26’sı yaşam alanlarının en az yarısını kaybedecek. Eğer küresel ısınmayı 2 derece ile sınırlayacak olursak canlıların kaybı böcekler için %18’e, bitkiler için %16’ya ve omurgalılar için %8’e düşüyor. Bu küresel ısınmanın 2 derece ile sınırlanmasının önemini gözler önüne sermeye yeterli. Bir de aynı analizi 1.5 derece ısınma için yapacak olursak yaşam alanlarının en az yarısını kaybedecek böcek türlerinin oranının %6, bitkilerin oranının %8 ve omurgalıların oranının %4 olacağı görülüyor.

Eğer ülkeler Paris Anlaşması ile verdikleri sözleri yerine getirmeyecek olurlarsa sıcaklıklar bu yüzyılın sonunda çok daha fazla yükselmiş olacak. Bu çalışmada sıcaklıkların 4.5 derece artması olasılığı da ele alınmış. Bu durumda böceklerin ve bitkilerin kaybı %75'e ulaşıyor, omurgalıların %60'ı ise yaşam alanlarının yarısından fazlasını kaybediyor. Bu durumda özellikle omurgalı hayvanlar hareket yeteneğine sahip olduklarından yaşam alanlarını değiştirerek hayatta kalma şanslarını artırıyorlar. Daha az hareketli sürüngenler gibi canlıların kaybı ise çok daha büyük oluyor. Genel anlamda bakıldığında küresel iklim değişikliğini azaltmak için attığımız her adım canlıların uyum sağlamalarını da kolaylaştırarak onlara zaman kazandırıyor.   

Bu çalışmada yapılan analiz sadece Dünya’nın değişik yerlerinde sıcaklık, yağış ve nem gibi koşullardaki değişikliğin canlıları nasıl etkileyeceğini gösteriyor. Buraya denizlerde neler olacağı, mercan resiflerinin kaybı, zirai ilaç kullanımı ile türlerin yok edilmesi, tarım alanlarının genişletilmesi için ormanların yakılması gibi belki de eş önemde sayılabilecek olgular dahil edilmemiş. Tüm bunları eklediğimizde insanların verdiği zararın boyutunun ne derece büyük olduğu daha rahat gözler önüne serilebilir.

Ref: Warren et al., Science 360, 791–795 (2018)

24 Nisan 2018 Salı

İklim değişikliğinin neresindeyiz?

Hayattaki çoğu problemimiz “şimdi” ve “burada” temelli problemlerdir. “Şimdi ve burada”dan en az birinin olmadığı önemli bir problem düşünmemiz oldukça zordur. Oysa iklim değişikliği “şimdi ve burada”dan ziyade “gelecekte ve başka yerde” şeklinde algılanan bir problemdir. ABD’de yapılan bir araştırma çoğu kişinin ülkenin önemli kesiminin iklim değişikliğinden etkileneceğine inandığını gösteriyor. Ama aynı kişilere “Peki siz iklim değişikliğinden etkilenecek misiniz?” diye sorulduğunda bu kişilerin çoğunluğu etkilenmeyeceklerine inanıyor. Bu, insanların iklim değişikliğine bakışlarını açıklamaya yeterli. “Evet, öyle bir problem olduğuna inanıyorum, ama benim daha önemli problemlerim var ve beni etkileyeceğini düşünmüyorum.” 

Bunun yanında ülkemiz insanı gördüğü değişiklikleri de küresel bir değişimle bağdaştırmıyor. “Evet, artık kar yağmıyor çünkü bu kadar yüksek bina diktiler” veya “Evet, bizim dereye baraj yaptıklarından bu yana hava çok ısındı” sıkça duyduğumuz yorumlar oluyor. Bir türlü yaktığımız kömür, petrol ve doğal gaz ile bunun sonucu olarak ortaya çıkan küresel ısınmayı bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde birleştiremiyoruz. Bunu yapamayınca da iklim değişikliği bizler için havada kalan bir kavram oluyor. Havada kalan bu kavramdan günlük yaşamımızı, kararlarımızı ve politikalarımızı etkilemesini beklemek gerçekçi olmuyor. 

Oysa ülkemiz Dünya’da belki de iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek yerlerden biri olan Akdeniz Havzasının doğusunda yer alıyor. Uzun süredir gündemimizi dolduran Arap Baharı ve Suriye sorununu yaratan ögelerden biri bölgede uzun süredir yaşanan kuraklık. Bölgemizde bu tür iklim değişikliği problemlerinin gelecekte de sıklığını artırması bekleniyor. Artan sıcaklıklar yanında azalan ve azalmaya da devam edecek olan yağışlar artık bölgemizin gerçeği haline gelmiş durumda. 

İklim değişikliği problemini yaratan ise Endüstri Devrimi’nin başından bu yana yakmakta olduğumuz kömür, petrol ve doğal gaz. Bu yakıtların yanması ile oluşan karbondioksit Dünya’yı sarmalayarak enerji dengesini bozuyor ve tüm atmosferin ısınmasına yol açıyor. Atmosfere salınan karbondioksit dışında iklimi etkileyen daha pek çok unsur var, ama bunların toplamı bile karbondioksidin etkisine yetişemiyor. Bu nedenle probleme bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamız olarak bakmamız yeterlidir. Bu yakıtları kullanmayı durdurup biraz da endüstriyel hayvancılıktan vazgeçsek iklim değişikliği problemini çözmüş oluruz. Konu bu kadar basit. 

Ayrıca unutmamamız gereken önemli bir nokta da kömür, petrol ve doğal gazın bir sonu olduğu. Yani hiç bitmeyecekmiş gibi yakıp tükettiğimiz ve gezegenimizin atmosferini ısıttığımız bu fosil yakıtlar kısa sürede bitecek ve bunun sonunda da önceden önlem alınmazsa Dünya ekonomisi içinden çıkılmaz bir kargaşaya sürüklenecek. Ama bu “şimdi” ve “burada” gerçekleşmeyeceğinden kafamızı kuma gömmeye devam edebiliyoruz. Gezegenimizin sürdürülebilirliği açısından konuya baktığımızda ise tükendiğinde ekonomileri krize sürükleyecek bir kaynağı tüketerek gezegendeki bizler de dahil tüm canlı yaşamanı tehlikeye sokacak bir gelecek yaratıyoruz. 

Durumun ne derece vahim olduğunu çok basit bir örnekle anlatayım. Kutuplarda eridiğinde tüm Dünya’daki deniz seviyesini 80 metre yükseltecek kadar buz var. Bugün yaktığımız kadar kömür, petrol ve doğal gaz yakacak olursak bu yüzyılın sonuna varmadan o buzulların tamamını erime noktasına kadar ısıtmış olacağız. Dünya nüfusunun neredeyse yarısı gelecekte sular altında kalacak bu bölgelerde yaşıyor ve oralarda üretilen besinleri tüketiyor. Bu felaketin sonuçlarını düşünmek bile istemeyiz. 

Peki neler yapıyoruz? Aslında ne ülkemiz ne de diğer ülkeler bu konuda fazla bir şey yapıyor. Hemen herkes bu problemin farkında ama sonuca etki edebilecek ülkelerde iklim değişikliği problemi güvenlik ve ekonomi gibi konularla kıyaslandığında halkın kafasında yeterli yer almıyor. Halk bir problemi öncelik sırasında en tepeye taşımazsa üstteki yöneticiler de bu problemi çözmek adına gereken adımları atmak istemezler, özellikle de bu adımlar kişilerin rahatını bozabilecek adımlarsa. 

Bu noktada ülkeleri de üçe ayırmakta fayda var. Başta ABD ve İngiltere gibi iklim değişikliğinin tarihsel olarak nedeni olan ve bu değişiklikten çok da etkilenmesi beklenmeyen ülkeler var. Bu tür gelişmiş ülkelerin ellerinden gelen tüm çabayı iklim değişikliğinin etkilerini durdurmaya yöneltmeleri gerekir. Bir de gerek tarihteki salımlarıyla gerekse de bugünkü yapılarıyla iklim değişikliğine neden olmamış ama bu değişiklikten çok kötü etkilenecek ülkeler var: Tuvalu veya Bangladeş gibi. Bu ülkelerin kendilerini koruyacak ekonomik kapasiteleri de olmadığından iklim değişikliğinin daha büyük sorumluluğunu taşıyan gelişmiş ülkelerin etkilenecek bu ülkelere yardım etmesi gereklidir. 

Bir de ülkemiz gibi tarihi sorumluluğu olmayan ama gelişmişlik düzeyi ile problemin çözümüne katkı yapması beklenen ülkeler var. Bu ülkelerin üzerine iki ana sorumluluk düşüyor. Bunların ilki, geçmişte olmadıkları gibi, bugün de problemin bir parçası olmamayı seçmek. Günümüzde özellikle yenilenebilir kaynaklardan enerji üretmenin maliyeti kömür, petrol ve doğal gazdan enerji üretmenin maliyetinin altına düştü. Eğer devlet desteği olmayacak olsa kömürlü termik santraller rüzgar santralleri ile fiyat bazında baş edemezler. Bu durumda yeni bir kömürlü termik santral yapımına izin vermek çözümün değil problemin bir parçası olmayı seçmektir. Yapılan her kömürlü termik santralin en az 50 sene kullanım ömrü olduğu düşünülecek olursa karşımızdaki problemin gereksizliği ortaya çıkar. Daha pahalı ve zararlı bir şeyi 50 sene boyunca neden desteklemeye devam edelim? 

Ama bizim gibi iklim değişikliğinin etkileri açısından ciddi risk altındaki ülkeler karbon salımlarını azaltmaya yönelik çabalardan çok daha fazlasını başımıza gelecek olan sorunların bertaraf edilmesine harcamak zorundalar. Hani elimizde 100 birim para varsa, bunun 10-20 birimini sera gazı salımlarımızı azaltmaya kullanıyorsak 80-90 birimini iklim değişikliğinin etkilerine uyum yönünde kullanmalıyız. 

 Ülkemizde de dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi iklim değişikliği daha önemli bir gündem maddesi olmadığından azaltım ya da uyumdan hangisi öncelikli olmalı türü bir tartışmaya bile daha yeni yeni girişiyoruz. Umarım bu yolda yakın zamanda daha hızlı adımlar atmaya başlarız, yoksa gelecek bölgemiz açısından çok parlak görünmüyor.