15 Ekim 2018 Pazartesi

Gezegenin Sınırlarına Doğru Yayılmamız

Çevre denildiğinde insanların zihinlerinde bir anlam oluşur ama çoğu zaman bu anlam kişiden kişiye ve özellikle de kişilerin yaşadığı ortamdan ortama değişir. Bilimsel anlamda bir değişme ve eğer mümkünse gelişmeden söz edebilmek için çevreyi biraz daha kesin sınırlarla tanımlamakta fayda vardır. Özellikle de insanlığın büyümesini çevre ile sınırladığımızı düşünecek olursak sınırları belirleyen çevrenin tanımı daha da önem kazanır.

Aslında Rachel Carson’ın 1962 yılında yayınlanan kitabı Sessiz Bahar’dan önce çevrenin insanlığın büyümesini sınırladığı toplumun gündeminde fazla yer bulmuyordu. Sessiz Bahar’ın yayınlandığı sonbaharda ortaya çıkan Küba Krizi hepimize insanlığın aslında bu gezegenin üzerinde yaşayan küçük canlılar değil bu gezegenin tamamını değiştirme becerisine sahip yaratıklar olduğunu gösterdi. Bir nükleer savaşın sonucunda üzerinde yaşadığımız gezegenin sadece bizler için değil neredeyse tüm canlılar açısından yaşanamaz hale gelebileceği bir anlamda çevre sorunlarına da gözümüzün açılmasına neden oldu.

Dikkatimiz çevre sorunlarına çevrilse de genel bakış açısı hala bu gezegenin geniş bir yer olduğunun kabul edildiği ve kaynakların serbestçe tüketilip atıkların dışsallık sayılarak hesaba katılmadığı bir çağda yaşıyoruz. Ekonomik büyüme kendisini çevreden soyutladıkça gezegenin bize karşılıksız verebileceklerinin de sınırına doğru hızla yaklaşıyoruz. Gezegenin bize karşılıksız vereceği kaynakların sürdürülebilir olabilmesi için bu kaynakların sınırlarını bilmemizde büyük yarar vardır.

Doğal olarak kömür, petrol ve doğal gazın sonsuza kadar yer altından çıkamayacağını biliyoruz. Benzer şekilde tarımda ihtiyacımız olan fosfor ve elektrikli arabaların pillerinde kullanılan lityum da son derece kısıtlı kaynaklar ve biz bu denli hızla tükettiğimizde bu kaynakların kısa sürede sonuna ulaşacağız. Ancak bunlar doğanın bize sağladığı kaynaklardır. İnsanlık ve genel anlamda bu gezegendeki canlılar kömür, petrol ve lityum kullanılmaya başlamadan önce de yaşamlarını sürdürüyorlardı. Dolayısıyla bizi esas ilgilendiren doğanın bizim yaşamımızı sürdürmemiz için yaşama sağladığı katkıların sınırlarıdır çünkü her geçen gün insanlık bu sınırlara doğru hızla yaklaşıyor ve bu sınırların farkında bile değiliz.

Gezegenin çevresel sınırları kavramı ilk olarak 2009 yılında Stockholm Resilience Center’dan Johann Rockström ve Australian National University’den Will Steffen öncülüğündeki geniş bir çalışma grubu tarafından ortaya konuldu. Bu kavram geçen süre içerisinde daha da geliştirildi ve 2015 yılında Birleşmiş Milletler’de kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (Sustainable Development Goals - SDG) kavramının da temelini oluşturdu. Bu kavrama göre sürdürülebilir kalkınma ancak gezegenin çevresel sınırlarına saygı duyduğumuz müddetçe ulaşılabilecek bir hedeftir.

Gezegenin sınırlarından ilki ve belki de en önemlisi atmosfer ve buradaki iklim değişikliğidir. Sanayi Devrimi’nden bu yana insanlık kömür, petrol ve doğal gaz yakarak atmosfere karbondioksit salıyor. İnsanlık uzun süre salınan bu karbondioksidin atmosferi fazla etkilemeyeceğini düşünerek yaşadı ancak şu anda görüyoruz ki her sene atmosfere yaydığımız 40 milyar tondan fazla sera gazı atmosferin yapısını değiştiriyor. 1750’de atmosfer milyonda 280 oranında karbondioksitten oluşurken bugün bu oran %47 artarak milyonda 412 seviyesine çıkmış durumda. Buzul çağlarında atmosferde milyonda 180 oranında karbondioksit olduğu düşünülecek olursa ve karbondioksidin atmosferdeki ısıyı hapsederek uzaya bırakmadığını da hesaba katarsak şimdiye kadar yaydığımız karbondioksit atmosferi fazlasıyla ısıtacak seviyededir. Bilim insanları bu ısınmanın tam olarak ne kadar olacağını tartışabilirler ancak bu artışın bizleri insanlık tarihinde yaşanmış olan sıcaklıklardan çok daha kötü bir noktaya taşıyacağı kesindir. Bu nedenle insanlık gezegenin bu sınırını çoktan aşmıştır diyebiliriz. Artık tüm çalışmalar güvenlik sınırı olarak kabul edilebilecek olan milyonda 350 oranının altına düşmek için yapılmalıdır.

Bir yandan çevrenin kirlenmesi, öte yandan da çevrenin insanlar tarafından işgal edilmesi bu gezegeni bizlerle paylaşan canlıların nesillerinin tükenmesine yol açmıştır. Canlı türleri geçmişte de yok olmuştur, bu olgu gelecekte de sürecektir. Ancak doğayı kendi haline bırakacak olursak beklenti her milyon yılda 0.1-1 türün yok olmasıdır. Bu sayı günümüzde her milyon yılda 100 türün yok olması seviyesine ulaşmıştır. Günümüzde yaşanmakta olan biyoçeşitlilik kaybını geçmişle kıyaslamak istersek dinozorların yok olduğu Kretase dönemini bitiren felaket sırasında da biyoçeşitlilik kaybı yaklaşık her milyon yılda 100 türün yok olması mertebesindeydi. Bu nedenle biyoçeşitlilik kaybı gezegenin aştığımız sınırlarından bir diğeridir.

Tarımda kullanılan aşırı gübre gezegenin bir diğer sınırını daha aşmamıza neden olmaktadır. Fritz Haber ve Karl Bosch’un yirminci yüzyılın başlarında havadaki azottan suni gübre yapımını keşfetmeleriyle birlikte doğaya azotlu gübre salmaya başladık. Bunun az bir kısmı bitkiler tarafından kullanılarak verimi artırsa da çoğunluğu yağmur suları ile yıkanarak yer altı sularına ve nehirlere karıştı ve karışmaya da devam ediyor. Gübrede azotun yanı sıra bol miktarda fosfor da vardır. Fosfor azotun tersine bol bulunur bir kaynak değildir ve endüstriyel fosfor kaynaklarının bu yüzyıl içerisinde tükenmesi beklenmektedir. Tarlalarda kullandığımız gübre tarlada yetiştirmeye çalıştığımız bitkilerin yanında fotosentez yapan tüm canlılar için gereklidir. Özellikle deniz ve göllerde yaşayan ve fotosentez yapan planktonlar sayısı bizim aşırı ve/veya yanlış kullanımımız sonucu göl ve denizlere akan gübre ile beslendiklerinde aşırı derecede artar. Planktonların sayısındaki artış ise atmosferden suyun derinliklerine geçmesi gereken oksijen miktarını azaltarak denizlerdeki yaşamı yok olma noktasına taşır. Bugün tarım alanlarından geçerek denize ulaşan bütün büyük nehirlerin ağızlarında denizdeki yaşamın yok olduğu geniş alanlar vardır ve bu alanlar hızla yayılmaktadır. Denizlere senede 120 milyon ton azot bileşikleri yayılmaktadır. Doğanın dengesi ise ancak bunun 35 milyon tonunu kabullenebilmektedir. Denizlere yayılan fosfor ise yaklaşık 9 milyon tondur ve tehlike eşiği olan 11 milyon ton henüz aşılmamıştır. Yalnız bu iki kimyasal maddenin de deniz yüzeyindeki artışı sürmektedir.

Denizlerdeki yaşam ve besin zincirinin en altında fotosentez yapan planktonlar bulunur. Bu planktonlar minik kabuklar içerisinde yaşarlar. Öldükleri zaman da deniz dibine çökerek orada bir kaya tabakası oluştururlar. Planktonların kabukları kalsiyum karbonat bazlıdır ve planktonların bu kabukları oluşturmaları için denizin asitlilik oranının fazla yüksek olmaması gerekir. Atmosferde artan karbondioksit oranı aynı zamanda deniz suyunda çözünen karbondioksit miktarını da artırır. Karbondioksit suda çözündüğünde zayıf bir asit olan karbonik asidi oluşturur. Her ne kadar karbonik asit zayıf bir asit olsa da geçen zaman içerisinde okyanusların özellikle en üst 100 metrelik kısmında birikmeye başlamıştır. Bu birikim ise planktonların kabuk yapmalarını zorlaştırmaktadır. Kalsiyum karbonatın deniz suyundaki doyma oranı suyun asitliliğinin ölçüsüdür. Su ne kadar asitliyse kalsiyum karbonatın doyma oranı da o denli düşüktür. Sanayi Devrimi öncesinde 3.44 olan doyma oranı bugün 2.90’dır. Planktonların kabuk yapmalarının zorlaştığı seviye ise 2.75’dir. Dolayısıyla bugün için tehlike noktasında değiliz ama her geçen gün bizi o noktaya yaklaştırıyor.

Doğanın kendi canlılığını sürdürebilmesi için havaya ve suya olduğu kadar yere de ihtiyacı vardır. Bugünkü insan nüfusunu yaşatmak ve besleyebilmek için her gün doğal yaşamdan biraz daha fazla arazi çalıyoruz. Dünya’daki karaların önemli bir kısmının ne oturmaya ne de tarım yapmaya elverişli olmadığını düşünecek olursak bizim kadar diğer canlıların da yaşama ihtiyaçları olan toprakları işgal etmiş olduğumuzu görebiliriz. Bilim insanları diğer canlılara da yaşam alanı kalabilmesi için insanlar tarafından kullanılan arazinin tüm toprak alanların %15’inden fazla olmaması gerektiğini ortaya koyuyorlar. Bugün kullandığımız kesim %11.7 olduğuna göre gezegenin bu sınırına varmamıza daha zaman olduğu görülüyor. Yalnız bu sınıra hızla yaklaşıyoruz ve kullanabileceğimiz kara alanının da sınırlı olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Gerek içmek gerekse de tarım yapmak için tatlı suya ihtiyacımız var. Bugün tüm ihtiyaçlarımız için doğadan senede 2600 kilometreküp tatlı su alıyoruz. Doğa henüz bizim aldığımız tatlı suyu yerine koymakta zorlanmıyor. Dünyanın bazı bölgelerinde su kıtlığı çekilse de ortalamada insanlığa yetecek kadar suyumuz bulunuyor. Ama bunun da bir sınırı var. Doğadan alıp kullanacağımız su miktarı senede 4000 kilometrekübü aşacak olursa doğanın tatlı suyu yerine koyma kapasitesini aşmış olacağız. Yer yer bu kapasitenin bugün için aşıldığını görebiliyoruz. Mesela ülkemizde Konya kapalı havzasından yer altından çekilen sulama suyu miktarı doğanın bu kaynakları yenileme kapasitesinin kat kat üzerinde olduğundan bir yandan yer altı suyunun seviyesi düşüyor, diğer yandan da obruk dediğimiz dev çukurlar oluşuyor.

Ozon tabakasındaki incelme 1970’lerden bu yana bilim dünyası tarafından dikkatle takip ediliyor. 1987 yılında imzalanan Montreal Protokolü ile stratosferik ozon tabakasında incelmeye yol açan kimyasalların kullanımı önce kısıtlandı ve son olarak da tamamen yasaklandı. Çoğu ülke bu yasağa uymakta olduğundan ozon tabakasındaki incelmenin hızı oldukça yavaşladı. Bu henüz ozon tabakası kendisini onarmaya başladı anlamına gelmiyor ama önümüzdeki on yıl içerisinde incelmenin tamamen durması bekleniyor. Sonrasında ise doğa kendisini onarmaya başlayacak. Ozon tabakasındaki incelme doğanın sınırlarını fark edip bu sınırlara çarpmadan önlem almamız açısından en faydalı örneklerden biridir. Eğer diğer sınırlarda da benzer dikkati gösterecek olursak biz ve doğa ortak yaşamı sürdürebiliriz.

Günlük hayattan daha tanıdık gelecek iki sınır daha var ancak bu iki konu yerel olduğundan sayılarla belirlenmesi oldukça zor. Atmosferdeki parçacık kirliliği ve hem atmosfer hem de doğadaki kimyasal kirlilik. Atmosferdeki parçacık kirliliği, yani günlük kullanım anlamıyla hava kirliliği bizim başta kömür olmak üzere yaktığımız fosil yakıtlardan ve diğer baca gazlarından ortaya çıkıyor. Hava kirliliği başta ortaya çıktığı alanı etkilemekte olduğundan gezegensel sınırlar kavramı içerisinde düşünmek zor gelebilir ancak tarım arazisi açmak üzere yakılan yağmur ormanlarından çıkan dumanlar geniş alanlara yayıldığından hava kirliliği artık yerel bir problem olmaktan çıkmıştır. Sağlık açısından temiz havanın nasıl olması gerektiğine dair kesin sınırlar olmasına rağmen gezegenin sınırları açısından bakıldığında havanın temiz olması bir gerekliliktir ancak bu konudaki sınırlar üzerinde bir fikir birliğine henüz varılmamıştır.

Rachel Carson’ı 1962 yılında Sessiz Bahar kitabını yazmaya iten şey tarım alanında kullanılan haşere ve bitki öldürücü ilaçlardı. Geçen zamanda bu ilaçların bazılarının ne derece tehlikeli olduğu ortaya çıktığı için kullanımı yasaklandı, bazıları ise hala kullanılmaya devam ediliyor. Benzer şekilde günlük hayatımızda sıkça kullandığımız kimyasal maddelerin ne derece zararlı oldukları bir süre sonra veya uzun süreli kullanımların sonunda anlaşılabiliyor. Ancak bir şey kesin: Bugün ürettiğimiz çok sayıda kimyasalın insan vücuduna ve doğaya ne kadar zarar verdiğini bilmiyoruz. Bazı noktalarda verdiği zararın faydasından az olduğuna inandığımız için kullanmaya devam ediyoruz, ama gelecek bizim yanlış davrandığımızı gösterecek olabilir. Bu nedenle çevreye saçtığımız ve çevrede, saçtığımız oranda doğal olarak bulunmayan her kimyasalın doğaya zarar verebileceğini unutmamalıyız.

Sonuç olarak bilimsel açıdan bakıldığında çevre kavramı günlük hayatta çevremizde gördüklerimizden çok daha farklıdır. Dünyanın geneline bakıldığında günlük hayatımızdaki çevreden çok daha geniş ve karmaşık bir sistemin içinde yaşadığımızı kolaylıkla anlayabiliriz. Ancak bu bakış açısı da beraberinde çevrenin görmediğimiz sınırlarının bizim bilincimizden uzaklaşması sorununu beraberinde getirir. Bundan dolayı gezegenin sınırları kavramı günlük hayatta içinde yaşadığımız çevre ile doğanın dünya genelindeki bütününü ele alır ve bu bağlamda değişimleri inceler. Sanayi Devrimi sonrasında çevrede yaşadığımız değişiklikler gezegenin bazı sınırlarını aşmamıza neden olmuştur. Uzun vadede sürdürülebilir bir yaşam sürmek istiyorsak doğada yarattığımız değişiklikler ne olursa olsun bunların sonuçlarının bizi gezegenin sınırları içerisinde tuttuğuna emin olmak zorundayız. Yaşayabileceğimiz bu gezegenden başka bir yer olmadığına göre gezegenin sınırları bizim de üretim ve tüketimimizin sınırları olmalıdır.

8 Ekim 2018 Pazartesi

Güneş - İklim İlişkisi Üzerine

Dünya’nın atmosferini ve dolayısıyla da iklimini etkileyen en önemli faktör Güneş’tir. Güneş’in yaydığı enerjide oluşabilecek küçük değişiklikler bile Dünya’nın iklimini ciddi biçimde değiştirebilir. Bu nedenle gözümüzün Güneş’in üzerinde olması gayet doğaldır çünkü Dünya’daki yaşam Güneş’e bağlıdır.

Buradaki güzel haber ise Güneş’in gayet dengeli ve kararlı bir yıldız olmasıdır. Güneş ilk oluştuğu sırada, bundan 4,5 - 5 milyar yıl önce bugünkünden yaklaşık %30 daha az enerji vermekteydi. Ancak Dünya’nın atmosferindeki karbondioksit oranı bugünkünden kat kat daha fazla olduğu için Dünya buzlarla kaplanmadı. Geçen zaman içerisinde Güneş verdiği enerjiyi yavaş yavaş artırdı ve artırmaya da devam ediyor. “Güneş’in enerjisi her geçen gün artıyor” gazete başlıklarına kolayca düşebilecek bir cümle ve doğru olmasına rağmen günlük hayatımızı etkilemez, bunun nedeni de sayılarda saklı.

Güneş verdiği enerji miktarını 5 milyar yılda %30 artırdıysa bu yılda %0,000000006 artış oluyor demektir. Bu sayının da ne derece küçük olduğunu ve bizim hayatımızı etkileyebilecek bir problem olmadığını kolayca görebilirsiniz. Bundan dolayı lütfen basında veya sosyal medyada gördüğünüz her türlü habere itibar etmeden önce sayıları da bilimi de dikkate alın.

Güneş’in uzun sürede giderek parlaklığını artırdığını ancak bunun bizim günlük hayatımıza bir etkisi olamayacağını belirledikten sonra gelelim Güneş’in bizim hayatımıza olabilecek etkilerine. Bu etkiler kabaca iki sınıfa ayrılabilir: Buzul çağları ve Güneş lekelerindeki değişiklikler.

Buzul çağlarının nedeni Güneş’in verdiği enerjideki değişim değildir. Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesinde oluşan döngüsel değişiklikler değişik mevsimlerde Dünya’ya ulaşan enerji miktarını değiştirir ve bu da buzul çağlarına yol açar. Buzul çağları genelde 80 bin sene sürer ve ardından 20 bin sene süren ılıman dönem gelir. Bu döngü en azından son 3 milyon senedir bu şekilde devam etmektedir. Dünya’nın yörüngesine bağlı olarak bir sonraki buzul çağının bundan 50 bin sene sonra başlaması beklenmektedir. Evet, bu seferki ılıman dönem bize şans tanımak için normalden daha uzun sürüyor. Ilıman dönemin uzun sürmesinin nedenleri de küresel ısınmayla ilgili değil, ancak bunları uzun uzadıya anlatmak başka bir yazının konusu olacak.

Şimdi gelelim bu yazının ana konusu olan Güneş lekelerindeki değişikliklerle iklimin ilişkisine. Güneş’in üzerinde minik lekeler olur. Bu lekeler Güneş’in manyetik alanındaki değişimler sonucu oluşur ve M.Ö. 200 yılından beri insanlar tarafından gözlemlenmektedir. Galilei 1609’da teleskobu bulduğundan bu yana da düzenli olarak bu lekeler kayıt altında tutulmaktadır. Güneş lekeleri arttığı zaman Güneş’ten Dünya’ya gelen enerjinin miktarı artmakta, azaldığında da azalmaktadır. Geçmişte bu lekelerin hiç görünmediği uzun dönemler olmuştur. Mesela 1645-1715 arası dönemde Güneş lekeleri neredeyse hiç görülmemiş ve kuzey yarım küre bir mini buzul çağı yaşamıştır. 1715 sonrasında Güneş lekeleri tekrar görünmeye başlamış ve Dünya alışılmış ortalama sıcaklığına geri dönmüştür.

Güneş lekeleri 11 senelik bir döngü içerisinde azalıp çoğalırlar. Bazı dönemler bu lekelerin sayısı çok fazladır ama 5,5 sene sonra Güneş’te neredeyse hiç leke kalmaz. Şimdi size bir soru sorayım: Sadece sıcaklıklara bakarak yakın geçmişte hangi sene en fazla leke olduğunu, hangi sene de neredeyse hiç leke görülmediğini söyleyebilir misiniz? Cevabın “hayır söyleyemiyoruz” olduğunu tahmin ediyorum çünkü Güneş lekelerinin iklim üzerindeki etkisi iklimin kendi değişebilirliğinden öte bir sonuç doğurmaz. Yani, bu lekeler hiç hesaba katılmasa da bir sene diğerinden daha sıcak ya da daha serin olabilir. Bu değişimler arasında lekelerin etkisini hissedebilmek çok zordur. Sanırım bu size Güneş lekelerinin iklim üzerindeki etkisi konusunda bir fikir verir.

Tabii uzun dönemler boyunca Güneş lekeleri çok artacak ya da çok azalacak olursa bunların iklim üzerine toplam bir etkisi olacaktır. Yani 11 senelik bir döngüde hangi senenin en fazla lekeli hangi senenin de en az lekeli olduğunu iklimden görmemiz çok kolay değildir ama birkaç 11 senelik döngü boyunca hiç Güneş lekesi görülmeyecek olursa Dünya’nın soğuduğunu hissedebiliriz. İklim bilimi ise “hissetmek” yerine bu alandaki bilimsel ölçümleri kullanır.

Güneş’ten Dünya’ya her saniyede, metrekareye ortalamada 341,55 Joule enerji gelir. İklim konuşmalarında gelen enerjidense güç birimi olan Watt kullanılır. Yani “Güneş’ten gelen enerji (güç) 341,55 W/m2’dir” denilir. Bu miktar Güneş lekelerinin artıp azalmasıyla birlikte 341,68 W/m2 ile 341,43 W/m2 arasında, yani 0,25 W/m2 değişir. Bu Dünya’ya gelen enerji miktarında %0,073 değişime karşılık gelir. Bunun ne derece önemli olduğunu sadece bu sayıya bakarak anlamanız çok kolay değildir. O nedenle iklim üzerinde bugün etkili olan diğer unsurlarla karşılaştırmak gerekir.

Son IPCC raporuna göre iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının atmosferi ısıtma etkisi yukarıdaki birimleri kullanarak 2,83 W/m2’dir. Bu değer Güneş lekelerinin yok olmasının yarattığı en kötü soğutma etkisinin on bir katıdır. Yani sera gazları Dünya’yı o denli fazla ısıtıyor ki tüm Güneş lekeleri kaybolacak bile olsa bir bunu soğuma olarak değil sadece daha az ısınma olarak algılarız.

NASA görevi gereği Güneş’i ve Dünya’nın atmosferini incelemektedir. Diğer ülkelerden bilim insanlarının da katkı verdikleri araştırmalar sonucunda Güneş lekelerinin son 20 sene içerisinde azalmakta olduğu görülmüştür. Bu bir felaket alameti değildir, Güneş’teki lekelerin sayısında geçmişte de artma ve azalma yaşanmıştır. Son 10 senedir bir sonraki Güneş lekesi döngüsünün “kuvvetli” olmayacağı tahmin edilmekteydi. Bunun anlamı en fazla Güneş lekesi görülmesini bekleyeceğimiz dönemde bile çok fazla Güneş lekesi görülmeyeceğidir. Bu da Dünya’ya Güneş’ten gelen enerji miktarında bir süreliğine %0.073 azalma olacağı anlamına gelir. Eğer küresel ısınma hiç olmayacak olsa ve atmosferde fazladan saldığımız sera gazları olmayacak olsa ve bu azalma sadece bir döngü değil 5-10 döngü, yani neredeyse yüz yıla yakın bir süre devam edecek olsa gene İstanbul Boğazı’nı donduracak kadar soğuk kışlar geçirmemiz beklenebilir. Ama ne yazık ki küresel ısınma var ve atmosfere saldığımız sera gazlarından dolayı böyle bir soğumayı yaşamamız mümkün değil.

Ancak problem burada da bitmiyor. İklim değişikliğini durdurmadığımız müddetçe önümüzdeki yıllarda atmosferdeki sera gazlarının miktarı artacak. IPCC'nin son raporunda bu konuda dört senaryo veriliyor. Bu dört senaryoyu konuya ilgi duyanlar RCP2.6, RCP4.5, RCP6.0 ve RCP8.5 olarak biliyorlar. RCP2.6 senaryosu bugün kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bıraktığımız durumu, RCP8.5 senaryosu da önlem almadan devam ettiğimiz durumu gösteriyor. Bu sembollerin sonundaki sayılar ise atmosferdeki sera gazı miktarlarını artırdığımız zaman atmosferin ısı enerjisinin ne kadarını tutacağını. Yani hiçbir şey yapmayacak olursak bu yüzyılın sonunda atmosferdeki sera gazlarının Dünya'nın yüzeyini ısıtma etkisi 8,5 W/m2 olacak. Bu da Güneş lekelerinden gelen olası etkinin tam 34 katı. Dolayısıyla Güneş lekelerindeki azalmadan dolayı buzul çağına gireceğimizi düşünerek korkmanıza gerek yok.