28 Temmuz 2019 Pazar

‘İklim günahını’ ağacın sırtına yüklemek

Basit bir hesap yapalım. İnsanlık atmosfere yaklaşık senede 50 milyar ton karbondioksit salıyor. Bir ağacın yetişmesi en azından 20 yıl sürer. Yetişkin bir ağaç ise bir yılda sadece 10 kilogram karbondioksit emebilir. Saldığımız karbondioksidin tamamını emmek için 5 trilyon ağaç dikmemiz gerekir. Yalnız dikmekle de kalmayıp bu ağaçların yetişkin hale gelene kadar başlarına bir bela gelmemesini de garanti altına almak zorundayız. Yirmi sene koruyup kolladıktan sonra bu ağaçlar önemli miktarda karbondioksit emmeye başlarlar. Hesaba şöyle devam edelim: Bir ormanın her kilometre karesinde ortalama 50 bin ağaç vardır. Bu sayı küçük ağaçlar için daha da fazla olabilir ama sağlıklı ve bakımlı bir orman arzu ediyorsak bu sayıyı kullanabiliriz. 5 trilyon ağaç dikmemiz gerekirse bunun için gerekli olan arazi 100 milyon kilometre karedir. Türkiye’nin yüzölçümü 800 bin kilometre kareye yakın olduğuna göre bu 125 tane Türkiye’nin kapladığı alana eşittir. Başka bir açıdan bakarsak, Dünya’nın tüm kara alanı 150 milyon kilometre karedir. Bu alanın üçte ikisini ormanlarla kaplayacak olursak iklim değişikliği diye bir problemimiz kalmaz.

Bunun gerçek olamayacağını biliyoruz değil mi? Dünya’nın üçte ikisini ormanlarla kaplayacağımız yerde başta Amazon, Kongo ve Endonezya’daki yağmur ormanları olmak üzere ormanları talan edip bunların yerine tarım arazileri açıyoruz. Amazon’da yetiştirdiğimiz mısırla büyükbaş hayvanları yetiştiriyoruz. Bunların etlerini de Endonezya’da yeni diktiğimiz palmiye ağaçlarından elde ettiğimiz yağda kızartıyoruz. Çevreye ve doğaya böylesine zarar verirken “ağaç dikerseniz her şey yoluna girer” türü bir makalenin saygın bilimsel dergilerden biri olan Science’da yayımlanması iklim değişikliği ile savaşmaya kendini adamış çoğu bilim insanı ve aktivistten önemli tepki topladı. 

ETH’den Crowther grubunun yayınladığı bu makale aslında tam “ağaç dikerseniz her şey yoluna girer” demiyor. Ancak ne yazık ki ülkemizdeki basın da yabancı basın da bu tür akademik makaleleri yorumlamak için uzmanlara danışmak yerine görevi kendileri üstlendiğinde problemlerin yaşanması da kaçınılmaz oluyor.

Science’da yayımlanan makale önce tüm orman alanlarını ölçüyor ve 4.4 milyar hektar orman alanının var olabileceğine karar veriyor. Dünya’nın 3.5 milyar hektarı ormanlarla kaplı olduğuna göre 0.9 milyar hektar daha orman alanı yaratabileceğimizi ve bu alanın tamamını ormanlarla kaplasak, bu ormanların 2050 yılına kadar 750 milyar ton karbondioksit emeceği söyleniyor. İnsanlığın şimdiye kadar atmosfere eklemiş olduğu karbondioksit miktarı 1 trilyon tonun üzerinde. Buna okyanusların emmiş olduğu miktarı da eklersek, bu kadar ağaç diksek bile şimdiye kadarki günahlarımızı ödemeye yetmeyeceğini görebiliriz. Bunun üzerine bir de her sene günahlarımıza 50 milyar ton daha ekliyoruz.

Ancak, bu makalede pek kimsenin konuşmadığı bir detay daha var. Makale gelecek iklim senaryolarına bakıyor ve eğer bu hızda karbondioksit salmaya devam edersek bu ağaçlar yetişene kadar iklim değişeceğinden ağaçların büyümesi zorlaşacak ve 750 milyar yerine en fazla 170 milyar ton karbondioksit emilebilir hale gelecek diyor. Bu miktar da doğal olarak iklim krizini önleyebilmekten son derece uzakta.

Sizi bunca sayıya boğduktan sonra şu sormamız gerekiyor: Peki neden tüm bu olumlu haberler? İklim değişikliğini durdurmanın bir tek yolu var: Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak, hem de mümkün olduğunca hızlı bir biçimde. Bunu yapmak ise bugünkü yaşam biçimleri içinde çok acılı bir değişim gerektireceğinden kimse o konuya el atmak istemiyor. Arada biri “bu da çözüm olabilir” türünde aslında çözüm olmayan fakat az da olsa umut vaad eden bir görüşle ortaya çıksa herkes “tamam, işte çözdük” diye rahatlıyor. Böyle düşünenlere kötü bir haberim var: Çözüm asla bu kadar kolay değil. Nasıl elektrik ürettiğimizden nerede oturduğumuza ve ne yediğimize kadar pek çok şeyi hızlıca değiştirmemiz gerekiyor ki gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakalım. Bu nesiller artık karşımıza çıkıp hesap sormaya başladılar. Onlara ne diyeceğiz? “Lüksümüzden vazgeçmedik ve sadece ağaç diktik. Ancak fark ettik ki sadece kendimizi kandırıyormuşuz ve gerçek çözüm lüksümüzden vazgeçmekmiş, ağaç dikmek değil.” Bu arada, ağaç dikmekten de asla vazgeçmeyin. Ağaçlar bu problemin çözümü olmasa da çözüm yolunda dostumuzdur.


Sıcak hava dalgalarının anlamı üzerine

İki hafta önce olağan dışı bir sıcak hava dalgası ile baş etmeye çalışan Batı Avrupa bu hafta da bir başka sıcak hava dalgasının etkisi altında. Fransa’nın orta kesimleri 40 dereceyi görürken İskandinavya’nın kuzey bölgeleri bile 30 derece sıcaklığa yaklaştı. Bir de daha Temmuz ayında olduğumuzu düşünecek olursak bu yazın devamı Avrupa için çok da zevkli geçmeyecek gibi görünüyor.

İklim bilimciler bu tür sıcak hava dalgalarının artacağını senelerdir söylüyorlardı, ancak söylenen şeyler gerçekleşmeye başladığı zaman bile politikacılar, özellikle Avrupa genelindeki muhafazakarlar, hala bunun gelip geçici bir sıcak hava dalgası olduğunda ısrarcılar. Ne yazık ki bilim onlarla hemfikir değil. Yakın zamanda çıkan iki önemli makale bu sıcak hava dalgalarının gelip geçici olmadığını ve gelecekte yeni normalin bu hafta Avrupa’da yaşanan durumun benzeri olacağını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor.

İklimin nereye doğru gittiğini anlamak için bugünkü şehirlerin iklimini 2050’de olması muhtemel iklimle kıyaslayarak anlatmaya çalışan bir çalışma bu ay içerisinde PLOS One’da yayımlandı. Bu çalışmanın sonuçları basında epey yer buldu. Makaleyi kısaca açıklayacak olursak, 2050’de Londra ve Paris İstanbul gibi, Madrid Tahran gibi, Lizbon Kazablanka gibi, Helsinki Viyana gibi, Roma da Adana gibi olacak. Bunlar basında yer bulan bilgiler, ama bir de fazla sözü edilmeyenler var. Mesela Amsterdam’ın Paris gibi ve Zürih’le Münih’in Milano gibi olacak olması. Aslına baktığımızda Londra ve Paris’in İstanbul gibi olacak olması çok büyük bir felakete işaret etmiyor gibi. Bugün bile Londra 35 derece iken İstanbul 26 derece. İklim değişikliğinin felaketlere yol açacağını söylerken bu farklar bana fazla çarpıcı görünmedi. Makalenin tamamını okuyunca farklı bilgiler kazanılabiliyor. Öncelikle şehirleri sadece sıcaklığa değil yağışın seneye nasıl dağıldığına göre de değerlendirmişler. Yani Londra’nın İstanbul gibi olacak olması aslında Londra’daki sıcaklığın çok fazla değişmese de yağışın önemli oranda azalacağı anlamına geliyor. Bu analizdeki en ciddi fark da yağış rejimlerindeki değişiklikten geliyor zaten. Avrupa’daki sıcak hava dalgasından sözü açtığımız için fırsat olmadı ama İstanbul da Roma gibi olacak. “Bu çok büyük bir değişim değil” diyeceksiniz ve haklısınız. Çünkü makale gelecekte neler olacağını öngörmeye çalışırken şu andaki kötü gidişatı değil, neredeyse olası en iyi senaryoyu kendisine temel olarak almış. Konuyu bilenler için, RCP8.5 değil RCP4.5 kullanılmış. Bu da çıkan sonuçların nispeten iyimser olduğunu söylüyor bize. Bu nedenle bilimsel makaleleri anlamaya çalışırken bile altta küçük yazı ile geçen kısma dikkat etmek gerekiyor.

“Peki Londra İstanbul gibi olacaksa bu değişiklik ne zaman olacak?” gibi bir soru aklınıza gelebilir. Doğal olarak bugünden 31 Aralık 2049’a kadar her şey normal gidip sonra bir günde yeni bir iklime geçmeyeceğiz. Londra için her yaz bir öncekinden daha sıcak ve daha az yağışlı geçecek ve sonunda 2050’de Londra’nın iklimi iyimser ihtimalle İstanbul; şu andaki gibi kömür, petrol ve doğal gaz yakmaya devam edersek de İzmir ya da Antalya gibi olacak. Her sene bir öncekinden sıcak olmak zorunda da değil ayrıca. Bazı seneler öncekinden serin de olabilir. Mesela küresel olarak en sıcak seneyi 2016’da yaşadık. 2017 ve 2018, 2016 senesi kadar sıcak değildi. Ama bu senenin ilk altı ayı 2016’nın ardından en sıcak ikinci sene ünvanını aldı. Bu senenin sonuna kadarki ölçümler muhtemelen 2019 senesini en sıcak sene yapmaz ama 2019 en sıcak ikinci sene olarak (şimdilik) tarihe geçebilir. Bunlar bize sıcaklık artışının birdenbire değil yavaş yavaş görüleceğini söylüyor. Bu sene Avrupa’da yaşanan sıcak hava dalgaları da bunun bir başlangıcı. Bu sene Avrupa 40 dereceleri birkaç defa gördü, önümüzdeki senelerde bu daha da sıklaşacak ve bir süre sonra Paris için sıcaklığın 40 derece olduğu günler neredeyse normal kabul edilir hale gelecek. Ne yazık ki hepimiz bu artan sıcaklıklara ateşin üzerindeki soğuk suya konulan kurbağa gibi alışıyoruz. Umarım çok geç olmadan ısınan suyun bizi de öldüreceğinin farkına varırız.

Nature Climate Change’de yeni yayımlanan bir başka makalede de Scott Power ve François Delage gelecekteki iklim değişikliğini öngörebilmek için iyimser bir senaryo değil de gerçekteki gidişatı kullanacak olursak nelerle karşılaşacağımızı anlatmaya çalışmışlar. Eğer böyle devam edecek olursak (RCP8.5) bu yüzyılın sonunda dünyanın %60’ında senenin en az bir ayında yeni bir sıcaklık rekoru kırılıyor olacak. Yani 2100 yılında gazete haberlerine bakacak olsak dünyanın yarısından fazlasında en az bir ay sonunda “bu ay tarihte ölçülen en sıcak mart ayı oldu” şeklinde bir başlıkla karşılaşacağız. Bugün bile bu tür haberlerin dünyanın %40’lık kesiminde görüldüğünü söyleyen Power ve Delage bir de iyi haber veriyor. Paris Anlaşmasında hedeflenen biçimde küresel ısınmayı 1.5 derece ile sınırlayacak olursak yüzyılın sonunda gezegenimizin %60’ı değil sadece %13’ü senede bir ay rekor sıcaklıklarla karşılaşacak deniyor. Unutmamak için: İklim krizini önlemek üzere yapılan ve ısınmayı 1.5 derecede tutması hedeflenen Paris Anlaşmasına katkı veren tüm ülkeler sözlerini tutsalar bile gezegenimiz yüzyılın sonunda 2.7 derece ısınacak. Ülkemiz ise hala bu anlaşmayı meclisten geçirerek taraf olmuş değil.   

Bu yazı önce Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır: https://yesilgazete.org/blog/2019/07/26/sicak-hava-dalgalarinin-anlami-uzerine/

1 Temmuz 2019 Pazartesi

Göçme Günü Ne Zaman Gelir?

Kişinin alıştığı yerleri, dostlarını ve işini bırakıp göçmesi kolay değildir. Hele bir de bir daha geri dönemeyebileceğini bilerek gitmesi daha da zordur. Bu zorluğa göğüs gerebilmek için olduğu yerden tüm umudunu kesmesi gerekir. Oysa hepimiz içimizde yarının daha güzel olacağına dair bir umutla yaşamaya çalışıyoruz. Peki bu umudu nasıl kaybederiz?

İklim değişikliği açısından bakıldığında konunun iki boyutu karşımıza çıkıyor. Kısa dönemde doğal afetlerden dolayı yaşam risklerinin artması ve uzun dönemde artık orada yaşama imkanının kalmaması. İklim değişikliğinin bugüne kadar karşımıza çıkarttığı göçler genellikle ilk türdeki olaylardan kaynaklanıyor.

Yaşam risklerinin artması çoğu ortamda ne yazık ki sadece iklimin etkisi ile oluşmuyor. Nature dergisinde yayına yeni kabul edilen bir makalede Stanford Üniversitesi’nden Katharine Mach ve değişik ülkelerden bilim insanları iklim değişikliğinin özellikle silahlı çatışma riski üzerine etkilerini inceledikten sonra değişen koşulların silahlı çatışma ve bununla birlikte göç riskini artırdığı sonucuna varıyorlar. Ancak iklim değişikliği buradaki tek sorumlu değil. Hatta ülkelerin düşük sosyo-ekonomik gelişmişlik durumları ve vatandaşlara sundukları hizmet seviyesinin yetersizliği iklim değişikliğinden daha önemli bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Ülkeler kısa vadede iklim değişikliğinin yarattığı sorunlara çözüm oluşturabilecek uyum kapasitesine sahip olduklarında vatandaşların da alıştıkları ortamı bırakarak göç etmeleri ilk akla gelen çözüm değildir. Ancak devletlerin bu konudaki sınırlı kapasiteleri zayıf devlet yapısı ile birleştiğinde kişilerin geleceğe olan inançları da doğal olarak azalıyor. 

Doktora öğrencim Nazan An’la birlikte insanları göç etmeye zorlayan çevresel etkenler üzerine bir çalışma tamamladık. Bu çalışmada değişik coğrafi özelliklere sahip gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri inceleyerek bunların hangi durumlarda net dış göç verdiklerini anlamaya çalıştık. Bir iklim felaketi veya doğal afet ilk kez görüldüğünde insanların “belki bir daha olmaz” diyerek yerlerinden ayrılmamayı tercih ettiklerini gördük. Ama aynı sorun tekrarlandığında ümitlerini kaybederek göç etmeye başlıyorlar. Bugün özellikle Afrika ülkelerinden gelen binlerce mültecinin Avrupa’ya ulaşma hayaliyle Akdeniz’i geçme çabalarına şahit oluyoruz. Avrupa bu mültecilere kapılarını büyük oranda kapadığı için onlarla yaşamaya uyum sağlama ve bunun da ötesinde onları besleme gibi bir sorumluluğu üzerine almıyor. Ama biz gelen tüm Suriyeli mültecilere kapımızı açtığımızdan ciddi bir problemle karşı karşıyayız. Bu aklınıza gelebilecek uyum problemlerinin en önemlilerinden biridir. Yalnız bu problemin Suriye’deki yönetimden dolayı oluştuğunu ve bir daha oluşmayacağını düşünmek son derece hatalı olur. İklim değişikliğinin bölgemizdeki en önemli etkisi kuraklıkların artmasıdır. Bundan dolayı da her geçen sene daha fazla mülteciyi kapımızda bulacağız. Bu mülteciler konusunda nasıl davranacağımızı şimdiden planlamamız gerekiyor. Biz kendi ülkemizde şeker pancarı mı eksek buğday mı sorunu ile uğraşırken karşımızda bulabileceğimiz milyonlarca mülteci ülke problemlerimizin boyutunu bir anda değiştirebilir.

Benzer şekilde özellikle Sahra Çölü’nün güney kesimlerinde artan kuraklık sorununa devletlerin zayıflaması da eklendiğinde bölge zor yaşanır bir hale gelmiştir. Özellikle Çad Gölü’nün çevresinden Sudan’ın güneyine uzanan bölgedeki istikrarsızlık bu bölgedeki insanların kuzeye doğru hareketlenmesine yol açmıştır. Şimdilik bu hareket özellikle İtalya’nın bu konuda aldığı sert önlemlerle yavaşlamış gibi görünmektedir. Bildiğiniz gibi İtalya denizde boğulmak üzere olan mültecileri kurtaran denizcilere ceza yağdırmaya başladı. Bu durum Akdeniz’de artan bir insani krize yol açacak olsa da Avrupa Birliği kontrol altında tutamadığı bir mülteci akınını kesinlikle durdurma yolunu seçmiş görünüyor.

Yalnız iklim değişikliği beraberinde uzun soluklu göçleri de getirecek ve bu olayları daha görmeye başlamadık. Afrika’dan Avrupa’ya veya Latin Amerika’dan ABD’ye olan insan hareketliliği hayatın yaşanamaz olmasından çok daha iyi bir yaşama kavuşma arzusuna dayanıyor. Ancak iklim değişikliği uzun vadede karşımıza çok daha varoluşsal bir göç problemi çıkartacak.

İçinde yaşadığımız yüzyılın ortasından sonra Afrika nüfusunun Asya’yı yakalaması bekleniyor. Afrika’nın bu nüfus yoğunluğunu karşılayacak kaynaklara bugün bile sahip olmadığını biliyoruz. İklim değişikliği ile birlikte insanların kendilerini doyurmaları neredeyse imkansız olacak. Eğer Avrupa şu andaki politikasına devam edecek olursa ki devam etmemesi için bir sebep yok, bu insanlar ya açlıktan ölecekler ya da kuzeye doğru büyük gruplar halinde yola çıkacaklar. Bu grupların hedefi olabildiğince kuzeye gitmek olduğundan ülkemizin konumu büyük önem taşıyor olacak. Bu sefer sözünü ettiğimiz insan sayısı Suriye’den gelmiş olan 4 milyonun yüz katını aşabilir. Bu kadar insanı ülkemizde misafir etme gibi bir ihtimal söz konusu değildir. Avrupa’ya gitmeleri de söz konusu olmadığından iklim değişikliği ile birlikte bir süreliğine geniş tarım alanlarına sahip olması beklenen Rusya bu insanların doğal hedefi haline gelecektir. Rusya’nın Asya’daki topraklarındaki nüfus yoğunluğu son derece düşüktür. Ayrıca Rusya’nın nüfusu da Afrika’da olduğu gibi artmamaktadır. Bu hem Afrika’dan gelenler hem de Rusya için çok faydalı bir durum yaratabilir. Yalnız eminim bunun planlamasını Ruslar yapıyordur. Yoksa zaman içerisinde artan mülteci sayısı bizim sınırlarımıza dayandığında çok büyük bir sorunla karşılaşacağımız kesindir.

Ülkemiz şu anda dünyada en fazla mülteci barındıran ülke durumundadır. İhtiyacı olan insanlara sırt çevirmemiş olmak, eğer doğru kullanılacak olursa, çok önemli politik bir koz haline gelebilir. Gelecekte bu mülteci sayısının çok daha artacağını düşünecek olursak ülkemiz hiç istemese de dünyada bu alandaki kilit ülkelerden biri haline gelebilir.

Bu ay içerisinde dünyanın üç büyük buz kütlesinin de beklenenden çok daha hızlı erimekte olduğu haberini aldık. Eğer Grönland, Antarktika ve Himalaya buzulları bu hızda eriyecek olurlarsa 2050 yılını bulmadan deniz seviyesindeki yükselme bir metreye ulaşabilir. Bu yükselmenin ülkemiz için büyük sorunlar yaratacağı tartışılmaz. Ancak Bangladeş gibi nüfusunun büyük kısmı deniz seviyesinden birkaç metre yukarıda yaşayan bir ülke için bu hem besin kaynaklarının kaybı hem de 200 milyona yakın insanın çok küçük bir toprak parçasına sıkışması anlamına gelecektir. Bugün birkaç yüz bin mülteciye yardım etmekte zorlanan gelişmiş ülkelerin böylesi bir insani kriz karşısında çaresiz kalacakları açıktır. Bu tür krizleri önlemenin tek yolu iklim değişikliğini çok geç olmadan durdurmaktır. Myanmar ile Hindistan arasında sıkışıp kalmış ve açlıktan ölebilecek 200 milyon kişinin göç edebileceği bir imkan yaratmak o problem ortaya çıktığında kolayca başımızı çevirebileceğimiz bir problem olmayacaktır.