30 Ocak 2023 Pazartesi

İklim finansmanı karmaşıklaşıyor: Portekiz

Portekiz; Afrika, Asya ve Güney Amerika'daki ülkeleri içeren eski kolonileriyle karmaşık bir ekonomik ilişkiye sahiptir. Tarihsel olarak, bu koloniler Portekiz malları için önemli kaynak sağlamanın yanında bir pazar da oluşturuyordu. Bu kolonilerin birçoğu bugün Portekiz için önemli ticaret ortakları olmaya devam ediyor. Bununla birlikte, sömürgecilik mirasının bu ülkelerin birçoğunun ekonomisi üzerinde de olumsuz etkileri oldu ve Portekiz, eski sömürgelerine yönelik muameleleri nedeniyle geçmişte sıkça eleştirildi. Son yıllarda Portekiz, sürdürülebilir ve adil büyümeyi teşvik etmek amacıyla eski kolonileri arasında ekonomik işbirliği ve kalkınmaya yeniden odaklandı.

“Portekiz, Yeşil Burun Adaları’nın (Cape Verde) borçlarını çevre yatırımları yapmaları koşuluyla sildi” haberini okuduğumda benim de içimi bir umut kapladı. Aslında gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere verecekleri desteğin tam da bu şekilde ve boyutta olması gerekiyor. Özellikle, Portekiz ile eski bir kolonisi olan Yeşil Burun Adaları arasında böylesi bir ilişkinin kurulmuş olması ekonomik ve ekolojik sorunların giderilmesinden öte ciddi sosyal sorunların da çözülmesine destek olabileceğini düşündürdü.

Yeşil İklim Fonu, gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlama ve etkilerini azaltma konusunda yardımcı olmayı amaçlayan uluslararası bir kuruluştur ve dünyanın dört bir yanından hükümetler, kamu kuruluşları ve özel kuruluşlar tarafından desteklenmektedir. Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak Portekiz'in, AB'nin Yeşil İklim Fonu'na fon sağlamaya yönelik toplu çabalarına katkıda bulunması beklenir. AB, yıllık 100 milyar dolar hedefine ulaşmak için gereken toplam finansmanın en az %20'sini sağlamayı taahhüt etmiştir. Ancak Portekiz’in 2020 yılında bu fona ödediği miktar sadece 70 milyon dolardır.

Bir yanda bugün salımları ve etkileri diğer yanda da geçmişten beri iklim krizine olan katkıları dikkate alındığında gelişmiş ülkelerin iklim krizi sorununu çözme yolunda maddi yükü çok daha fazla sırtlanmaları gereklidir. Senelik 100 milyar dolarlık finansman hedefini gelişmiş ülkelerin bugünkü ve tarihi sorumluluklarına göre dağıttığımız zaman en düşük katkıyı sağlayan ABD ve Yunanistan’ın ardından Portekiz alttan üçüncü sıradadır. 2020 yılında ödediği 70 milyon dolar o yıl ödemesi beklenen 688 milyon doların ancak onda biridir. “Portekiz Yeşil Burun Adaları’nın borcunu sildi” şeklinde bakıldığında gerçekten hoş görünen bir habere bu şekilde bakıldığında ise durumun oldukça farklı olabileceği hissediliyor.

Genel anlamda iklim finansmanına baktığımızda konunun benzer bir kargaşa içinde olduğunu söylememiz mümkündür. Öncelikle gelişmiş ülkeler her toplantıda senelik 100 milyar dolar destek hedefinin arkasında durduklarını söyleseler de bu miktarın toplanabilmesi hiç mümkün olmamıştır. Bir de artık bu fona doğrudan kaynak aktarmaktansa çoğu ülkenin zaten geri almaları zor görünün çoğu borçlarını benzer şekilde silerek Yeşil İklim Fonu’na aktarmış göstermeleri de mümkündür. Yani günün sonunda fona baktığımızda içinde bolca para var gibi görünecektir ama aslında fonun içinde fazla para olmadığını herkes biliyor.

Ancak bu noktada gelişmiş ülkelere biraz da olsa hak vermemiz gerekiyor. Evet, bu krizin maddi sorumluluğunu onlar taşımak zorundalar ama finansal destek sağlandığında bu desteğin serbestçe değil gerekli yerlere harcanmasını sağlayacak uluslararası bir mekanizmaya da ihtiyacımız var. EBRD’nin geçen sene uygulamaya başladığı gibi, alınan tüm fonlarda bir yandan iklim krizini kötüleştirmeyecek yatırımlar yapılması garanti altına alınırken diğer yandan da yapılan yatırımların iklime dirençli olmasını da şart koşmak ve denetlemek gereklidir. Bu açıdan bakıldığında da Portekiz’in ekolojik yatırımlar karşılığında borçları silmesi bir noktaya kadar hayırlı bir hareket olmuştur.

Karbon bütçemizi boşaltan 25 şirket

Karbon bütçesi, küresel ısınmayı 1,5°C gibi belirli bir eşiğin altında tutarken atmosfere salınabilecek toplam karbondioksit emisyonu miktarıdır. Bu konuda çalışmalar yapan çok sayıda bilim insanından oluşan Global Carbon Project geçtiğimiz kasım ayında küresel ısınmayı 1.5℃ ile sınırlama şansına sahip olmak için, kalan karbon bütçemizin 380 milyar ton (Gt) CO2 civarında olduğunu açıkladı. Bu miktarın ne derece az olduğunu anlatmak için şunu söylemek yeterli: Senede yaklaşık 45-50 Gt CO2 salıyoruz. Böyle devam edecek olursak 2030 yılı civarında karbon bütçemizi tüketmiş olacağız. Bunun anlamı da küresel ısınmanın artık 1,5℃’nin üzerine çıkacağıdır.

1,5℃’nin üzerine çıktığımızda neler olacağını uzun uzun anlatmak mümkün, ancak henüz 1,2℃ ısınmışken nasıl bir kış geçirmekte olduğumuzu ve kuraklığın ne boyutta olduğunu dikkate alacak olursak, daha fazla ısınmanın neler getirebileceğini hepimiz kolayca bilebiliriz. Ancak unutmayalım ki 1,5℃ keskin bir çizgi değil. Atmosfer ısındıkça başımıza gelecek sorunlar da gittikçe artacak. O nedenle mümkünse 1,5℃’ye ulaşmadan durmamız gerekiyor. Bu sınırı aşıyorsak da fazla ilerlemeden durmamız lazım çünkü ısındığımız her derece durumu daha da geri dönülemez bir hale getiriyor.

Şimdi bu ısınmanın önemli bir kısmına neden olan 25 şirketten söz edelim. Bu 25 şirket gelişi güzel sektörlerdeki şirketler değil, tümü dünyanın başta gelen petrol ve doğal gaz üreten şirketleri. Bu şirketler bugün yaptıkları gibi kontrolleri altındaki kaynaklardan fosil yakıt üretmeye devam edecek olurlarsa atmosfere korkunç bir sera gazı salımına yol açacaklar.

İklim krizini durdurabilmek için 2050 yılına kadar yakacağımız fosil yakıtların tümünden en fazla 380 Gt CO2 salma hakkımız var. Bu 25 şirketin çalıştırdığı ve açmayı planladığı sahalardan çıkacak olan petrol ve doğal gazın yakılmasıyla 2050 yılına kadar salınacak CO2 miktarı ise 340 Gt. Yani bu 25 şirket, karbon bütçemizin neredeyse tamamını bitirmiş oluyor. Ancak çok daha önemli sorunlarımız var:

Salınan tüm CO2 petrol ve doğal gazdan gelmiyor. Gelişmekte olan ülkelerde hala önemli oranda kömür de tüketiliyor. Petrol ve doğal gaz birlikte CO2 salımlarının %55’ine neden olsa da kömür %39 ile en üst sırada yer alıyor. Dolayısıyla kömür acilen vazgeçmemiz gereken bir enerji kaynağı. Yalnız kömürün üretim kaynakları son derece geniş bir coğrafyaya yayıldığından bu sorunu az sayıda şirketin yarattığı bir sorun olarak görebilmemiz daha zor oluyor.

Dünyada petrol ve doğal gaz üreten sadece bu 25 şirket yok. Bunlar sadece en büyük 25 şirket, diğer üreticileri de hesaba katacak olursak 1,5℃ hedefini tutturabilmemiz neredeyse imkansız hale geliyor.

Daha da kötüsü, bu 25 şirketin kaynaklarına bakacak olursak, bu kaynakların önemli bölümünün 2050 yılı sonrasında da çıkartılmaya devam edileceğini görmemiz zor değil. Mesela dünyanın en büyük petrol sahası olan Suudi Arabistan’daki Ghawar sahası en az 2081 yılına kadar petrol üretmeye devam edebilir. Dolayısıyla, iklim krizine “dur” diyebilmek için bu şirketlerin yer altındaki fosil yakıt kaynaklarını çıkartmalarına engel olunması gerekiyor. Bu şirketler kullandıkları tüm kaynakları çıkartıp piyasaya sürecek olurlarsa ısınmanın değil 1,5℃, 2℃ veya 3℃ ile durdurulması bile mümkün olmayabilir.

Ama felaket senaryosu, gerek bu şirketlerin gerekse de diğer oyuncuların petrol ve doğal gaz araştırma çabalarına devam etmeleridir. Gerçi şu ana kadar keşfedilmiş olan kaynakların çok üzerinde bir keşif beklenmese de kaya gazı türü yeni yöntemlerin piyasaya sunulması bile iklim krizini çok daha kötü bir yola sürükleyecektir.

Modern yaşamın gereklerine değinmeden bunları sadece çevresel açıdan bir durum tespiti olarak ortaya koymamız gerekiyor. İnsanlık modern yaşamın getirdiklerinden hızla vazgeçmeden bir felaket senaryosuna doğru sürüklenebilir. Bu 25 şirket başta olmak üzere çok sayıda kişi ve şirket de güncel kazançları için o felaket patikasından yürümemizi teşvik ediyorlar. Kendi bilincimiz ve bilgimizle o yoldan gitmeyi tercih ediyorsak aptallığımıza diyecek bir sözüm olamaz ama en azından bu işin muhasebesini bilelim ve görelim. Kimin bizim sırtımızdan zengin olduğunu ve bizim bunun sonunda ne duruma düşeceğimizi bilip gene de o yolu tercih ediyorsak, düşündüğümüz kadar akıllı bir tür olmayı becerememişiz demektir. O zaman da gelmekte olan felaket bize müstehaktır.

27 Ocak 2023 Cuma

Net Sıfır Ne Demek?

İklim krizi konusuna yaklaşırken çoğumuzun iki şapkası bulunuyor. İlki yeryüzünün bir vatandaşı ve belki de çocuklarının geleceğini düşünen bir ebeveyn şapkası. Bu şapkayı taktığımız zaman soruna bakışımız neyin mümkün olduğundan ziyade neyin yapılması gerektiğine yoğunlaşıyor. İkincisi de iş dünyasının bize giydirdiği şapka. Burada ise tam tersi, iş dünyasının sınırları içerisinde neyin mümkün olduğuna odaklanıyoruz. Kolayca görülebileceği gibi bu iki odak noktası bizi birbirinden oldukça farklı yerlere çekebiliyor. Hatta bazen kullandıkları dil bile farklı olabiliyor. Konuya tamamen hakim değilseniz birinin kullandığı dili öbürü ile karıştırarak tamamen yanlış noktalara varmanız mümkün. Bu nedenle temel kavramlardan biri olan net sıfırın aslında ne anlama geldiğinden ve nasıl anlaşılması gerektiğinden bahsetmeye çalışacağım.

Yeryüzü vatandaşı olarak biliyorum ki geçtiğimiz on bin yılda küresel ortalama sıcaklıklar uzun süreli bir şekilde yarım dereceden fazla oynamamış. Yani normalden biraz sıcak ya da biraz soğuk dönemler yaşamışız ama bunların sebepleri de belli (genelde güneş), geçici oldukları da. Bugün ortalama sıcaklıklar son on bin yıla göre 1,3℃ artmış durumda. Bu yeryüzünü öldürür mü? Hayır. Ama sıcaklıklar gittikçe artıyor ve bilim insanları eğer bu artış 2℃’yi aşacak olursa çok ciddi ve geri dönülemez sorunlar yaşayacağımızda hemfikir. Bu artışın nedeni atmosfere saldığımız karbondioksit. Metan ve nitröz oksit gibi gazların da bir etkisi var ama ana sorun kömür, petrol ve doğal gaz yakarak saldığımız karbondioksit. Yeryüzü bu saldığımız gazların bir kısmını emebiliyor ama çoğunluğu gene de atmosferde kalıyor. Dolayısıyla insanlık, eğer 2℃ sınırını aşmak istemiyorsa en fazla yeryüzünün, yani bitkilerin, yosunların, kayaların, toprağın ve denizlerin emebildiği kadar karbondioksit salmalı. Hatta, şu anda saldıklarımız atmosferi yakın gelecekte ısıtmaya devam edeceği için, emilebilenden daha az salmamız lazım. Ama ben emilebilen kadar salınmasına da razıyım. Temelde buna net sıfır diyoruz.

İş dünyası ise yaptıkları işe bakarak bir hesap yapıyor. Mesela bir demir-çelik fabrikası diyor ki: “Benim bu işi yapabilmek için karbondioksit salmaktan başka yolum yok. Siz de benim ürünlerimi kullanmak istediğinize göre durum ufak geliştirmelerle bu şekilde yürüyecek.” Yani teknolojik gelişmeler ışığında ne mümkünse ancak o yapılabilir. Mümkün olan bu azaltım bizi 2℃ sınırının altında tutar ya da tutmaz, ama yapılabilen sadece budur. Eğer tüm sektörler aynı şekilde davranacak olurlarsa 2℃ sınırını çoktan aşmış oluruz. O zaman diyorlar ki, “ben  işimi bu şekilde yapmaya devam edeyim ama saldığım karbondioksidi de orman arazilerinden gelen emilim ile dengeleyeyim.” İşte buna iş dünyası “net sıfır” diyor. Ama ormanlar zaten görevlerini yapıyorlardı. Eğer biz net sıfıra ulaşmak istiyorsak, şu ana kadar yapılmayan bir görevi bulup onu geliştirmemiz gerekiyor. Ne yazık ki, şu anda iş dünyasının “karbon ofsetleme” dediği bu yapının %90’ı işe yaramıyor. Kağıt üzerinde mükemmel görünen bu hesaplar doğa ile karşılaştırdığımızda anlamsız kalıyor. Bundan dolayı tek gerçekçi çözüm kendi yaptığımız işlerden doğan sera gazı salımlarını mümkün olduğunca değil olması gerektiğince azaltmak.

Bir de artık iş dünyasının saldığı sera gazı miktarı sadece yaptığı işle ölçülmüyor. Yaptığınız işin tüm etki alanı da sizin etkiniz kabul ediliyor. Mesela bir market sahibiyseniz, “ben bu ürünü sadece satıyorum, ne üreticisi ne de kullanıcısıyım” diyemiyorsunuz. Aslında bunu anlamak kolay, “ben sadece silah satıyorum, o silahla insanlar birbirini öldürüyorsa bu benim suçum değil” demeye yakın bir durum oluşmakta dünyada. Artık hepimiz sadece yaptıklarınızdan değil yapılmasına neden olduğumuz şeylerden de sorumluyuz yuvamız dünyaya karşı. Bu nedenle de her akşam eve gittiğinizde çocuklarınızın yüzüne bakın ve onlara o gün onların geleceği için en doğrusunu yaptığınızı söyleyin. Bakalım yapabilecek misiniz? 


5 Ocak 2023 Perşembe

Kuraklık Alarmı

Kuraklık alarmlarını yaz aylarında duymaya alışığız ama bu sefer uyarı kışın ortasında geliyor. “İstanbul’da barajlar alarm veriyor, su seviyesi kritik noktaya doğru düşüyor.” Ülkemizin özellikle Marmara Bölgesi geçtiğimiz dört ayı oldukça az yağışlı geçirdi. Bunun bir sonucu olarak da barajlardaki su miktarı azalıyor çünkü günlük kullanımda yeterli özeni göstermiyoruz denebilir mi?

Bize okullarda hep “yazları sıcak ve kurak, kışları serin ve yağışlı” diye öğretmişlerdi ama son zamanlarda kışlar da yağışlı olmamaya başladı. Özellikle geçen yılın sonu ve bu yılın başında Marmara Bölgesi oldukça az yağış alıyor.

“Bu normal mi?” sorusuna iki bağlamda cevap vermek mümkün. İlki, iklimin doğal durumu ile ilgili. Hava bazı seneler daha yağışlı, bazı seneler de çok daha az yağışlı olabilir, bu doğaldır. Önemli olan uzun vadede normalden çok yağışla normalden az yağışın az çok birbirine eşit olup normalin fazla değişmemesidir. Bu sene normalden oldukça az yağış alıyor Marmara Bölgesi ve bu bir felaketin habercisi değil, doğada böyle değişiklikler olabilir. Ancak son yıllarda normalden az yağış aldığımız yıllar oldukça arttı ve normalden çok yağış aldığımız yıllar azaldı. İşte bu dertlenmemiz gereken bir konu. Yani, bu senenin az yağışlı geçmesi kendi başına bir sorun değil ama böyle seneler artmaya başlarsa önlem almaya başlamamız gerekir. Hatta İstanbul konusunda bu önlemleri almakta oldukça geç kaldığımız da söylenebilir.

Ülkemiz iklim krizinden en kötü etkilenecek bölgelerden biri olan Akdeniz Havzası’nda bulunuyor. Yağışların bu yüzyıl içinde %30 civarında azalmasını bekliyoruz. Dolayısıyla, iklimle uğraşan bilim insanları açısından son dönemdeki azalış bir sürpriz değil, gelecekteki çok daha büyük problemin ayak sesleri olarak görülebilir.

Son yıllara baktığımızda, Ocak ayının başında İstanbul barajlarının %50 doluluk oranına ulaşamadıklarını görüyoruz. Bunun iki sebebi var, ilki, fazla yağış düşmüyor, ama belki daha da önemlisi, nüfus gittikçe artıyor. Burada İstanbul’un su toplama havzalarındaki yapılaşmadan bahsedebiliriz, ama ilk iki sorunun yanında yapılaşma oldukça geride kalıyor. Yağmur düşmüyor ve biz çok kalabalığız. Bu sorunu çözmek istiyorsak bu iki ana soruna odaklanmamız gerekiyor.

İçinizi rahatlatmaya sıra geldiğinde ise bir iyi bir de kötü haberimiz var: 2021 yılında durumumuz bundan da kötüydü. Ocak ayı başında neredeyse barajların dip sularını kullanmaya başlıyorduk. Ama 15 Ocak civarında yağışlar başladı ve o sene yazı nispeten rahat geçirdik. Bu sene de durumun öyle olmaması için bir sebep yok. Bu iyi haber. Yalnız, yağışlar düzensiz olduğunda ve özellikle de sonbahar ve kış yerine kışın sonu ve ilkbahara doğru yoğunlaştığında Marmara Denizi önemli bir problemle karşılaştı, müsilaj. Bu da kötü haberimiz. Bu senenin nasıl ilerleyeceğini bekleyip göreceğiz.

Bir diğer güzel haber de geçmişte yağışların hangi dönemde barajları doldurduğu ile ilgili. Geçen seneye baktığımızda Ocak ayında %55 olan doluluk oranı Şubat ayında %84 ve Mart ayında ise %89 olmuş. Dolayısıyla şimdiden panik havasına girmeye gerek yok. Ancak önemli önlemler almaya başlamamız gerekiyor.

Öncelikle, İstanbul çok kalabalık! Kalıcı ve gerçekçi önlem olarak uzun vadede ülkemizde suyun daha bol ve kaliteli olduğu cazibe merkezleri yaratıp İstanbul’dan dışarıya göçü hızlandırmaktır. Çünkü biz suyu ne derece tasarruflu kullanırsak kullanalım, nüfus arttıkça ve yağış azaldıkça bu su bize yetmeyecektir.

İkinci olarak İstanbul’da suyumuzu dikkatli kullanmak zorundayız. Türkiye geneline baktığımız zaman suyun yaklaşık dörtte üçünün tarımda kullanıldığını görüyoruz. “Suyu dikkatli kullanmalıyız” dediğimizde gelen cevap da genelde bu oluyor: “Önce tarımsal sulamayı halletsinler”. Ama İstanbul’un sorununun tarımsal sulamayla fazla alakası yok. İstanbul’da suyun önemli kısmını fabrikalar ya da tarlalar değil evler kullanıyor. Ayrıca ülkenin bir yerinde tarımsal sulamaya giden sudan tasarruf edip onu İstanbul’a aktarmak gibi bir düşünce de yok. Denizli’de sulamada kullanılan suyu azaltıp bir kısmını İstanbul’a taşıma şansımız yok. Orada tarımsal sulamada daha az su kullansak da bu oranın su problemini halleder, İstanbul’un değil.

Sonra, tasarrufa en fazla su kullananlardan başlamak zorundayız. Zaten kişi başı günde 100 litre su kullananların daha az su kullanmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Bunun yanında arabanın temiz görünmesine şüphe ile bakmamız gereken bir döneme giriyoruz. Hele yüzme havuzunu dolduranları sormayın gitsin. Halı yıkamak da artık geçmişte kalmalı. Bu listeyi uzatabiliriz, ama nerelerde aşırı su kullanıldığını sizler de benim kadar biliyorsunuz. 

Son olarak tüm bunların sağlanabilmesi için üstel artan su fiyatlaması uygulamamız gerekiyor. İnsan ihtiyacı sayılan suyu kişiye “neredeyse bedava” verirken bunun iki katı çok çok daha pahalı olmalı. Arabasını yıkatmak isteyen de bir servet harcamak istiyorsa onu durdurmak zor, ama cüzdanına oldukça fazla zarar gelirse yıkanmamış arabayla dolaşmak da etik açıdan daha kabul görür bir davranış olabilir. Hatta arabayı toptan bırakıp toplu taşımaya geçelim. Kuraklık artışının sebebi iklim krizi, onun bir sebebi de zaten bizim araba kullanmamız değil mi? Keşke başımıza bir bela gelmeden tüm bu sorunları ve nedenlerini görebilsek. Sonuçlarını merak edenlere de 25 Litre belgeselini bir kez daha izlemelerini öneriyorum. Ütopik değil, fazlasıyla gerçekçi ve gittikçe de daha gerçekçi hale geliyor.


4 Ocak 2023 Çarşamba

Hava kirliği ve iklim değişikliği

Yeni yılın ilk haftasında, İstanbul’da ortalığı kaplayan ve gün boyu da çok kalkmayan sis hava kirliliği konusunu bir kez daha gündeme taşıdı. Bu sorunun kaynaklarının neler olduğu uzun uzadıya tartışılabilir ama öncelikle hava kirliliği ve iklim değişikliği kavramlarını ayırmakla işe başlayabiliriz.

Hava kirliliği ve iklim değişikliği, genellikle birbiriyle karıştırılan iki farklı çevre sorunudur. Her iki sorunu da etkili bir şekilde ele almak için bu iki konu arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlamak önemlidir.

Hava kirliliği; havadaki istenmeyen gazlar, partiküller (parçacıklar) ve biyolojik moleküller gibi zararlı maddelerin varlığını ifade eder. Bu maddeler enerji santralleri, fabrikalar, arabalar ve yangınlar dahil olmak üzere çeşitli kaynaklardan gelebilir. Hava kirliliğinin insan sağlığı ve çevre üzerinde ciddi olumsuz etkileri olabilir. Hava kirliliği ekinler ile diğer bitkilere de zarar verebilir ve yaban hayatı ile ekosistemler üzerinde olumsuz etkileri olabilir.

Hava kirliliğine değişik maddeler katkıda bulunur:

Partikül madde: Bu, havada asılı duran küçük parçacıklardan oluşan bir hava kirliliği türüdür. Toz, kir, kurum ve diğer maddeleri içerebilir. Partikül madde akciğerlere girebilir ve burada solunum problemlerine neden olabilir.

Ozon: Azot oksitlerin ve uçucu organik bileşiklerin güneş ışığı varlığında reaksiyona girmesiyle oluşan bir hava kirliliği türüdür. Yeryüzündeki ozon solunum problemlerine neden olabilir ve bitkilere zarar verebilir.

Karbon monoksit: Yakıtların tam olarak yakılmaması durumunda ortaya çıkan renksiz, kokusuz bir gazdır. Kanın oksijen taşıma kabiliyetine müdahale edebileceği için zehirlidir. Baca gazı zehirlenmelerinin önemli kısmı karbon monoksit temellidir.

Sülfür dioksit: Bu, kükürt içeren yakıtlar yakıldığında üretilen keskin bir gazdır. Solunum problemlerine neden olabilir.

Azot oksitler: Bunlar, yakıtların özellikle taşıt araçlarında yüksek sıcaklıklarda yanması sırasında oluşan bir grup gazdır. Solunum problemlerine neden olabilirler ve ozon ve partikül madde oluşumuna katkıda bulunabilirler.

Öte yandan iklim değişikliği, atmosferdeki artan sera gazı seviyeleri nedeniyle gezegenin uzun vadeli ısınmasını ifade eder. Karbondioksit ve metan gibi gazlar güneşten gelen ısıyı hapsederek Dünya'nın sıcaklığının yükselmesine neden olur. Kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtların yakılması sera gazı salımlarının en önemli kaynağıdır. Ormansızlaşma ve diğer arazi kullanımı değişiklikleri, fotosentez süreciyle atmosferden emilen karbondioksit miktarını azaltarak iklim değişikliğine katkıda bulunabilir. 

Hava kirliliği ile iklim değişikliği arasındaki temel benzerliklerden biri, her ikisinin de insan sağlığı üzerinde önemli etkileri olmasıdır. Hava kirliliği, astım, amfizem ve kalp hastalığı dahil olmak üzere bir dizi solunum ve kardiyovasküler hastalığa neden olabilir. Öte yandan iklim değişikliği, daha sık ve şiddetli sıcak hava dalgalarına neden olabilir ve bu da yaşlılar ve önceden sağlık sorunları olanlar gibi savunmasız nüfuslar için tehlikeli olabilir. Ayrıca altyapıya zarar verebilecek, ulaşım ve iletişimi bozabilecek ve can kaybına yol açabilecek daha sık ve şiddetli fırtınalara yol açabilir.

Hava kirliliği ile iklim değişikliği arasındaki bir diğer benzerlik de her ikisinin de ekonomik etkilerinin olmasıdır. Hava kirliliği, sağlığa olumsuz etkileri nedeniyle daha yüksek sağlık maliyetlerine yol açabilir. Ayrıca ekinlere ve diğer bitkilere zarar vererek tarımsal verimliliğin düşmesine neden olabilir. İklim değişikliğinin, yükselen deniz seviyelerine uyum sağlama maliyeti ve daha sık ve şiddetli fırtınalar gibi ekonomik etkileri de olabilir. Ayrıca sıcaklık ve yağış modellerindeki değişiklikler nedeniyle tarımsal verimliliğin düşmesine neden olabilir.

Hava kirliliği ile iklim değişikliği arasındaki üçüncü benzerlik, her ikisinin de çevresel etkilerinin olmasıdır. Hava kirliliği yaban hayatı ve ekosistemlere zarar vererek biyolojik çeşitliliğin azalmasına ve ekosistemin bozulmasına yol açabilir. Ayrıca atmosfere sera gazları salarak iklim değişikliğine katkıda bulunabilir. Öte yandan iklim değişikliği, ekosistemlere ve vahşi yaşama zarar verebilecek sıcaklık ve yağış düzenlerinde değişikliklere yol açabilir. Ayrıca, su baskınlarına, sulak alanların ve diğer yaşam alanlarının kaybına neden olabilen deniz seviyelerinin yükselme sebebidir.

Son olarak, hava kirliliği ile iklim değişikliği arasındaki dördüncü benzerlik, her ikisinin de küresel etkiye sahip olmasıdır. Hava kirliliği ve iklim değişikliği, ulusal sınırlara saygı göstermez ve dünyadaki insanlar ve ekosistemler üzerinde etkileri olabilir. Bu, bu konuları ele almanın küresel bir çaba ve farklı ülkeler arasında işbirliği gerektirdiği anlamına gelir.

İklim değişikliği ve hava kirliliği farklı iki sorundur. Kömür yakılması sonucunda ikisi de oluşur ama kömürün yakılması daha çok partikül madde çıkardığı için hava kirliliğine, karbondioksit çıkardığı için de iklim değişikliğine neden olur. Yani ikisini de oluşturan kaynak aynıdır. Fosil yakıtların yakılması azaltılacak olursa her iki sorundan da kurtulma şansımız vardır.


1 Ocak 2023 Pazar

Yeşil Düzene Uyum

Belirli bir refah seviyesine ulaşan Batı Avrupa’da temel ihtiyaçlar karşılanabildiğinden bir sonraki adım doğal olarak daha karmaşık ihtiyaçların karşılanabilmesi oldu. Özellikle geçen yüzyılın ortasında ciddi çevresel sorunlarla karşılaşmaya başlayan gelişmiş ülkeler “kirli” üretimleri gelişmekte olan ülkelere kaydırarak bir seviyede vicdanlarını rahatlatmış oldular. “Kirli” üretim yapılmıyor değildi, ancak artık gözden uzak yerlerde insanlar bu kirliliğin sonuçları ile yaşamak zorunda kalıyorlardı. Ancak küreselleşmenin gelişmesi bir noktada bilginin de yayılmasına ve özgürleşmesine yol açtı.

2 Aralık 1984’teki Bhopal faciası 24 Nisan 2013’teki Rana Plaza kazasına kıyasla birkaç kat daha fazla can ve mal kaybına yol açmış olsa da Rana Plaza kazası özellikle Batı Avrupa’daki tüketici davranışlarında önemli değişikliklere yol açtı. Batı Avrupa artık “kirli” üretimin kendilerinden uzakta yapılmasına göz yummama düşüncesine yöneldi. Bu düşüncenin iki temel bileşenini; iklim değişikliği gibi küresel bir kirliliğin eninde sonunda kendilerini de etkileyeceği ve “kirli” üretim uzakta da olsa o ürünü kendileri kullandıkları müddetçe kirliliğin sorumluluğunu taşıdıkları oluşturdu. Bu bağlamda yeryüzünü kirletmeden bir yaşamın olması gerektiğinden yola çıkarak “gezegenimizin sınırları” kavramı oluşturuldu. Bu kavram çevreye ne kadar zarar verdiğimiz ve bu zararların yeryüzündeki yaşamın dirençliliğini ne derece zayıflattığı üzerine kurulmuştur. İklim değişikliği gezegenin en tehlike altındaki sınırlarından biridir, ama tek büyük tehlike değildir. Aşırı suni gübre kullanımı, biyoçeşitliliğin azalması, ozon tabakasında hala devam eden incelme gibi sınırlar da hayatın devamlılığı açısından önemli tehlikeler yaratır. Bu nedenle Avrupa Birliği son senelerde aldığı ve gezegenin sınırları kavramı üzerine bina edilen kararlarda, kendi sınırları içerisinde yaptığı her üretime belirli kurallar getirmiştir. Yeşil Düzen diye bildiğimiz bu kavram yapılan her üretimin ve işlemin gezegene zarar vermeyecek şekilde olmasını kurallara bağlamaktadır. Ülkemize bu, sadece Sınırda Karbon Vergisi Düzenlemesi gibi kısıtlı bir şekilde yansıtılsa da perdenin arkasında çok daha büyük bir resim saklıdır.

Ancak Avrupa Birliği’ne her ne kadar “birlik” diyor olsak da aslında bu bağlamda bir birlik olarak hareket etmekten oldukça uzaktalar. Özellikle Komisyon ve Parlamento’nun Yeşil Düzen’e bakışı oldukça farklıdır. Komisyon ağırlıklı olarak Batı Avrupa’nın görüş açısını yansıtmaktadır. Bu görüşe göre sadece Avrupa’nın kendi içerisinde bu kural setini uygulaması yeterli değildir, Avrupa’ya ürün ve hizmet ihraç eden tüm devletlerin de aynı kural setini uygulamaya başlaması gereklidir. Bunu iki temel sebebi vardır. Bunların ilki ahlakidir. Batı Avrupa özellikle Rana Plaza kazasından sonra kendi kirli işlerini az gelişmiş ülkelere yaptırmanın getirdiği faturayı görmüştür ve tüketiciler en azından kendi tükettikleri ürünlerin “doğru” biçimlerde üretilmesi yönünde kararlılık göstermeye başlamışlardır. Fakat daha önemlisi, Avrupa içerisinde bu üretimin “doğru” yapılması üreticilere oldukça yüksek bir fatura getirmektedir. Avrupa kendi üreticisi bu yüksek faturayı öderken dışarıdan ithal edilen ürünlerin aynı standartlara uygun üretilmemesinin bir dezavantaj yaratacağından yola çıkarak Yeşil Düzen’i tüm üreticilere yaymayı planlamaktadır.

Bugün Avrupalı bir üretici tarım ilacı ya da kimyasal gübre kullanmadığı zaman üretimde düşüş yaşamakta ve bu fiyatlara yansımaktadır. Şimdi uygulanmaya başlanan yöntem, gelişmekte olan ülkelerden aldığı ürünlerde de tarım ilacı ya da kimyasal gübre kullanmamayı talep etme yönünde olacaktır. Bu bizim çiftçimizin de masraflarını artıracaktır. Ama bizim ülkemize aynı ürün dışarıdan geldiğinde o ürünün üretiminde aynı şartlar aranmadığı için bir fiyat dezavantajı oluşacaktır. Bu dezavantajı gidermenin tek yolu bizim de ithal ettiğimiz ürünlere benzer koşullar talep etmemize neden olacaktır ya da Avrupa’nın beklentisi bu yöndedir. Bu kuralların bir kısmı bugün için Dünya Ticaret Örgütü kurallarına ters olsa da ABD ve Avrupa birlikteliği bu kuralların çevre düzenlemelerine saygı duyulması yönünde hızla değiştirilmesine neden olacaktır. Sadece ABD bu bağlamda Avrupa’dan biraz daha yavaş hareket etmek istemektedir. Avrupa Parlamentosu da benzer bir tutum içinde olduğundan Yeşil Düzen’in tüm parçaları bizim ihracatımızı acilen etkileyecek boyutta olmayacaktır. Ancak, bilmemiz gerekiyor ki üretim biçimlerimiz konusunda önemli değişiklikler geliyor.

Aslında üretimimiz bir dönüm noktasında bulunuyor. Biz iç üretimle ve az gelişmiş ülkelere satacağımız ürünleri üreterek ayakta kalmayı tercih edebiliriz ama hepimiz biliyoruz ki gerçek çözüm burada değil. Sürdürülebilir bir üretim ve ihracat stratejisi, ABD ve Avrupa Parlamentosu’nun verdiği bu arada, açıklarımızı mümkün olduğunca kapatarak daha “kirli” yerine daha “doğru” üretim yapabilmenin yolunu açmaktır. Yeşil Düzen’in tüm kuralları işlemeye başladığında bir karbon vergisi ödemek zorunda kalacağız, ama bu vergiyi sadece Avrupa’ya ihracat yapan üreticiler değil hepimiz ödeyeceğiz çünkü üretimi Avrupa’ya ihracat için yapılan üretim ve diğerleri diye ayırmak mümkün değildir. Sürdürülebilir üretim ancak bir yanda gezegenin sınırları denilen temel kavramı önde tutarken diğer yanda da sürdürülebilir kalkınma amaçlarının sosyal noktalarına da uyarak yapılabilir. Burada yapacağımız hatalar bize verilen süre bittiğinde ciddi kayıplara yol açabilir, onun için bu arayı çok iyi değerlendirmeliyiz.


Türkiye iklim krizinin neresinde, karşı karşıya bulunduğumuz manzara ve öneriler

İklim krizi insanlığın her daim karşılaştığı en büyük sorundur. Tarih boyunca insan toplulukları iklimdeki değişikliklerle yüz yüze geldiği zaman önemli kırılma noktaları oluşmuş, insanlığın varlığı bile yer yer tehlikeye girmiştir. Bugün içinde yaşadığımız sorun da bunlardan farklı değildir, hatta çok daha kötü bir durumda olduğumuz da söylenebilir. Bundan önceki iklim krizlerinin tümünde gezegenin çevresel sınırlarına bu denli dayanmamıştık. Gidecek yerimiz, üretecek alternatif ürünlerimiz vardı. Bu alternatifler hepimizi beslemeye zor da olsa yetiyordu. Bugün ise karşımızdaki korkunç felakete bir de bizim yaptığımız büyük hatalar eklendi ve neredeyse insanlığın geleceğini tehlikeye atabilecek bir problem ortaya çıktı.

Ülkemiz bu problemlerin belki de en yoğun yaşanacağı bölgede bulunuyor. Binlerce yıldır insanlığın beşiği olmasıyla övündüğümüz bu bölge ne yazık ki binlerce yıldır da insanlığın üretim yükünü taşımak zorunda kalıyor. Sularımız kirli, toprağımız yorgun derken direncimizi azaltacak bir ortam içindeyiz. Bir de iklim krizini buna ekleyecek olursak hayat gittikçe zorlaşacak gibi duruyor.

Türkiye’nin iklim krizinden kırılganlığına baktığımız zaman üç noktayı değerlendirmemiz gerekiyor. Bunların ilki maruziyettir. Türkiye ortalama sıcaklıkların artacağı ve yağışların da azalacağı Akdeniz Havzası’nın doğu kesiminde bulunmaktadır. Bunun bizim açımızdan anlamı öncelikle sıcak hava dalgalarının vereceği zararın artmasıdır. 2050 civarına geldiğimizde ülkemizin güneyinde 50 ℃ sıcaklıkların görülmesi normal karşılanacaktır. İstanbul gibi kuzey şehirlerinde bile 40 ℃ üzeri sıcaklıklar görülecektir. Bu, yazın her günü böyle sıcaklıklarla baş etmemiz gerektiği anlamında düşünülmemelidir. Sadece bugün İstanbul’da nasıl 35 ℃ normal ama sıcak bir gün olarak değerlendiriliyorsa, 2050’de 42 ℃ normal ama sıcak bir gün kabul edilecek. 

Zaten son yıllardaki yağışların uzun aralıklardan sonra aşırı şiddetli hale gelmesine alışmaya başladık. Bu yağış rejimi artık alışılmış bir durum halini alacak. Yani uzun süre yağış almayan toprak kurumaya başlayıp nemini tamamen yitirdikten sonra gelecek sağanak yağışlar toprağın içine işlemeden sele dönüşmeye devam edecek. Bu durum aslında tarımda su eksikliğine bağlı verim kaybına neden olacaktır. Bu verim kaybının ne ölçüde gerçekleşeceği tarımdaki sulama çalışmalarının bugünle su ihtiyacının ciddileşeceği yakın gelecek arasında ne derece ilerleyeceği ile bağlantılıdır. İşte damlama sulamaya geçilmesi gibi önlemler kırılganlığı belirleyen ikinci noktaya işaret eder. Felaketlere maruz kalıyor olabiliriz ama buna karşı uyum kapasitemiz yeterince gelişmişse uğrayacağımız zararı azaltmamız mümkündür. Bugün bulunduğumuz noktada bu uyum önlemlerinin yeterince ciddiye alınmamasından dolayı iklim zararları her geçen gün artmaktadır. Hasarların bir kısmı tarım sigortaları tarafından karşılanıyor olsa da gelecekte tarım sigortaları da yetersiz kalacaktır.

Kırılganlığımızın son ölçütü de hassasiyettir. Bugün ısrarla Orta Anadolu bölgesinde ciddi sulama ihtiyacı olan pancar üretimi yapılmaktadır. Yeraltı suyu bittiği anda da pancar üretimi sona erecektir. Bu, pancar üretiminin iklime karşı son derece hassas bir bitki olduğunu bize gösterir. Pancar üretimi yerine daha az kazandıran ama iklime karşı hassasiyeti daha düşük olan tahıllar tercih edilecek olursa kırılganlığımızı azaltabiliriz.

İklim krizine karşı kırılganlığımızı azaltarak uyum sağlamamız mümkündür ancak bunun önemli bir sorun olduğunu kabul ederek bu yolda hızla adımlar atmaya başlamalıyız. İklim krizi şiddetleniyor ve bizim de hızlanmamız gerekiyor.

İklim krizine karşı kırılganlığımızı belirleyen bir dışsal unsur da ülke nüfusumuz ve bu nüfusumuzun demografik yapısıdır. Hem nüfusumuzun hem de yaşlı nüfusumuzun artıyor olması iklim krizinin etkileri ile mücadele edebilmemizi güçleştirecektir. Bunun üzerine yakın gelecekte komşularımızda ve onların yakın çevrelerinde oluşabilecek insan hareketliliği ülkemizi kötü şekilde etkileyebilir. Kısacası, Etiyopya, Sudan, Bangladeş ve Pakistan’da oluşabilecek ağır iklim felaketleri milyonlarca kişinin daha düzgün bir yaşam umuduyla bizim bölgemize doğru hareketlenmesine yol açacaktır. Ülke içerisinde kendi sorunlarımızı çözecek uyum önlemlerini almayı başarsak bile böylesi bir göç dalgası ile baş edebilmemiz imkansız olacaktır. Bundan dolayı dış ilişkilerimizde de bu gerçekliği akılda tutarak hareket etmemiz gerekmektedir.

Ülkemiz iklim krizinin bu derece etkisine giren bir konumdayken ne yazık ki iklim politikaları iklim krizinin etkilerine uyum sağlamaktansa iklim değişikliğini durdurma yönüne yoğunlaşıyor. Bu davranışı politika belirlemede Avrupa Birliği'nin etkisine bağlamak mümkündür. Avrupa Birliği'nin de benzer şekilde politik yoğunluğu uyumdansa azaltıma yöneltmiş olması ve sonucunda bizim politikalarımızı da etkilemesi doğaldır. Ancak burada bir denge sağlamak iki yönden gereklidir. İlki doğal olarak sağlanması gereken kaynaktır. Ülkenin kısıtlı kaynaklarını daha acil ihtiyaçlarımıza kanalize etmek her zaman için daha mantıklı bir çözüm olacaktır. Ama bunun ötesinde ülke olarak Birleşmiş Milletler'e verdiğimiz ve gelecekte vereceğimiz niyet beyanlarında ülke durumumuzu dürüstçe ortaya koyarak uyum ihtiyaçlarımızın seviyesini göstermemiz gerekiyor. Bunun anlamı şudur: Ülke olarak iklim krizinden ne derece sorumlu olduğumuzla bu krizden ne derece etkileneceğimizi bir denge içerisinde ortaya koymalıyız. Bugüne kadar verdiğimiz niyet beyanları sadece azaltıma yönelik olduğundan uluslararası ortamda ülkemizi haksız bir konuma oturtmuştur. Bu konuda geliştirdiğimiz politikanın bugün bulunduğu noktayı mükemmel olarak nitelendirmemiz zordur, ancak ana problemimiz bir şeyler yapmamaktansa yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı doğru olarak ortaya koyabilmektir.


Bardağın dolu tarafı

1992 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olan ülkeler her yılın sonunda toplanarak iklim krizi konusundaki gelişmeleri değerlendiriyorlar. Bu toplantılara Taraflar Konferansı (COP) diyoruz. Yalnız Birleşmiş Milletler aracılığıyla yapılmış bu tür pek çok sözleşme var, bunların tümünün taraflar konferanslarına da COP deniyor, dolayısıyla oluşabilecek karışıklıklar konusunda dikkatli olmak gerekir. Kasım ayında Sharm el Sheikh’de düzenlenen COP27 iklim alanındaydı, Aralık ayında Montreal’de düzenlenen COP15 ise Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitliliğin Korunması Sözleşmesi’nin Taraflar Konferansı olacak. Bir sonraki yazıyı o konferansın çıktılarına ayıracağım, bu seferlik sadece iklim konuşacağız.

Başlıktan da anlayacağınız üzere, sadece olumlu şeylerden bahsetmeye çalışacağım. Sanırım sene boyunca kötümser kısımlara fazlasıyla değindim, şimdi güzel şeylerden bahsederek seneyi kapatalım.

Öncelikle Sharm el Sheikh’de hava oldukça güzeldi. Gündüzleri 26-28 derece arasında ve fazla nemli olmayan, gökyüzünün her daim açık olduğu bir ortamda yapıldı toplantı. Bu çok güzel bir şey çünkü toplantı alanının tamamı tek katlı yapılarla geniş bir bölgeye yayılmıştı. Bu binalar arasında açıkta ve yürüyerek dolaşıldığı için havanın kuzey ülkelerinde yapılan COP’lar gibi soğuk ve yağışlı olacağını hayal etsek COP27 de katılımcılar için azap olurdu.

Toplantıya katılanlar çok geniş bir alana yayılan otellerde kaldıklarından katılımcıları taşımak için önce elektrik olduğu söylenen ama sonrasında doğal gaz ile çalıştığını öğrendiğimiz çok sayıda otobüs çalıştı. Konferans alanına ulaşmak başka türlü oldukça zor olduğundan bu sık çalışan otobüsler hepimizi çok mutlu etti.

Ülkemizin standı çevre - dijitalleşme - sanat - sıfır atık düşünceleri etrafında kurulmuş ve oldukça fazla ilgi çeken bir stand oldu. Özellikle caretta carettaların Akdeniz’deki yolculuklarından elde edilen verilerle yapılan dijital sanat eserleri herkesin önünde bolca fotoğraf çektirdiği bir yerdi. Ayrıca tüm gününü konferansta geçiren katılımcıların bilgisayar ve telefonları şarj etmelerine imkan tanıyan bir sistemin kurulmuş olması da Türkiye standını hem bizler hem de yabancılar açısından uğrak bir yer haline getirdi.

Sayın Bakan Yardımcımız Prof. Dr. Birpınar’ın da söylediği gibi bu bir “ara” COP’tu. Yani burada çok büyük kararlar alınması beklenmiyordu, amaç daha çekişmeli geçecek konferanslara bir altlık hazırlanmasıydı ve öyle de oldu denebilir. Konferansa katılan 600’ün üzerinde fosil yakıt şirketlerinin ve lobilerinin temsilcileriyle aynı yemek kuyruğundan yemek aldık, aynı mekanlarda kahve içtik ve kimse birbirine kötü bir söz söylemedi (bardağın dolu tarafı). Bunun en önemli nedeni ise bu lobilere Mısır’a girişte hiçbir engelleme yapılmazken kötü niyetli iklim eylemcilerinin Mısır’a alınmamış olmalarıydı (bardağın dolu tarafını gerçekten zorluyorum).

Toplantıda alınan kararlara bakacak olursak, yeryüzünde iklim krizinin durdurulduğunu düşünmemiz mümkün olur çünkü sonuç bildirgesinde iklim krizini nasıl durduracağımıza dair fazla bir şey yoktu. COP26’da ülkelerin daha önce vermiş oldukları niyet beyanlarının yetersizliğinden ve ısınmanın 1,5℃’de durdurulabilmesi için bu niyet beyanlarının bizi hedefe ulaştıracak biçimde yeniden düzenlenmesinden söz ediliyordu. Hatta bu yeni beyanların Eylül 2022 sonuna kadar Birleşmiş Milletler’e teslim edilmiş olması gerekiyordu. Ancak hükümet değişikliği sonunda Avustralya’daki yeni hükümetin sunduğu katkı dışında hiçbir devlet ciddi anlamda bir iyileştirme sunmadı. Buradan da sanırım artık iklim krizinin kötüleşmediği sonucuna ulaşabiliriz (dolu tarafı göstermek için çok zorluyorum).

Neredeyse 30 yıldır iklim krizinden zarar gören ülkelerin kayıp ve zararlarının karşılanması bu müzakerelerde etrafında dolaşılan bir konuydu. Bu konunun ilk defa bu COP için resmi gündeme alınmış olmasını önemli bir başarı olarak görmeliyiz (ciddi). Daha toplantının ilk gününde ABD İklim Temsilcisi John Kerry “ülkelerin kayıp ve zararlarını karşılayacak bir para miktarı hiçbir devletin kasasında yok” diyerek hem iklim krizinin ne denli ciddi bir sorun olduğunu hem de bu krizin yarattığı ve yaratacağı sorunların bedelinin bir yanda hesaplandığını, diğer yanda da ulaşılan sayının korkunç boyutta olduğunu ortaya koydu. Bu çok ciddi bir ilerlemedir. Artık gelişmekte olan ülkelerin kayıp ve zararlarını görmezden gelmek mümkün değildir, ABD temsilcisi bile bu sorunu kabul etmiş ve büyüklüğünü ortaya koymuştur (yarı ciddi).

Görüşmeler sonunda kayıp ve zararların karşılanması için bir fon oluşturulmasına karar verildi. Bu fonun temel prensipleri olarak fona kaynak sağlamanın Çerçeve Sözleşme’de yer alan gelişmiş ülkelerle kısıtlı kalmaması ve bu fondan sadece iklim krizinden en fazla etkilenen kırılgan ülkelerin para alması belirlendi. Ancak bu düşünceler henüz ete kemiğe bürünmüş kararlar değil. Kimin ve ne kadar kaynak sağlayacağı ile kimin ve ne kadar para alabileceği bir sonraki COP’a kadar biraz daha belirli hale gelecek. Aslında bu sistem 2009 yılında Kopenhag’daki COP sonunda kurulmuş olan Yeşil İklim Fonu ile neredeyse aynı temellere oturuyor. Kısa süre içerisinde böylesi yuvarlak kelimelerle temeli kurulan bir sistemin işlemeyeceği anlaşıldığından devletler yapacakları yardımı Dünya Bankası veya IMF gibi kuruluşlar vasıtasıyla kullanmayı daha uygun gördüler. Şimdilerde ise uluslararası yatırım bankaları aracılığıyla tanınan krediler kırılgan ülkelerin iklim krizine karşı dirençliliklerini artırmayı bir öncelik olarak koyuyor.

Bu toplantıdan çıkan bir diğer sonuç açıkça Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların destek sağlama sistemlerinin yeniden gözden geçirilmesi idi. Bu şekilde yazıldığında oldukça nazik görünen bu kararın ardında ise gelişmekte olan ülkelerin önemli bir çığlığı yer alıyor: “Siz yeryüzünü batırarak geliştiniz, şimdi bize borç vermekten bahsediyorsunuz, bizim size borcumuz yok, sizin dünyaya borcunuz var, o nedenle artık verilecek para bir borç ya da kredi değil hibe olmalıdır.” Bu yaklaşım son derece doğru ve mantıksal temellere dayanıyor, fakat ne derece başarılı olacağını görebilmek oldukça zor. Başta John Kerry’nin dediği gibi, kimsede o kadar para yok ve şu andaki ekonomik durumda yakın zamanda da kimsede o kadar para olmayacak. Bu nedenle de yapılmaya çalışılanlar son derece doğru olsa da elinde parayı tutan kişileri bu parayı size vermeye ikna edemediğiniz müddetçe ilerleme sağlamak neredeyse imkansız olacaktır.

COP27 henüz önemli bir fosil yakıt ihracatçısı olmayan Mısır’da yapıldı ve o nedenle bardağın dolu kısmı hakkında ironiyle de olsa konuşmak mümkün oldu. COP28 ise dünyanın 3. büyük fosil yakıt ihracatçısı olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılacak. COP28 sonrası söylenecek olumlu söz bulabilmemiz çok daha zor olabilir.