31 Ekim 2023 Salı

Geçiş Riskleri mi? Fiziksel Riskler mi?

İklim krizi her tür üretimin karşısına önemli riskler çıkartıyor. COVID19 salgını sırasında bu risklerin değişik boyutları ile katlanarak arttığını başta üretim yapanlar olmak üzere çoğumuz fark ettik. Bu riskler COVID19 sırasında görünür hale geldi ama iklim krizi bunların unutulmasına fırsat tanımayacak. Hatta orta ve uzun gelecekte bu sorunların artmasını bekleyerek planlama yapmak hepimizin hedefi haline gelebilir.

Bugüne kadar çevresel riskleri konuştuğumuzda kafamızın arkasında yatan düşünce öncelikle bu riskleri yaratacak koşulların oldukça ender olduğuydu. Yani, depreme alışılması gereken bir coğrafyada yaşamamıza rağmen hayatımızı “ya deprem olursa” düşüncesiyle şekillendirmiyoruz ya da en azından çoğumuz böyle yapmıyor. Depremin ne zaman gerçekleşeceği de tahmin edilemediğinden risk dediğimiz zaman düşündüğümüz genelde daha çok finansal riskler oluyordu. Ancak iklim krizi ile birlikte risk kavramımızda iki önemli değişiklik oluştu.

İlk olarak, artık deprem gibi ne zaman ve ne büyüklükte olacağı belirsiz bir olay yerine etkileri her geçen gün artan ve bize ne seviyede ve ne zaman zarar vereceği bilimsel olarak öngörülebilen bir sorun var karşımızda. Oturduğumuz yerden bu sorunun yaratacağı riskleri göremiyor olabiliriz ama konunun uzmanları gerekli araştırmaları yaptıklarında oldukça yüksek isabetle başımıza çıkabilecek sorunun büyüklüğünü belirli parametreler içerisinde verebiliyorlar. Aynı sigorta işlemlerinde olduğu gibi, sizin araba kullanma şeklinizden, yaşınızdan, kullandığınız arabadan ve bunun gibi unsurlardan sizin bir sene içerisinde bir kaza yapma olasılığınız nasıl belirlenebiliyorsa, iklim krizinin yaratacağı riskler de belirli tahmin aralığında ortaya konabiliyor artık.

İkinci olarak da, devletlerin iklim krizini sınırlamak için atmaya söz verdikleri adımlar var. Tüm devletler bu sözlerini yerine getirdikleri takdirde alınacak önlemler üretimin her kesimini etkileyecektir. Aynı Avrupa Yeşil Mutabakatı’nda olduğu gibi bu önlemlerin tam olarak ne şiddette ve ne zaman geleceğini bilemesek de neyin gelmekte olduğunu görmemiz zor değil. Dolayısıyla iklim krizi bir de geçiş sürecindeki bu risklerle yaşamamız gerektiğini bizlere söylüyor.

İlk olarak fiziksel riskleri ele alacak olursak karşımıza önemli problemler çıkıyor. Öncelikle özellikle ülkemizde ama neredeyse diğer pek çok ülkede, iklim krizine bağlı riskleri noktasal olarak belirleyebilecek bilgi birikimi oldukça kısıtlı. Yani, sizin üretim tesisinizin olduğu noktada oluşabilecek riskler o noktaya özel olarak belirlenmelidir. Bir örnek vermek gerekirse; iklim krizinin bir sonucu, aşırı yağışlardan derelerin taşmasıdır. Sizin üretim tesisiniz tam derenin kenarında olabilir ama derenin içe ya da dışa döndüğü kenarda mı olduğu, dere kenarındaki duvarınızın sağlamlığı ve yüksekliği, dere taşıp duvarı aşacak olsa suyun zarar verebileceği ne tür yapıların olduğu, elektronik aletlerin zeminde mi yoksa yüksek bir platformun üstünde mi olduğu hep sizin noktasal riskinizi belirleyen konulardır. Her sektörde bu bağlamda sorulacak sorular farklı olsa da risklerin oluştuğu noktaya bu konunun uzmanlarının ulaşarak yerinde değerlendirme yapması gerekir. Bu yerel değerlendirme daha geniş ölçekli iklim modelleri ile birlikte incelenerek alınması gereken önlemler ve bu önlemler alınmayacak olursa oluşabilecek zarar belirlenebilir. Ancak sigortacılıkta olduğu gibi, bu incelemeyi yapacak eleman bulma zorluğu olduğundan sadece geniş ölçekte değerlendirme yapılarak dere kenarındaki tesise de yamaçtaki tesise de taşkın riski atfedilebilir. Dolayısıyla karşımızdaki zor bir problemdir ve çözümü ancak kapasite geliştirmeyle bulunabilir.

Bunun yanında yeşil bir ekonomiye geçişten kaynaklanan riskler finans dünyasının nispeten daha rahat algıladığı ve değerlendirdiği bir kategori oluşturur. Ekonominin bugünkü gidişi yerine bir karbon vergisi uygulandığında hangi sektörlerin bundan nasıl etkilenecekleri daha anlaşılır ve çözülebilir bir problemdir. Gene de bir karbon vergisinin ne sertlikte ve hangi zamanlama ile uygulanacağı kuruluşlar açısından önemli bir risk unsuru oluşturur. Burada konulacak verginin sistemindense büyüklüğü çok daha fazla değer taşır. Yani, emisyon ticaret sistemi kurulacak olsa o piyasada oluşacak karbonun fiyatı ile karbon vergisi konulacak olsa o verginin miktarı aynı olduğu sürece ülke genelindeki geçiş riski hesaplaması benzer sonuçlar yaratır.

Teoride bunların tümü akıllıca kurulmuş sistemler ancak ülkemiz pratiğine gelindiğinde bu teori tamamen çalışmaz hale geliyor. Uluslararası yatırım bankalarının bu konuda oluşturdukları çalışmalara baktığımızda ülkemizin yanında hep bir yıldız oluyor. Bu yıldız da Türkiye’nin özel koşulları şeklinde ifade ediliyor. Bu özel koşullar ülkemizin içinde bulunduğu ve iklim krizinden en fazla etkilenecek bölgelerden biri olan Akdeniz Havzası’ndan kaynaklanan fiziksel riskleri ifade etmiyor. Özel koşullardan kastımız ülkemizin yakın ve orta vadede bir sera gazı azaltım politikası olmamasından dolayı uluslararası finans kuruluşları açısından bir kategoriye konulamamasıdır.

Bunu şu şekilde açıklamak mümkün: Mesela bir Avrupa Birliği ülkesi önündeki birkaç yoldan birini seçebilir. Hedefini 2040 yılında karbonsuzlaşma olarak görerek bir politika belirler, bu politikaya göre bir karbon fiyatı uygular ve bunu kuvvetli bir biçimde takip eder. Benzer şekilde hedefini 2060 yılında karbonsuzlaşma olarak koyabilir ya da şu andaki politikaları ile devam edebilir. Ancak tüm bu politikaların temelinde bir noktada sera gazı salımlarını azaltmaya çalışmak vardır. Oysa ülkemizin resmi politikası sera gazı salımlarını azaltmak değil artırmak üzerinedir. Dolayısıyla da uluslararası kuruluşların öngördüğü Business-as-usual, yani olduğumuz gibi devam etme politikası bile bize uygulanabilecek bir sonuç üretmez. Bir de bunun üzerine bu bağlamdaki politikamızda oluşan ani ve öngörülemez değişiklikler ülkemiz genelinde, bir sektör ya da bir firma özelinde geçiş risklerini doğru biçimde belirlemeyi imkansız kılar. Tüm bunların ötesinde soruna bir de ihracat yapan sektörlerin bir kısmını ilgilendiren Avrupa Yeşil Mutabakatı kaynaklı belirsizlik eklenince konu iyiden iyiye içinden çıkılmaz bir hal alır.

Kısacası ülkemizde iklim krizinden doğacak riskleri belirlemek oldukça zor bir konudur. Fiziksel riskleri belirlemek istesek bilimsel altyapımızda önemli eksiklikler vardır. Geçiş risklerini belirlemek istesek devlet politikamız orta ve uzun vadede herhangi bir tahmin yapmaya imkan tanımaz. Bunlardan dolayı da tüm risk hesaplarımız biraz da yöneticilerin risk algılarına göre şekillenir. “Böyle gelmiş, böyle gider, kafanıza takmayın siz” de bir yaklaşımdır, “her türlü bela sonunda gelip bizi bulur, onun için biz en kötüsüne hazırlanalım” da benzer değerde bir yaklaşımdır. Her ne kadar benim gönlüm ilkinden yana olsa da aklım hep ikinciden yana oluyor. 

Bu yazı Sürdürülebilir Üretim dergisinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2023 Perşembe

Yeşil Mutabakatın Neresindeyiz? Neresinde Olmalıyız?

Avrupa Komisyonu bürokratlardan kurulu bir yürütme organıdır. Komisyon, günlük işleri yürütmenin yanı sıra orta ve uzun vadeli eylem önerileri de ortaya koyar. Bu öneriler ciddi çalışmaların üzerine bina edildiğinden politikacılar tarafından “gereksiz” ya da “saçmalık” denilerek hemen çöpe atılabilecek öneriler değildir. Bu nedenle de Avrupa Birliği açısından bakıldığında oldukça kuvvetli bir “Brüksel bürokrasisi” vardır. Bu merkez Avrupa Birliği’nin bir nevi hem vicdanı hem de aklı vazifesini görür.

Komisyon, özellikle de Avrupa içinde yükselmekte olan yeşil kanattan aldığı destekle Avrupa’nın sürdürülebilir geleceği için bir yol haritası ortaya koydu. Bu yol haritasına Avrupa Yeşil Mutabakatı diyoruz. Bu mutabakat bir yanda Avrupa’daki üretim ve tüketimin sürdürülebilirliğini sağlarken diğer yandan da bu çabanın Avrupa’nın uluslararası rekabet gücüne zarar vermemesi üzerine yoğunlaşıyor. 

AB bu çaba ile öncelikle sera gazı salımlarını atmosfere salınanlarla aynı miktarda azaltacak önlemleri almayı planlıyor. Mutabakat buna destek olmak amacıyla temiz enerji kaynaklarına geçişi teşvik edecek ve fosil yakıtlara bağımlılığı azaltacak büyük bir enerji dönüşümünü içeriyor.  Ayrıca AB, tarım ve gıda üretimi süreçlerini daha sürdürülebilir hale getirme amacıyla çiftçilere ve üreticilere destek vermektedir. Aynı zamanda gıda atıklarının azaltılması ve gıda güvenliği konularına da odaklanmaktadır.

Avrupa Yeşil Mutabakatı, ulaşım sektöründe daha temiz ve sürdürülebilir alternatiflere yönelmeyi de hedefliyor. Bu, elektrikli araçların teşviki, toplu taşımanın geliştirilmesi ve daha yeşil ulaşım altyapısı oluşturulması gibi çeşitli önlemleri içerir.

Mutabakat çerçevesinde dijitalleşme ve sürdürülebilir teknolojiler teşvik edilir. Biyoçeşitliliği korumak ve çevresel tahribatı önlemek de Avrupa Yeşil Mutabakatı'nın bir diğer önemli bileşenidir. Ormanların, su kaynaklarının ve doğal yaşam alanlarının korunması bu hedefin parçasıdır. 

AB, bu büyük dönüşümün tüm toplum kesimleri için adil ve kapsayıcı olmasını hedefler. Sosyal adalet, işçi hakları ve dönüşüm sürecinin herkes için faydalı olması ön plandadır.

Son olarak da mutabakat, AB'nin dünya genelinde sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği konularında liderlik yapmasını hedefler.

Peki böyle bakıldığında biz bu mutabakatın neresindeyiz? Görüldüğü ve konuşulduğu kadarıyla ülkemiz bu mutabakata sadece ihraç ürünlerine getirilebilecek bir gümrük vergisi bağlamında yaklaşıyor. Ama bu gümrük vergisi, aslında bir gümrük vergisi değil. Çünkü AB sadece, üretim AB sınırlarında hangi kurallarla yapılıyorsa ihracatçımız da aynı kurallarla yapsın diyor, yani AB sınırlarında bir karbon fiyatı varsa, aynı fiyatı siz de kendi üreticinize uygulayın diyor. Yani bizim devletimiz de aynı fiyatı uygulayacak olsa ortada bizim açımızdan bir sorun kalmayacak (diye düşünüyoruz).

Ama bu noktada Avrupa’da da bizde de önemli bir sorun var. Neredeyse kimse üretimin gerçekte ne kadar sera gazı saldığını ya bilmiyor ya da bu konuda hemfikir olamıyor. Bunun nedeni de oldukça basit. Ne ülkemizde ne de AB’de  üretimin çoğu ciddi, bilimsel temelli yapılıyor. Bunun yanında veriye saygı da duyulmuyor. AB’de önce iş, sonra veri geldiğinden veriye ulaşmak kolay olmuyor, bizde de veriden oldukça korkulduğu için veri ya saklanıyor ya da bir güç unsuru olarak kullanılıyor. Elbette AB bu bağlamda bizden çok ileride ama onlar da Yeşil Mutabakatı tamamen çalıştırabilecek seviyede veriye hakim değiller.

Biliyorum bu son paragrafı okurken içinizden “hadi ya, olur mu öyle şey” dediniz. Yalnız, herhangi bir üretim yapılırken salınan tüm sera gazlarını hesaplamaya kalktığınızda bunun oldukça zor ve bilimsel bir iş olduğunu görüyorsunuz. Avrupa’daki çoğu noktada ise bu iş sadece bir yere kadar yapılabiliyor ve o yer de Türkiye’de yapıldığından daha ileri bir yer değil. Bunun arkasındaki başlıca sebep de karbon ayak izi hesaplarının göründüğü kadar kolay olmamasıdır. Yani, arabanızı kullanmanın ne kadar ayak izine sahip olduğunu hesaplamak istiyorsanız, kabaca arabanın yaktığı benzine bakabilirsiniz. Ama ayak iziniz o kadar da basit hesaplanmıyor. Lastiklerin aşınması, arabanın tamire gitmesi, arabanın üstünde gittiği yolun bakımı gibi çoğu faktörü de düşünmek gerekiyor. Bir de bunun üzerine elbette arabanın ve onun üzerinde yürüdüğü yolun yapımının karbon ayak izini de hesaplamak gerekiyor. Sonra o arabanın ortalamada kaç kilometre yol gittiği, o yol koşullarının nasıl olduğu, asfaltın yapıldığı petrolün nereden geldiği gibi şeylerle konuyu çok daha uzatmak mümkün. İşte tüm bu sebeplerden dolayı veri çok kıymetli. Bu verilerin tamamı yok değil, hatta önemli bir kısmı var, ama bu verilere ulaşıp bu verilerden bir anlam çıkarabilmek bugün için ne bizde ne de Avrupa’da mümkün. O nedenle de sadeleştirmelerle yolumuza devam ediyoruz ve çoğu zaman bu sadeleştirmenin etkisi konusunda da cahiliz.

Doğru ve bilimsel bir karbon ayak izi ölçümü ya da belirlemesi yapmak için ülkemizde ya da Avrupa’da herhangi bir kuruluşa gittiğinizde soracağınız ilk soru “elinizde veri var mı?” oluyor. Cevap da neredeyse her zaman “elbette var” oluyor. Sonra aylar içerisinde utana sıkıla bu “elbette var” halinden “bunu bir sormalıyız” haline sonra da “tam olarak yokmuş, nasıl hesaplanabilir?” haline dönüşüyor. “Yeşil Mutabakatın neresinde olmalıyız?” sorusunun asıl cevabı da burada. Biz yaptığımız her işle ilgili her türlü veriye hakim olabileceğimiz bir sistem kurmalıyız. Elimizdeki veriyi her zaman, herkese açık tutmak zorunda değiliz ama biz bu veriye sahip olmalıyız. Çünkü yakın gelecekte AB ya da herhangi bir yer bize “sizin üretiminizin ayak izi şu” diyerek buna bir bedel biçmek isteyecek. Elinizdeki veri bundan kötüyse bir sorun yok ama yıllarca yatırım yapıp ayak izinizi iyileştirdikten sonra cezalandırılmaktan sizi ancak veri koruyabilir.

Yalnız durum bununla kalmıyor, başta söylediğimiz gibi, AB Yeşil Mutabakatı sadece bir karbon vergisi değil, tarım ürünlerinden insan haklarına, biyoçeşitlilikten ulaşıma birçok alanı içeriyor. Dolayısıyla da bu veriye sahip olma işi sadece karbon ayak izinden ibaret değil. “Kaç işçi çalıştırıyorsunuz, bunların hepsi sigortalı mı?” gibi sorularla başlayarak “Mevsimlik işçilerin çocuklarının çalışmadıkları dönemde iyi bir eğitim aldıklarını nasıl garanti ediyorsunuz?” türü sorulara bile gidiyor konu. Yani, “sizin bahçenizde bugün zeytin toplayan mevsimlik işçinin çocuğu memleketine döndükten sonra gerekli eğitimi alıp düzgün besleniyor mu?” sorusuna da cevap vermeniz gerekiyor. Bunu da AB’deki yetkililer gelip yerinde kontrol ediyorlar artık.

Benzer şekilde tarım yaparken “ben bakanlığın izin verdiği kimyasalları kullanıyorum” demek yeterli değil. Hatta “ben Avrupa’ya gönderdiğim ürünleri test ettiriyorum, hiçbirinde o kimyasallara rastlanmıyor” demek bile yeterli değil. Gelip sizin bahçenizdeki toprakta o kimyasalların olup olmadığını kontrol ediyorlar ki biyoçeşitliliğe zarar verebilecek bir üretim yapıyor olmayasınız.

Kısacası, Yeşil Mutabakat’a sadece bir karbon vergisi olarak bakmak gelecekte yapacağımız çoğu işi zorlaştıracaktır. Bunun üzerine bir de ülkemizde işini iyi yapanın cezalandırıldığı ortam eklendiğinde düzgün üretim ve tüketim yapabilmek oldukça beceri isteyen bir iş haline gelecektir.

Bu yazı EKOIQ dergisinde yayımlanmıştır.