28 Ocak 2022 Cuma

Ekolojik Medeniyet

1992 yılında Rio’da düzenlenen Yeryüzü Zirvesi’nde üzerinde anlaşmaya varılan önemli konulardan biri Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi'ydi. 1993 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmeyi Amerika Birleşik Devletleri hariç tüm dünya ülkeleri onaylamıştır. Ancak Yeryüzü Zirvesi sonunda imzalanan diğer anlaşmalar gibi bu sözleşmenin de yaptırım gücü yoktur. Biyoçeşitlilik konusunda ülkelere yaptırımlar getirecek alt anlaşmaların hazırlanması daha sonra iki yılda bir yapılması planlanan Taraflar Konferanslarına bırakılmıştır.

Bu bağlamda 2000’de imzalanan ilk anlaşma Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi'ne Ek Biyogüvenlik Cartagena Protokolü’dür. Bu protokol, modern biyoteknolojiden kaynaklanan genetiği değiştirilmiş organizmaların bir ülkeden diğerine hareketlerini düzenleyen uluslararası bir anlaşmadır. Ülkemiz de bu protokole taraftır.

2010’da imzalanan diğer anlaşma, Genetik Kaynaklara Erişim ve Kullanımlarından Kaynaklanan Faydaların Adil ve Adil Paylaşımına İlişkin Nagoya Protokolü'dür. Bu protokol Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi'nin üç ana hedefinden biri olan genetik kaynakların kullanımından kaynaklanan faydaların adil ve hakkaniyetli paylaşımının etkin bir şekilde uygulanması için şeffaf bir yasal çerçeve sağlar. Ülkemiz bu protokolü imzalamamış ve ona taraf olmamıştır.

Biyoçeşitlilik Sözleşmesi'nin 2010 yılında Nagoya’da düzenlenen 10. Taraflar Konferansı’nda ayrıca 2011 - 2020 yılları arasındaki dönemde biyoçeşitliliğin korunması için bir stratejik plan hazırlanmıştır. Bu stratejik plan aynı zamanda Aichi Hedefleri adı verilen beş temel amacı içerir. Bu amaçları kısaca şöyle özetlemek mümkündür:

  • Stratejik Amaç A: Biyoçeşitliliği hükümet ve toplum genelinde ana akım haline getirerek biyoçeşitlilik kaybının altında yatan nedenleri ele almak
  • Stratejik Amaç B: Biyoçeşitlilik üzerindeki doğrudan baskıları azaltmak ve biyoçeşitliliğin sürdürülebilir kullanımını teşvik etmek
  • Stratejik Amaç C: Ekosistemleri, türleri ve genetik çeşitliliği koruyarak biyolojik çeşitliliğin durumunu iyileştirmek
  • Stratejik Amaç D: Biyoçeşitlilik ve ekosistem hizmetlerinden herkese sağlanan faydaları artırmak
  • Stratejik Amaç E: Katılımcı planlama, bilgi yönetimi ve kapasite artırımı yoluyla uygulamayı geliştirmek

2011 - 2020 arasında bu amaçlara ulaşmak açısından önemli bir ilerleme kaydedilmediğini, hatta biyoçeşitlilik açısından bakıldığından yeryüzünün 2011 öncesine oranla daha kötü durumda olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum. Her ne kadar biyoçeşitlilik gezegenimizin doğal ve aşılmaması gereken sınırlarından biri olsa da bu konu ne yazık ki iklim krizi kadar gündeme gelmiyor. Gerçi “iklim krizi bu kadar gündeme geliyor da o konunun çözümünde ne derece başarı sağladık?” diye soracak olursanız durumun çok da iç açıcı olmadığını kabul etmemiz gerekir.

Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’nin 15. Taraflar Konferansı’nın 2020 yılı sonlarında Çin’in Kunming kentinde yapılması planlanıyordu. Aichi Hedefleri 2011 - 2020 aralığını kapsadığı için yeni bir planın ortaya konulması beklenen bu konferans ne yazık ki pandemi nedeniyle 2021 yılına ertelendi. 2021’de şartlar hala düzelmemiş olduğundan da konferansın biri çevrimiçi ve Ekim 2021’de, biri de yüz yüze ve Nisan 2022’de olmak üzere iki ayrı oturumda yapılması planlandı. Ekim 2021’de tamamlanan oturumda “Ekolojik Medeniyet: Dünyadaki Tüm Yaşam İçin Ortak Bir Gelecek İnşa Etmek” başlığında bir belge ve bununla birlikte 21 hedef üzerinde uzlaşmaya varıldı. Nisan 2022 oturumunda da bu belgenin kabul edilmesi ve uygulamaya konması bekleniyor.

Nisan 2022 oturumundan sonra da biyoçeşitlilik konusuna liderlik etme sorumluluğu iki seneliğine ülkemize geçiyor. Dolayısıyla, Ekolojik Medeniyet Belgesini ve sözleşmenin yeni hedeflerini gelecek aylarda özümseyerek paylaşmak başlıca görevlerimizden biri olacaktır.

21 Ocak 2022 Cuma

Biyoçeşitlilik Önemlidir

Biyoçeşitlilik önemlidir. Hem de bu sene ülkemiz açısından çok daha önemlidir. 1992 yılında Rio’da toplanan konferansın sonucu olarak devletler üç büyük anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmalardan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi en fazla duyduğumuz anlaşma. Paris Anlaşması bu sözleşmenin uygulama esaslarını ortaya koyuyor. Her yılın sonunda yapılan İklim Konferansları da aslında bu sözleşmenin Taraflar Konferansı'dır. Rio’da imzalanan bir diğer anlaşma ise Biyoçeşitliliğin Korunması Anlaşması'dır. İklim konferanslarına benzer şekilde biyoçeşitlilik konferansları da iki yılda bir düzenlenir ve bundan sonraki ilk konferans da ülkemizde düzenlenecek. Çin’in Kunming kentinde düzenlenen son konferansın ardından dünyada biyoçeşitlilik konusunun sorumluluğunu ülkemiz üstlenecek, dolayısıyla da önümüzdeki iki sene boyunca biyoçeşitlilik konusu gündemimizde olacak.

İklim gündelik yaşamımızı oldukça etkilediğinden o konu hakkında herkesin az ya da çok bilgisi var. Biyoçeşitlilik ise daha zor algılanan ve var olduğunda konuşulmayan, ancak azaldığında ya da yok olduğunda gündeme gelen bir kavram. Ayrıca biyoçeşitlilikteki değişim iklim değişikliği gibi son yüzyılda görülmeye başlanmadı. İnsanlar bilerek ya da bilmeden binlerce yıldır türlerin yok olmasına neden oluyorlar. Bu nedenle de biyoçeşitlilikteki değişiklik bize doğal geliyor.

Bir de bunun ötesinde tek bir biyoçeşitlilik de yok. Genetik biyoçeşitlilik, fonksiyonel biyoçeşitlilik veya filogenetik biyoçeşitlilik farklı anlamlara gelmektedir ve hepsi de ayrı ayrı önemlidir. Bunların arasındaki farkı ve ilişkileri anlamak biyoçeşitliliği koruyabilmek açısından da büyük önem taşıyor.

En kolay anlayabildiğimiz kavram genetik biyoçeşitlilik. Bir canlı türünün nesli tükendiği zaman genetik biyoçeşitlilik azalıyor. Her ne kadar Jurassic Park gibi filmlerde geçmişte yok olmuş canlı türlerini tekrar kazanmak mümkün olsa da yakın zamanda kaybolan ve genetik olarak elimizde hala hücreleri kalan canlılar hariç canlı türlerini geri getirmek neredeyse imkansız. Mamutlar gibi yakın dönemde kaybettiğimiz canlıları geri getirmek ise fazlasıyla zor çünkü bu canlı türlerini yaşama döndürmek için bir tanesini laboratuvar şartlarında hücrelerinden üretmek yetmiyor. Çok sayıda canlıyı üretip onların da türlerini devam ettirmelerini sağlamak gerekiyor ki bu şimdiye kadar denenmedi bile.

Fonksiyonel biyoçeşitlilik, genetik biyoçeşitlilikten biraz daha zor algılanan bir kavram. Aslında fonksiyonel biyoçeşitlilik ile günlük hayatımızda sıkça karşılaşıyoruz. Ülkemizde binlerce yıldır tarım yapılıyor. Tarımın gelişimi sırasında pek çok tür tahılı üretmişiz. Bunların bir kısmı halen tarımda kullanılırken önemli bir kısmı da ya tamamen unutulmuş ya da sadece küçük ve özel bir alanda ekilir olmuş. Bir özel buğday türünün varlığı genetik biyoçeşitlilikse, buğdayın varlığı fonksiyonel biyoçeşitlilik olarak kabul ediliyor. Benzer şekilde Afrika savanları için büyük yırtıcıların varlığı gerekli ama bir tür büyük yırtıcı, diyelim aslanlar yok olacak olsa ve leoparlar geride kalsa, “büyük yırtıcılık” fonksiyonunu yerine getirecek bir tür kalmış sayılacaktır. Dolayısıyla, fonksiyonel biyoçeşitlilik bizim için çok daha önemli ve korunması da nispeten daha kolay. Yalnız lütfen buradan, “genetik biyoçeşitliliği boşverelim o zaman” dediğim sonucu çıkmasın.

Son olarak filogenetik biyoçeşitlilik bir canlı türünün evrimsel düzeyde ne derece benzersiz olduğunu ortaya koyuyor. Bu alandaki çalışmalar diğerlerine oranla nispeten daha zor yürütülüyor çünkü geçmişte nesli tükenen tüm canlıları da hesaba katmak gerekiyor. Mesela, Orta Amerika’da yaşayan pigme tembel hayvanının sayısı beş yüzün altına düşmüş durumda olduğundan bu türün neslinin kritik biçimde tehlikede olduğu kabul ediliyor. Ama evrimsel açıdan bakıldığında çok sayıda tembel hayvan türü olduğundan, bu pigme tembel hayvan türü yok olsa bile doğanın evrim ağacında bu türün yerine başka bir tür koymasının sadece 2 yıl alacağı kabul ediliyor. Elbette bu aynı türün geri gelmesi anlamında alınmamalı. Bunun tersine, mesela filler yok olacak olsa, benzer şekilde büyük bir otçul memeli hayvanın türemesi 5 ila 7 milyon yıl alabiliyor.

Kısacası, genetik bağlamda nesli tehlikede olsa da fonksiyonel ya da filogenetik bağlamda fazla kritik olmayan canlı türlerindense koruma çabalarımızı fonksiyonel ya da filogenetik bağlamda kritik türlere yoğunlaştırmak daha akıllıca bir yaklaşım olarak görülüyor. Gönül bu türlerin hepsinin devam edebilmesini istiyor ama çabamız sadece azını korumaya yetecekse, bari doğanın yerine koymakta zorlanacağı türlere öncelik tanıyalım.

14 Ocak 2022 Cuma

En Sıcak Beşinci Yıl: 2021

 Geçtiğimiz hafta içerisinde 2021 yılının tarihte yaşadığımız en sıcak beşinci yıl olduğu açıklandı. Gazete başlıklarını bu şekilde okuduğumuzda çoğumuzun aklına değişik şeyler gelebilir, o nedenle bunu parça parça açıklamaya çalışacağım.

Öncelikle, bilim insanları yeryüzünün ortalama sıcaklığını yaklaşık iki yüz yıldan beri modern sayılabilecek termometrelerle ölçüyorlar. İki yüz yıl önce gezegenimizin her tarafında modern termometreler olmasa da çoğu yere bu termometrelerin yayılmış olması ve o zaman yapılmış olan ölçümlerin bugünkülerle kıyaslanarak düzeltilmesi sonucu, son iki yüz yılda yaşamış olduğumuz ortalama sıcaklıkları epey yüksek doğrulukla bilebiliyoruz. Dolayısıyla, 2021 yılında yaşadığımız ortalama sıcaklıkların en azından iki yüz yıldır görülmediğine eminiz.

İlk kaba termometreyi bundan dört yüz yıl önce Galileo Galilei’nin icat ettiğini biliyoruz. Ölçümler kaba da olsa dört yüz yıldır yeryüzünde sıcaklıklar ölçülüyor. Bunun yanında sıcaklıkların ne seviyede olduğunu anlatacak çok sayıda yazılı betimleme olduğundan oldukça doğru değerlere ulaşmamız mümkün. Özellikle çiçeklerin ne zaman açtığı, meyvelerin ne zaman olgunlaşıp ne zaman ortadan kalktıkları ortalama sıcaklıklar açısından ciddi sayılabilecek bilgiler sağlıyor. Bunun da ötesinde, ağaç halkaları ile sarkıt ve dikitler gibi kaynaklar da bize yeryüzünün ortalama sıcaklığı konusunda oldukça kesin bilgiler veriyor.

Daha da geriye gittiğimizde, deniz ve göl tabanlarından alınan çamur örnekler ve buzullardan alınan buz kalıplarının incelenmesi sıcaklığı belirlemeye çalıştığımız süreyi milyonlarca yıla çıkartabiliyor. Bu şekilde 2021 yılına baktığımızda, en azından insan yeryüzünde var olduğundan beri yaşanan en sıcak beşinci yıl olduğunu söyleyebiliyoruz. Elbette yeryüzünün oluşumundan bu yana daha sıcak zamanlar olmuş. Özellikle, ilk oluştuğu sırada yeryüzü neredeyse bir ateş topu şeklindeymiş. Ama bugüne yakın zamanlarda Dünya’nın atmosferi kararlı bir hale geldiğinden son birkaç milyon yılın bugüne benzer şartlarda yaşandığını biliyoruz.


İkinci olarak, “beşinci en sıcak yıl olduğuna göre havalar gittikçe soğuyor olamaz mı?” sorusu aklınıza gelebilir. Bunu da şöyle açıklamalıyız: Küresel ısınma olmadan bile yeryüzünün ortalama sıcaklığı yıldan yıla değişir. Bazı yıllar ortalamadan sıcak, bazı yıllar da oldukça serindir. Bilim insanları bu oynaklığın içerisinde de bir düzen arayışında olmuşlardır. Uzun süren çalışmalar sonucunda bulunan unsurlardan biri Pasifik Okyanusu'nda oluşan bir döngüdür. El Nino adını verdiğimiz ve aylarca süren bu olay sırasında Güney Amerika’nın batı kıyılarındaki okyanus suları normalden daha sıcak olur. Yalnız bu ısınma sadece o bölgeyi etkilemekle kalmaz, ülkemiz de dahil olmak üzere her yerde hava olaylarında değişiklikler yaşanır. El Nino dönemlerinde yeryüzünün ortalama sıcaklığı normalin üzerinde seyreder. Küresel ısınma öncesi rekor sıcaklıklar hep El Nino dönemlerinde ölçülmüştür. Bunun tam tersinde Peru açıklarındaki okyanus suları normalde soğuk olduğu zaman da yeryüzünün ortalama sıcaklığı düşer. Bu olaya da La Nina adı verilir.

1998 ve 2016 yılları çok şiddetli El Nino olaylarının görüldüğü yıllardı ve her iki yıl de uzun süre en sıcak yıl ünvanını korudular. Yani bir yılın ortalamadan sıcak ya da serin olmasını ve bunun önemini değerlendirirken böyle küresel etkisi olan olaylara da dikkat etmemiz gerekir. Üst üste birkaç kuvvetli El Nino döneminde sıcaklıklar ortalamaların altında kalıyorsa, bu incelenmeye değerdir. Ancak 2021 gibi üst üste birkaç kuvvetli La Nina döneminde sıcaklıkların ortalama artış civarında kalıyor olması küresel ısınmanın azaldığı anlamında değerlendirilemez çünkü 2021 yılının  kuvvetli sayılabilecek bir La Nina etkisinden dolayı 2016 yılından daha serin olacağını tahmin etmek güç değildi. Mesela benzer şekilde 2022 yılı da La Nina etkisi altında geçeceğinden muhtemelen en sıcak yıl olmayacak. Daha yılın ilk haftasından 2022’nin en sıcak dört ya da beşinci yıl olabileceği düşünülüyor.

Ancak, fazla da sıcak olmadığı düşünülen 2021 yılının ülkemize getirdiği iklim felaketlerini hatırlayacak olursak, bu durumda bile ne derece kötü sonuçlarla karşılaştığımızı düşünmemiz gerekir. Bunun da anlamı 2022 için hazırlıklı olmamız ve bir dahaki El Nino senesi için de çok daha fazla hazırlık yapmamız gerektiğidir.


7 Ocak 2022 Cuma

Günümüz Distopyası

2021 iklim krizine inandığımız yıl olmuştu. O yıla kadar çoğumuz henüz başımızın nasıl bir belada olduğunun farkında değildik. Bir de 2020’de her şeyin üstüne pandemi gelmişti. Hatta ilk başlarda pandemiyi de diğer problemlerden farklı görüp kısa sürede hayatın normale döneceğini düşünüyorduk. 2021 başladığında da COVID19 aşısının bulunmasıyla pandeminin kısa sürede sona ereceği düşüncesi yaygındı. Ne yazık ki 2021 düşünüldüğü gibi ilerlemedi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında tüm dünyada gelişen eğitim düzeyi 1980’lerin başında ABD ve İngiltere’nin başını çektiği neoliberal sistem ile birlikte gittikçe düşürülmeye başlanmıştı. O zamanlar çoğunluk başımıza açılan belanın farkında değildi. Öğrenmeye, problem çözmeye ve düşünmeye alışkın olan bireyler yavaş yavaş düşünmeden de yaşamanın, sistemin gösterdiği yolda fazla sorgulamadan yürümenin daha keyifli olduğuna karar verdiler. Hayat kolaylaştıkça kişilerin düşünmeye, öğrenmeye ve bu yolda çaba sarf etmeye olan ihtiyaçları da azaldı. 1990’ların başında ise insanların hayatına internet denen bir kavram girdi. Artık bilgiyi öğrenmeye de gerek yoktu. İnternette istenen bilgi bulunuyordu ve gerekirse gidip almak mümkündü.

21. Yüzyıl bilginin özgürleştiği bu ortamda başladı. Özellikle internete her istenen yerden ulaşmayı sağlayan teknolojilerin gelişmesiyle bilgiye ulaşmak da kolaylaştı. Düşünen insanlar bunun harika olduğunu, yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki çocuklar arasındaki eğitim farkının daha kolay kapanabileceğini söylediler. Bilgi her an ulaşılabilir olduğunda bireylere düşünmek için çok daha fazla vakit kalıyordu. Ne yazık ki sistem bir yandan bilgiyi öte yandan da oluşan boş vakti kontrolünde bulunduruyordu.

Önce bilgi üretmek ve yaymak kolaylaştı. Böylelikle de bilginin doğruluğunu kontrol edebilmek ve doğru bilgiye güvenmek diye bir kavram ortadan kalktı. Roma İmparatorluğu zamanından beri bilim insanları doğru bilgiyi korumak ve iletmek için büyük bir çaba sarf etmişlerdi. Özellikle Orta Çağ Avrupası'nda bilginin ne kadar kolaylıkla elden kayıp gittiği görüldüğünden Aydınlanma Çağı’nın önemli çabalarından biri doğru bilgiyi saklamak üzere ansiklopedik kaynaklar oluşturmak olmuştu. Oysa İnternet ortaya çıktığında insanlar ilk olarak çoğu evde bulunan ansiklopedilerden kurtuldular. Böylece de bilginin doğruluğunu teyit edebilmenin kolay bir yolu kalmadı.

İnternet üzerinde her türlü bilgiye ulaşmak mümkün hale geldi ama bu bilgilerin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğuna karar verebilmek de neredeyse imkansızlaştı. Bu karar noktasında en fazla işe yarayacak olan eğitim ise bilgi edinmekten beceri edinmeye doğru yönlendirilmiş olduğundan İnternet’ten bilgiye ulaşan ama bu bilgiyi düşünce süzgecinden geçirmeyen, gene de kendisinin doğruyu bildiğine fazlasıyla güvenen bir çoğunluk oluştu.

Sistem, bu düşünmeyen fakat kolayca inanan toplulukları düşünmekten uzak tutabilmek için boş vakitlerinin de hızla doldurulması gerektiğini biliyordu. Toplumun tüm boş vakitleri de sistemin yarattığı kurgu ürünlerle dolduruldu. Böylelikle insanlık tarihinin daha önce rastlamadığı bir toplum yapısı oluşturuldu. 1492’de Kolomb Atlantik Okyanusu’na açılmak istediğinde kendisi de İspanya kral ve kraliçesi de yeryüzünün küre olduğunu biliyordu, ancak İspanyol köylüsünün bundan haberi yok. İspanyol köylüsü kendi hayatı ile ilgili konuları biliyordu ve diğer konular konusunda tamamen bilgisizdi. 21. Yüzyıl başında bireyler bilgisiz olmanın çok daha ötesinde bir sorunla karşı karşıya kaldılar. Artık herkes her şeyi biliyordu ama bu bilginin çoğu İnternet üzerinden elde edilmiş yanlış bilgiydi. Yalnız bireyler bu bilgilere son derece yüksek bir özgüvenle sarılarak inanç sistemleri oluşturdular.

Bu inanç sistemleri binlerce yıldır bilinen gerçekleri de sorgular hale geldi. Artık yeryüzünün şeklinin bile düz olduğuna inanan insanlar İnternet üzerinden serbestçe “bilgi” adını verdikleri yanlışları yaymaya, diğerleri de buna inanmaya başladılar. 2021 başında COVID19 aşısı bulunduğunda da düşünme yeteneğini henüz kaybetmemiş bireyler hızla aşı olmaya koşarken toplumun önemli bir kısmı da İnternet üzerinden elde ettikleri yanlış bilgilerle aşıdan uzak durdular. Bu da COVID19 salgınının devamına yardımcı oldu.

Yalnız tüm bunlar olurken doğa boş durmadı. Yıllardır doğaya verdiğimiz zarar artık doğanın da kaldırabileceği seviyeyi aştığından 2021 karşımıza o anaç, sakin ve hep verici doğa yerine kızgın, çılgın ve hırçın bir doğa getirdi. Yeryüzünün çoğu noktasında daha önce rastlanmamış felaketler oluşmaya başladı. Müsilaj denen olguyla ilk olarak 2021’de tanıştık. Türkiye’nin o zamanlar tarım yapılabilen güney yarısı ilk defa o sene uzun ve ağır bir kuraklıkla karşılaştı. Çoğu yerde sulama ile üretim yapan çiftçiler üç ekimden iki ekime düştüklerinde rekoltenin artık azalacağını görmüşlerdi. Orman yangınları ve seller yüzeyde kalan az toprağın da kaybolmasına neden oluyordu. Toprakla iç içe yaşayan herkes iklimin değiştiğinin ve geri gelmesinin de kolay olmadığının bilincindeydi. Her sene daha da ısınan, değişik yağışlar ve su kıtlığıyla boğuşan büyük şehirlerde de insanlar bu değişikliği artık kabullenmeye başlamışlardı. Dediğim gibi, 2021 iklim krizini herkesin kabullendiği sene olmuştu. İnsanlar gene de bu krizin sebebinin kendileri olduğunu içlerine sindiremiyorlardı. Sindirdiklerinde ise geri dönmek için artık çok geçti.


1 Ocak 2022 Cumartesi

Oyunun yeni kuralları

Ülkelerin gelişmişlik seviyelerindeki yükselmeye paralel olarak ekonominin yanında çevreye daha fazla özen göstermeleri bilindik bir davranıştır. Avrupa Birliği de özellikle çevre politikalarına önem veren partilerin oyları arttığından bu yana ekonomi politikası içerisinde doğaya saygılı üretime giderek daha fazla ağırlık vermeye başladı. Doğaya saygılı yaşamı da öncelikli olarak doğanın sınırlarına saygı olarak tanımladılar. Bu tanımın da bilimsel tabanını 2009 yılında Avrupalı bilim insanlarının öncülük ettiği Stockholm Resilience Center tarafından yayımlanan Planetary Boundaries - Gezegenin Sınırları çalışması oluşturdu. Bu çalışmaya göre insanlığın sürdürülebilir gelişimi ancak bu sınırlara uyulması ile mümkündü. Bu çalışma etrafındaki gelişmeler Avrupa’daki tüm üretim sektörlerinde uygulanmaya başlandı.

Avrupa Birliği çevre konusundaki kuralları sıkılaştırdıkça bu kuralların zorladığı şirketler ya üretimi Avrupa dışına taşımaya ya da doğrudan Avrupa dışında üretilen ürünleri ithal etmeye başladılar. Ülkemiz de Avrupa’ya olan yakınlığı ile bu değişimden oldukça faydalandı ve Gümrük Birliği ile Avrupa’ya olan ihracatımız tüm ihracatımızın yarıya yakın kısmını oluşturdu.

Bu davranışın altında Batılı çevre örgütlerinin oldukça uzun süredir yaptıkları çalışmaların da bulunduğunu söylemeye gerek yok. Böyle yapılanmaya devam eden üretim sektörü de Avrupa Birliği’ndeki sera gazı salımlarının yeryüzünün diğer bölgeleri ile kıyaslandığında oldukça hızlı azalmasını sağladı. Elbette, buradaki hesaplama yönteminin mantıksızlığı bu azalmanın en önemli kısmını oluşturuyor. Bugün kullanmakta olduğumuz sera gazı hesaplama yöntemi kimin ne kadar salıma sebep olduğundan çok kimin ne kadar salım yaptığı üzerine odaklanıyor. Yani tüm dünya, tüm ağır sanayi sektörlerini bir tek ülkeye toplayıp, orada üretilen ürünleri kullanacak olsa o tek ülke dünyadaki tek suçlu, geri kalan ülkeler de masum gibi görülebilir böyle bir hesaplama yönteminde.

Yalnız, Avrupa’da giderek bilinçlenen tüketici, sadece Avrupa’da yapılan üretimde çevresel sınırların korunmasına çalışılmasından ancak diğer ülkelerden ithal edilen ürünlerde aynı dikkatin gösterilmemesinden rahatsız oldu. Aynı zamanda bu sınırlara saygı gösteren üretimin maliyeti Avrupalı üreticiler tarafından taşındığından ve bu da ekonomik açıdan Avrupa’nın geride kalmasına yol açabileceğinden Avrupa Birliği çözümü, gerek iç üretimde gerekse de ithalatta bu sınırlara uyulmasını talep etmekte buldu. Avrupa Yeşil Mutabakatı dediğimiz prensip tüm üretim noktalarında gezegenin sınırlarına uyum gösterilerek üretim yapılması üzerine kurulmuştur. Arka planda ise yapılan bir yerde çevresel zararları üretim bazında değil tüketim bazında hesaplamaya yönelik bir değişikliktir. Siz üretiminizde çevresel hasara neden oluyorsanız. Bu hasarın Avrupa Birliği ya da Vietnam’da oluşması, sizin ürettiğiniz ürünü Amsterdam’da tüketen son kullanıcı açısından bir fark yaratmadan “kötü” olarak algılanmaktadır. Hem çevresel hem de ekonomik nedenlerden ötürü oluşan bu yeni düşünce yapısı da yavaş yavaş küresel ticareti etkilemeye başlayacaktır.

2009’da başlayan çalışmada belirlenen sınırların en kritik ve uluslararası anlaşmalarla en sıkı kontrol altına alınmaya çalışılanı iklim değişikliğidir. Bu yüzden de artık gerek Avrupa’da gerekse Avrupa Birliği ile ticaret ilişkisinde bulunan tüm ülkelerde üretilen ürünlerin karbon ayak izi, yani, o ürünler üretilirken atmosfere ne kadar sera gazı salındığı belirlenmek zorundadır. Sınırda karbon vergisi uygulamasıyla Avrupa Birliği iç üretim ve ithalat arasında oluşan sera gazı farkını dengeleme uğraşındadır. Yalnız bu Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı çerçevesinde ele alınacak çevresel sorunların sadece birincisidir.


İklim değişikliğine yol açmanın ötesinde, önümüzdeki 10 yıl içerisinde, su ayak izi, arazi kullanımı, doğaya veya insana zararı olabilecek kimyasallar, ozon tabakasına zararı olabilecek kimyasallar, biyoçeşitliliğe etki, gübre ve kimyasal ilaç kullanımı ve hava kirliliğine yol açma da Yeşil Mutabakat içerisinde yer alacak ve Sınırda Karbon Vergisi gibi uygulamalarla karşı karşıya kalınacaktır. Şu anda ihraç edilen ürünlerin ekine bir laboratuvar raporu koymak yeterli olurken yakın gelecekte bu üretimlerin yukarıda belirtilen unsurlara dikkat edilerek yapıldığını sertifikalandırmak gerekecektir.

Bu nedenle üreticilerimizin şimdiden üretimlerindeki karbon ayak izi yanında bu tür çevresel ayak izini de ölçerek ciddi kısıtlamalar başlamadan üretimlerinde gerekli olacak düzenlemeleri öngörebilmeleri çok faydalıdır. Bugün Avrupa Birliği ile başlayan Yeşil Mutabakatın kısa zamanda diğer ülkelere de yayılması beklenebilir çünkü bu kuralları şu anda engelleyen tek unsur Dünya Ticaret Örgütü’dür. Dünya Ticaret Örgütü de sürdürülebilir kalkınma için bu sınırların korunmasını kabul ettiği an kendi ekonomilerini korumak isteyen tüm ülkeler hızla benzer korumacı sistemleri devreye koyabilirler. Bundan dolayı da Yeşil Mutabakatın sadece karbon vergisinden ibaret olmayıp tüm çevresel alanları kapsadığını kabullenerek bu yolda çalışmalara başlamak gereklidir.

Bizler her ne kadar her yılın sonunda yapılan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı’na (COP) yılın en önemli iklim toplantısı olarak bakıyor olsak da aslında iklim açısından daha da önemli bir toplantı yılın başında Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’dur. Dünya Ekonomik Forumu toplantıları öncesinde ekonomiye tehdit oluşturabilecek unsurlardan oluşan Küresel Risk Raporu yayımlanır. Bu rapor ilk yayımlandığı 2007 senesinde en önemli tehditleri altyapının çökmesi, kronik hastalıklar ve petrol fiyatlarındaki artış şeklinde sıralıyordu. Geçen sene ise bu sıralama aşırı hava olayları, iklim krizi karşısında eyleme geçilmemesi ve doğal afetler halini aldı. Yani ekonomi dünyası bugün için çevresel sorunlara devletlerden çok daha duyarlı. Bu nedenle de bu seneki Dünya Ekonomik Forumu toplantılarında Dünya Ticaret Örgütü’nün ekonomik korumacılık olarak kabul ederek izin vermediği türlü kurala “çevresel sorunlara yol açanlar hariç” şeklinde bir ekleme yapılarak devletlerin Sınırda Karbon Vergisi türü uygulamaları kolaylıkla hayata geçirmelerine imkan tanınabilir.

Bugüne kadar yarattığı çevre sorunlarını bir dışsallık olarak gören ekonomi hala görüşünü değiştirmiş değil. Ama artık yarattığı bu çevre sorunlarının bir Frankenstein gibi kendi kazancına çok ciddi zarar verme ihtimalinin de yüksek olduğunu görüyor. İşte bu nedenle yıllardır hep etrafında dönüp durduğumuz fakat bir türlü elimizi uzatıp tutmadığımız sürdürülebilirlik ya da en azından çevresel sürdürülebilirlik, artık kısa süre içerisinde oyuna dahil olacak gibi görünüyor. Bugüne kadar çoğu şirketin hazırlayıp da çoğunlukla “Eee, ne yapacağız biz bununla şimdi?” diye içten içe sorduğu o sürdürülebilirlik raporlarını raftan alıp incelemekte bir fayda var. O raporlar bize geçen sene neler yaptığımızı anlatıyor, gelecek sene neler yapmamız gerektiğini değil. Gene de nerede olduğumuzu doğru anlamadan ileriye atılmaya imkan yok. Dolayısıyla, hangi sektörde, ne işle uğraşırsanız uğraşın, çok kısa vadede oyunu bu yeni kurallarla oynamaya başlamak zorundasınız. Özellikle de ürettiğiniz mal ya da hizmeti ihraç ediyorsanız.