30 Kasım 2023 Perşembe

COP28'den neler bekliyoruz?

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 yılında imzalandı. 1995 yılından bu yana taraf ülkeler neredeyse her sene sonunda toplanıp iklim krizini durdurmak için neler yapıldığını ve neler yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Bu toplantıların bir kısmı önemli sayılabilecek anlaşmalarla sonuçlanıyor, Kyoto Sözleşmesi ve Paris Anlaşması gibi. Bazıları ciddi konuların masaya getirilip tartışıldığı toplantılar oluyor geçtiğimiz sene olduğu gibi.

Geçtiğimiz sene COP27’de daha önce konuşulmaya fazla cesaret edilmeyen kayıp ve zararlar konusu ilk defa masaya getirildi. Bildiğiniz gibi, iklim krizine neden olan ve olmaya da devam eden gelişmiş ülkeler genelde bu krizin olumsuz sonuçlarından en çok zarar gören ülkeler arasında bulunmuyor. En fazla zarar gören ülkeler, genelde Afrika ve Güney Asya ülkeleri gibi, iklim krizinin oluşmasına da en az katkıda bulunan ülkeler. Bundan dolayı da en fazla zarar gören ülkeler en fazla zarara neden olan ülkelerden bu zarar ve kayıpların en azından maddi kısmının giderilmesine destek olmalarını istiyorlar. COP27’de gelişmiş ülkeler özellikle Avrupa Birliği’nin baskısıyla bu kayıp ve zararlar konusunda bir fon kurulmasına karar verdiler, ancak bu fonun çalışma detaylarını belirlemeyi bu seneki toplantıya bıraktılar.

Bu seneki toplantıdaki ana beklenti, kayıp ve zarar fonunun işleyişi, kimlerin ne kadar katkı verecekleri, kimlerin ve ne kadar yardımı nasıl temin edecekleri gibi hususların belirlenmesi olacak. Özellikle birilerinin para vermesi gerektiği için o para verecek kişilerin de bu toplantıda olup ne kadar destek vereceklerini belirlemeleri gerekiyor. O nedenle de hangi devlet başkanlarının katılacağı aslında toplantıdan hangi çıktıların elde edileceği konusuna COP28 öncesinde ışık tutabiliyor.

COP28’e ABD Başkanı Biden, Çin Devlet Başkanı Xi ve Rusya Devlet Başkanı Putin katılmayacak. Biden ve Xi iki hafta önceki toplantılarında zaten görüşeceklerini görüştüler ve kayıp- zarar fonuna ne derece destek verecekleri masada bile değildi. Dünyanın bu iki büyük finansörü masaya gelmediği müddetçe de ciddi bir sonuca ulaşılmasını beklemek hayal olur.

Ülkemiz de COP26’ya cumhurbaşkanı, COP27’ye bakan düzeyinde katılım sağladıktan sonra COP28’e sadece başkanlık seviyesinde katılım yapmayı planlıyor duyduğumuz kadarıyla. Bunlardan çıkan hava da aslında bu toplantıdan kimsenin ciddi bir beklentisi olmadığı yönünde.

İklim krizinin en büyük sebebi insanların kömür, petrol ve doğal gaz yakmasıdır. Bu krizi durdurabilmenin tek yolu da kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmaktır. COP28 toplantısının en büyük petrol ve doğal gaz ihracatçılarından biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılıyor olması da aslında bize bir sonuç çıkmayacağını gösteriyor. COP toplantılarının yapılacağı ülke bir sene önceki toplantının sonundan itibaren tüm dünyadaki iklim krizini durdurmaya yönelik çalışmaların liderliğini ve yön belirleyiciliğini yapar. Birleşik Arap Emirlikleri’ne bu toplantı sorumluluğunun verilmiş olması iklim krizini durdurma yönünde yapılan tüm çalışmalarla dalga geçmek anlamına gelir. Bunun arkasındaki en önemli sebep de aslında gelişmiş ülkelerle petrol üreticisi ülkelerin ortaklaşa bir başka yola sapmaya karar vermiş olmalarıdır.

Politik açıdan bakıldığında insanları alışkın oldukları bir şeyden vazgeçirmek oldukça risklidir. Oysa ellerindekinden vazgeçmeden yeni bir teknolojiye geçmek ve değişimi o yolla sağlamak çok daha kolaydır. Bu bağlamda gelişmiş ülkelerin amacı insanlarını fazla tedirgin etmeden fosil yakıtları biraz azaltmak, ama bunun ötesinde ciddi teknolojik yatırımlarla yenilenebilir enerjiye ve elektrifikasyona ağırlık vermektir. Bu istenilen hızda iklim krizini durdurur mu? Asla. Ama hem ülkeler bir şeyler yapıyormuş gibi görünür hem de ekonomik ve teknolojik üstünlüklerini elden bırakmazlar. COP28, Dubai’de oynanacak oyun da budur.

Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri yenilenebilir enerjinin liderliğine soyunmak istemektedir. Elbette bu geçen seneden bu seneye uzanan bir yolculuk değildir. BAE son on yıl içinde teknolojiye büyük yatırımlar yaparak kendisini teknoloji alanında aranan bir ülke konumuna getirmek istiyor. Oldukça büyük bir yatırım yaparak Mars’ın yörüngesine bir uzay aracı göndermeleri bu gösterinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Devamında da COP28’de dünyayı iklim krizinden kurtaracak yenilenebilir enerjinin de merkezinde olmak istiyorlar. Özellikle ciddi güneş enerjisi potansiyeli olan bir bölgede kurulacak enerji üssü ile bir yandan gelişmekte olan ülkelere yenilenebilir enerji açısından teknoloji transferi ve ihracat yaparken gelişmiş ülkelere de sadece fosil yakıtlar değil tüm enerji sistemlerinde var olduklarını göstermek amacındalar. Bunun yanında son yıllarda yaptıkları emlak yatırımlarıyla da kendilerini diğer petrol üreticisi ülkelerden ayırarak petrol sonrası dünyada kendilerine ayrıcalıklı bir yer bulmaya çalışıyorlar.

Almanya ve Fransa bu toplantıdan iklim krizini durdurma açısından anlamlı bir karar çıkmayacağını biliyorlar. Fosil yakıtların azaltılması açısından şimdiye kadar alınabilecek en anlamlı karar “şiddeti azaltılmamış - unabated” fosil yakıt enerji sistemlerinin yasaklanması şeklinde tanımlanıyor. Bunu günlük dile tercüme edersek, havaya karbondioksit saçmayan kömürlü termik santraller kurmanız yasak değil. Ancak buradaki sorun henüz elimizde kömürlü termik santralden çıkan karbondioksidi yakalayıp çok uzun süre saklayacak bir teknoloji olmamasıdır. Yani gelişmiş ülkeler bu jargonu kullanarak hem kendilerini hem de bizi kandırdıklarını düşünüyorlar. Çoğu yerde de şu anda var olmayan ve gelecekte var olabileceğini umdukları teknolojilere dayanarak fosil yakıt salmaya devam edilmesine destek oluyorlar. Bu nedenle en azından devletleri sorumlu kılabilmek için devlet yatırımları hariç kömürlü termik santrallere izin verilmemesi gibi bir karar çıkartmayı umuyorlar. Bu tür bir karar çoğu ülkenin de destekleyebileceği, hatta Hindistan’ı bile ikna edebilecekleri bir karar olabilir, ama kömürden elektrik üretecek yeni santral açılmasına karar verebilmek bile yeterli olmayacak.

Kısacası, ülkeler ve şirketler önümüzdeki on beş gün Dubai’deki panayırda bir araya gelecekler ve iklim konusunda neler yapılması gerektiğini konuşup ayrılacaklar ve bir sene daha ciddi bir şey yapılmadan geçecek.

Bu yazı T24 İnternet Haber Sitesi'nde yayımlanmıştır.

Not: Bu yazının yayımlanmasından sonra Sayın Cumhurbaşkanımız ve Çevre Bakan Yardımcımız COP28 toplantısına katılım sağlamıştır.

20 Kasım 2023 Pazartesi

Onarıcı Tarım

Onarıcı tarım, tüm ekosistemin sağlığını, yalnızca verimi artırmayla ilgilenen geleneksel tarım yöntemlerinin üstüne koyan, tarımdaki bir düşünce değişikliğidir. Temelde amaç, tarımda kullanılan kaynakları yalnızca korumak yerine, yenilemek ve eski haline getirmektir.

Bu düşünce yapısı, toprağı beslemek amacıyla çok çeşitli yöntem ve fikirleri içerir. Onarıcı tarımda örtü bitkileri, tarımsal ormancılık, toprak işlemenin en aza indirilmesi, çeşitli ürün rotasyonları ve hayvancılığın ürün sistemlerine dahil edilmesi gibi tekniklere odaklanır. Bu teknikler hep birlikte toprak sağlığının iyileştirilmesine, biyolojik çeşitliliğin artırılmasına, suyun korunmasına ve karbonun toprakta tutulmasına yardımcı olur.

Toprak sağlığının korunması onarıcı tarımın temel fikirlerinden biridir. Üretken ve sürdürülebilir tarım büyük ölçüde sağlıklı ve yaşayan bir toprağa bağlıdır. Bu strateji sağlıklı bir toprak mikrobiyomunu yani toprağın içinde yaşayan solucanlardan bakterilere kadar tüm canlıların varlığını teşvik eder. Canlı bir toprak besin döngüsünün temelini oluşturur ve toprağın organik maddesini artırır. Bunu başarabilmek için de toprak işlemeyi en aza indirmek ve yararlı toprak organizmalarına zarar veren tüm kimyasal girdilerden kaçınmak gereklidir. Ayrıca örtü bitkileri ve dönüşümlü otlatma gibi yenileyici yöntemler, atmosferik karbondioksidi toprakta depolayarak iklim değişikliğinin etkilerini hafifletmeye yardımcı olur. Toprağın dirençliliğini ve su tutma özelliğini artırarak, yalnızca sera gazı salımlarını azaltmakla kalmaz, aynı zamanda aşırı hava olaylarının toprak ve ürünler üzerindeki etkilerinin de azaltılmasına yardımcı olur.

Ülkemizde olduğu gibi binlerce yıldır tarım yapılan bölgelerde endüstriyel tarımın da iyice ağırlığını hissettirmesiyle toprak artık yorulmuştur. Modern tarım bu yorgunluğu her geçen gün artan bir kimyasal kullanımı ve toprak işleme ile gidermeye çalışmaktadır, ancak bu yöntemlerin hem maddi hem de çevresel etkileri ve zararları bulunmaktadır. Onarıcı tarımın temeli bu çevresel etkileri en aza indirirken tarımsal üretimi en azından olduğu seviyede tutmaya ve çoğu noktada da artırmaya dayanır.

Sürdürülebilir gıda üretimine yönelik umut verici bir yol, doğal ekosistemleri taklit eden ve doğaya karşı değil doğayla birlikte çalışan onarıcı tarım tarafından sağlanmaktadır. Bu yöntemler daha sağlıklı ürünler üretmenin yanı sıra ekosistem hizmetlerini de iyileştirir, uzun vadeli tarımsal dayanıklılığı teşvik eder ve genel olarak çevre sağlığını destekler. Çevrenin ve küresel gıda sistemlerinin karşı karşıya olduğu çok sayıda acil sorun nedeniyle, insani gelişmenin bugün ulaştığı noktada onarıcı tarım göz ardı edilemeyecek seviyede önem taşımaktadır. Onarıcı tarım sürdürülebilir gıda üretiminin ötesinde çeşitli ekolojik faydalar da sunar:

Toprak Bozulması ve Kaybı: Yaygın toprak erozyonu ve verimliliğin azalması, geleneksel tarım uygulamalarının sonuçlarıdır. Onarıcı tarım, uzun vadeli gıda üretiminin sürdürülebilirliği için gerekli olan toprak sağlığını aktif bir şekilde yeniden tesis ederek bu kayıplara bir yanıt sağlar.

İklim Değişikliğinin Azaltılması: Sera gazı salımlarının önemli bir kısmı tarımsal uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Toprağı onaran uygulamalar topraktaki karbonun tutulmasını artırıp enerji gerektiren tarımsal girdileri azaltarak iklim değişikliğinin etkilerini azaltmanın bir yolunu sağlar.

Biyoçeşitlilik Kaybı: Endüstriyel tarım yöntemleri, habitat tahribatına ve biyolojik çeşitlilik kaybına neden olmuştur. Onarıcı tarım, farklı bitki ve hayvan türlerinin birlikte varlığını sürdüren çeşitli ürün sistemleri kullanarak biyolojik çeşitliliği teşvik eder.

Su Tasarrufu: Malçlama, örtü bitkileri ve iyileştirilmiş toprak yapısı gibi yenileyici tarım teknikleri, su kıtlığının küresel bir sorun haline geldiği bir dönemde suyun korunmasına ve mahsuller için kullanılabilirliğini artırmaya yardımcı olur.

Aşırı İklim Koşullarına Karşı Dayanıklılık: Onarıcı tarım uygulamaları, tarım sistemlerinin iklim değişikliğinin neden olduğu sık ve şiddetli hava olaylarına karşı daha dayanıklı olmasına yardımcı olur. Sağlıklı toprakların kuraklık, sel ve diğer aşırı hava olaylarına karşı dirençliliği daha yüksektir.

Onarıcı tarım, esas olarak endüstriyel tarım uygulamalarının eksikliklerini gidererek ekolojik sağlığa, uzun vadeli sürdürülebilirliğe ve çevresel zorluklar karşısında dayanıklılığa öncelik verir. Bu, tarım ve çevrenin daha sürdürülebilir ve barışçıl bir arada yaşamasına yönelik önemli bir adımdır.

Onarıcı tarımın bir diğer amacı, dayanıklı ve kendi kendini idame ettirebilen ekosistemleri teşvik etmek için tarım sistemlerindeki dış kimyasal girdilere olan ihtiyacı azaltmak veya mümkünse tamamen ortadan kaldırmaktır. Bunun başarılması için öncelikle toprağı tanımak ve toprağın neye ihtiyacı olduğunu bilmek çok önemlidir. Bugün toprak yapısını iyileştirmek ve bitkileri güçlendirmek için kullanılan çoğu kimyasal zaten doğada bulunur. Önemli olan kadim bilgileri modern teknoloji ile harmanlayarak toprağın ve bitkilerin neye ihtiyacı olduğunu öngörmek ve bu ihtiyaçları mümkün olduğunca sürdürülebilir biçimde sağlamaktır. Bu noktada ihtiyaçlar her zaman doğal yöntemlerle karşılanamayabilir ve bazı mikro besleyicilerin kimyasal yöntemlerle takviyesi de faydalı olabilir, ama öncelik daima doğanın bizlere sunduğu imkanlardan faydalanmaktır.

Sonuçta, ağırlıklı olarak dış kimyasal girdilere bağlı kalmak yerine, tarımsal üretkenliği desteklemek için ekosistem hizmetlerinden, biyolojik çeşitlilikten ve doğal süreçlerden yararlanmamız sürdürülebilirlik için olmazsa olmazdır. Onarıcı tarım tekniklerinin toprak sağlığını iyileştirmekte kullandığı bazı yöntemler şunlardır:

Mahsul Rotasyonu ve Örtü Bitkisi: Fazla gübre gerektiren bitkileri baklagilli örtü bitkileri ile dönüşümlü olarak kullanarak topraktaki nitrat ve fosfat seviyelerini doğal olarak artırabilirsiniz. Yonca veya yonca gibi baklagiller, toprağa nitrojen sabitleyen bakterilerle simbiyotik bir ilişkiye sahiptir. Azotun bu zenginleşmesi topraktaki canlılığı da doğrudan etkiler.

Kompostlama ve Organik Madde İlavesi: Toprağa kompost ve organik madde eklenmesiyle toprağın verimliliği giderek artırabilir. Gübre veya bitki artıkları gibi organik maddelerin bakteriler tarafından ayrıştırılması toprağa ihtiyacı olan kimyasalları sağlar ve suni gübrelere olan ihtiyaç azalır.

Mikrobiyal Aktivite ve Toprak Sağlığı: Verimli mikrobiyal popülasyonlar ve yüksek organik madde içeriğine sahip sağlıklı topraklar, toprağın besin döngüsünü destekler. Yararlı toprak mikropları, aşırı inorganik girdiye ihtiyaç duymadan, organik maddeyi parçalayarak ve bitkilerin kullanabileceği formlarda kimyasalları açığa çıkararak bitki beslenmesine katkıda bulunur.

Toprak İşlemenin Azaltılması: Azaltılmış toprak işleme gibi teknikler topraktaki mikrobiyal toplulukları ve toprak yapısını korur ve bitkilerin besine ulaşabilirliğini artırır.

Onarıcı tarım temelde endüstriyel tarıma kıyasla tartışmasız olarak daha sürdürülebilirdir. Ancak, her zaman karşılaştığımız en önemli soru, onarıcı tarım yöntemlerinin 8 milyar insanı beslemeyi nasıl başarabileceği üzerinedir. Burada üç ayrı noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor. Öncelikle sürdürülebilirlik hiçbir zaman bir tek olgunun kendi başına ayakta durduğu bir yapı değildir. Sürdürülebilirlikten bahsediyorsak sistem düşüncesini de merkeze almamız gerekir. Bugün için en önemli sorunumuz gıda üretim sisteminin doğru kurgulanmamış olmasıdır. Yani, öncelikle gıdanın fazla üretildiği yer ile ihtiyacın yüksek olduğu yeri küreselleşme birbirine bağlamakta yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla amaç her toplumun kendi ihtiyacını sağlayacak kadar üretim yapabilmesidir. Bunun için de tarım arazisi vasfını yitirmiş yerleri tekrar tarıma kazandırmamız gerekiyor ki bunu endüstriyel tarım yapamaz ve yapmayı kazançlı da bulmaz.

İkinci sorunumuz, gene küreselleşme ve gıda sistemimizle ilgili olarak ortaya çıkan gıda kayıpları ve israftır. Bugün yeryüzünde üretilen gıdanın yaklaşık yarısı çöpe gitmektedir. Çöpten de kastım, bir yığın halinde çürümeye terk edilip atmosfere bolca metan gazı salınmasına neden olmasıdır. Gıdanın tamamen tüketilmesini sağlamak elbette zordur ama biz gıdanın yarısını çöpe attığımız müddetçe yakın gelecekte 8 milyar kişiyi herhangi bir tarım yöntemi ile beslemek mümkün olmayacaktır.

Son olarak, bugün ürettiğimiz bitkisel gıdanın önemli bir kısmı hayvansal gıda üretiminde kullanılmaktadır. Bu sistem sürdürülebilir değildir. Yeryüzündeki insanların tamamı gelişmiş ülkelerdeki insanlar kadar hayvansal gıda tüketecek olsalar bu kadar insanı besleyecek gıda üretmek imkansız hale gelir.

Ancak, gıda üretimini yeryüzünün tamamına yayıp, gıda israfını azaltıp ve hayvansal gıda tüketimini de makul bir seviyeye indirdikten sonra onarıcı tarım tekniklerini kullanmak hepimiz için yeterli gıdayı üretecektir. Ama bildiğiniz gibi bunların olabilmesi için de hepimizin hem düşünce tarzımızı hem de gıda sistemimizi değiştirmemiz gerekiyor ki asıl zor olan o, yoksa onarıcı tarım gayet mantıklı ve uygulanabilir bir yöntem.

Bu yazı Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

18 Kasım 2023 Cumartesi

İklim krizini durdurmak için ne yapmalıyız?

İklim krizini durdurmak için ne yapmalıyız? Bu soruya 140 karakter ile cevap vermeye çalıştığınız zaman mutlaka bir şeyi eksik bırakıyorsunuz, hatta belki de sadece bir şeye yüklenip geri kalan çoğu şeyi eksik bırakıyorsunuz. O nedenle uzunca yazıp, sonra soranlara da bu yazıyı referans vermeye karar verdim. Sizlerin de eklemeleri olursa gelecekte daha da düzeltilmiş ve genişletilmiş bir sürümünü yayımlayabiliriz. Şimdi başlayalım sıralamaya, bu sıralama benim aklıma gelen sıralama, önem sırası değil çünkü bunların tümünü yapmak zorundayız:

Hayatımızda iklim krizini en üst sıraya koyup geri kalan her şeyi buna göre değerlendirmek zorundayız. Attığımız her adımda, aldığımız her kararda aklımızın bir köşesinde o adımın ya da kararın iklim krizine yapacağı etkiyi de bulundurmalıyız. Aslında sadece bu maddeyi yazmak bile yeter ama gelin bu maddenin neleri kapsadığına da bakalım.

Satın aldığımız her şeyde iki soru sormalıyız: “Buna gerek var mı?” ve “Bu ne kadar sera gazı salımına neden oldu?” Almanıza gerek yoksa ama fazla salıma da yol açmadıysa kararı sosyal faydasına bırakın. Yalnız bu sadece şu anlama gelmiyor: “Benim satın alma kararlarım aslında iklim krizinin tetikleyicisi oluyor.” Sizin satın alma kararlarınız iklim krizine kısmen neden oluyor, ama diğer kısmın sorumluluğu da o nesneleri üretenlerin ya da üretilmesine neden olanların sorumluluğudur. Bu kısma aşağıda değineceğiz, fakat unutmayın, siz satın almazsanız onlar da üretemezler.

“Biz satın almazsak, onlar da üretemezler.” olmuyor çoğu zaman, çünkü biz almasak da başkaları alıyor. Haklısınız, o zaman bir sonraki madde, satın aldığımız her şeydeki doğru davranışımızı olabildiğince çok kişiye yaymaya çalışmak. Yani içinde yaşadığımız krizin temelinde bir üretim ve tüketim çılgınlığının yattığını elimizden geldiğince anlatmak zorundayız.

“Ama biz satın almazsak, onlar da üretmezlerse çalışanlar aç kalır.” Hayır, kalmaz, yeter ki bu üretim ve tüketim hakkaniyetli biçimde yapılsın. Dolayısıyla bir ürün ya da hizmeti alırken sadece ne kadar sera gazı saldığına değil, aynı zamanda ne kadar adaletli üretildiğine de bakmamız gerekiyor. Paranın çoğunu patron ve hissedarlar alıyor, işçiler de parasız geziyorlarsa siz satın alarak patronu ve hissedarları zengin ediyorsunuz demektir. Ancak tüm bunların bilinebilmesi için de sistemin şeffaf olması gerekir, dolayısıyla en başta yapmamız gereken tüm üretim süreçlerinde şeffaf olan kurumları elden geldiğince desteklemektir, yoksa sistem kapalı kapılar ardında bildiğini okumaya devam eder.

Hayat tarzımızı değiştirmek zorundayız. Son yirmi senede yaşadığımız gibi gelecek on senede de yaşayacak olursak yeryüzündeki yaşam bizimle birlikte bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacak. Dikkat edin lütfen, “gelecek yirmi senede” demedim, çünkü önümüzde o kadar zaman kalmadı. Büyük değişiklikleri şimdiden görmeye başladık, yirmi seneye başka bir dünyada yaşıyor olacağız. O dünyayı istemiyorsak şimdi harekete geçmek zorundayız. Peki “hayat tarzımızı değiştirmek” ne anlama geliyor? Bir sabah kalktınız, birçok şey yaptınız, gece yattınız ve bunu bir sene boyunca devam ettirdiniz. İşte bu süredeki pek çok şey değişmek zorunda. Sabah kahvaltıda ne yiyip, ne içtiniz, üzerinize ne giydiniz, odanızın sıcaklığı neydi, işe ya da okula neyle gittiniz, okul ya da iş ne kadar uzaktı, hatta o işi olduğunuz yerden de  yapamaz mıydınız, öğlende ya da akşam ne yediniz, gün boyu neler satın aldınız, bulunduğunuz ortamda kaç lamba yanıyordu, tatile gittiniz mi, ne kadar uzağa gittiniz, yediğiniz şeyler ne kadar ayak izine sahipti, ne kadar uzaktan gelmişti, üzerinizdekini neyle yıkadınız, nasıl kuruttunuz, neden o kadar sık yıkadınız, şart mı o kadar uzun süre duşta kalmanız, bunlara benzer günlük yaşamla ilgili binlerce soru sorabiliriz ve o soruların önemli bir kısmı oldukça sıkıcı olacaktır. Değişmemek için de neredeyse tümü için çoğumuzun güzel sebepleri var ve olmaya da devam edecek. Ama değişmezsek yolun sonuna geldik.

Sadece bizim değişmemiz yetmiyor, hepimizin değişmesi gerekiyor. O nedenle bir kez daha, bu değişim için herkesi zorlamak zorundasınız. Bıktırana kadar konuşmak zorundasınız. Gerekiyorsa en sevilmeyen kişi olun, hiç önemli değil, önemli olan bu krizi olabildiğince zayıflatmamız, hatta mümkünse engellememiz.

İklim krizini çözebilmenin tek yolu sistemin değişmesidir. Gelişme herkesin özel arabasıyla istediği yere gitmesi değil herkesin toplu taşıma ile istediği yere gidebilmesidir. Bazılarımız metrobüse mahkumken diğerleri dev gibi araçlarıyla benzin tüketerek aynı yolda gidiyorsa, metrobüstekine “ama sen para kazanırsan o araçlardan alma metrobüse devam et” denilemez. O nedenle de gerek ülkeler içinde gerekse de ülkeler arasındaki gelir ve sınıf eşitsizliğini azaltmamız gerekiyor.

İklim krizi bir sıfır-bir problemi değildir. Başımıza gelebilecek felaketlerin de dereceleri vardır. “Nasılsa yeryüzü bir felakete gidiyor, boşver o zaman yansın!” demek kolaydır. Ama bilelim ki hepimizin taşıdığı bir damla su yangını söndürmese de etkisini azaltabilir, onun için umutsuzluğa kapılmadan çaba sarf etmeye devam etmemiz gerekiyor.

Son olarak da, eğer devletler iklim krizinin önemine inanmazlarsa çözüm bulmak imkansızlaşır. Devletlerin bu konuya önem vermeleri de kendi öz bilgilerinden kaynaklanmaz. Halk neyi ısrarla isterse devletler de onu “genelde” ön plana çıkartırlar. Biz devletten ve hangi partiden olursa olsun siyasetçilerden ağırlıklı olarak iklim krizini ön plana çıkartmalarını istersek onlar da bunu konuşmaya mecbur kalacaklardır. Dolayısıyla her ortamda ve her şartta iklim krizini ve siyasetçilerin buna karşı harekete geçmeleri gerektiğini bolca dile getirmek, bu yönde oy kullanmak ve hesap sormak zorundayız, devletleri harekete geçirmenin başka çaresi de yok.

Hepimiz aynı fırtınadayız, ama hepimiz aynı gemide değiliz. Bazılarımız daha sağlam gemilerde, bazılarımız da kayıklarda hayatta kalmaya çalışıyor, ama fırtına kötüleştikçe herkesin şansı azalacak, o nedenle de birlikte çalışarak bu sorunu çözmemiz, çözemezsek de olabildiğince hafifletmemiz gerekiyor. Başka dünya yok.

Bu yazı Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

10 Kasım 2023 Cuma

Suyumuz Bitti

Son 3 yıldır yeryüzü olması gerekenden biraz daha serinceydi. Bunun nedeni yeryüzünün neredeyse yarısını kaplayan Pasifik Okyanusu’nun yüzey sularının normalden serin olmasıydı. Bu aslında alışılmış bir olaydır. Pasifik Okyanusu’nun suları bazı dönemler normalden sıcak, bazı dönemler normal, bazı dönemler de normalden serin olur. Normalden sıcak olmasına El Nino, normalden serin olmasına da La Nina adı verilir. Bu koca su kütlesinin de biraz serin ya da sıcak olması yeryüzünün geri kalanındaki iklimin de serin ya da sıcak olmasına neden olur. Geçtiğimiz Nisan ayına kadarki 3 yıl La Nina koşulları altında, yani beklenenden serin geçti. Küresel ısınma olmasa hepimiz bu serinliği kolayca hissederdik ama küresel ısınma nedeniyle atmosfer zaten ısınmakta olduğundan sıcaklıkların daha da fazla yükselmemiş olduğunu çoğumuz hissetmedik bile.

Ancak Nisan ayında Pasifik’te normal koşullar hakim oldu, Haziran ortasından itibaren de El Nino koşulları oluştu. El Nino, aslında yeryüzünün tamamının olması gerekenden de sıcak olmasına neden olur. Temmuz ayından bugüne kadarki zamanda yaşadığımız neredeyse her gün, bu nedenle küresel bir sıcaklık rekoru kırdı ve kırmaya da devam ediyor. 

Küresel ısınmanın bir diğer etkisi de içinde yaşadığımız bölgede ortalama yağışların azalması ve uzun kuraklıkların ardından gelen yağışların da sağanak şeklinde olmasıdır. Sağanak yağışların en önemli özelliği sel baskınlarına yol açmasının yanında toprağın altına ulaşamamasıdır. Ayrıca bu yağışlar hızla akarak denizlere ve göllere katıldığından tam barajların havzalarına denk gelmedikleri zaman barajları fazla beslemezler.

Bir de bunun üzerine aşırı sıcaklardan doğan buharlaşma da eklendiğinde bugün içinde yaşadığımız koşullara ulaşırız. İçinde yaşadığımız koşullarda ne mi var? İşte en önemli sorunumuz da bu. Barajlarda su kalmadı, ama bundan çoğu kişinin haberi yok. Ülkemizde hızlı değişen gündeme bir de yaklaşan yerel seçimler eklenince yetkililer dahil kimse kuraklıktan bahsetmiyor. Bu konu ciddi biçimde gündeme getirilmeyince de sorunun ne denli önemli olduğu çoğu kişinin dikkatinden kolayca kaçıyor.

Susuzluğun konuşulduğu çoğu yerde de İSKİ’nin baraj doluluk oranları kullanılıyor. Mesela bugün barajlardaki doluluk oranı %17 civarında. %17 deyince de çoğu kişi felakete çok da yakın olmadığımız hissine kapılıyor. Oysa tüm barajların dibinde kalan su kullanılabilir bir su değildir. Kullanılabilir olmamaktan anlamamız gereken ise, bu suyun dipten çekilip, filtrelerden geçirilip insanlara içme suyu olarak verilemeyeceğidir. Değil içme suyu olarak kullanılması, bu su ile insan yüzünün yıkanmasının bile sakıncalı olabileceği anlaşılmalıdır. O nedenle de İstanbul çevresindeki çoğu barajın suyu bitti, %3 ya da %5 dediğiniz zaman o su artık neredeyse kullanılamaz demektir. Özellikle Avrupa yakasındaki barajlar boşaldığı için Anadolu yakasından transfer edilen suyla idare edilmeye çalışılıyor. Arada açılan su kuyularından destek bekleniyor ama sağanak yağışlar yer altı sularını beslemediği için bu kuyular da uzun süre dayanmayacak. Melen’den Anadolu yakasındaki Ömerli Barajı’na gelen su ise İstanbul’un ihtiyacına yetecek miktarda değil. Kısacası, yakın zamanda yağışlar başlamayacak olursa, belki bu kışı geçiririz, ama gelecek yaz bizleri oldukça sıkıntılı zamanlar bekliyor. O nedenle de hemen ve sert tasarruf önlemleri almaya başlamamız gerekiyor.

Uzun uzun İstanbul’un su sorununu anlattım ama sanmayın ki bu sorun sadece İstanbul’un sorunu. Sadece, İstanbul’un su havzaları ülkemizdeki yağışın sadece %4,5’unu tutuyor, oysa İstanbul’un nüfusu neredeyse ülkemizin %20’si. Aynı şekilde nüfus yoğunluğuna sahip tüm il ve ilçelerde ya bu sorunu yaşıyoruz ya da en kısa vadede yaşamaya başlayacağız. Bundan dolayı istisnasız herkesin suyun önemini kavraması ve ona göre bir yaşam tarzı belirlemesi gerekiyor çok geç olmadan.

Bu yazı Dünyahali'de yayımlanmıştır.

6 Kasım 2023 Pazartesi

Sapla Samanı Karıştırmak

Kasım ayının sonunda Birleşik Arap Emirlikleri’nde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin 28. Taraflar Konferansı (COP28) düzenlenecek. Bu nedenle, neredeyse Aralık ayının ortasına kadar bu konu iklim ve çevre gündemine egemen olacak. Dubai’de tüm ülkeler iklim değişikliğini durdurmak için neler yaptıklarını ve neler yapacaklarını uzun uzadıya anlatacak ve gelecekte neler yapılması gerektiğine dair önemli görüş alışverişinde bulunacaklar. Her ne kadar hepimiz iklim konusunu biliyor olsak da ortaya konulacak görüşlerin ve çözümlerin ne derece iklimle alakalı olduğunu, ne derece iklim dışındaki konuları ilgilendirdiğini ayırt etmemiz önemlidir.

Öncelikle, iklim krizi o denli geniş yayılımı olan bir konu ki biri çıkıp “ben uzun süre nefesimi tutacak olsam bunun iklim krizinin önlenmesine katkısı olmaz mı?” diye soracak olsa elimizdeki cevap “evet olur” haline geliyor. Çünkü nefes veren her canlı atmosfere karbondioksit saldığına göre, bir canlı nefesini tutacak olsa bu sorunun çözülmesinde fayda sağlayabilir. Biliyorum, bu oldukça aptalca bir örnek, ama atılacak her küçük adım, hatta iklim krizi ile ilgili olmayan bir alanda atılacak bir adım bile dönüp dolaşıp iklim krizinin bir miktar da olsa duralamasına neden olabilir. Ancak, lütfen siz iklim krizini durdurmak için nefesinizi tutmayın çünkü birlikte yapmamız gereken çok daha doğru ve faydalı işler var. Unutmamamız gereken ana husus, benim aşağıda “bunların iklim değişikliği ile doğrudan alakası yok” diyeceğim çoğu önlemin dolaylı yoldan iklim krizini azaltmaya yardımcı olduğu, ama bu önlemlerin iklim krizi önlemleri olarak gösterilmesinin doğru olmadığıdır, çünkü iklim krizini önlemek için alınacak önlemler belli. İklim krizini durdurabilmek için yapmamız gereken kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmaktır. Geri kalan şeyler bizi her geçen gün ana hedeften uzaklaştırır.

Şimdi gelelim nelerin doğrudan iklim krizi ile bir alakası olmadığına:

Hava kirliliğinin iklim krizi ile doğrudan bir alakası yoktur. Havayı temizlemek için alınacak önlemler iklim krizini durdurmaya yardımcı olmaz, hatta bazı durumlarda iklim krizinin artmasına neden olur. Hava kirliliğine neden olan unsurlarından biri olan kömür yakmayı durdurmak, aynı zamanda da iklim krizinin engellenmesine de yardımcı olur. Ancak hava kirliliğini azaltmak için kömürlü termik santrallerin bacalarına filtre takmak, sadece hava kirliliğini azaltır ama iklim değişikliğine bir etki yapmaz. Hatta, hava kirliliği dediğimiz maddelerin bir kısmı güneş ışınlarını uzaya yansıttıklarından atmosferin ısınmasını da zorlaştırırlar, yani iklim değişikliğini önleyecek yönde çalışırlar. Avrupa’da kömür yakılmaya devam edilip termik santrallerin bacalarına filtre takılması atmosferi temizlese de atmosferin ısınmasına oldukça yardımcı oldu.

Ozon tabakasının iklim krizi ile doğrudan bir alakası yoktur. Ozon tabakası yerden 20 - 50 km yukarıdadır ve o tabakanın mevcudiyeti yeryüzündeki canlı varlığının ve çeşitliliğinin en önemli güvencesidir. Ozon tabakasının incelmesi tüm canlılarda türlü sağlık sorunlarına yol açar ama bunun iklim krizi ile bir ilgisi yoktur. İklim krizi bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamızdan kaynaklanır, ozon tabakasındaki incelme de bu fosil yakıtlarla pek bir ilgisi olmayan CFC dediğimiz gazların atmosfere salınmasından. Bu CFC gazlarının salınmasının durdurulması ozon tabakasının iyileşmesini sağladığı gibi çok az da olsa iklim krizinin durdurulmasına da destek olur, ama CFC gazlarının ana zararı ozon tabakasınadır, iklime olan etkileri çok azdır.

Plastik tüketiminin iklim krizi ile bir alakası yoktur. Hatta çoğu noktada plastik maddelerin kullanımı kömür, petrol ve doğal gaz yakılmasını azalttığı için iklim krizinin kötüleşmesini engeller. Plastik maddeler çoğunlukla petrolden elde edilir ve kötü olan petrolün yakılması ve atmosfere karbondioksit salınmasıdır, plastik madde haline dönüştürülmesi değil. Ancak, özellikle tek kullanımlık plastikler önemli bir çevresel kirlilik nedenidir. Bu plastiklerin doğaya atılmaması çevre kirliliğini azaltır. Bu plastikleri geri dönüştürülmek üzere toplamamız da onların baştan üretilmesi için gerekecek enerjiyi azalttığından iklim krizine dolaylı etki yapar. Fakat, doğru olan çözüm, tek kullanımlık plastiklerin üretim ve tüketim sisteminden tamamen çıkartılarak yerlerine çok kullanımlık ürünlerin kullanılmasıdır.

Öncelikli hususlardan en önemlisini en sona bıraktım. İklim krizinin temelinde yatan en önemli sorunlardan biri insanlığın tüketim bağımlılığıdır. Bu tüketimi sağlayabilmek için yapılan üretim bir yandan ciddi miktarda sera gazı salımına yol açarken öte yandan da yeryüzünün kaynaklarını tüketmektedir. Bu iki soruna da engel olabilmek için yapılması gereken öncelikle tüketim çılgınlığına son vermektir. Ancak bunun ötesinde gene de ihtiyacımız olan nesneleri üretebilmek için daha sorumlu bir üretim yöntemine ihtiyaç vardır. Bu sorumlu üretim ve tüketim yöntemi de sistem içerisinde kullandığımız her maddeyi, mümkün olduğu ölçüde, sistem dışına çıkartmadan tekrar kullanmaktan geçer. Bu yönteme de biraz yanlış bir isimlendirmeyle döngüsel ekonomi adını veriyoruz. Yeryüzünün kaynaklarını akıllıca kullanıp çevreyi kirletmeden yaşamanın yolu kullandığımız ve “tükettiğimiz” her maddeyi bir döngü içine sokmaktan ve bu döngünün dışından kaynak kullanmamaktan geçiyor.

Sizlere döngüsel ekonominin gerek besin gerekse de diğer tüketim maddelerinin üretiminde nasıl kullanılması gerektiğini uzun uzadıya anlatmayı bir başka yazıya bırakarak konunun anafikrine değinmek istiyorum: Döngüsel ekonomi, üret-kullan-geri dönüştür-tekrar üret sistemi değildir. Döngüsel ekonomide en son çözüm geri dönüşümdür. Geri dönüşüm, “aklımıza yapacak başka hiçbir şey gelmiyor” demektir. Oysa döngüsel bir sistemin içerisinde nesnelerin doğru ve dayanıklı üretilmesi, bizim karşımıza gelene kadarki sürede kayıp oluşmaması, özellikle gıda maddeleri için, bizim bu nesneleri olabildiğince uzun süre kullanmamız, kullanım süresinde tamir edebilmemiz, başka bir kişinin kullanıma devam etmesi, başka bir amaçla kullanılması ve hiçbir şey mümkün değilse geri dönüştürülmesi ve bunun da olabildiğince temel parçalarına bölünmeden yapılması bulunur. Bizler sadece çöp kutularını kaldırıp kullandığımız her şeyi geri dönüşüm kutularına atarak bu döngünün bir parçası olamayız. Böyle yaptığımız zaman da bunun iklim krizine bir önlem olduğunu düşünmemeliyiz. Ambalaj malzemelerini azaltmak ve bu malzemelerin geri dönüşümünü sağlamak çevresel ayak izimizi düşürmek ve malzeme kullanımından tasarruf etmek için faydalı olabilir ama iklim krizini durdurmaz. Bu nedenle de geri dönüşüm yapıyoruz diye iklim krizini yavaşlattığımızı düşünmeyelim. 

Hava kirliliğini azaltmak için kömürlü santrallerin bacalarına filtre takmak ya da kömürden doğal gaza geçmek iklim değişikliğini durdurmaz; kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak durdurur. Tek kullanımlık plastikleri hayatımızdan çıkartmak veya bunları ve benzeri ürünleri geri dönüştürmek iklim krizini yavaşlatmaz ama tüm tüketimimizi azaltmak iklim krizini kontrol altına almamıza yardım eder.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası Platformu'nda yayımlanmıştır.