30 Haziran 2021 Çarşamba

Ayağımızı yorganımıza göre uzatmanın vakti geçti bile

 Çok güzel bir atasözümüz var: “Ayağını yorganına göre uzatmak”. Bir bilim insanı olarak boyumuzun ölçüsünü de yorganın uzunluğunu da biliyorum. Ayağımızın yorgana sığmayacağını her söylediğimde de aynı tepki ile karşılaşıyorum: “Hoca sen bu hayatın gerçeklerini bilmiyorsun.” ya da son sefer duyduğum gibi “Bomboş, gerçeklerden aşırı uzak taleplerde bulunuyorsun”. Size bir şey söyleyeyim mi? Ben size gerçekleri söylüyorum. Yorganın boyu belli, sizin boyunuz da belli; ben daha gece olmadan size bu yorganı üzerinize örtecek olursanız ayaklarınızın açıkta kalacağını söylüyorum. Hatta ayağınızın açıkta kalmaması için yapmanız gerekenleri de anlatıyorum ama tepki ne yazık ki  hep aynı.

Bir güzel sözümüz daha var “dost acı söyler” diye. Şimdi beni lütfen dost olarak kabul edin ve söyleyeceklerime kulak verin. Belki bir kısmını başarmak sizi de aşabilir ama gene de “kulağınıza küpe olsun”:

1. Dünyada çok fazla kişiyiz ve bu kadar kişi çok fazla kaynak tüketiyoruz. Ya kişi sayısını azaltmamız gerekiyor ya da tüketim hızımızı. Bu şekilde devam edecek olursak önümüzdeki 50 sene içerisinde çoğu kaynağın sonuna geleceğiz ve bu en iyi ihtimalle sıkıntılar, kötü ihtimalde de savaşlara yol açacak. Petrol ve su bu kaynaklar içerisinde daha iyi bildiklerimiz ama fosfor ya da kurşun gibi adını duyduğumuz ama yaşadığımız hayatta ne derece kıymetli olduğunun farkına varmadığımız elementler de tükenmeye başlayacaklar. Tüketimi azaltmamız, yani küçülmemiz şart. Akşam olduğunda ayağımız yorgana sığmayacak.

2. İstanbul gibi kısıtlı kaynaklarla, yanlış yerde, yanlış zamanda ve yanlış yapılmış şehirleri hızla terk etmemiz  ya da yıkıp baştan yapmamız gerekiyor. Yıkıp baştan yapmak da rant amacıyla planlanan bir kentsel dönüşüm değil, sürdürülebilir bir şehrin nasıl olması gerekiyorsa, o şekilde onu baştan yapmak. İstanbul bu haliyle sürdürülebilir değil, ne yaparsak yapalım sürdürülebilir de olmayacak. Bir de kısa süre içerisinde büyük bir deprem tehdidi ile karşı karşıyayız. Bu depremde ölü sayısı yüz binlerle ölçülecek. Tüm altyapı çökecek, yardım ulaştırmak da mümkün olmayacak. Bu gerçeği ne kadar hızlı kabullenirsek, o derece hızla İstanbul’dan uzaklaşabiliriz. Ama her zamanki gibi alacağım cevap “Bomboş, gerçeklerden aşırı uzak taleplerde bulunuyorsun”.

3. İnsanlığın hızlı hareketliliğinin sonuna geldik. Artık hareket yavaşlamak zorunda. Yani, haftasonu Paris kaçamağı diye bir şey kalmamak zorunda. Eğer Paris’i görmek istiyorsanız, eskiden olduğu gibi ya Sirkeci’den trene bineceksiniz ya da İzmir’den vapura. Uçakla dört kişilik bir ailenin Paris’e haftasonu için gidip gelmesi, o ailenin sene boyunca yaptığı diğer tüm karbondioksit salımlarına eşit etki yapıyor. Böyle devam edersek ne uçak kalacak elimizde ne Paris, ne de üzerinde seyahat edilecek bir gezegen. Aynı şey araba için de geçerli. Araba sadece bizi toplu taşımaya götürüp getirmek için kullanılabilecek bir araç olarak kısıtlı biçimde kullanılabilecek.

4. Devletler sınırlarını kısıtlı olarak kaldırmak zorundalar. Bu herkes her yerde yaşayacak anlamına gelmiyor, ama sınırlar eğer bugün olduğu gibi kalırsa yakın gelecekten başlayarak yüz milyonlarca insan açlık ve susuzluk nedeniyle ölecek. Özellikle, Sibirya ve Kanada gibi nüfus yoğunluğu düşük olan bölgelere göç etmek isteyen insanlara engel olmak çok daha büyük kargaşaya neden olacaktır. Bu nedenle yasaklar ve duvarlarla insanları engellemek yerine bu gelişmenin düzenli biçimde oluşmasını sağlamak daha akılcı bir çözümdür.

“Köylü milletin efendisidir.” sözünü unutmamalıyız. Yakın zamanda gıda fiyatları öylesine yükselecek ki ancak kendisini besleyebilen ülkeler bu kargaşadan kendisini sıyırabilecek. Bu nedenle de benim kızım veya oğlum büyüyünce mühendis olacak yerine benim kızım veya oğlum büyüyünce çiftçi olacak söylemine hızla alışmak zorundayız. Akıllı ve onarıcı tarım uygulamaları gelecekte tek kurtuluşumuz olacak. Bilim ve teknolojinin yanında bolca iş gücü ancak bize yetecek gıdayı yetiştirebilecek.

Bu listeyi epeyce uzatabilirim ama siz ana fikrini anladınız. Günlük yaşam içerisinde koşuştururken bu gerçekleri düşünmeye fırsat bulamıyor olabilirsiniz, ama lütfen, en azından bilim insanları size bu gerçekleri hatırlattığında yorumunuz “bomboş, gerçeklerden aşırı uzak taleplerde bulunuyorsun” olmasın, çünkü şu anda bomboş, dünyanın gerçeklerinden aşırı uzak hayatlar yaşıyoruz ve bu hayat biçimimiz sürdürülebilir değil. Biz bir şekilde hayatımızı sürdürsek bile çocuklarımıza bırakacağımız yaşam bizi hayır duası ile anacakları bir yaşam olmayacak ne yazık ki.  


16 Haziran 2021 Çarşamba

Kuraklık ve Gıda Güvenliği

 İnsanlığın başlangıcından bu yana yiyecek yemek ve içecek temiz su bulmak en önemli problemdir. Bu problem günümüz gelişmiş ülkelerinde kısmen azalsa da dünyanın az gelirli %20’si için hala birincil sorun olmaya devam etmektedir. Bir yandan nüfus artışı diğer yandan iklim değişiklikleri, temiz gıda ve gıda güvenliğini günümüzün olduğu kadar geleceğin de asli gündem maddesi haline getirmektedir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü verilerine göre tüm dünyadaki gıda fiyatları şu anda son 10 senenin en yüksek düzeyine ulaşmış durumdadır. Gerek talepteki artış, gerekse de iklim krizi nedeniyle yaşanacak problemler gıda güvenliğini gündemimizin üst sıralarına taşıyacaktır.

Sözünü ettiğimiz gıda ve su güvenliğini tehdit eden küresel iklim değişikliğinin sebebi ise insan faaliyetleri sırasında; çoğu kömür, petrol, doğalgaz olmak üzere fosil yakıtların yanmasıyla ortaya çıkan “sera gazları”dır. Biz atmosferin dengesini bu sera gazlarını yayarak değiştirdiğimizde atmosferin buna tepkisi; aşırı hava olayları, fırtınalar ve kuraklık biçiminde oluyor. Günlük hayatta artık daha sık karşılaşmaya başladığımız bu aşırı olayların ardındaki kaynağı doğru algılamamız ileride karşılaşacağımız ciddi problemlerin çözümü için de en mühim noktadır.

Türkiye iklim krizine paralel olarak gittikçe ağırlaşan bir kuraklık ile savaşmaya çalışıyor. Peki, kuraklık tam olarak ne anlama geliyor? Kuraklık, yağış tutarı normal düzeyinin oldukça altında olduğunda ortaya çıkan, arazi kaynakları ve üretim sistemlerini olumsuz biçimde etkileyerek ciddi hidrolojik dengesizliklere yol açan doğal oluşumlu bir olay olarak tanımlanır. Kuraklığın ölçülebilmesi için başta meteorolojik, tarımsal ve hidrolojik kuraklık yaklaşımları olmak üzere çeşitli yaklaşımlardan yararlanılmaktadır. Bu üçünden farklı olarak sosyoekonomik kuraklık yaklaşımı olarak bilinen yaklaşım ise ölçülebilir fiziksel bir olgudan ziyade kuraklığın sosyoekonomik sistemlere etkisini incelemektedir. 

Meteorolojik kuraklığın incelendiğinde iki ana olgu çevresinde geliştiği görülür. İlki, yağış yapısında doğal olarak beklenen değişim, yani bir bölgenin normalden uzun süre ortalamaların altında yağış alması durumudur. Normallerin altındaki ortalama yağış miktarı, akarsu akışlarının ve yeraltı suları seviyesinin azalmasına yol açtığı gibi toprağın nemliliğinde de düşüşe neden olur. Meteorolojik kuraklığı oluşturan diğer elemanlar ise yüksek sıcaklıklar, hızını artıran rüzgarlar, düşük atmosferik nem miktarı ve bulutlulukla birlikte artan buharlaşma olarak sıralanabilir. Yani bir yandan yağış miktarının azalması, diğer yandan artan sıcaklık ve azalan nemden dolayı zaten azalmış olan suyun kaybı, meteorolojik kuraklığın ana sebepleridir.

Havadaki nem ve toprağın aldığı yağış azalsa bile toprağın su miktarı hemen azalmaz. Ayrıca burada önemli olan toprağın nemini kaybetmesinden ziyade; toprağın nemini, bitkilerin bu neme tam da ihtiyaçları olduğu zamanda kaybetmesidir. Bu sebeptendir ki tarımsal kuraklık genelde uzun süren meteorolojik kuraklığın ardından ortaya çıkar ve tarımdan elde edilen ürün miktarında ciddi azalmalara yol açar.

İnsanların enerji üretimi ve tarım gibi faaliyetleri nedeniyle suya olan ihtiyaç dönemsel değişiklikler gösterdiğinden meteorolojik kuraklık ile nehirlerin akış miktarıyla barajların, göllerin ve yeraltı sularının seviyelerindeki düşüş olarak tanımladığımız hidrolojik kuraklık eş zamanlı olmayabilir. Başka bir deyişle, suyu ne zaman kullanacağımızı biz belirlediğimizden su girdisinin azaldığı zamanla bizim suya ihtiyaç duyduğumuz ve onun eksildiğini fark ettiğimiz zamanlar farklı olabilir.

Son senelerde yaşamakta olduğumuz kuraklık İstanbul’a özgü bir olgu değil. Meteoroloji Genel Müdürlüğünün yaptığı değerlendirmelere göre son 12 ayda ülkemizin büyük kısmı hafifle olağanüstü arasında değerlendirilebilecek meteorolojik kuraklık yaşamaktadır. İklim kaynaklı sorunlar nedeniyle önemli ihraç ürünlerimizden fındık ve kayısı rekoltesinde de önemli düşüşler görülmüştür.

Durumun bu denli kötü olmasının iki temel sebebi var. Bunlardan birincisi, son senelerde gerçekten kötü bir kuraklık geçiriyor olmamız. Ama daha önemlisi, bu kuraklığın geçici olmamasıdır. Gelecekte mutlaka bundan biraz daha yağışlı seneler olabilir, ancak yaptığımız analizler 2000 yılından bu yana geçen çoğu senenin ortalamadan biraz daha kurak olduğunu gösteriyor. Yani arada yağışlı seneler oluyor ama yağış, azalan bir trend sergiliyor. Bu durum, kuraklığın geçici olmadığını ve bizim bununla yaşamak zorunda olduğumuzu gösteriyor. Özellikle yaz aylarına girdiğimiz bu dönemde suyumuzu daha da fazla korumak zorundayız. Bu sorun üstesinden gelemeyeceğimiz büyüklükte değil. Yeter ki bizler kuraklık ve gıda problemini gündemimizin üst sıralarına taşıyalım ve bu konuda gerekli adımları atalım.


9 Haziran 2021 Çarşamba

Marmara'da bozulan denge

Denizdeki besin zinciri, en altta güneşten gelen enerjiyi alarak fotosentez yapan ve bunu besine çeviren fitoplanktonlarla başlar. Yani bunlar bir tür bitkidir. Aynen toprakta olduğu gibi bunların büyümeleri için havadaki karbondioksit ve su gereklidir. Bunun da ötesinde bu canlıların genelde başka kimyasallara da ihtiyacı vardır. Gene toprakta olduğu gibi, suni gübrenin içeriğinde bulunan azot ve fosfor fitoplanktonların da en önemli besinidir. 

Denizde gerekli olan besin de bir döngü içerisinde sağlanır. Yani denizde yaşayan tüm canlılar öldüklerinde dibe çökerek gelecekte üreyecek olan canlıların ihtiyaç duyacakları mineralleri oluştururlar. Bizim de içerisinde bulunduğumuz orta enlemlerde deniz yüzeyi normalde kış aylarında soğuktur. Deniz yüzeyi de denizin dibi de soğuk olduğu zaman denizin dibi ile yüzeyi arasında bir madde değişimi olabilir. Ancak havadaki sıcaklık değişimiyle birlikte denizin yüzeyi ile dibi arasında önemli bir sıcaklık farkı oluştuğunda alttaki soğuk ama besin yüklü su ile üstteki sıcak ama besin açısından yetersiz olan su karışmamaya başlar. Buna yaz aylarına doğru artan güneş ışığını da eklediğimizde Nisan - Mayıs aylarında denizlerde bir fitoplankton artışı görülür. Deniz yüzeyi ısınıp karışma durduğunda da fitoplankton üremesi yavaşlar.

Ancak bu fitoplanktonlar aynı zamanda denizdeki besin zincirinin en alt basamağını oluştururlar. Kendileri fotosentez yapmayan ve bunları besin olarak kullanan zooplanktonların sayısı da bunları takip ederek artmaya başlar. Sonunda zooplanktonlar o derece artar ki deniz yüzeyinde üremiş olan fitoplanktonların neredeyse tamamını temizlerler. Yaz ayları boyunca diğer balıklar da bu zooplanktonlarla beslenerek onların sayısını da azaltırlar ve sonbahar aylarına geliriz. Sonbahar aylarında denizin yüzeyi ile altı arasındaki sıcaklık farkı yüksek olduğundan ve zooplankton sayısı da düşmüş olduğundan fitoplanktonlara bir üreme fırsatı daha doğar. Yalnız sonbaharın sonuna doğru hem ışık miktarı azaldığından hem de deniz suyu hızla soğuduğundan bu üreme fırsatı ilkbaharda yaşanan kadar kuvvetli olmaz. Kış aylarında balıklar da kalan planktonlarla beslenerek tekrar bir sonraki ilkbahara sistemi geri hazırlarlar.

Burada, normalde denizlerdeki yaşamın nasıl sürdüğünü anlatmaya çalıştım. Bu döngü genelde açık denizlerde insan etkisi dışında görülen döngüdür. Peki Marmara’da neler oldu?

Marmara pek de derin olmayan bir iç deniz. Bundan dolayı da işler yukarıda anlattığım gibi yürümüyor çoğunlukla. Öncelikle fitoplanktonların deniz dibinden gelen besine fazla ihtiyaçları yok çünkü biz devamlı deniz yüzeyine, onlar için besleyici olacak maddeler salıveriyoruz. Bu maddelerin başında da tarımda bolca kullanılan suni gübre geliyor. Gübrelerin aşırı ve yanlış kullanımı bunların yağışlarla birlikte derelere, oradan da denize akıp gitmelerine neden oluyor. Bu nedenle de fitoplanktonlar yağışlı dönemlerde, bir de hava güneşliyse iyice bayram yapıyorlar. 

Marmara’da gördüğümüz fitoplankton artışının temel nedeni budur. Ancak doğa bunu hızla temizler. Fitoplanktonlarla beslenen zooplanktonlar artar, ardından da balıklar artar ve sistem tekrar dengeye gelir. Bu fitoplanktonlar her ışık ve besin olan bölgede kolayca üreyebilirler ve öldüklerinde dibe çökerek bir sonraki nesle besin olurlar. Bu döngünün oluşması için de hem bunların dibe çökmesine hem de çevredeki zooplanktonların bunları bulmasına yardımcı olacak akıntı ve dalga gereklidir. Deniz sakin ve rüzgarsız olduğu dönemde de bu fitoplanktonlar öldükleri zaman bile yüzeyde kalabilirler. İşte yaşadığımız tam da bu. Deniz suyunun sıcak olması, Ocak ve Şubat aylarında Marmara Denizi çevresinde görülen yoğun yağışlarla birleşince, buna da rüzgar hızlarının nispeten düşük olması eklenince fitoplankton sayısı çok arttı ve zooplanktonlar bunları yemeye yetişemiyor artık. Kısacası, Marmara Denizi’nin besin dengesi bozuldu.

Elbette bu bozulmanın nedeni fitoplanktonlar değil. Öncelikle; başta suni gübre olmak üzere, bu iç deniz etrafındaki tüm sıvı atıkları, sonsuza dek o atıkları temizleyeceğini düşündüğümüz denize bırakmamız bu olayın asıl nedeni. Biz bu şekilde davranmaya devam ettiğimiz müddetçe de bu sorun her sene görülecek. O zaman ne yapmalı? Marmara Denizi’ni dev bir foseptik çukuru gibi görmeyi acilen durdurmamız gerekiyor. Deniz suyunun sıcaklığını değiştirmek elimizde olmadığına göre atık miktarını azaltmak ve hatta durdurmak elimizden gelen tek şey. Bu da çok ciddi bir altyapı yatırımına karşılık geliyor. Elimizde olan parayı çılgın projelerdense bu tür çalışmalara ayırmak çocuklarımızın ve torunlarımızın mavi bir deniz görebilmelerini sağlamak için gereklidir. Aksi takdirde bu sorunu her sene olmasa da sıklıkla yaşayacağız. Marmara Denizi ölmüş olmasa da önlem almazsak kısa sürede hem ölü hem de başka sağlık sorunları yaratır hale dönüşebilir. Çok geçmeden birlikte harekete geçelim.

2 Haziran 2021 Çarşamba

Kırmızı gömlekten vazgeçmeli

Her konuşmamım sonunda mutlaka insanlar “İklim krizini durdurmak için ben ne yapabilirim?” diye soruyorlar. Her seferinde aynı cevabı veriyorum ve her seferinde cevabım insanlara yetersiz geliyor. Sanki bir yerlerden sihirli bir değnek gelecek, dünyaya dokunacak ve sorun birden yok olacak gibi bir his var sanırım hepimizde. Oysa sorun çok basit, çözümü de aynı basitlikte. Son 100 senedeki yaşam biçimimiz dünyayı bir kriz noktasına taşıdı, aynı yaşam biçiminde devam ettiğimiz sürece de uçuruma doğru hızla gitmeyi sürdüreceğiz. Bunun için yapmamız gereken hemen bu yaşam biçimini değiştirmektir.

Bugün sahip olduğumuz gerekli ya da gereksiz türlü nesneyi üretmek için dünyayı kirletiyoruz. Yarattığımız kirlilik de doğanın kendisini temizleyebileceği seviyenin çok üzerine çıkmış durumda. Bu nedenle ilk yapmamız gereken; gereksiz şeyler satın almayı hemen, bugün, şu anda durdurmaktır. Üzerinize giydiğiniz bir gömlek var mı? Var. Aynısının bir de kırmızısını almanıza gerek yok. Hatta bir gömlek daha almanıza gerek yok. Tüketim toplumu sizi bir giydiğinizi ertesi gün giymemeye yönlendiriyor. Bu dolduruşa gelmeyin. Pandemi süresince pijama ile toplantılara girdiniz, bu süreç bitince sokağa da pijamayla çıkın demiyorum, ama alışın artık aynı giysileri uzun süre giymeye. Kesinlikle ihtiyacınız olmayan bir şeyi satın aldığınız sürece çözümün değil sorunun bir parçasısınız.

Satın almak zorunda olduğunuz şeyleri de bir kez daha düşünün: “Gerçekten gerekli mi? Bu olmadan gerçekten yaşayamaz mıyım?” Bu soruya 10 yaşındaki bir çocuk gibi değil de bir yetişkin gibi cevap verin ama. Göreceksiniz ki hayatınızdaki çoğu nesne olmadan da yaşayabilirsiniz. O zaman bu nesneleri de bir daha satın almayın. Böylelikle sorunun yarısını çözdük bile.

Özel araç kullanmayı bırakın. Bisikletle veya yürüyerek bir yere gidemiyorsanız toplu taşımayı düşünün. “Ama ben buradan taa oraya arabasız nasıl giderim?” diyorsanız ya yanlış yerde çalışıyorsunuz ya da yanlış yerde yaşıyorsunuz. Hatta bunların ikisi birden doğru olabilir. Büyük şehirde yaşamak ya da çalışmak zorunda değilsiniz.

Uçakla seyahati hayatınızdan çıkartın. Bundan sonraki hayatınızı geçirmeye ya da dört sene üniversite okumaya denizaşırı bir ülkeye gidebilirsiniz, ama bu uçaklı seyahat senede bir veya daha fazla yapılıyorsa, sorunun çok önemli bir parçası oluyorsunuz demektir.

Et ve süt ürünlerini tüketmeyi azaltın. Şu anda tükettiğinizin yarısı bile çok fazla, daha da azını tüketin, ya da hiç tüketmeyin. Bu dünya hem sizi hem de yediğiniz hayvanları doyurabilecek kadar büyük değil, sorun bu kadar basit. Biz çok kalabalığız ve dünya aslında çok küçük.

Çözüm bu kadar basit. Ama çoğunuzun “saçmalık bu” dediğinizi  ya da sızlandığınızı, hatta bunların neden olmayacağına dair fikir yürüttüğünüzü biliyorum. Kusura bakmayın, ama çözümün ne olduğunu soran sizsiniz. Çözüm bu. Bunun dışındakiler sizin var olmasını umduğunuz sihirli değnekten başka bir şey değil. O nedenle ne olur cümlenize “ama şirketler, ama devletler” diye başlamayın. Siz tükettiğiniz için o şirketler üretiyorlar. Siz öyle oy verdiğiniz için devletler o şirketlerin üretmesine ve sizin tüketmenize izin veriyorlar. Siz istemezseniz hiçbir şey olmaz. Önce bunu kabul etmekle işe başlayın. Yukarıda yaptıklarımın tümünü yapıyorsanız ve bunu çevrenizdeki herkesin yapması için aktif çaba gösteriyorsanız çözümün bir parçası olursunuz. Ama sadece sizinle de olmaz çünkü hepimizin böyle düşünmesi ve davranması gerekiyor.

Son olarak da “bu dediğinizi fakir halk zaten yapamıyor ki, siz kime anlatıyorsunuz?” demeyin, çünkü ben bunları zaten yapacak parası olmayan “fakir halka” anlatmıyorum. Size anlatıyorum. Cebinde parası olmadığı için tatile Mauritus’a gidemeyecek olan vatandaş zaten sorunun kendisi olmadığını biliyor. Sorun bu tercih hakkına sahip olup da tercihini yanlış kullananlardan kaynaklanıyor. “Televizyonu düğmesinden kapatıyorum ben” deyip sonra haftasonu Bodrum’a uçan arkadaş, sorun sensin. Ama tercihlerinle çözümün bir parçası olmak da senin elinde. Bırakın lütfen küçük iyileştirmelerle kendinizi kandırmayı ve hayat tercihlerinize odaklanın. Önemli olan çocuklarımızın “annem/babam bizlere iyi bir dünya bırakmak için basit yaşadılar ve iyi ki de öyle yaptılar.” demeleri “annemin/babamın ne güzel kırmızı bir gömleği vardı.” demeleri değil.