30 Temmuz 2022 Cumartesi

Döngüsel Ekonomi ve İklim

Döngüsel ekonomi dediğimiz zaman aklımıza nedense hep sanayi üretimi geliyor. Oysa bu kavramı kabaca ikiye ayırabiliriz: Sanayi üretimi ve besin tedariği. İlk bölümü anlamak nispeten daha kolay olsa da esas ikinci bölümde yaptığımız hatalar bizim doğa ile olan ilişkimizdeki büyük sayılabilecek sorunları doğuruyor. Gene de bu iki bölümde de ciddi iyileştirmeye yönelmeden ne iklim değişikliğini giderebiliriz ne de diğer çevre problemlerine çözüm üreterek gezegenin sınırları içinde yaşamayı başarabiliriz.

Sanayi üretiminin temeline ham madde kaynakları ve enerji üretimi oturuyor. Sanayide kullandığımız ham maddelerin de çok azı doğadan sürdürülebilir olarak elde ediliyor. Hatta doğadan sürdürülebilir biçimde elde edilebileceği umulan maddeler bile aşırı kullanımdan dolayı artık tehlikeye girmiş durumda. Doğal kauçuk bir zamanlar Amazon ormanlarındaki bir ağaçtan elde ediliyordu. Ne yazık ki insanın bu üretime girişmesi salgın hastalıkları da beraberinde getirerek Güney Amerika’daki kauçuk üretimini bitirdi. Şimdilerde Güneydoğu Asya’ya taşınan doğal kauçuk üretimi de yakın zamanda zorlaşacak gibi duruyor.

Doğada kısıtlı miktarda yetişen bu maddeleri kullanarak neredeyse soyunu tüketiyor olmamıza daha pek çok örnek vermemiz mümkün. Ne yazık ki doğa üretim sistemlerini bizim varlığımıza göre planlamamış. Biz işlerin içine girdiğimizde sistemler hızla çökebiliyor.

Dolayısıyla, birkaç sınırlı örnek dışında ham madde kaynaklarımızı doğadan sürdürülebilir olarak sağlayabilmemiz mümkün değil. O zaman da bir kez daha yoğun enerji kullanılarak doğayı kazmamız ya da yıkmamız gerekiyor. Eskiden kullanılan çoğu madenler ve petrol neredeyse emeksiz olarak yüzeyde bulunabiliyordu. Şimdilerde ise yüzeyde kolayca bulunan madenler ve fosil yakıtlar neredeyse kalmadığı için her geçen gün daha fazla enerji harcayarak daha zorlu yerlere, daha uzağa ve daha derine gitmemiz gerekiyor. Bunun ötesinde bir de daha önce dokunmadığımız ormanlık alanlara da dokunmaya başlıyoruz. Özellikle Amazon ormanlarının kaybı emilen karbondioksidi azaltmanın yanında bir de ciddi biyoçeşitlilik kaybına yol açıyor.

Öte yandan pamuk ya da palmiye yağı gibi daha çok endüstriyel kullanımları olan bitkilerin tarımı da çoğunlukla yağmur ormanlarından alan açılarak ya da gıda üretiminde kullanılan araziler değerlendirilerek yapılıyor. Sanayi üretiminde kullanılan ve doğaya hiç zarar vermeden elde edilen bir ürün neredeyse yok diyebiliriz. Bunun ötesinde önemli bir sorun da temiz su kaynaklarıdır.

İklim krizinin kullanılabilir temiz su kaynaklarını tehlikeye sokacağı bilim insanlarının uzun süredir tekrarladıkları bir gerçek. Ancak su problemini düşündüğümüz zaman çoğunlukla aklımıza çatlamış topraklar ve aç çocuklar geliyor. Bu görüntünün gelecekte göreceklerimize benzer olacağı muhtemel ama başımızda bir dert daha var ve bu dert de pek yeni değil.

1960'larda pamuk üretimini artırmak için bolca sulama yapılıp gene bolca tarım ilacı kullanıldığından yeryüzünün oldukça büyük göllerinden biri olan Aral Gölü bugün neredeyse yok olmuş durumda. Pamuk benzeri tarım ürünlerinin sanayinin kullanımını aksatmayacak biçimde ve düzenli olarak yetiştirilmesi sulama suyu kullanımına bağlı. Verimi artırmak için göle verilmesi gereken suyu tarımda kullandığınız zaman ise iklim kriziyle birlikte çok daha fazla ihtiyaç duyacağınız bir su kaynağını kaybetmiş oluyorsunuz.

Benzer bir durum ülkemizde de söz konusu. Ülkemizde şeker üretmenin temel yöntemi şeker pancarı yoluyladır. Şeker pancarı da çok fazla su istediğinden ancak bol yağış alan bölgelerde yetişir. Yapılan hatalı yatırımlar ve desteklerle oldukça az yağış alan Orta Anadolu bölgesinde son on yıllarda oldukça yoğun biçimde şeker pancarı ve mısır tarımı yapılmıştır. Az su gerektiren ama fazla getirisi olmayan ürünler yerine şeker pancarı ve mısır gibi çok su gerektiren ürünlerin yetiştirilmesi için de bolca yeraltı suyu kullanılmıştır. Çoğumuzun düşündüğünün aksine, Orta Anadolu’da yer altı suyu yenilenebilir bir kaynak değildir. Yani siz yer altı suyunu pompalarla çekip kullandıktan sonra o suyun yerine tekrar dolması yüzlerce ve belki de binlerce yıl sürer. Şeker pancarı ve mısır tarımı yapmak için yer altı suyu kullanılması bölgedeki tarımın iklim değişikliğinin kurak şartlarına uyum sağlayabilmesini imkansız hale getirmiştir.

Sanayi üretiminin su kaynakları üzerinde yarattığı baskının bir yönü de elde edilen madenlerden minerallerinin kazanılması noktasındadır. Su çevremizde en bol bulunan çözücü olduğundan madenlerin saflaştırılmasında da geniş rol oynamaktadır. Madenlerle ilgili olarak çokça duyduğumuz havuz patlamaları ve yer altı suyuna sızıntılar bu konuyla alakalıdır. Metallerin elde edilip saflaştırıldığı tesislerin çoğunluğunda bol miktarda su kullanılmaktadır ve bunun ötesinde kullanılan arsenik gibi elementler de hem yüzeydeki su havuzlarını hem de yer altı sularını kirletmektedir. Bolca kullanılan bu temiz su bizim gelecekteki iklim krizi nedeniyle çok ihtiyaç duyacağımız bir kaynaktır.

Üretimde kullanılan ham maddeler gün geçtikçe daha zor erişilir, daha zor yetiştirilir ve daha zor saflaştırılır olmaktadır. Bunun bir nedeni kaynakların azalmasıysa diğer nedeni de ihtiyacın artmasıdır. Ancak durum ne olursa olsun her adımda daha fazla su ve enerji harcamak zorunda kalıyoruz. Bu nedenle satın aldığımız her üründe ciddi bir su ve enerji ayakizi olduğunu unutmamalıyız. Bunun ötesinde arsenik probleminde olduğu gibi, kullandığımız ürünlerin çevreye verdikleri zararları da aklımızda tutmakta fayda var. Ama biz şimdilik enerji ile devam edelim.

Gönül isterdi ki kullanımımızda olan enerji miktarı sonsuz olsun. Aslında belki de doğanın bize verdiği enerji miktarı sonsuz da onu kendi işimiz için kullanma kapasitemiz sınırlı. Eminim gelecekte doğanın verdiği enerji kaynaklarından daha doğru biçimde yararlanmanın bir yolunu bulacağız. Ama bugün çok kritik bir yol ayırımındayız. Bir yanda giderek artan bir enerji ihtiyacımız var, diğer yanda da bu enerjiyi üretmenin doğaya verdiği korkunç zarar. Belki bundan 100 sene sonra hidrojenden füzyon yoluyla enerji elde etmenin tehlikesiz bir yolunu bulacak olursak bugünlere bakıp bu soruna gülüyor olabiliriz ama enerji elde etmek için kömür, petrol ve doğalgaz yakarak yola devam edecek olursak 100 sene sonrayı görmek de insanlık açısından hayal olabilir. O nedenle enerji bağlamında iki şeyi aynı anda ve hızlı yapmak zorundayız: Daha az enerji kullanmak ve enerjiyi atmosfere karbondioksit yaymayan kaynaklardan elde etmek. Güneş ve rüzgardan elektrik enerjisi elde etmek gittikçe yaygınlaşsa da küresel bağlamda henüz üretim sistemlerimize yetecek seviyeye ulaşmış değiliz. Yeryüzünün ise bizim her geçen sene enerji sistemlerimizi fosil yakıtlardan arındırmamızı bekleyecek vakti kalmadı. Dolayısıyla yenilenebilir enerji kaynaklarına ne denli önem verirsek verelim, bunun paralelinde üretim sistemlerimizi daha az enerji kullanacak hale getirmek zorundayız.

Bugün ne üretirsek üretelim enerji harcıyoruz. Bu enerjinin önemli bir kısmı da havaya karbondioksit salıp iklim krizine yol açarak elde ediliyor. Yaşadığımız hayatın bir bölümünü ürettiğimiz bu nesnelere borçlu olduğumuzdan bu düzeyde bir yaşam sürdürmek istiyorsak bu nesneleri de üretmek zorundayız. Elbette taş devrine dönmemiz de mümkün ama çoğunluğu öyle bir yaşama ikna etmek oldukça zor olacaktır. Bunun yanında döngüsel ekonominin ana prensipleri bizim bu yaşam seviyesinde kalarak daha az tüketmemiz ve doğaya daha az zarar vermemiz yolunda önemli bilgiler sağlıyor.

Sanayi üretimine baktığımızda döngüsel ekonominin söyledikleri aslında bundan 50 sene önce herkesin yaşadığı hayattan pek de farklı değil. Bir ceket aldıysanız bu ceketi giyilmez hale gelene kadar kullanın. Arada sökülecek ya da yırtılacak olursa tamir edin ya da ettirin. Siz kilo verdiniz ya da boyunuz uzadıysa ailenin bir diğer ferdine ya da yakınlardaki bir ihtiyaç sahibine verin ya da bir terzide uzatın, kısaltın, daraltın. Çoraplarınız verilmeyecek kadar kötü durumda mı? Eskiden bu çoraplardan kilim yapardık. Kullanılamayacak hale gelen ürünleri bu şekilde başka amaçlarla değerlendirin. Eskiden balkonlardaki saksılar hep yoğurt kaselerinden olurdu, şimdi neden olmasın? Bunların tümü mümkün değil mi? O zaman mutlaka ama mutlaka geri dönüşüme gönderin. Çöpe atılan nesnelerin tümü artık kesinlikle geri dönüştürülemez nesneler olmalı, onun dışındakiler başka bir üretimin ham maddesidir. Ham madde ne olursa olsun kıymetlidir, plastik de kıymetlidir, pamuk da kıymetlidir, kağıt da kıymetlidir. Unutmayın, o nesneleri baştan yapmak için ham madde, su ve enerji kullanılıyor. Ham maddemiz ve suyumuz azalıyor, enerjiyi fazla kullanmak ise yeryüzünü gelecek nesiller için yaşanmaz hale getiriyor.

28 Temmuz 2022 Perşembe

Avrupa birden niye ısındı?

Bu yaz başından beri Avrupa’nın güneyi ve özellikle de Portekiz ve İspanya oldukça sıcak günler geçiriyor. Bu sıcak hava dalgaları da azalıp sakinleşecekmiş gibi durmuyor pek. Nedir peki bu sıcak hava dalgalarının sebebi?

En basitinden başlayalım isterseniz: Yaz mevsimindeyiz. Portekiz, İspanya, Fransa’nın güneyi ve İtalya hep Akdeniz ikliminin görüldüğü yerler. Akdeniz iklimini lisede öğrenmiştik; yazları sıcak ve kurak, kışları serin ve yağışlı. O bölgelerin zaten sıcak olmasını bekliyoruz, dolayısıyla özel bir problem yok. Bazı seneler diğer senelerden daha sıcaktır, bu da o daha sıcak olan senelerden bir tanesi sadece.

Sıcak olmasını anladık da İngiltere, Fransa, Almanya, Portekiz ve İspanya’da birçok sıcaklık rekoru kırıldı, bu senenin özelliği ne peki? Biz kömür, petrol ve doğal gaz yaktıkça atmosfere karbondioksit gazı salıyoruz. Karbondioksit de atmosferin daha fazla ısınmasına yol açıyor. Atmosfer ısındıkça biz de her sene biraz daha fazla sıcaklık rekorları görüyoruz. Artık bu sıcaklık rekorlarına alışmamız lazım.

Tamam da Türkiye ve Yunanistan’da aşırı sıcaklar yokken İngiltere, İspanya ve Portekiz yanıyor. Her taraf neden sıcaklık rekorları kırmıyor? Yeryüzü son senelerde biraz beklenmedik bir durum yaşıyor. Pasifik Okyanusu'nun güney yarısındaki suların yüzey sıcaklığı ile ilgili bir durum bu. Şili ve Peru açıklarındaki yüzey sularının normalden sıcak olduğu duruma El Nino, normalden soğuk olduğu duruma da La Nina adı verilir. Pasifik Okyanusu yeryüzünün en büyük su kütlesidir. Sıcaklığının birkaç derece değişmesi tüm gezegenin iklimine büyük bir etki eder. El Nino görülen senelerde dünyanın ortalama sıcaklığı beklenenden yüksek, La Nina görülen senelerde de beklenenden düşüktür.

Yani şu anda El Nino yaşıyoruz? Hayır, aslında garip olan da bu. Son 3 senedir bitmeyen bir La Nina yaşıyoruz. La Nina yaşandığı için de yeryüzünün ortalama sıcaklığı beklenenden biraz daha düşük. En son kuvvetli El Nino yaşanan sene 2016 idi ve 2016 tarihte yaşadığımız en sıcak sene oldu. 2020, 2021 ve 2022 La Nina ve hatta kuvvetli La Nina yaşanan senelerdi ve dolayısıyla en sıcak sene olmadılar.

Pasifik’teki durum El Nino’ya döndüğünde çok daha yüksek sıcaklıklar mı göreceğiz? Ne yazık ki öyle. Kuvvetli El Nino görülen her sene artık en sıcak sene olmaya adaydır. Atmosfere saldığımız karbondioksit zaten atmosferi ısıtıyor. Bunun üzerine bir de doğal bir değişkenlik olan El Nino bindiğinde sıcaklık rekorları kaçınılmaz oluyor.



Gene de bu İngiltere, İspanya ve Portekiz’de neden sıcaklık rekorları kırıldığını açıklamıyor. Madem en sıcak senede değiliz, neden o zaman bazı bölgelerde sıcaklık rekorları kırılıyor? Yaşadığımız olaya tam da bu nedenle küresel ısınma yerine iklim değişikliği demeye çalışıyoruz. Hatta sorun artık kriz boyutuna ulaştığından iklim krizi en uygun terim oluyor. Küresel ısınma her yerin aynı anda ısındığı gibi bir çağrışım yaratıyor. Oysa ortalama sıcaklık artsa da her zaman her yer aynı ölçüde ısınmıyor. Mesela La Nina dönemlerinde Pasifik Okyanusu’nun Amerika tarafı daha serinken Avustralya tarafı da daha sıcak ve yağışlı oluyor. Bu nedenle son birkaç senede Avustralya’nın doğu kıyısından orman yangınlarındansa sel haberleri almaya başladık. Benzer şekilde La Nina Avrupa’nın güneybatı bölgelerinin daha sıcak ve kurak olmasına, buna karşılık da yurdumuzun dönemsel olarak nispeten daha çok yağış almasına yol açıyor. Bundan dolayı İspanya ve Portekiz hem çok sıcak hem de kurak bir dönem yaşıyor ve bu yazı da böyle geçirecekler gibi. Biraz bilimsel olarak anlatacak olursak Atlantik Okyanusu'nun ortasındaki bir yüksek basınç sistemi İspanya ve Portekiz’e yağış gelmesini engelliyor ve havanın sıcak olmasını sağlıyor. Bu yüksek basınç sistemi biraz kuzeye doğru yayıldığında ise İngiltere aynı durumla karşı karşıya kaldı ne yazık ki.

Sonuçta, Türkiye’yi etkileyen bir durum yok mu? Bizi etkileyen durum İspanya ve Portekiz ile kıyaslandığında daha genel aslında. Biz okyanuslardan oldukça içeride kaldığımızdan bu olayların bize olan etkisi daha dolaylı yoldan hissediliyor. Bu sene ülkemiz ortalamalara daha yakın bir yaz geçiriyor ve geçirmeye de muhtemelen devam edecek. Ancak gene de geçmiş yıllar ortalamalarının üzerinde sıcaklık ve altında yağış göreceğiz önümüzdeki üç ay içerisinde. Yalnız bu sıcaklıklar İspanya ve Portekiz’de görüldüğü gibi rekor kıracak seviyede olmayacak çoğu yerde.


23 Temmuz 2022 Cumartesi

Ormanlara gözümüz gibi bakmalıyız

Son haftalarda Avrupa’nın özellikle batısında ve güneyinde görülen sıcak hava dalgaları ve buna bağlı olarak yaşanan orman yangınları iklim krizine karşı savaşta ormanlarımızın kıymetini bir kez daha gözler önüne serdi. Ormanlar bizi serinletmenin ve bize huzur vermenin ötesinde atmosferden emdikleri karbondioksit ile insanlığın yarattığı kötü etkileri azaltmakta önemli bir rol oynarlar.

Yetişmiş bir ağaç atmosferden senede yaklaşık 20-25 kilogram karbondioksit (CO2) emerek bunu kendi yapısına katar. Bu ağacı yakmadığımız ya da çürümeye bırakmadığımız sürece bu karbondioksit artık atmosferden çekilmiş ve iklim krizine katkı yapmıyor sayılabilir. Avrupa Birliği (AB) sınırları içindeki orman alanının 1,8 milyon km2’den fazla olduğu biliniyor. Bu orman alanının bugün için atmosferden senede 360 milyon ton CO2 emdiği düşünülüyor. Benzer bir hesapla ülkemizdeki yaklaşık 230 bin km2 orman alanının da 80 milyon ton CO2 emdiği kabul ediliyor.

Paris Anlaşması bağlamında verilen taahhütler çerçevesinde AB ülkeleri 2050, Türkiye ise 2053 yılında net sıfır karbon salan ülkeler olmayı hedefliyor. Bunun anlamı şu: AB içinde yapılan tüm sera gazı salımının 2050 yılında 360 milyon ton CO2 eşdeğerine, ülkemizden yapılan toplam sera gazı salımının da 80 milyon ton CO2 eşdeğerine düşmesi gerekiyor. CO2 eşdeğeri kavramını metan ve nitröz oksit gibi diğer sera gazlarının sera etkisini de CO2 bazında hesaba katmak için kullanıyoruz.

Burada karşımıza ormanlarla ilgili önemli bir sorun çıkıyor. Öncelikle geçen sene orman yangınlarında 1700 km2 orman alanını kaybettik. Bu kayıp ilk bakışta yüzde birden az gibi görünse de her sene orman yangınlarına aynı oranda orman alanımızı kaybedecek olursak 2053 yılındaki hedefimizi tutturmamız oldukça zorlaşır. Bunun ötesinde hava ısındıkça ormanların da CO2 emebilme yetenekleri azalır, yani sıcak havada ormanlar da strese girip normal işlevlerine ara verirler. Buna bir katman daha eklersek, ormandaki ağaçlar da yaşlanır ve sürekli olarak yenilenmeleri gerekir. Ormanların görevlerini düzgün biçimde yerine getirebilmeleri için bizim desteklememiz gerekir.

Tüm bu unsurları AB için ele alan bir çalışma geçen ay Biogeosciences dergisinde yayımlandı. AB hedeflerinin tutulabilmesi için orman alanlarının CO2 emebilme kapasitesinin senede 360 milyon tondan 2050 yılında 450 milyon tona çıkması gerekiyor. Oysa bugünkü ormancılık faaliyetleri devam edecek olursa (Business as Usual - BaU) 2050 yılında ormanların kapasitesinin 250 milyon tona, 2100 yılında da 80 milyon tona düşmesi bekleniyor. 

İklim değişikliği hesaba katılacak olursa elimizdeki resim oldukça değişiyor. En iyimser senaryo olan RCP2.6’ya göre orman kapasitesi 2050 yılında 100 milyon ton ile 400 milyon ton arasında değişebilir. Burada alt sınır kötü ormancılık faaliyetlerine, üst sınır da en ideal çabaya denk geliyor. Nispeten daha orta yolu gösteren RCP6.0 senaryosuna göre ise bu sayılar 100 milyon ton ile 300 milyon ton arasında değişiyor.

Ormanların geleceği açısından bakıldığında iklim krizi son derece önem taşıyor. Geleceği öngörmemize yardımcı olmak için hazırlanan RCP senaryo setleri bizim iklim krizini son derece ciddiye alıp hayatımızı ona göre düzenlememizle (RCP2.6), aynen böyle devam etmemiz (RCP8.5) arasındaki gelecekleri kapsıyor. Şu anda insanlığın gidişi ne RCP2.6 kadar iyimser ne de RCP8.5 kadar kötümser. Yalnız böyle deyince aklınıza “o zaman RCP5.5 gibi bir yolda gidiyoruz, bu durumda RCP6.0 makul bir beklenti” düşüncesi gelmesin. Şu anda RCP8.5 ile RCP6.0 arasında bir gelecek bizleri bekliyor. Glasgow’da verilen tüm sözler tutulacak olsa yolumuz biraz daha RCP6.0’a benzer, tutulmayacak olursa da RCP7.0 gibi bir yöne dönecek. Bu geleceklerin ikisi de aslında kötü sonuçlar içeriyor.

RCP6.0 gibi bir gelecekte, elimizden gelenin en iyisini yapsak bile şu anda yutak kapasitesi 360 milyon ton olan ormanlar 2050 yılında 300 milyon ton CO2 emme kapasitesine gerilemiş olacak. Bu da en iyi ormancılık becerisi ve orman yangınlarını hayatımızdan uzak tutmamız şartıyla. Oysa yeryüzü şu andaki gibi ısınmaya devam edecek olursa Avrupa’nın güneyi sayılan Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan neredeyse tüm ormanlık alanını yangınlara kaybetmeye başlayacak. Geçtiğimiz senelerde İsveç gibi kuzey ülkelerinde gördüğümüz orman yangınları da gelecekte kuzey ülkelerinin de bu probleme karşı bağışıklıklarının olmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Ülkemizdeki ormanların da bu bağlamda ne derece kıymetli olduğunu bir kez daha anlatmamıza gerek yok sanırım. Burada sadece iklim taahhütleri açısından ormanların yutak kapasitelerinden bahsediyor olsak da ormanlar biyoçeşitliliğin başta gelen yuvasını oluşturuyor. Ormanları kaybetmek sadece bir yutak alanını kaybetmenin çok ötesinde bir zarara neden olacağından ormanlarımıza gözümüz gibi bakmak zorundayız. 


22 Temmuz 2022 Cuma

Uçuruma Doğru Gidiyoruz

İTÜ’deki iklim bilimci dostumuz Barış Önol Twitter hesabından çoğumuzun hislerini paylaştı: “Senelerdir modellerde gördüklerimizin gerçek olması çok üzücü.” İklim biliminin çeşitli konularında çalışan bireyler açısından bakıldığında çevremizde yaşanan çoğu problemin geleceği epeydir belliydi ve ne yazık ki 1980'lerden bu yana sesimizi yeterince duyuramadık. Şimdi hesaplarda gördüğümüz, fizik kurallarının öngördüğü ama içten içe olmamasını umduğumuz tüm değişiklikler bir bir gerçekleşiyor. “Bilimin sesi dinleniyor mu peki?” derseniz cevap hala pek de olumlu değil.

Aslına bakarsanız bilimsel açıdan konu oldukça basit: Kömür, petrol ve doğal gaz yakıldığında atmosfere karbondioksit gazı salınır. 18. yüzyılda ilk buhar makinesinin patenti alındığından bu yana atmosferdeki karbondioksit miktarı 1,5 katına çıkmıştır. Bu artış çok küçük olsa, yaratacağı etki de küçük olurdu. Ancak son 250 yılda saldığımız ve salmaya da devam ettiğimiz karbondioksit gazı Dünya’nın atmosferini ciddi biçimde ısıtmıştır. Ne kadar karbondioksiit salımının yaklaşık ne kadar ısınmaya yol açacağı da çok zor olmayan bir hesaptır ve ilk olarak 1896 yılında Svante Arrhenius tarafından ortaya konulmuştur.

Bilimsel açıdan karşımızdaki ilk önemli gerçek bu: Biz kömür, petrol ve doğal gaz yakıp atmosfere karbondioksit saldığımız sürece atmosfer de ısınmaya devam edecek. Isınmayı durdurmanın tek yolu atmosfere karbondioksit salmayı bırakmaktır. İkinci önemli nokta da karbondioksidin yapısından kaynaklanıyor. Atmosfere saldığımız karbondioksit ortalama 100 sene atmosferde kalmaya devam ediyor. Yani biz bugün salımları durdursak, atmosferdeki karbondioksit miktarının azalmaya başlaması 100 sene sürecek. Bu şu anlama geliyor: Bugün dursak bile şu anda yaşadığımız doğa olayları, ısınma ve seller bir anda eski haline dönmeyecek. Bugün kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakacak olursak işler ancak torunlarımızın zamanında iyiye gitmeye başlayacak. Yapabileceğimizin en iyisi durumun çok daha kötü olmamasını sağlamaktır.

“Böyle devam edersek ülkemizi neler bekliyor?” derseniz, bu yüzyılın sonunda bölgemizdeki iklim kuşaklarının 6 derece kuzeye kayabileceğini söyleyebiliriz. Bu şu anlama geliyor: 36 derece enlemi çevresinde bulunan Antalya-Adana-Urfa çizgisinin iklimi 42 derece enlemi çevresinde olan İstanbul-Samsun-Rize çizgisine kayacak. Antalya-Adana-Urfa çizgisinin iklimi de bugün 30 derece enlemi çevresinde olan Kahire-Basra gibi olacak.

Böyle anlatıldığı zaman anlaşılması nispeten kolay oluyor ama biraz daha vurgularsak: Kahire ve Basra'da orman alanları bulunmuyor. Benzer şekilde de gerek ülkemiz gerekse de benzer enlemlerde bulunan Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan da bu yüzyılın sonuna kadar neredeyse tüm ormanlık alanlarını kuraklık ve orman yangınlarla kaybedecek. Şu anda her yaz yaşamaya başladığımız sıcak hava dalgaları, kuraklık ve orman yangınları özel ve geçici bir durum değil, gelecek bundan da kötü olacak. Madem kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmıyoruz, o zaman gelecekteki bu felaketlere de hazırlanmamız gerekiyor.

“Ama devletler sera gazı salımlarının azaltılması konusunda çalışmalarını sürdürüyorlar” demeyin sakın. Devletler bu konuyu konuşmaya ilk olarak 1992 yılında başladılar. Aradan geçen 30 sene boyunca sadece konuşuldu ve ciddi bir adım atılmadı, yakın zamanda da atılmayacak. Paris Anlaşması küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlanmasını öngörüyor. Ülkelerin bunu başarmak için verdikleri taahhütlere bakacak olursak, hepsi verdikleri sözü tutsa bile yeryüzünün ortalamada 2,5 derece ısınacağını görüyoruz. Dedim ya, aslında bu basit bir hesap. Siz bilim insanlarına daha ne kadar otomobil kullanmak, evinizi doğal gaz ile ısıtmak, elektriğinizi kömürden elde etmek istediğinizi söyleyin, onlar size kolaylıkla tüm bunların yeryüzünü kaç derece daha ısıtacağını söyleyebiliyorlar. Hesapları görünce üzülüyoruz, ama elimizden bir şey gelmiyor. Tek yapabildiğimiz, olabildiğince yüksek sesle “uçuruma doğru gidiyoruz” diye bağırmak oluyor ama o da günlük hayatın koşuşturmacası arasında kaybolup gidiyor.

17 Temmuz 2022 Pazar

İklim ve Döngüsel Ekonomi

İnsanların doğanın canlı kaynakları ve diğer cansız nesneler arasında yarattığı üretim sistemi maalesef son derece karışık bir yapı oluşturuyor. Bu kadar karışık bir yapı içerisinde de oluşan hataları ayıklamak ve sebeplere parmak basarak iyileştirmeler yapabilmek neredeyse imkansız hale gelmiş durumda.

1543 yılı bilimsel açıdan bakıldığında insanlık tarihi açısından çok önemli bir değişim noktasını işaret ediyor. Hem tıpta hem doğa bilimlerinde çığır açan iki temel eserin yayımlandığı bu seneyi bir kırılma noktası olarak alacak olursak insanlığın oldukça az gelişmiş bir seviyede olduğunu kolayca görebiliriz. Ancak bu az gelişmişlik içerisinde gene de pek de fena olmayan olgu, ülkelerin içinde ve ülkeler arasında insani gelişmişlik açısından bugün olduğu kadar büyük bir farklılık bulunmamasıdır. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin açtığı yolda ilerleyen insanlık geçen beş yüzyıl içerisinde önemli gelişmelere imza attı. Bu gelişmeler sırasında ise iki başlıca sorunun da ortaya çıkmasına neden oldu. Bu sorunların ilki gezegenimizin kaynaklarının yerine konulamayacak bir hızda tüketilmesidir. 1543 yılı daha gezegenin her tarafına yayılmadığımız, gitmediğimiz ve görmediğimiz yerlerde daha nice kaynakların olabileceğine inandığımız bir zamandı. Ayrıca bulunduğumuz yerlerde bile kaynaklarımızı tüm sınırlarına kadar kullanmayı gerektirecek bir nüfusumuz yoktu. Çoğu bölgede ekilecek arazi, kesilecek ağaç ve kullanılacak maden bolca bulunuyordu. İnsanlığın çevre ve doğa üzerindeki etkisi yok sayılmazdıama gene de bir göktaşı düşüp hepimizi yeryüzünden silecek olsa birkaç milyon yıla yaşamış olduğumuza dair kanıt bulmak için epeyce araştırma yapmak gerekirdi.

Bilim ve teknolojideki gelişmeler iki önemli sonuca yol açtı. Öncelikle her geçen gün daha fazla sayıda insanı besleyebilme yetisine sahip olduk. Bu da yeryüzünün neredeyse her bölgesindeki insan nüfusunun artması sonucunu doğurdu. İkinci önemli sonuç da tıptaki gelişmelerle insanların yaşam süresi uzadı. Yani hem daha fazla sayıda insan doğup hem de bu insanlar daha uzun süre yaşamaya başladılar. Fakat bu gelişmeler arasında ana düşüncemizde önemli bir değişiklik olmadı. Yeryüzü çok büyük ve genişti, kaynakları da neredeyse sonsuzdu. Kurduğumuz sistem bu temel prensip etrafında gelişti. Üretim ve tüketim sistemlerimizin kurgusundaki bir çarpıklık ilkel şehir devletlerinden geliyordu. En baştaki yönetici, en alttaki bireyden elbette daha fazla imkanlara sahip olacaktı. Ancak bu iki birey arasındaki fiziksel uzaklık çok da fazla olmadığından aradaki farkın da aşırı olması beklenmiyordu. Aynı sistemi alıp yeryüzüne yaydığımız zaman yaşam kalitesi açısından ülke içinde ve ülkeler arasında inanılmaz büyük farklar oluştu. Bu farkın sürdürülebilmesi de üretim sistemlerini çalıştıran yapının çok da değişmeden kalmasına bağlıydı, hala da bağlı. İçinde yaşamakta olduğumuz durumun da başta gelen sebebi binlerce yıl içerisinde ürettiğimiz bu sistemdir ve ne yazık ki bu sistemin tamamını elden geçirmeden bir parçasını düzeltebilmek mümkün değil.

17. yüzyıldaki Meander Minimumu ya da Mini Buzul Çağı dediğimiz dönemde İngiltere’de ısınma ihtiyacını karşılamak için kömür çıkartmak gerekiyordu. Ancak İngiltere’de açılan kömür madenlerinin önemli bir kısmı deniz seviyesinin altına indiğinden madene sürekli su sızıyordu. Sızan bu suyu boşaltmak için kullanılan pompalar da çok fazla güç gerektirdiğinden ilk teknolojik ilerleme bu pompaları buhar gücü ile çalıştırmak alanında yapıldı. Daha rahat bir maden ortamı daha fazla kömür çıkartılabilmesine yardımcı oldu. 18. yüzyılın başlarında havalar da ısınmaya başladığından “çıkartılan bu kömür başka işlere de yarayabilir mi?” düşüncesiyle buhar makinesi icat edildi. Hikayenin sonrasını hepimiz biliyoruz. Buhar makinesi endüstrinin, endüstri modern teknolojinin, modern teknoloji ve özellikle sağlık bilimlerindeki gelişme nüfus artışının gelişini kolaylaştırdı. İnsanlık ne yaptığını çok fazla fark etmeden 20. yüzyılın ortasına vardı.

20. yüzyılın ortasında da aslında pek bir şey fark etmiş değildik. Evet, Silent Spring (Sessiz Bahar) artık yeryüzüne ciddi zarar verebilecek kadar gelişmiş olduğumuzu, Küba Füze Krizi eğer istersek yaşamı yeryüzünden silebileceğimizi gösterdi ama günlük yaşamımızın yeryüzünü nasıl etkilediği konusunda fazla kafa yormadık.

1960'larda aslında durup düşünmüş olsaydık kritik bir eşikte durduğumuzu görebilirdik. Tam o aralıkta insanlık bir sürdürülebilirlik noktasındaydı. Tüm insanlığın tükettiği kaynaklar ile yeryüzünün bize sunduğu kaynaklar bir dengedeydi. Ama maalesef o tren kaçtı ve bugün artık her sene doğanın bize sunduğu kaynakların 1,7 katını tüketiyoruz. Artan nüfusumuzla da bu tüketimimiz gittikçe artıyor çünkü düşünce yapımızda ciddi bir değişim yok, biz hala kaynaklara on bin yıl önce ilk yerleşkelerdeki insanlar gibi yaklaşıyoruz.

1700'lerin başında havalar ısınmaya başladığı zaman, “eh, artık bu kadar çok kömür çıkartıp yakmamıza gerek yok” demeden kömür yakabilmek için yeni sebepler bulduk kendimize, hala da aynı yolda devam ediyoruz. Zaman içerisinde kömürün ötesinde petrol ve doğal gazın da çok işimize yarayacağını fark ettik. Yüz yılı aşkın bir süredir “otomobil” adını verdiğimiz bir taşıma aracını baş tacı ettik ve neredeyse hayatlarımızı bu aracın etrafında kurguladık. Yalnız bu araçların ve üretim sistemlerinin tamamı atmosfere karbondioksit gazı salıyor ve bu gaz da atmosferin ısınmasına yol açıyor. Bugün içinde yaşadığımız sorunun çözümü oldukça basit, neredeyse hemen, öncelikle atmosfere karbondioksit salan tüm eylemlere son vermek zorundayız. Bunu da tek başına yapmak oldukça zor çünkü yüzyıllar içerisinde oluşturduğumuz üretim ve tüketim sistemleri elimizi ve kolumuzu bağlıyor. Bundan dolayı da esasında üretim, tüketim ve daha da önemlisi düşünce sistemlerimizi değiştirmeliyiz.

Basit bir örnek verelim: Hayatlarımızı etrafında kurduğumuz otomobil aslında son derece kötü bir tasarım. Enerjinin nispeten bol ve kolayca üretildiğinin sanıldığı bir dönemde tasarlanan otomobil aslında bizim sağladığımız enerjinin sadece %1,5’i ile bizi bir noktadan bir noktaya taşıyor, gerisi tamamen boşa gidiyor. “Ama daha iyi tasarımla…” diye başlayan cümleler kurmaya çalışmayın, %1,5 en iyi tasarımla ve doğa kanunlarının izin verdiği en ileri teknoloji ile ortaya çıkan rakam, gerçek bundan çok daha kötü. Peki bu taşıt iklime zarar vermesin dediğimizde ne çözüm üretiyoruz? Elektrikli otomobil. Elektrikli otomobil daha mı az enerjiyle çalışıyor? Evet. Çok daha verimli. Bizim verdiğimiz enerjinin %4,5’i bizi taşımaya kullanılıyor, gerisi boşa gidiyor. Peki, elektrik nereden üretiliyor? Ülkemizde elektrik üretiminin yaklaşık yarısı karbondioksit salarak yapılıyor. Yani aslında kazancımız %1,5’ten %2,25’e olan minik bir oran. Bizim artık çok daha değişik düşünmemiz gerekiyor. Bu düşünce de sadece “arabanın motorunu benzinliden elektrikliye çevirelim” farkının ötesinde başımıza iklim krizi belasını açan tüm sistemleri hayatımızdan çıkartmak üzerine kurulu olmak zorunda.

Otomobil aslında basit bir örnek. Çoğumuz günlük hayatımızda fazla da düşünmeden bu tür araçları ve nesneleri kullanıyoruz. İçinde yaşadığımız ekonomik sistem bizi bunun tek doğru olduğuna ve başka bir çözüm yolu olamayacağına ikna etmek üzerine kurulmuş durumda. Bu noktada artık düşünmeye başlamamız gerekiyor. Bu sistem ve bu nüfus artışı ile insanlık bu yolun sonuna gelmiş durumda. Buna inanmayabilirsiniz ama özellikle iklim krizinin karşımıza getirdiği sorunlar oldukça kısa bir sürede inanmanızı sağlayacak.

Bugün karşımıza çıkan her türlü büyük sorunu hala sistemin içindeki parametrelerle açıklamaya çalışıyoruz. Gıda fiyatlarındaki artış mutlaka gıda üreticisi iki devletin savaşmasından kaynaklanır, küresel çip krizi mutlaka pandemi nedeniyle fabrikaların duraklaması nedeniyledir, petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar üretim/tüketim arasındaki dengesizlikten oluşur. Artık tüm bu geçici mazeretleri bırakarak gerçek soruna bakmamız gerekiyor. Gerçek sorun da bir yanda nüfusumuz artarken diğer yanda üretim ve tüketim sistemlerimizdeki yanlışlıklardan dolayı içinden çıkılamayacak bir darboğaza girmiş olmamızdır.

Bir adım geri çekilip iklim krizine baktığımızda en önemli sorunun enerji üretiminden kaynaklandığını görebiliriz. Nedense hepimiz enerji üretimini değişmez bir gerçeklik olarak kabul ediyoruz. Ama daha fazla enerji, daha fazla üretim yapmak için kullanılıyor. Peki neden daha fazla üretim yapmak yerine daha doğru üretim yapmayı düşünmüyoruz? Daha az ama daha doğru üretim yapacak olursak hem kaynakları daha etkin kullanmış oluruz hem de iklim krizine dur demiş oluruz.

“Ama işsizlik artmaz mı?” diyeceksiniz. En altta çalışan işçinin bir yıllık kazancı en üst yöneticinin birkaç saatlik kazancına eşit olan bir sistemde yaşıyoruz. Bu şirketin sahiplerinin ne kadar kazandığından bahsetmiyorum bile. İstesek ve inansak hepimiz haftada birkaç gün çalışıp mutlu bir hayat sürebiliriz ama ne yazık ki sistem bizi bunun olmayacağına inandırmış durumda. Arada pandemi gibi sistemi kökten sarsan olaylar olduğunda insanların bir kısmının üretebilmek için saatlerce trafikte araba kullanıp işe gitmesinin gerekli olmadığı çıktı ortaya. Şimdi insanlar Türkiye’de yaşayıp yurtdışında çalışmanın da yollarını anlamaya başladılar. İçinde yaşadığımız sistem değişmez değil. Sadece senelerdir bu sistemin değişmeyeceğine inandırıldığımız için değişimin mümkün olmadığına inanıyoruz.

Büyük şehirlerde içme suyunu satın alıyoruz. Bu su plastik ya da cam şişelerde bize satılıyor. Döngüsellik adına su içtiğimiz bu şişeleri geri dönüştürmeye çalışıyoruz. Oysa sorunun çözümü çok daha basit. Biz ilkokuldayken suyu musluktan içerdik. Ne plastik şişeye ne de suluklara ihtiyaç var aslında. Tüm o üretimi yaparken kullandığımız enerji ve yaydığımız karbondioksit de gerekli değil. İklime ve doğaya karşı yaptığımız tüm yanlışlarda hep en son adıma dikkat ederek o adımı düzeltmeye çalışıyoruz oysa döngüsellik tüm sistemi baştan düşünmemizi gerektiriyor. Sorun cam ya da plastik şişede değil, bizi o şişelerden su içmeye mecbur eden üretim ve tüketim modelinde. O modelin yanlış olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini kabul etmeden döngüsel bir sisteme geçebilmemiz de mümkün değil. Dolayısıyla burada yazılanları sadece bugünün ekonomisi bağlamında değil de istesek neler yapabiliriz şeklinde düşünürseniz birlikte çözümün bir parçası olabiliriz.