31 Mart 2021 Çarşamba

İklim Krizinde Tarım ve Gıda Güvenliği

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin son raporuna göre tarım, hayvancılık ve ormancılıkla ilgili sera gazı salımları tüm salımların dörtte birini oluşturuyor. Bu bağlamda bakıldığında hem gıda hem de iklim güvenliğini sağlamak amacıyla küresel tarıma acilen yeni yaklaşımlar geliştirilmesini sağlamak zorundayız. 

Artan nüfus ve tüketim, tarıma ve doğal kaynaklara benzeri görülmemiş talepler getiriyor. Bugün, yaklaşık bir milyar insan kronik olarak yetersiz beslenirken; tarım sistemlerimiz aynı zamanda küresel ölçekte toprak, su, biyolojik çeşitlilik ve iklimi bozuyor. 2011 yılında Nature dergisinde yayımlanan bir rapora göre dünyanın gelecekteki gıda güvenliği ve sürdürülebilirlik ihtiyaçlarını karşılamak için, gıda üretiminin önemli ölçüde büyümesi ve aynı zamanda tarımın çevresel ayak izinin önemli ölçüde küçülmesi gerekiyor. Bu raporda, gıda üretimini artırırken tarımın çevresel ayak izinin  nasıl azaltılacağına dair çözümler analiz edilmiştir. Tarımsal genişlemeyi durdurup, düşük performans gösteren topraklardaki “verim açıklarını” kapatıp mahsul verimliliğini artırmanın yanı sıra diyetleri değiştirerek ve atıkları azaltarak muazzam bir ilerleme kaydedilebileceği gösteriliyor. Bu stratejiler birlikte uygulanacak olursa, tarımın çevresel etkileri büyük ölçüde azaltılırken gıda üretimi de ikiye katlanabilir.

Bu temel öneriler, sonraki raporlarda da tekrarlanan bir paradigma halini almaya başladı. O nedenle bu yeni paradigmanın gelecekte gıda güvenliği ve çevresel sürdürülebilirliğin sağlanmasına yardımcı olabilecek yaklaşımları barındırdığını kabul edebiliriz. Ayrıca, küresel tarımsal gıda sisteminin Paris iklim değişikliği hedeflerine ulaşma çabalarını baltalamamasını istiyorsak, bu tür reformlara hepimizin bağlılık göstermesi gereklidir. Ne yazık ki, zaman içerisinde bu reform planının temel unsurlarında ilerlemeler sınırlı olmuştur. Küresel beslenmede yaşamakta olduğumuz değişiklikler şu anda Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşmak için gerekli olanların tam tersi yöndedir. Bu yüzyıl içerisinde de küresel tarım alanlarının genişlemeye devam etmesi bekleniyor. Tarımsal verim açıklarının kapatılması, özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde, düşük verimli tarım arazilerinde kalıcı bir sorun olmaya devam ediyor. Bu üretim sisteminde tarımsal kaynak verimliliğini artırmak ile gıda kaybını ve israfı azaltmak başlıca zorluklardır. Dahası, hektar başına ortalama mahsul verimindeki mevcut artış oranları, 2050 yılına kadar nüfus artışı ve ekonomik gelişmeye paralel büyüyen talep tahminen %60'lık artışı karşılamak için yetersizdir. İklim krizinin yarattığı ve yaratacağı problemleri hesaba katacak olursak bu durum daha da kötüleşecektir. Bundan dolayı tarımsal gıda üretim sisteminde gerekli artış düzeyini sağlayabilmek için ek önlemlere ihtiyaç vardır.

Tarımsal üretimi sürdürülebilir kılmak ve verimi artırmak için gerekli olabilecek önlemleri uzun uzadıya anlatmak oldukça uzun zaman alabilir, ancak kısaca bu önlemlerin neler olabileceğine değinmekte fayda var:

Topraktaki karbon oranını artırmak zorundayız: Arazi yönetimi ve agronomi halihazırda toprak bozulmasını azaltmaya ve tersine çevirmeye yardımcı olmaktadır. Geçici drenaj alanları boyunca konturlar oluşturma, azaltılmış toprak sürme, örtü bitkileri ve ürünler arasındaki tampon şeritler gibi önlemler toprak karbonunu artırmaktadır. Özellikle toprağı sürmenin azaltılması toprağın karbon tutma kapasitesini artırmanın yanında ülkemizdeki erozyonun da önlenmesinde önemli rol oynayacaktır.

Karbon tutumu için gelişmiş kaya ayrışması: Gelişmiş kaya ayrışması hızlı ayrışabilen bir kaya türü olan bazaltın tozlarının toprağa saçılmasından ibarettir. Bu işlem, bitki üretimi için gerekli olan inorganik besinleri serbest bırakarak mahsul üretimi ve toprak sağlığı için ortak faydalar sağlarken, doğal CO2 tutma süreçlerini hızlandırır.

Su kullanım veriminin artırılması: Hem bitkilerin ihtiyaç duyduğu suyun buharlaşma ve kayıplara izin vermeyecek şekilde sağlanması hem de yeterli suyun olmadığı bölgelerde de fazla suya ihtiyaç duymayan bitki desenine dönülmesi verimi artıracaktır.

Azotlu suni gübre ihtiyacının azaltılması: Onarıcı tarım yöntemleri ve bilinçli gübre kullanımının yaygınlaştırılması ile daha az suni gübre kullanımına yönelmek ve bu şekilde de toprağın kalitesinin korunması mümkündür.

Tarımsal alanların azaltılması: Tükettiğimiz besin türlerini hayvansal besinlerden bitkisel besinlere çevirerek tarımsal alanları azaltmak da mümkündür. Ancak bunun ötesinde tarımsal ürünlerin üretimden masaya gelene kadar kayıp yaşamaması da tarımsal üretim için gerekli alanların azalmasında önemli rol oynayacaktır.

Tarım arazilerinin doğru kullanılması: Bütüncül bir ekolojik bakış açısı ile tarımsal arazilerden sebze, tahıl ve meyve üretirken aynı bölgede hayvancılığın da gelişmesi mümkündür. Yalnız bu permakültür benzeri yaklaşım tüm araziye bir bütün olarak yaklaşmakla mümkündür. Bu üretim biçiminin örnekleri ülkemizde de hızla artmaktadır.


Akıllı tarım uygulamaları denince akla hemen modern aletler gelmek zorunda değil. Akıllıca davrandığımız müddetçe üreteceğimiz ürünler de hem doğaya saygılı hem de besleyici olacaktır. Sorun şu anda on bin yıldır uygulanan tarım alışkanlıklarını değiştirmektedir. Bu değişiklik için de fazla zamanımız kalmadı. 

17 Mart 2021 Çarşamba

Biyoenerji Temel Çözüm Olmamalı

İklim krizini bir tek gerçek çözümü vardır: Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak. Bunun dışındaki tüm çözüm önerileri içlerinde önemli bir “ama” barındırır. Gezegenimizin ise artık “amalara” ayıracak vakti kalmadı. Eğer birkaç yıl içinde karbondioksit salımlarımızı azaltmak yönünde kalıcı ve büyük adımlar atmazsak gezegendeki bugünkü yaşamı bile sağlayabilmek için çok çaba sarf etmemiz gerekecek.

Teknolojik medeniyetimizin büyük bir kısmının bu fosil yakıtlar sayesinde oluştuğunu kabul etmeliyiz. Lakin bu ileri teknoloji bizlere artık fosil yakıtlar olmadan da enerji üretebilmemizin de yollarını açtı. Rüzgar ve güneş enerjisi, enerji verimliliği ile birleştiğinde ihtiyacımızın tamamını karşılayacak seviyeye çıkartılabilir. Buradaki engelimiz kesinlikle teknolojik değil. Fakat, kömür, petrol ve doğal gaz hala ucuz kabul edildiğinden bu kaynaklara dayanarak yaşamımızı devam ettirmemiz de çoğunluğa daha makul bir çözüm olarak görünüyor. Oysa kömür, petrol ve doğal gazın hala ucuz olabilmesinin başta gelen sebebi bunların yarattığı dışsallıkların ekonomik sistem içerisinde hesaba katılmamalarıdır. Yani, kömür, petrol ve doğal gazı yakıyoruz ve çıkan duman havaya karışıyor. Biz ise bu dumanın sonrasında nelere yol açtığını ya düşünmüyoruz, ya da düşünmek istemiyoruz.

Evde ürettiğimiz çöpü düzenli bir biçimde götürüp belediyenin rahatça toplayabileceği bir yere bırakıyoruz. Ürettiğimiz bu çöp bizim dışsallığımızdır, ama çöpü pencereyi açıp dışarıya atmıyoruz. Bunun iki nedeni var: Birincisi, herkes aynı şeyi yapacak olursa yaşadığımız ortamlar oluşacak başka problemlerin yanında sağlıksız ve dayanılmayacak kokularla dolu hale gelir. Ama ikincisi, bunu yapacak olursak, belediye ekiplerinin gelip ceza kesmesi mümkündür. Bundan dolayı da bir dışsallık olan çöpümüzü düzenli bir şekilde bertaraf etmeyi seçiyoruz.

Ne yazık ki yaktığımız kömür, petrol ve doğal gazdan çıkan karbondioksit de benzer şekilde üzerinde yaşadığımız gezegeni yaşanmayacak hale getiriyor. Buna rağmen hemen hemen her evsel veya endüstriyel sistemden çıkan karbondioksit gazını bir dışsallık olarak kabul etmiyoruz. Halbuki karbondioksit de evdeki ya da endüstrideki çöpler gibi bir dışsallık olarak kabul edilse ve belirli kurallara tabi olsa, havaya saldığımız karbondioksit miktarı ciddi biçimde azalırdı.

Sonuç olarak, iklim krizini durdurmanın yolu karbondiokside ciddi bir fiyat biçip kimsenin bedavaya atmosferi kirletmesine izin vermemektir. Ancak kömür, petrol ve doğal gaz üretim sistemleri zaman içerisinde büyük lobiler oluşturup politikayı etkileme gücüne sahip olduklarından politikacıları karbondiokside uygun bir fiyat biçmeye ikna etmek neredeyse imkansızdır. Bugün meclislerde konuşulan 50 avro karbon fiyatı bile gerçeği yansıtmaktan son derece uzaktır.

O zaman sistemler ve politikamız kömür, petrol ve doğal gazın uzun süre daha bizimle beraber olacağı düşüncesine dayandırılıyor. Yani, biz kısa vadede kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmayacağımıza ve saldığımız karbondioksit atmosferi zararlı olacak oranda ısıttığına göre bu karbondioksidi atmosferden çekmenin bir yolunu bulmak zorundayız düşüncesi politikaya hakim oluyor.

Paris Anlaşması atmosferdeki sera gazı oranının gezegenin ortalama sıcaklık artışının 2 derecenin oldukça altında ve hatta mümkünse 1.5 derecede tutulmasını kabul etti. Ancak bugünkü sera gazı salımlarımızla 2 derecenin altında bir hedefe ulaşmamız mümkün değil. Bu hedefe ancak negatif salım yaparak ulaşabiliyoruz. Negatif salım ise atmosfere karbondioksit salmak yerine atmosferden karbondioksit emmeye dayanan teknolojilere verilen isim. Yalnız unutmayalım, bunlar şu andakine benzer biçimde kömür, petrol ve doğal gaz yakıp, gene de 2 derecenin altında kalmak istersek yapmamız gerekenler. Yoksa kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı hızlıca bırakacak olursak 2 derecenin altında kalmamamız için bir neden yok.

Havadaki karbondioksidi emmeye dayanan teknolojilerin, Paris Anlaşması kapsamında en fazla konuşulanı BECCS. Yani, havadan karbondioksidi emen bitkisel ürünler yetiştireceğiz. Bu ürünlerden besin değil yakıt üreteceğiz, sonra da bu ürettiğimiz yakıtı yakarak enerjiye dönüştüreceğiz. Bu sırada çıkan karbondioksidi de tutup havaya salmayacağız. Sonra tuttuğumuz bu karbondioksidi de yer altında bir yerde, bir daha dışarıya çıkamayacak şekilde depolayacağız. 

BECCS (Bio Energy Carbon Capture and Storage), yani havadaki karbondioksidi bitkiler aracılığıyla yakalayıp, sonra da buradan enerji üretip, çıkan karbondioksidi de yakalayıp depolama yöntemi ya da genel anlamıyla CCS (Carbon Capture and Storage), yani karbondioksidi yakalayıp depolama yöntemi, iklim krizinin çözümünü oluşturamaz. Bunun çeşitli nedenleri vardır, ama en önemlisi en sondaki S harfinde, yani saklamada gizli. Hatta belki de gizli bile değil, alenen ortada. Siz bir gazın hiç çıkmayacak bir şekilde depolanmasının ne derece güç olduğunu biliyorsunuz değil mi? Şimdi bir de bunu her yıl atmosfere saldığımız yaklaşık 50 milyar ton karbondioksit için yapmayı deneyin bir de.

Buna imkansız demek aslında bilimsel olarak mümkün değil. CCS elbette bilimsel açıdan mümkün, hatta teknolojik açıdan da her geçen gün daha da mümkün olma yolunda ilerliyor. Ancak en önemli sorunumuz pahalı olması. Pahalı olması da kolay kolay kısa vadede çözülebilecek bir problem değil. 50 milyar ton değil de 50 milyon ton karbondioksidi depolayacak olsak ve bununla sorunumuz çözülse, kurtulmamız kolaydı. Ancak yakalayıp depolamamız gereken miktar bunun bin katı olduğunda maliyet çok önemli bir problem oluyor. Biz bugün tüm dışsallıkları gözardı edebildiğimiz için kömür, petrol ve doğal gaz yakıyoruz. “Bunlardan çıkan gazı tutup saklamanın da bu yakıtlar kadar ve hatta bu yakıtlardan fazla maliyeti var” desek ve bu maliyeti tahsil etmeye kalksak, insanların CCS konusundaki fikirleri aniden değişebilir. Termik santrallerden çıkan karbondioksidi yakalayıp saklamanın maliyeti, üretilen elektriğin maliyetini iki kattan fazla artırıyor. Otomobillerden çıkan karbondioksidi yakalamak çok daha zor ve masraflı. Bundan dolayı ve hukuki sorumluluğu da içine kattığımızda büyüyen dev problemlerle birlikte bir yandan havaya karbondioksit salarken diğer yandan bunu yakalayıp yerin altına tıkmaya çalışmak ekonomik açıdan da çevresel açıdan da uygulanabilir bir çözüm değildir. 

Gelecekte kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakıp “Havadaki karbondioksit miktarını nasıl azaltabiliriz?” diyecek olursak, doğal yöntemlerden faydalanmak en önemli çözümlerden biridir. Mesela hızlı büyüyen ağaçları yetiştirip, bunları toprağın altındaki derin çukurlara gömerek havadaki karbondioksidi azaltmak mümkündür. Gene de bu işlem için geniş araziler ve bolca su gerekir.

Aynı problem bugün BECCS için de geçerlidir. Bir de üzerine çıkan ürünü yakıta çevirip araçlarda kullanmayı da ekliyoruz. Unutmayalım, karbondioksidi tutma teknolojisi bugün için sadece termik santraller için geçerlidir. Arabanızda yaktığınız biyodizelden çıkan karbondioksidi tutmak henüz mümkün değil. Bu nedenle de aslında söz konusu olan tarlalardan biyodizel üretip bunu araba yakıtı olarak kullanmak değil bunu termik santrallerde yakarak elektrik enerjisi üretmektir. Bunun da ne derece gereksiz bir çaba olduğunu söylemeye gerek bile yok sanıyorum.

Ancak daha da önemlisi, bugün bir milyara yakın insan gece yatağa aç girmektedir. Bu insanların yiyeceği gıdayı üretmek ve dağıtmak bugün için kolayca becerebildiğimiz bir şey değildir. Üretilen gıdanın yaklaşık yarısının çöpe gittiğini unutmadan artan nüfusa gıda üretmeye çalışıyoruz. Bu gıda üretimi her geçen gün daha fazla arazi ve su gerektiriyor. Tarımsal üretimde verim artışını düşündüğümüzde çözüm yolu olarak doğal yöntemlerden çok daha fazla kimyasal ve genetik yöntemler karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla gıda üretimini artırmak için çıkar yolumuz olarak genelde daha fazla arazi ve daha fazla temiz su kalıyor.



İnsanlığa gıda sağlama yönündeki çabalarımızın yanına bir de iklim krizini önlemek için yakıt olarak kullanılacak bitkileri üretmeyi de katarsak, gıda üretimindeki azalmanın ötesinde neredeyse tüm bölgelerde su stresinde bir artış gözlemleniyor (Nature Communications, DOI: 10.1038/s41467-021-21640-3). 

Bugün insanların yaşadığı bölgelerin 982 milyon hektarlık bölümünde ağır su stresi yaşanıyor. Bu toplam alanın %6.7’sine denk geliyor. Bu yüzyılın sonuna değin karbondioksit salımlarına fazla bir etki etmezsek ve yeryüzü ortalamada 3 oC ısınacak olursa 1579 milyon hektarlık alanda ağır su stresi yaşanmaya başlanacak. Bu da toplam alanın %10.7’si anlamına geliyor. Ancak, eğer BECCS uygulayarak sıcaklık artışını Paris Anlaşması’nda öngörüldüğü gibi 1.5 oC’de tutmayı başarırsak 1939 milyon hektar alan ağır su stresi yaşayacak. Bunun anlamı Dünya’nın %13.2’sinde ağır su stresi yaşanacağıdır.

İşin ilginç tarafı, yapılan analize göre, atmosferdeki karbondioksit miktarını azaltmaya çalışmadan sadece tarımsal üretime odaklanacak olursak stres altına giren bölgeler ve dolayısıyla da oralarda yaşayan insan sayısı çok daha az olacak.

Elbette biyo-yakıtlar sadece tarımsal ürünlerin bir şekilde yetiştikleri yerlerde yetişmek zorunda değil. Mesela denizde yetişen bazı yosun ve alg türlerinden de benzer şekilde yakıt üretmek mümkün. Ancak bu durumda da Türkiye’nin tüm sera gazı salımını bertaraf edebilmek için kullanılacak alglere gereken alanın büyüklüğü Marmara Bölgesi’nin yüzölçümü kadar oluyor.

Sonuçta, gelecekte az miktardaki uzak mesafeli uçuşlarda yakıt olarak kullanılabilmek üzere, ya da füzyon gibi bir teknolojiden neredeyse sınırsız enerji üretmek mümkün olursa, atmosferdeki karbondioksit miktarını azaltmak için CCS kullanmak düşünülebilir. Ancak bu durumda bile depoladığımız yerden kaçma riski her daim olacaktır. Bugünkü gibi bir yandan kömür, petrol ve doğal gaz yakmaya devam ederken diğer yandan da BECCS gibi teknolojileri kullanmaya çalışmanın halkı kandırmaktan başka bir şey değildir. 

15 Mart 2021 Pazartesi

Karbon kredisi nasıl çalışabilir?

Başlamadan şunu söylemeliyim: Ben ekonomist değilim. Ekonomi bilgim aldığım mikroekonomi ve makroekonomi dersleriyle sınırlı, onun üzerinden de hatırlayamayacağım kadar uzun süre geçti. O nedenle ekonomi konusunda benim anlamadığım ya da bilmediğim bir şey olursa şimdiden özür dilerim.

Hatırladığım kadarıyla mikroekonomide bir şeyin fiyatı o şeye ne kadar talep olduğu ve o şeyden ne kadar bol bulunduğunun dengesiyle belirleniyordu. Yani herkesin istediği ama hiç bulunmayan bir şey çok pahalı; her yerde insanların istemediği kadar bol bulunan şeyin fiyatı da ucuz oluyordu.

Şimdi bunu ülkemizdeki karbondioksidin fiyatına uygulayalım: Havaya istediğimiz kadar bol karbondioksit salabiliyor muyuz? Evet. Bu saldığımız karbondioksidi satın almak isteyen kimse var mı? Hayır. O zaman benim vatandaş mantığım “Havaya saldığımız karbondioksit bedavadır.” diyor. Bedava olan bir şeyin de ticaretinin olması mantıklı değildir. Bir metanın ticaretinin yapılabilmesi için bir fiyatı olması gerekir.

Peki, karbondiokside ülkemizde nasıl fiyat biçebiliriz? İçinde yaşadığımız koşullarda fiyat biçemeyiz çünkü karbondioksit salmak tamamen serbest. Paris Anlaşması’nı meclisten geçirsek fiyat biçebilir duruma gelir miyiz? Gene de hayır. Çünkü Paris Anlaşması için verdiğimiz Niyet Beyanı’na göre 2030 yılına değin karbondioksit salımlarımızı 1990 seviyesinin 6 kat üzerine çıkartabiliriz, yani karbondioksit salmak gene de serbest olacak. “O zaman şu andaki koşullarda ne karbondioksidin bir fiyatı ne de ticareti olabilir” diyorsanız, kesinlikle haklısınız. Bu nedenle de karbon kredisinden bahsetmek abes olmasa da abese yakın bir konudur.



“Eee ama İBB Hindistan’a 1 milyon 625 bin ton karbon kredisi satmış, o nasıl oluyor o zaman? Hani serbestçe havaya salabildiğimiz karbonun bir fiyatı olamazdı?” derseniz, işin özünde haklısınız, ama gerçek tam da öyle değil. Diyelim siz içinizi rahatlatmak istiyorsunuz. Geçen sene uçakla Maldivler’e gidip geldiniz ve bu nedenle saldığınız karbondioksit nedeniyle vicdanınız rahat değil. Yan komşunuz da size dedi ki, “Ben çatıya yeni bir güneş paneli koydum ve bu sayede doğal gaz harcamamı %68 kıstım, istersen aradaki farkı sana satabilirim.” Aranızda el sıkıştınız ve komşu size salmadığı 2 ton karbondioksidi 10 TL’ye sattı. Sizin vicdanınız rahatladı, komşu da 10 TL kazandı. (Bu arada, 10 TL farazi bir miktar değil, yukarıda İBB’nin Hindistan’dan aldığı tutara denk geliyor.) Peki bu gerçekten işe yaradı mı? Yani atmosfere daha az karbondioksit salınmasını sağladı mı? Hayır. Komşu siz alsanız da almasanız da zaten 2 ton daha az karbondioksit salacaktı. Siz de zaten Maldivler’e giderek bolca karbondioksit saldınız. Dolayısıyla olan sizin vicdanınızı rahatlatmak için verdiğiniz sadaka boyutunda bir paradır ve sonuçta da iklim değişikliğini durdurmaya yönelik bir işlem yapılmamıştır.

Ülkemizde karbon piyasasına doğru hazırlık çalışmaları yapılsa da bu çalışmaların sonucunda oluşturulacak bir karbon piyasası sizinle komşunuz arasındaki alışverişin ötesinde atmosferdeki karbondioksit miktarının azaltılmasına yönelik bir rol oynamayacaktır. Çalışır bir karbon piyasasına sahip olabilmek için birincil ihtiyacımız gerçekçi bir karbon fiyatlamasıdır. Gerçekçi bir karbon fiyatı da ancak devletlerin Paris Anlaşması’nın ana hedefini ciddiye alarak bu yolda çaba sarf etmeleri ile gerçekleşebilir.

Bu bağlamda tüm dünyada yaklaşık 500 - 1000 milyar ton arasında karbondioksit eş değeri sera gazı salım yapma hakkımız kaldı. Bunun ötesinde negatif karbon teknolojileri büyük ölçeğe kısa vadede çıkamayacakları için gerçekçi değildir. Bundan dolayı da ülkeler yaklaşık 750 milyar tonluk bir karbon bütçesini aralarında bölüşürler ve herkes taşın altına elini koyar. Ülkemize de muhtemelen buradan 7.5 milyar tonluk bir karbon bütçesi düşer. Şu anda senede yaklaşık 500+ milyon ton karbondioksit eş değeri salım yaptığımızdan bu bütçe bize 13 yıl yeter. Yani böyle devam edersek 13 yıl sonra net karbon salmayan bir ülke olmak zorundayız. Hemen azaltmaya başlarsak bu süre 13 seneden 20 seneye ya da 30 seneye uzayabilir. Diyelim bu bütçeyi 30 sene içinde kullanıp 2050 senesinde net sıfır karbon salan bir ülke haline gelmeye karar verdik. İşte o zaman karbondioksit salmamak az bulunan ve aranan bir beceri olur. Bu da karbondioksit salmadan iş yapabilmenin bir avantaj olarak fiyatı olmasına neden olur. Ederi olan bir şeyin de ticareti yapılabilir.

Kısacası, karbonun ülkemizde bir fiyatı olabilmesi için öncelikle ülkemizin bir karbon bütçesini ve buna bağlı olarak da net sıfır karbon salacağı seneyi belirlemesi gerekir. Bu iki nokta kanun hükmünde yürürlüğe girmeden de karbon piyasası vicdanınızı rahatlatmanın ötesinde bir fayda sağlamaz.