30 Kasım 2022 Çarşamba

COP27'nin ardından

1992 yılında Rio’da toplanan Dünya Zirvesi’nde tüm ülkelerin liderleri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni kabul ettiler. Adından da anlaşılacağı üzere, bu bir çerçeve sözleşmeydi, yani kendisi yaptırımlar içermiyordu. Ancak yaptırımlar da içerebilecek iklim anlaşmalarının çerçevesini oluşturuyordu. Bu sözleşmeye taraf olan tüm ülkeler her senenin sonunda toplanarak iklim değişikliği konusunda yapılmış olanları ve yapılması gerekenleri de konuşmaya karar verdiler. Taraflar konferanslarının 27’ncisi (COP27) bu yıl Kasım ayında Mısır’ın Sharm el Sheikh şehrinde düzenlendi. 

Toplantıya katılan ülkemizin İklim Başmüzakerecisi Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, toplantının ilk günlerinde Türkiye standında yaptığı açıklamada “Bazı COP’lar vardır, bunlardan beklenti çoktur. Kıran kırana müzakereler olur, 2009 Kopenhag, 2015 Paris, 2021 Glasgow gibi; bazı COP’lar da ara toplantılardır. Bunlardan fazla bir şey beklememek gerekir, buradaki COP27 gibi” dedi. Yani, konuşulması gereken önemli konular Paris ve Glasgow’da konuşuldu, COP27’de ise önemli kararların alınması zaten baştan beklenmiyordu.

Paris’teki toplantıda küresel ısınmanın 1,5℃ ile sınırlanması için ülkelerin ellerinden geleni yapmaları kararı alınmış ve bunu tüm ülkeler oybirliği ile desteklemişlerdi. Ne de olsa “elinden geleni yapmak” son derece muğlak bir kavramdır ve “elinden geleni yapmaya” söz vermek de zor bir karar değildir. Gene de tüm ülkeleri ellerinden geleni yapmaya söz verdirmek de önemli bir adım sayılır.

İkinci adımda ise ülkelerin “ellerinden geleni yapmalarının” küresel ısınmayı 1,5℃ ile sınırlandırmak ile uyumlulaştırmak gerekiyordu. Yani iklim krizi konusu “elimizden geleni yaptık ama olmadı” şeklinden “demek ki daha fazlasını yapmaya söz vermemiz gerekiyor” durumuna evrilmeliydi. Glasgow’daki COP26’nın ana amacı da ülkelerin verdikleri sözleri 1,5℃ sınırına uygun hale getirmeleriydi.

Glasgow’da özellikle ev sahibi İngiltere’nin konferans başkanı Alok Sharma bu yönde çok ciddi çaba sarf etti. Ama en son açıklanan raporlara göre tüm ülkeler, verdikleri tüm sözleri tutsalar bile 2030 yılına kadar sera gazı salımlarının %10,6 artması bekleniyor. Ayrıca ülkelerin önemli bir kısmı da gıda krizi, Rusya-Ukrayna savaşı veya COVID19 gibi bahanelerin ardına sığınarak sözlerini de yerine getirmiyorlar. Kısacası, bizleri 1,5℃’nin çok daha üzerinde bir sıcaklık artışı bekliyor.

İklim krizini durdurmak yönündeki çabaların pek de verimli biçimde ilerlemediği bir senenin sonunda ülkeler bu sefer de Mısır’da bir araya geldiler. Bu toplantının eleştirilecek oldukça fazla yönü oldu. En başta gelen eleştiri ise böylesi bir toplantının görece olarak yüksek gelirli insanların uçaklarla tatil yapmaya geldikleri turistik bir beldede yapılması oldu. Mısırlıların bunu aşırı kazanç sağlamak için kullanarak otel fiyatlarını COP27 katılımcıları için 4-5 kat artırmaları da katılımcıların Sharm el Sheikh’e gelmelerini oldukça zorlaştırdı.

Yalnız, salımları azaltma üzerine yoğunlaşan Glasgow Konferansı’nın ardından Sharm el Sheikh’de azaltım konusu neredeyse hiç ele alınmadı. Onun yerine gelişmekte olan ve iklim krizinden ciddi biçimde etkilenmesi beklenen ülkelerin kayıp ve zararlarının ödenmesi talepleri gündeme alındı. Özellikle geçtiğimiz aylarda sel felaketinden çok fazla zarar gören Pakistan bu yönde öncü oluyor. Pakistan’ın standındaki “Pakistan’da olan Pakistan’da kalmaz.” yazısı da bu konudaki ısrarlı çabaların süreceğinin bir göstergesi.

Ancak iklim krizinden kötü etkilenen ülkelerin kayıp ve zararlarının karşılanabilmesi için birilerinin de bu zararları karşılamayı kabul etmesi gerekiyor. ABD iklim müzakerecisi John Kerry daha ilk günden bunun mümkün olamayacağını şu sözlerle açıkladı: “Sizin istediğiniz büyüklükte bir para hiçbir hükümette yoktur.” Dolayısıyla bu COP gereklerle imkanlar arasında bir uzlaşma sağlanamadan sona erdi. Asıl konu olan azaltım ise neredeyse hiç gündeme gelmedi.

Bu toplantıdan bizim alacağımız derse gelecek olursak, iklim krizi gittikçe kötüleşiyor. Ülkelerin bunu durdurmak için almak istedikleri bir önlem olmadığından kötüleşmeye de devam edecek. Kimsenin kimseye oluşan ve oluşacak hasarları karşılamakta destek olacağı da yok. Dolayısıyla, herkes kendi başının çaresine bakacak. Bize düşen de her attığımız adımda iklim krizi risklerini dikkate alarak davranmak olmalıdır.

25 Kasım 2022 Cuma

Bir sonraki COP'a gidilir mi?

Bir sonraki COP’a gidilir mi? Bence gidilmez. Hani trene binip tıngır mıngır gidiyorsak, giderken de pastalar, dolmalar, börekler yiyip eğlence yapıyorsak belki değer de bir uçağa atlayıp bir başka çöle gideceksek, sonunda da iklim krizini birbirimize anlatıp geri döneceksek, bence değmez. Gerçekten, “ben de COP’taydım” demenin ötesinde kime ne faydası oluyor bu toplantılara katılmanın?

Aslında sadece katılımcılar için değil, tüm devlet yetkilileri açısından da benzer bir durum söz konusu. İnsanlar gezmeye geliyorlar, sonra birkaç kişi kapalı kapılar ardında ciddi şeyler konuşuyor, birileri bu ciddi şeyleri duyuruyor, sonunda da herkes uçaklara atlayıp geri dönüyor. Bu COP’ların sağlayacağı fayda hiç kimse bu toplantılara gitmese çok daha yüksek olurdu.

Bu kişisel serzenişti, gelelim daha ciddi serzenişlere:

İnanılmaz sayıda petrol şirketi ve bunların gizli ve açık savunucuları vardı ortalıkta. Sonunda onların dediği oldu. Sonuç bildirgesinde ısınmayı 1,5℃ ile sınırlamak ve fosil yakıt kullanımına son vermek türü ciddi önlemlerden tek bir kelime bile edilmedi.

Paris Anlaşması her ne kadar oldukça yumuşak şartlar içeriyor olsa da en azından önemli bir yerinde ısınmanın 1,5℃ ile sınırlanmasına dair bir itekleme içeriyordu. Sharm el Sheikh’de sanırım ısınmayı 1,5℃ ile sınırlamanın artık mümkün olmayacağı delegelerin içine işlemiş olacak ki bu konu pek ortada yoktu.

Geçen sene Glasgow’da o zamana kadar verilen sözlerin ısınmayı sınırlayamayacağı ve bundan dolayı da tüm devletlere verilen sözleri daha da geliştirmeleri söylenmiş ve bunun için de Eylül 2022’ye kadar süre tanınmıştı. Çoğu ülkenin Glasgow’da buna “evet” demesine karşılık sözlerini geliştirmeyi bırakın, bazı ülkeler verdikleri sözlerden geri adım bile attılar. Sonunda bakıldı ki kimse bu yolda kendisini zorlamak istemiyor, küresel ısınmanın azaltılması konusuna pek değinilmedi.

Peki o zaman ne konuşuldu? Kayıp ve zarar konusu ana gündem maddelerinden biriydi. Bu konuda bir ilerleme olmayacağı düşünülüyordu. İklim krizinden en fazla zarar gören ülkeler de bu konu çözümlenmeden Sharm el Sheikh’den ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Bana kalsa bu oldukça zor olurdu çünkü otel fiyatları bu küçük ve kırılgan ülkelerin bütçelerini oldukça zorlayacak boyuttaydı. Bir de kapıdan çıkışta her gece kimlik okutulduğu için içeride saklanıp geceyi geçirmek de pek mümkün olmazdı. Sonunda Avrupa Birliği eski kitaplardan birini açıp, çoğunluğun unutmakta olduğu bir yöntemi yeni bir fikirmiş gibi ortaya koydu. “Biz bir Kayıp ve Zarar Fonu kuralım ve herkes imkanınca bu fona katkıda bulunsun ve bu katkı sadece gelişmiş zengin ülkelerin değil, herkesin sorumluluğu olsun.” Böylece küçük ve kırılgan ülkeler rahatça eve dönebildiler çünkü istedikleri fon kurulmuştu. Ama bu fona kim para koyacak, ne kadar para koyacak, ne zaman para koyacak, kim buradan para alabilecek, bunların hiçbiri belli değildi ve bir sonraki COP’da belirlenecekti.

Sonuçta ne karar alındı? İklim krizini durdurmaya yönelik ciddi bir karar alınmadı, Dünya Bankası ve IMF’ye parmak sallanarak “sizin fonlamayı düzgün yapmanız gerekli” dendi, içinde ne kadar para olacağı belli olmayan bir Kayıp ve Zarar Fonu kuruldu, ABD temsilcisi John Kerry “hiçbir hükümetin o fona yetecek kadar parası yoktur” diyerek bir yandan o sandığın boş kalacağını teyit ederken diğer yandan da iklim krizinin gelecekte oluşturacağı zararların boyutunun yüksekliğine de işaret etmiş oldu.

Gelecek sene Birleşik Arap Emirlikleri’nde bu fona kimin ne kadar para koyacağı kararlaştırılacak. Şimdiden söylemek kolay, zengin ülkeler hemen yan çizecekler. Sonra bir de Paris Anlaşması için verilen sözlerin ne derece tutulmuş olduğu masaya yatırılacak, buna cevap da hazır esasında “vallahi biz sözümüzü tutacaktık ama gıda krizi oldu veya COVID19 oldu veya Rusya Ukrayna’ya saldırdı veya Suudi Arabistan Dünya Kupasını aldı” şeklinde bahanelerle dolu olacak. Gene de gelecek sene COP’a katılmak istiyor musunuz? Ben istemiyorum.


22 Kasım 2022 Salı

COP27: Yaklaşım farklılıkları ve finansman kaygısı çözümün önüne geçti

İki haftalık bir iklim zirvesinin ardından 20 Kasım 2022 Pazar günü sabaha karşı Şarm El-Şeyh Sonuç Bildirgesi ve Uygulama Planı taraflar tarafından kabul edildi. Zirve kararlarının böylesi uzatma dakikalarında alınması artık normal karşılanır bir durum haline geldi.

İklim Başmüzakerecimiz Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar'ın toplantıların başında da belirttiği gibi, bu zirveden büyük kararın çıkması gerekmiyordu. 2022'de ortaya çıkan Rusya-Ukrayna savaşı, artan küresel enflasyon ve şiddetini artıran iklim felaketleri alınabilecek her türlü kararın önemini daha da artırdı. Ne yazık ki beklenildiği gibi büyük kazanımlar sağlanılamadı, hatta önemli kayıpların da gerçekleştiğini söylemek mümkün.

Kazanç sayılabilecek tek nokta, eğer o da kazanç sayılabilirse, iklim krizinden fazlasıyla zarar gören gelişmekte olan ülkelere destek sağlamak için kurulması kabul edilen Kayıp ve Zarar Fonu oldu. Bunun karşılığında Mısır Başkanlığının da desteği ile fosil yakıtların azaltılması ve aşamalı olarak kaldırılması konusunda bir karar alınamadı.

Kayıp ve zarar finansmanı

İklim krizini yaratma bağlamında bakıldığı zaman ABD ve AB gibi gelişmiş devletlerin tarihsel sorumluluklarının geri kalan neredeyse herkesten fazla olduğunu görmek zor değil. Son senelerdeki yüksek salım oranıyla bu gruba hızla Çin de katılıyor. Bunun karşılığında iklim krizinden en fazla zarar gören küçük ada devletleri ve daha fakir ülkeler, uzun süredir iklim değişikliğinin toplumlarına verdiği zarar için tazminat talep ediyorlar. Bu görüşmelerin temeli hukuka dayalı olduğu için öncelikle sorumluluğun belirlenmesi ve kesinleşmesi, sonra da tazminat konusunun gündeme gelmesi gerekiyor. Gelişmiş ülkeler ise asla kendilerini bu bağlamda sorumlu kılacak bir kararın altına imza atmadılar ve gelecekte de muhtemelen atmayacaklar. Bu yüzden de tazminat konusu asla gündem olmazken gelişmekte olan ülkelerin kayıp ve zararlarının giderilmesi gündeme alındı.

Kayıp ve zarar finansmanı konusunda iki yöntemden birinin izlenmesi söz konusuydu. Bunların ilki zengin ülkelerin finanse edeceği sigorta ve erken uyarı sistemleri gibi gelecekteki felaketlere uyumu kolaylaştıracak önlemlerdi. Diğer yöntem ise gelişmekte olan ülkelerin serbestçe kullanabilecekleri bir Kayıp ve Zarar Fonu kurulmasıydı. Bu sorunun en azından COP27 bağlamında çözümlenmesi Avrupa Birliği'nin şartlara bağlı bir fon kurulması teklifiyle sağlandı. AB; fona kaynak sağlamanın sadece gelişmiş ülkelerle kısıtlanmaması, fondan yararlanacak ülkelerin en savunmasız gelişmekte olan ülkeler olması ve COP27'de salımları azaltmak için güçlü adımlar atılmasına karar verilirse bir fonu destekleyeceğini açıkladı. Bu herkesin kabul edebileceği bir ara çözümdü.

Sonuç Bildirgesi bu anlamda kimseyi tam memnun etmese de istenen Kayıp ve Zarar Fonu'nun temeli atılmış oldu. Yalnız bu fona kimin, ne zaman ve ne kadar destek sağlayacağı ve bu fondan kimlerin yararlanacağı şimdilik belli değil. 

Fosil yakıtlar

Geçen yıl Glasgow'da düzenlenen COP26'da Paris Anlaşması’nın 1,5℃ hedefi uyarınca kömür yakılmasına son verilmesi konuşuldu, ancak Çin ve Hindistan’ın direnmesiyle bu karar kömür kullanımının kademeli olarak azaltılması şeklinde değiştirildi.

Şarm El-Şeyh'te ise üretimi kömüre bağımlı olan Hindistan, dikkati diğer fosil yakıtlara çevirmeye çalıştı. Bu fikir çok sayıda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeden oluşan geniş bir koalisyon tarafından desteklense de COP27 başkanı Mısır tarafından taslak metnine konulmadı. Mısır toplantılar boyunca kendi üretimi de dahil olmak üzere doğal gazı teşvik etti. Bir sonraki zirvenin dünyanın büyük fosil yakıt üreticilerinden biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılacak olması da bize şimdiden alınabilecek kararlar hakkında önemli bir bilgi sağlıyor.

Sera gazı azaltım çalışma programı

2030 yılında küresel sera gazı salımlarının 2010 seviyesinin %14 üzerinde olacağı tahmin ediliyor. Küresel ısınmanın 1,5℃ ile sınırlanabilmesi için ise salımların %45 azaltılması gerekiyor.

Şarm El-Şeyh'te ülkeler bunu nasıl başaracaklarını tartıştılar. Sonuç metninde sürecin kuralcı ve cezalandırıcı olmaması, kolaylaştırıcı, ulusal egemenliğe ve ulusal koşullara saygılı olması ile yeni hedef veya hedefler içermemesi yer aldı. Yani, her ülke bildiğini okumaya devam edecek ve küresel ısınmanın 1,5℃ ile sınırlı kalması için dua edecek.

Uyum

Azaltım konusunda son senelerde yeterli yol alınmamış olması iklim değişikliğine uyum konusunu daha öne çıkartmalıydı. Ancak iklim krizi görüşmelerine taraf olanlar bir türlü neyin önemli olduğuna karar veremediklerinden zaten bu konulara maddi destek sağlamayı istemeyenlerin de ekmeğine yağ sürmüş oldular.

Hepimiz iklim değişikliğinin çözümünün neredeyse “hemen” kömür, petrol ve doğal gaz kullanımına son vermek olduğunu biliyoruz. Fakat, anlaşma noktamız orada sona eriyor. Bir kısım, en önemli şeyin sera gazı salımını durdurmak olduğunu ve bunun dışında yapılanların “davaya ihanet” olduğunu söylüyor, diğer kısım da sera gazı salımlarını “hemen” durdurmanın gerçekçi olmadığını ve o yüzden iklim felaketlerinin artacağını, dolayısıyla da bunlara karşı dirençlilik geliştirilmesi gerektiğine inanıyor. Her ikisinin de doğru olduğuna inananlar ise sanırım çoğunlukta. Ancak bu anlaşmazlık en çok uyum çabalarına zarar veriyor.

Sera gazı salımlarını ölçmek nispeten kolay olsa da uyum önlemlerini ve bunların yararlarını belirlemek çok zordur. Çoğu felakette ise alınması gereken uyum önlemleri felaket başımıza geldikten sonra fark edilir. Sonuç metninde ülkeler mevcut uyum finansmanı düzeyleri ile iklim etkilerine yanıt vermek için gerekenler arasındaki uçurumu "ciddi bir endişeyle kaydetti". Ülkeleri “iklim finansmanı tedariklerini acilen ve önemli ölçüde artırmaya” davet ettiler. Özellikle kırılgan ülkeler açısından bu sonucun son derece yetersiz olduğu açıktır.

Bu zirvenin önemli getirilerinden biri iklim finansmanına da yön vermesi açısından Dünya Bankası’nın rolü ve yeniden yapılanması üzerine çokça görüş bildirilmesi oldu. Bu zirveye eş zamanlı olarak Endonezya’da yapılan G20 zirvesi, ilginin kısmen dağılmasına neden olsa da neredeyse tüm ülkelerin zirvede temsil ediliyor olmaları 2023 başında yapılacak Dünya Bankası ve IMF toplantılarına da etki yapacaktır. İklim finansmanının ülkelere sağlanan diğer kaynaklardan ayrı tutulabilmesi son derece zordur, bu nedenle de özellikle gelişmiş ülkeler uluslararası kuruluşlar ve ikili anlaşmalar çerçevesinde sağladıkları çoğu maddi desteği iklim finansmanı olarak kabul etme düşüncesindedirler. Gelişmekte olan ve kırılgan ülkeler ise iklim finansmanı için ayrı bir fon olması gereği üzerinde ısrarla durmaktalar. Bu noktanın çözülmesi bugün için neredeyse imkansız. Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılacak COP28 gündemi ise şimdiden dolup taşıyor. Finansman konusunun sera gazı salımlarını azaltma konusunu gölgelemiş olmasıyla bir sene daha kaybettik. COP28’in ana gündemi ise salımları azaltma yolunda verilmiş olan sözlerin ne derece tutulduğunun belirlenmesi olacak. Bu nedenle gelecek sene finansmandan azaltım gündemine bir dönüş sağlanacağını şimdilik umabiliriz. Elbette, önümüzdeki senenin ne gibi yeni sorunlar getireceğini birlikte göreceğiz.

17 Kasım 2022 Perşembe

COP27'nin ardından

Daha COP27 bitmeden “COP27’nin ardından” isimli bir yazı yazmanın çok mantıklı olmadığının ben de farkındayım. Ama inanın bana, bu yazıyı bir hafta sonra da yazsam çok büyük fark olmazdı. Gene de gelecek hafta bu sözümü yutmaya hazırım.

Tüm ülkelerin toplandıkları bu büyük iklim konferansından kimlere ne sonuçlar çıktı kısaca anlatmaya çalışacağım:

Gelişmiş ülkeler: Bildiğimiz gibi devam edelim, zaten iklim krizi kötüleştiğinde bizim savaşacak kaynaklarımız olacak onun için şimdiden rahatımızı bozacak önemli değişiklikler yapmaya gerek yok. Hem zaten Rusya bizim ekmeğimize yağ sürerek savaş çıkarttı, artık o savaşı bahane ederek hiçbir şey yapmamaya devam edebiliriz. COVID19 kışa biraz canlanırsa işimiz daha da kolaylaşır, hatta Zelensky’e Putin’le görüşmemesini telkin edelim ki bahanemiz biraz daha uzasın. Ayrıca bu fakir ülkeler de bizden para isteyip duruyorlar, onlara para verecek olursak bizim yaşlanmakta olan nüfusumuza bakma imkanımız kalmaz, onların olsa olsa yıkılan binalarını yaparız, daha iyi tarım yapmaları için tohum ve traktör satıp işimize bakarız.

Gelişmekte olan ülkeler: Zenginler bir kez daha sözlerini tutmadılar. Tutmayacaklar da.

Türkiye: Bizim tarihi sorumluluğumuz yok, iklim krizini biz yaratmadık. Neden biz çözmeye çalışalım? Bizim ekonomik istikrar gibi çok önemli bir sorunumuz var, ekonomiyi düzlüğe çıkartmak öncelikli konumuz, iklim değişikliği politikası da ülkemize değer katacaksa, görüşme masasında varız.

Sivil toplum: Bir daha demokratik hakların kısıtlandığı ve üstüne üstlük esnaf tarafından aşırı kazıklandığımız Mısır gibi  bir ülkede yapılacak COP'lara katılmayacağız. Buranın hiç zevki olmadı. Fazla steril ve kontrol altında.

Petrol şirketleri: Yaşasın Mısır, keşke her ülke iklim görüşmelerinde bize kapıları Mısır kadar açsa da bizler yeryüzünü nasıl yapıp da daha beter hale getirebileceğimiz konusunda ülke yetkililerini kandırabilsek.

Al Gore: Ben şimdi size tüm ülkelerin ne kadar karbon saldıkları konusunda ne kadar yalan söylediklerini söylemeyeceğim ama biz öyle bir uygulama geliştirdik ki sizin mahallenin çöplüğünden çıkan sera gazı miktarının bile ne kadar olduğunu görebilirsiniz. Böylece kimse ne kadar salım yaptığını saklayamayacak.

Şirketler: Şimdi burada ne oldu? Bizi etkileyen bir şey yok gibi duruyor ama bu kadar jargonun arasından gerçekte neler olup bittiğini anlamak kolay değil. Biz de gelip konuştuk ama geri döndüğümüzde “bu toplantı sonuçları şirketimizi nasıl etkileyecek?” diye sorsalar verilebilecek bir cevap yok. Sanırım verilebilecek en iyi cevap, en azından Türkiye için, her şey eski tas, eski hamam devam edecek.

Bilim dünyası: Bu zirve sonunda alınan kararlar doğrultusunda küresel sera gazı salımlarının 2030 yılına kadar ortalama olarak yüzde 10,6 artması öngörülüyor. Bu patikada devam ettiğimiz sürece gezegenimizin yüzyıl sonundaki ortalama sıcaklığının da Sanayi Devrimi öncesi döneme oranla 2,2 ila 2,9℃ arasındaki bir miktarda artması bekleniyor. Bunun yaratacağı sorunlarla baş edebilmek için iklime dayanıklı kalkınma modelleri uygulanması ve bu sırada da kırılgan topluluklara öncelik verilmesi gerekiyor.

Ben: Hemen harekete geçmek zorundayız, yeryüzü elden gidiyor. Hem bu ısınmayı durdurmak hem de kendimizi felaketlerden korumak için çabalamamız gerekiyor. Bize bizden başka kimsenin yardım edeceği yok. 


10 Kasım 2022 Perşembe

COP27 ilk hafta

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin Mısır’da yapılan 27. Taraflar Konferansı’ndan hepinize sevgiler. Yuvam Dünya ekibi olarak başından beri konferansı takip ediyoruz. Dün akşam Sayın Bakan Yardımcımız Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar ülkemizden konferansa katılan kişileri toplayarak önemli açıklamalar yaptı. Bu açıklamalar ışığında sizlere gelişmeleri aktarmak istiyorum.

Öncelikle, bu toplantılar iki hafta sürüyor. İlk haftade genellikle ülkeler görüşlerini açıklıyorlar ve ikinci haftada da sıkı müzakereler oluyor. Daha ilk haftada olduğumuz için ortalığın nispeten sakin olduğunu söylemek mümkün. Türkiye heyetinden de Sayın Birpınar burada ve gelecek hafta da Bakan Murat Kurum buraya gelecek. Bu da gelecek hafta görüşmelerin biraz daha ısınacağının bir göstergesi olarak alınabilir.

Sayın Birpınar, bu konferansların bazı seneler daha yoğun, bazı seneler de daha sakin geçtiğini söyledi. 2015 Paris toplantısı ve geçtiğimiz sene Glasgow’daki toplantı oldukça yoğun ve tartışmalıydı. Bu sene ise konuların çoğu “halledilmiş” olduğundan daha sakin bir toplantı bekleniyor. Toplantıdaki ana konu “kayıp ve zarar” olacak. Kayıp ve zarar kolay çözülecek bir konu değil, hatta bugünkü dünyada çözülmesi beklenmemeli bile diyebiliriz. Finansman açısından bakıldığında gelişmekte olan ülkeler ki bunlara anlaşma jargonunda non-Annex deniliyor; gelişmiş ülkelerden ki bunlara da Annex deniliyor, iki değişik türde maddi destek bekliyorlar. Bunun ilki gerekli azaltım ve uyum önlemleri için proje desteği, diğeri de iklim krizi sonunda oluşan zararların karşılanması. İlk kısım için karar 2009 yılında Kopenhag’da düzenlenen konferansta alınmış ve gelişmiş ülkelerin Yeşil İklim Fonu’na yılda 100 milyar dolar aktarmaları kararlaştırılmıştı. Ne yazık ki gelişmiş ülkelerin bu fona aktardıkları yıllık 100 milyar doların çok çok altında kaldı.

Bugün ise 2009’da söz verilen 100 milyar doların üzerine bir de oluşan zararların ödenmesi isteniyor. Daha 2009’da verilen sözler bile tutulmaktan çok uzakken gelişmiş ülkelerin yeni destek sözü vermelerini beklemek saflık olarak görülebilir. Gene de bu konunun resmi olarak bu konferansın gündemine girmiş olması bile önemli bir aşama olarak kabul edilmelidir.

Bunun ötesinde Sayın Birpınar, konferansa gelecek hafta katılacak olan bakan Sayın Kurum’un Türkiye’nin yeni iklim katkısını (NDC) bu toplantıda açıklayacağını söyledi. Ayrıca ülkemizdeki salımların ne zaman tepe yapmasının beklendiğini de Bakan Kurum’un açıklayacağını söyledi.

Resmi toplantıların ötesinde Sharm el-Sheikh’de sakin bir COP geçiyor. Mısır hükümeti toplantıda sorun çıkartabileceğini düşündüğü kimseye vize vermemiş olduğu için sakince ortalıkta dolaşan çok sayıda insan var. İlk defa bu sabah alana girerken kapıda vegan göstericilerin çok da olaylı olmayacağı düşünülen bir gösterileri vardı. Mısırlı yetkililer onların sorunlu olmadıklarına karar vermiş olsalar gerek.

Mısır bu toplantıyı önemli bir gelir kapısı olarak gördüğünden hepimizden elden geldiğince çok para kazanmaya yoğunlaşmış durumda, normal turistlere geceliği 100 dolar olan oteller konferans katılımcılarına 600 dolara yakın bir fiyata veriliyor. Konferans alanında yiyecek ve içecek bulabilmek de oldukça zor, pahalı ve uzun kuyruklar sonunda başarılabiliyor.

Ayrıca, ben zaten buraya uçakla gelmiş olmanın vicdan azabını yaşarken Türkiye’nin standının bulunduğu salon ilk gün 17-18 dereceye soğutulmuştu. Bana kalsa bu toplantılarda en düşük sıcaklığın 24-25 derece olması gerekir. İnsanlar böylelikle belki kendi konforlarından önce çevreyi ve iklimi düşünmeye başlarlar. Hele kapalı toplantıların yapıldığı resmi salonların en az 30 derece olması gerek ki devlet yetkilileri iklim krizini ciddiye almaya başlasınlar. “Takım elbiseli beyler” terlemesinler diye çöldeki bir salonu 17-18 dereceye soğutmak iklime yapılabilecek ihanetler arasında oldukça yukarıda yer alıyor sanıyorum. 

Bizim toplantıda iki günümüz daha var, gelecek hafta sizlerle daha ayrıntılı bilgiler paylaşabilmek umuduyla, hoşçakalın.

4 Kasım 2022 Cuma

Yuvamız dünyanın doğruları

1992’de Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerin önde gelen politikacıları Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde toplanarak gelişmenin ve çevrenin geleceği konuları hakkında önemli kararlar aldılar. Bu toplantıdan akılda kalan en önemli karar ise İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’dir. Bu sözleşme ile iklim krizinin çok önemli bir sorun olduğu ve birlikte çalışarak çözülmesi gerektiği tüm devletlerce kabul edilmişti. Ayrıca bu konuda ortaya konan ilerlemenin değerlendirilmesi için her yılın sonunda bir taraflar konferansı (Conference of Parties - COP) düzenlenmesi de kararlaştırıldı.

Bu konferansların yirmi yedincisi Kasım ayı başında Mısır’ın Sharm el-Sheikh şehrinde gerçekleştirilecek. Şimdiye kadar yapılan 26 taraflar konferansında kötü gidişi engellemeye yönelik bir şeyler yapılabildi mi? Hayır. Peki insanlar hala neden inatla bu konferanslara gidiyorlar? Aslında gitmiyorlar, mesela Greta Thunberg bu seneki konferansa gitmeyeceğini çok sert bir dille söyledi. “Bu konferanslar yeşil badanadan başka işe yaramıyor” durumu yeterince anlatıyor bence. Hani körler sağırlar birbirini ağırlar diye atasözümüz vardır, bu konferanslardaki durum da aynen bu. Mesela ülkemiz çoğu zaman en kalabalık grupla katılan ülke konumunda. Bu, iklim krizine çok önem verdiğimiz anlamına geliyor mu? Hayır. Birçok iş insanının orada olması iş dünyasının bu konuda hareketlenmeye başladığının bir göstergesi mi? Gene, hayır. Devlet temsilcilerimiz oradaki toplantılarda iklim politikasına yön verebilecek kararların alınmasına öncülük ediyorlar mı? Hayır. Başka ülkelerin liderlerinin böylesi bir öncülük ettiğini görüyor muyuz? Hayır. Şimdiye kadar bu toplantılarda alınan kararları hayata geçiren uluslararası anlaşmaların iklim krizini engelleme bağlamında bir faydasını gördük mü? Hayır. Peki, Paris Anlaşması işe yarayacak mı? Hayır. Paris Anlaşması için verilen sözleri ülkeler yerine getiriyor mu? Biz ve birkaç ülke hariç, hayır. 

Bu listeye daha uzun süre devam etmek mümkün, ama bu konferanslar için söylenebilecek olumlu şeylerin sayısı oldukça az. Olumlu şeylerin başında bu konunun iki hafta boyunca tüm dünyada basının gündemine girebilmesidir. Bir felaket olmadan iklim krizi konusunda fazlaca meraklı olmayan basın, bu toplantılar boyunca haberlerde iklim krizine az da olsa yer veriyor. Daha fazla yer vermesi için ne yapmalı? Bence devlet büyüklerindense sanatçı ve sporcular toplansalar çok daha fazla gündem yaratılabilir. İklim krizi konusuyla ilgilenenler devlet başkanlarının bu konuda ne dediklerini dinleseler de halkın geri kalanı o toplantılara katılan şarkıcı, sporcu ve artistlerin varlıkları ile çok daha yakından ilgileniyor. Hele onlardan birinin günlük hayatta iklim krizini durdurmak için yapmamız gerekenlerle ilgili söyleyeceği birkaç kelime bilim insanlarının saatlerce konuşmasından çok daha etkili oluyor. Bu nedenle benim gelecekten beklentim devlet yetkililerini toptan boşverip ünlülerden oluşan bir toplantı organize etmek olurdu. Bu konferanslardan çok daha fazla fayda sağlayacağına neredeyse eminim.

Çünkü devlet yetkilileri bizim aklımızın muhtemelen ermediği bir çalışma içerisindeler. Mesela Mısırlı yetkililer geçen hafta içerisinde Kahire’de Doğal Gaz İhraç Eden Ülkeler Forumu düzenlediler. Mısır, Katar, Venezuela, Rusya, Cezayir ve İran gibi ülkelerin katıldığı forumdan çıkan ana mesaj iklim krizi için doğal gazın mükemmel bir çözüm olduğu şeklindeydi. Oysa, hepimizin bildiği gibi, doğal gaz yakıldığında havaya karbondioksit salınır ve karbondioksit iklim krizini yaratan en önemli gazdır. Daha da kötüsü, üretim ve taşıma sırasında çokça doğal gaz da atmosfere karışır. Doğal gazın çoğunluğu metan gazıdır ve metan gazı da karbondioksitten 25 kat daha tehlikeli bir sera gazıdır. Dolayısıyla doğal gaz kömürden daha temiz bir yakıt olabilir ama sadece o kadar. Yani bu; doğal gaz iyi, kömür kötü anlamına gelmez. Kömür çok kötü, doğal gaz da kötü anlamına gelir. Hatta doğal gaz çıkartılıp taşınırken oluşan kaçakları da saydığımız zaman doğal gaz toplam yaşam döngüsü içerisinde kömürden de kötü bir sera gazı olarak kabul edilebilir.

Sonuç olarak herkes bu konferanslarda kendi doğrularını anlatmaya çalışıyor ama aslında sadece bir tek doğru var, o da yuvamız dünyanın doğrusu. Yuvamız dünyanın doğruları da söylenenlerle pek uyuşmuyor.

1 Kasım 2022 Salı

Üretim Yapanlar Açısından Jeopolitik Risk

 Küreselleşme, varlığı yadsınamaz bir gerçek artık. Üretim yapan firmalar açısından bakıldığında küreselleşme bir yandan ham madde tedarik zincirlerini temsil ederken öte yandan pazarların da belirleyicisi olabiliyor. Dolayısıyla bu zincirin hangi noktasında yer aldığınızdan bağımsız olarak zincirin herhangi bir noktasında oluşacak sorunlar sizin işinizin de sürdürülebilirliği açısından kritik öneme sahip olabiliyor. Bu karmaşıklık ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında kullanımı azalan eski jeopolitik kavramının yeni bağlamlarda karşımıza çıkmasının başlıca sebebi haline geliyor.

Üretimin sürdürülebilirliği açısından bakıldığında ise jeopolitik riskleri şöyle değerlendirmek mümkün:

İş modelinin dirençliliği: Özellikle küresel zincirler içerisinde iş üreten şirketlerin yapılanması jeopolitik riskleri güncel olarak takip eden bir sisteme bağlı olarak çalışmak zorundadır. Ayrıca bu yapı içinde görev alan kişiler değiştiğinde bile değişmeyecek şekilde iş eğitim sistemlerinin içine yedirilmiş olmalıdır. Yönetim kademesi oluşan riskleri güncel olarak takip ederek tedarik ve satış zincirini bu değişimlere ayak uyduracak biçimde yönlendirmelidir.

İtibarın dirençliliği: Rusya-Ukrayna savaşı bize itibarına önem veren şirketlerin sadece kazançlarına değil ülkeler arasındaki sorunlara da odaklanmaları gerektiğinin önemli bir örneğini sergiledi. Dünyanın önemli şirketlerinden bir kısmı savaşın başlangıcının ardından Rusya’daki çalışmalarına son vererek ülkeden çıkma kararı aldı. Elbette bu şirketlerin bir kısmı için Rusya kaybı büyük zarara neden olmayacaktı. Ama gene de Rusya’da işlerini sürdürmenin uzun vadede itibar kaybına yol açabileceğini gören Batılı firmalar hızla Rusya’dan çıkmanın yollarını aradılar.

Organizasyonel dirençlilik: Üretim yapısı birden çok ülkeye dağılmış olan şirketlerin temel sorunlarından biri şirketin “milliyetini” belirlemektir. Küreselleşen dünyada gerek çalışanların gerekse de şirketin milliyeti sorgulanamayan bir yapıya taşınsa da küreselleşmede oluşabilecek çalkantılar milliyet sorunlarını da ön plana taşıyacaktır. Bu sorunların üretim ve hizmetin sürdürülebilirliğini etkilememesi için şirket yapısı içerisinde “milliyet” konusunun çözüme kavuşturulmuş olması gereklidir. Bunu sağlamak çalışanların ve yöneticilerin sıklıkla değişik ülkelerde çalışması ile birlikte “çok-milletli” sayılabilecek bir düşünce yapısına sahip olmakla elde edilebilir.

İşletimsel dirençlilik: Üretim için gerekli olan ham maddenin sağlandığı tedarik zincirlerinde oluşabilecek sıkıntıların tüm dünyaya nasıl yayılabileceğini COVID19 pandemisi bizlere hızla öğretti. Bundan dolayı şirketlerin sürdürülebilirliklerini sağlayabilmeleri için tüm organizasyonel yapılarını ve iş yapış şekillerini gözden geçirmeleri gerekiyor. Son senelerin en kabul gören kavramlarından biri olan tam-zamanında-üretimin faydaları olduğu kadar zararları da olabileceğini gördüğümüzden yakın gelecekten başlayarak stok tutmaya, tedarik kaynaklarımızı çeşitlendirmeye ve hatta çalışanların bile yedekli olabilecek şekilde yapılanmalarını sağlamamız gerekebilir. COVID19 türü problemler küreselleşen dünyada daha da sıkça karşımıza çıkacaktır ve organizasyonel yapıların bu ani şoklara karşı hazırlıklı olmaları gerekir.

Teknolojik dirençlilik: Eskiden üretimin sürdürülebilirliğini sağlamak için kapıya dikeceğiniz bekçi yeterliyken, şimdi özellikle veri güvenliği son derece kritik bir noktaya ulaşmış durumda. Sisteminize ulaşmaya çalışan kötü niyetli kimseler de yeryüzünün öbür ucunda yaşıyor olabilirler. Bu durumda o kişinin kimliğini bulsanız bile değişik kanun ve uygulamalardan dolayı zararınızı telafi etmeniz mümkün olmayabilir. Ayrıca son zamanlarda giderek daha fazla veri yerel yerine bulut sistemlerinde tutulmaya başlandı. Verilerin bulut sistemlerinde tutulması her yerden ulaşıma izin vermesi açısından çoğumuzun hayatını kolaylaştırıyor ama buluta ulaşımımız kısıtlanmadığı sürece. Bir de tabii ki İnternetin varlığına fazlasıyla güveniyoruz. Yalnız unutmayalım, İnternet ülkeler arasındaki centilmenlik anlaşmaları ile varlığını koruyor. Yarın iki küresel güç bozuşacak olsa ve kendi “netlerini” ayırsa bizim verimizin hangisinin netinde kalacağını bile bilmiyoruz ve buna karşı bir önlemimiz de yok. Eski güzel günlerde sıkça yedek almak çözüm oluşturuyordu ama artık başka çözüm sistemleri ile bilgisayar sistemleri başta olmak üzere tüm elektronik sistemlerin kesintisiz çalışmayı sürdüreceklerini garanti altına almak zorundayız.

Finansal dirençlilik: Bu belki de ülkemizde en iyi bildiğimiz konuların başında geliyor. Uzun süre önce döviz piyasasındaki şokları acı tecrübelerle öğrenmiş olduğumuzdan finansal konularda ülkemizde ve küresel piyasalarda oluşabilecek dalgalanmaların yaratacağı güçlüklerin farkındayız ve buna göre davranıyoruz diye düşünmek istiyorum. Gene de ülkemizle değişik ülke ve ülke grupları arasında oluşabilecek sorunlar biz ne kadar dikkatli olsak da özellikle projelerin finansmanı açısından ciddi riskler oluşturuyor. Bu riskleri azaltmanın yolu finans kaynaklarını artırmaktan geçiyor,ama bu da her zaman kolay elde edilebilecek bir çözüm olmadığından atacağımız her adım küreselleşen bir dünyada jeopolitiğe daha da fazla önem verilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Eski güzel dünyamızda ham maddemizi karşı mahalleden, hadi olmadı bir sonraki şehirden elde edip üretimimizi de yakın çevremize satarak işimizi sürdürebiliyorduk. Yalnız artık eski dünyamızda yaşamıyoruz. Bu yeni dünyanın getirdiği riskler kadar sağladığı büyük imkanlar da var. Bu imkanların bilincinde olarak işimizi sürdürebilmek istiyorsak küreselleşen dünyadaki aktörlerin tümünün birbirleriyle olan ilişkilerine ve bu ilişkilerin bizim üretimimizi nasıl etkileyeceğine çok dikkat etmemiz gerekiyor. Gelecekte bu bilince sahip firmalar ayakta kalacak, diğerleri ise ne yazık ki ortada olmayacaklar.