26 Mayıs 2023 Cuma

Kırmızı Ringa Balığı Yanıltmacası

İklim değişikliği ve bunun doğada yarattığı kriz insanlığın son 60 bin senede yaşadığı en büyük problemdir. Daha önceki tüm sorunlardan farklı olarak bu sorunun nedeni gene insanlıktır, çözümü bulabilecek olan da insanlıktır. İklim krizinin de bir tane ana nedeni ve o ana nedene bağlı olarak bir tane de çözümü var:

İklim krizi bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakarak atmosfere karbondioksit salmamızdan dolayı oluşuyor ve durdurmanın tek gerçekçi yolu da kömür, petrol ve doğal gaz yakarak atmosfere karbondioksit salmayı bırakmaktır. Bu kadar açık ve net. Bunun dışındaki hiçbir çözüm gerçekçi değildir ve işe yaramaz.

Ancak kömür, petrol ve doğal gaz üreten şirketler 2022 yılında tüm Dünya’da tam 4 trilyon dolar kar ettiler, dolayısıyla da bu kazançlarını bırakmak istemiyorlar. Bu nedenle de bizim kafamızı karıştırmak için akıllara gelebilecek her türlü oyuna başvuruyorlar. Çoğumuz da bu oyunlara kolayca kanıyoruz.

Fosil yakıt endüstrisinin çoğu oyunu aslında mantığa gayet uygun geliyor, zaten bunun için de senelerdir yaptıkları işte gayet başarılılar. O nedenle de iklim krizini engellemek için ortaya atılan her türlü fikir ve çözümde sizlerin ana konuyu asla unutmamanız gerekiyor. Ana konudan sapıp başka detayların peşinden koşmaya da tahmin edeceğiniz üzere Kırmızı Ringa Balığı Yanıltmacası (Red Herring Fallacy) adı veriliyor. Bu çoğu zaman o kadar ustaca yapılıyor ki bunu uygulayanlar bile maşa olduklarının farkına varmayarak iyi niyetle hedeften saptırıcı işler yapmaya koyuluyorlar.

Unutmayın: Hedef kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmaktır. Bunun dışındaki her yol bizi hedeften saptırır, dolayısıyla karşınıza çıkan her yolda bu soruyu sormanız gerekiyor, “Benim hedefim kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak ve bıraktırmak, bu fikir bizi o yolda ilerletir mi?” Eğer cevap hayırsa bu yanıltmacanın kurbanı oluyorsunuz demektir.

Birkaç basit örnek verelim: Uçakla uçtuğunuz zaman uçuşlarınızın neden olduğu salımın karşılığı olarak ağaç diken bir şirkete para veriyorsunuz. Soru: Bu verdiğim para benim neden olduğum salımı azalttı mı? Cevap hayırsa yoldan saptınız demektir. Doğru cevabın ne olduğunu siz de aslında biliyorsunuz.

Benzinli arabanızı bırakıp elektrikli arabaya geçmeyi düşünüyorsunuz. Soru: Elektrikli arabamın kullandığı elektrik sadece güneş ve rüzgardan mı üretiliyor? Cevap hayırsa bir kez daha yoldan saptınız demektir. Kömür ve doğal gazdan elektrik üretilen bir ülkede elektrikli araba kullandığınız için iklim krizine etkinizin olmadığını ya da azaldığını düşünmek saflıktır. Doğru cevabın ne olduğunu siz de aslında biliyorsunuz.

Hepiniz güzelce karbon ayak izlerinizi hesapladınız ve yeni yıl planları gibi gelecek sene şahsi ayak izinizi azaltmaya karar vererek yatağa girdiniz. Soru: Belki siz otobüsle işe giderek ayak izinizi azalttığınızı düşünüyorsunuz ama toplu taşıma sistemi iyileştirilmeden bu bireysel davranışınız toplumun saldığı karbondioksidi ne derece azaltıyor? Bireysel olarak elimizden geleni yapmalıyız ama bunu yaptığımızda bireysel sorumluluğumuz azalmıyor. Biz bir sinek kuşu olabiliriz ama orman hala yanıyor, herkesin ve öncelikle de şirketlerin ve devletlerin yangını söndürmeye yardım etmeleri gerekiyor. Buradaki doğru davranışın ne olduğunu da siz aslında biliyorsunuz.

Toplumlar kendi yöneticilerini seçerler. Bu yöneticilere de nasıl yönetilmek istediklerini söylerler. Biz yöneticilerimizden çok şey istiyoruz ama bu istediklerimizi masaya koyup sorduk mu hiç? “Türkiye kömür, petrol ve doğal gaz kullanmayı ne zaman bırakacak?” Biz ekonomi sorduk, bireysel özgürlükler sorduk, dış politika sorduk, mülteci sorununu sorduk, sağlık sorduk, eğitim sorduk, ama karbondioksit sormadık. Biz sormadıkça da onlar nereye seçilirse seçilsin, kendiliğinden cevap vermeyecekler. Biz de insanlığın önündeki en önemli sorunu engellemek yerine kırmızı ringa balığını kovalamaya devam edeceğiz. Lütfen bir dahaki sefer sormayı unutmayın: Bu, ne kadar karbondioksit salımına yol açıyor?

Bu yazı 26 Mayıs 2023 tarihinde Dünyahali'nde yayımlanmıştır.

23 Mayıs 2023 Salı

IPCC Fazla İyimserdir

James Hansen, Amerikalı bir iklim bilimcidir. 1981-2013 yılları arasında iklim açısından çok önemli verilerin üretildiği NASA Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü'nde (GISS) çalışmış ve bu süre boyunca GISS'in İklim Araştırma Bölümünün direktörü olarak görev yapmıştır. 1988 yılında ABD Senatosu’nda yaptığı tanıklık ile iklim değişikliği sorununa kamuoyunun daha fazla dikkatini çekmiş ve bilimsel bir farkındalık yaratmıştır. Bu ve sonrasındaki aktivizm etkinlikleri ile James Hansen, iklim değişikliği konusunda en bilinen bilim insanlarından biridir. Hansen, iklim değişikliğiyle mücadelede kararlı politikaların ve yenilenebilir enerji kaynaklarının önemini vurgulayan bir savunucudur.

GISS’den emekli olmasına rağmen James Hansen, iklim değişikliği üzerine yaptığı araştırmalara ve etkili iletişimine devam etmektedir. Hazırladığı son makalesinde Hansen iklim bilimi açısından otorite kabul edilen Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ni (IPCC) hedef alıyor.

IPCC genelde iklim krizine inanmayanların ve özellikle de fosil yakıt şirketlerinin hedefindedir. Bu problemin kaynağı ise fosil yakıt şirketlerinin IPCC’nin raporlarını fazla kötümser ve insanları alarma sevk eder nitelikte bulmalarıdır. İklim krizi karşıtları karşımızdaki problemin büyüklüğünü oldukça küçülterek ciddi önlemler alınmasını engellemeye çalışırlar.

James Hansen ise IPCC’yi tam ters açıdan, yani aslında olanı çok daha iyimser göstermekten dolayı eleştiriyor. Eleştiriyi anlatmadan önce arkasındaki bilimden kısaca söz etmekte yarar var:

Güneş’ten Dünya’ya yaklaşık olarak 342 W/m2 enerji gelir. Bu enerjinin bir kısmı uzaya geri yansır, bir kısmı da Dünya’nın yüzeyi tarafından emilir. Emilen enerji Dünya’nın yüzeyini ısıtır, Dünya da bu ısıyı tekrar uzaya yayar. Sonuçta Güneş’ten gelen enerji ile Dünya’nın uzaya yaydığı enerji birbirlerine eşit olursa Dünya’nın yüzey sıcaklığı sabit kalır. Bu iklim sisteminin temel enerji dengesidir. Işınımsal zorlama, iklim sisteminin enerji dengesini değiştiren ve iklim üzerinde etkili olan faktörlerin bir ölçüsü, yani gelen enerji ile giden enerji arasındaki farktır. Eğer ışınımsal zorlama pozitif ise, atmosferde ve yeryüzünde daha fazla enerji tutulur ve iklim sistemi ısınır. Negatif ışınımsal zorlama durumunda ise, daha fazla ışınım yansıtılır ve enerji kaybedilir, bu da iklim sisteminin soğumasına yol açar. Atmosferde ve yeryüzünde gerçekleşen doğal ve insan kaynaklı süreçler, Güneş'ten gelen ışınların atmosferde tutulmasına veya yansıtılmasına neden olur. Bu süreçler; atmosferdeki sera gazları, aerosoller, bulutlar ve yüzey özellikleri gibi faktörler tarafından etkilenir.

Işınımsal zorlama, iklim biliminde iklim değişikliğinin anlaşılması ve modellemesi için en önemli parametredir. Bu zorlama faktörü, iklim değişikliği üzerindeki etkileri değerlendirmek ve iklim modellerini geliştirmek için dikkate alınır. Son yıllarda iklim geleceğini modellemek için kullanılan RCP2.6 veya RCP6.0 gibi değişik senaryolardaki 2.6 ve 6.0 sayıları aslında iklim sisteminin 2100 yılında sahip olmasını beklediğimiz ışınımsal zorlama değerleridir.

Atmosfere saldığımız sera gazları bu ışınımsal zorlama değerinin artmasına, özellikle kömürlü termik santrallerin bacalarından çıkan tozlar da azalmasına neden olur. Son senelerde çevreyi korumak için bacalara takılan filtreler bu tozları azaltarak çevre sağlığına önemli katkıda bulunmuştur ama tozların azalması da ışınımsal zorlamanın ve beraberinde de küresel ısınmanın artmasına neden olur.

Sonuçta bizi ilgilendiren, ışınımsal zorlamadaki artışın Dünya’nın ortalama sıcaklığına nasıl etki edeceğidir. IPCC’nin bu bağlamdaki yaklaşımı ve genel kabulü ışınımsal zorlamadaki her 4 W/m2 artışın yeryüzünün ortalama sıcaklığını 3℃ artıracağı şeklindedir. Hansen ve arkadaşları bu değerin fazlasıyla iyimser olduğunu ve bu değeri kullanarak IPCC’nin toplumu iklim krizinin varacağı nokta açısından iyimserliğe sürüklediğini anlatıyorlar. Son 67 milyon yıl boyunca atmosferdeki sera gazlarının neden olduğu ışınımsal zorlama ve küresel ortalama sıcaklıklardaki değişikliklere bakıldığında her 5,75 W/m2 artış sıcaklıkta 7℃ artışa karşılık geliyor. Bundan dolayı da IPCC’nin gelecekteki sıcaklık artışına dair öngörüleri fazlasıyla iyimser olarak kabul ediliyor. Bu sayılara bakıldığında şu ana kadar Dünya ortalamada 1,2℃ ısınmış olsa da aslında bu ısınmanın 3℃ olması gerektiği anlaşılıyor. Henüz yeryüzünün ortalama sıcaklığının 3℃ artmamış olmasının sebebi okyanusların daha yavaş tepki veriyor olması olarak gösteriliyor. Yani, biz şu anda sera gazı salımına son versek bile Dünya’nın atmosferi gelecekte en az 3℃ ısınacak. Bu nedenle de acilen sera gazı salımına son vermenin yanında Dünya sistemi şimdiye kadar salmış olduğumuz sera gazlarına karşılık vererek ısınmadan atmosferdeki sera gazı miktarını düşürmeye başlamamız gerekiyor.

Biraz fazla teknik de olsa bu makale önümüzdeki sorunların bizim algıladığımızdan çok daha kötü sonuçlar doğuracağını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Bize düşen James Hansen ve arkadaşlarının söylediklerini dinleyerek karşımızdaki en iyimser görüntüye değil gerçeklere göre davranmaktır, yoksa çocuklarımızın ve torunlarımızın yaşayacakları Dünya karşımızdakinden çok daha kötü olacaktır.

Bu yazı 25.05.2023 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

12 Mayıs 2023 Cuma

Füzyon Enerjisi Yeteri Kadar Hızla Kullanıma Giremez

İklim krizine bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakarak atmosfere karbondioksit gazı salmamız yol açar. Kömür, petrol ve doğal gazı da karbondioksit salmadan yakmanın bir yolu yoktur. Kömürün yanması demek kömürün içindeki karbonun havadaki oksijen ile birleşmesi sonucu açığa karbondioksit ve ısı çıkmasıdır. Biz bu ısıyı genelde enerji üretmekte kullanıyoruz. Bu ısı ile kazanları kaynatıyoruz, arabaları yürütüyoruz ve elektrik üretiyoruz. Bu ısıyı üretmenin havaya karbondioksit salmayan bir yöntemini bulacak olsak iklim krizi sorununu da çözebiliriz.

Aslında ısı üretmenin kolay bir yolu güneş enerjisini kullanmaktır. Ama bu yöntem güneş olduğu sürece düzgün çalışıyor, geceleri de ya ürettiğimiz enerjiyi saklamak ya da başka ısı üretme yöntemleri kullanmak zorunda kalıyoruz. Bir diğer yöntem de atomları parçalayarak ya da birleştirerek ısı üretmek. Bunu da en azından 80 yıldır beceriyoruz. Ama sorun şu ki genelde bunu bir bomba olması için yaptığımızda başarılı oluyoruz. Elde ettiğimiz ısıdan kontrollü biçimde elektrik enerjisi elde etmek oldukça zor. Bunun için de nükleer santralleri kullanıyoruz. Yalnız nükleer santrallerin kötü yanı, uzun süre radyasyon yayan bir atık çıkartmaları ve seyrek de olsa patlayabilmeleri.

Atomları parçalayarak enerji üretmeyi ve bunu da elektrik üretmekte kullanmayı biliyoruz. Yalnız bunun diğer türü, yani atomları birleştirerek enerji üretmek çok daha zor bir tekniktir. Füzyon enerjisi, güneşin içerisinde gerçekleşen bir reaksiyon olan hidrojen atomlarının birleşerek helyum oluşturması sürecine dayanır. Bu süreç, büyük miktarda enerji açığa çıkarmaktadır. Füzyon reaksiyonlarının kontrol altına alınması ve bu enerjinin kullanılması, sınırsız, temiz ve çevre dostu bir enerji kaynağı sunabilir. Füzyon enerjisi, karbon salımlarının ve fosil yakıtlara olan bağımlılığın azaltılması gibi iklim kriziyle mücadele hedeflerine ciddi katkıda bulunabilir.

Ancak, füzyon teknolojisi hala deneysel bir aşamadadır ve ticari ölçekte kullanıma geçmesi için önemli teknik ve mühendislik zorlukları bulunmaktadır. Deneysel aşama dendiğinde de bu çabalara yeni başladığımız düşünülmesin. Neredeyse 1950'lerden bu yana füzyon enerjisini kontrol altına almaya çalışıyoruz ve henüz başarılı olmuş değiliz. Bu noktada karşılaştığımız zorluklar arasında, yüksek sıcaklıkta ve yüksek basınçta plazma oluşturma, reaktörlerin verimliliğini artırma, yakıt tedariki ve radyoaktif atıkların yönetimi gibi konular yer almaktadır. Bu nedenle, füzyon teknolojisinin kısa vadede iklim krizini durdurmaya yetecek bir çözüm sunması beklenemez. Eğer insanlık iklim krizi karşısında akıllıca davranıp varlığını sürdürecek olursa önümüzdeki yüz yıl içerisinde neredeyse sınırsız enerji kaynağı olarak füzyon kullanılacağını düşünebiliriz.

Ancak iklim krizinin acil bir tehdit olarak karşımızda durduğu günümüzde, hızlı eylemlere ihtiyaç vardır. Füzyon teknolojisi için gerekli altyapının kurulması, araştırma ve geliştirme süreçlerinin tamamlanması ve ticari ölçekte kullanıma geçilmesi yıllar hatta on yıllar sürebilir. Bu süre zarfında, iklim krizini durdurmak için daha hızlı ve daha erişilebilir çözümlere ihtiyaç vardır.

Kısa vadede iklim krizini durdurmak için kullanılabilecek birçok yenilenebilir enerji kaynağı mevcuttur. Güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, hidroelektrik enerji, biyokütle ve jeotermal enerji gibi kaynaklar, düşük karbon salımlı enerji üretme potansiyeline sahiptir. Bu kaynaklar, mevcut enerji sisteminin dönüşümünü sağlamakta bizlere hızla yardımcı olabilirler. Bunların yanında yeni yeni gelişmekte olan dalga veya gelgit enerjisi gibi sistemler de enerji üretimine destek olacaktır. Yalnız, “nasılsa füzyon enerjisi geldiğinde tüm sorunumuz çözülecek” diye düşünerek kömür, petrol ve doğal gaz bağımlılığından vazgeçmemek iklim krizini de daha kötü bir noktaya taşıyacaktır. Sonunda füzyon teknolojisini endüstriyel ölçekte çalıştırmayı becerdiğimizde üzerinde yaşayabileceğimiz bir gezegenimiz kalmayabilir.

Kısacası, iklim krizi için acil çözümlere ihtiyacımız var. Elimizdeki enerjiyi dikkatli kullanmaktan başlayarak yenilenebilir enerji kaynaklarından enerji elde etmeye ağırlık vermek bugün için yapabileceğimiz en faydalı şeydir. Füzyon enerjisi gibi teknolojiler gelecekte bizler için sınırsız enerji sağlama potansiyeline sahiptir ama o geleceğe ulaşabilmek için önce iklim krizini durdurabilmemiz gereklidir.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.

2 Mayıs 2023 Salı

Emisyon Ticaret Sistemi neden bizde çalışmaz

Bir ülkenin sera gazı salımlarını azaltmak için üç temel yol vardır. İlki, herkese “lütfen sera gazı salımlarınızı azaltın” dersiniz ve tüm vatandaşlar ve kurumlar sizin sözünüzü dinleyerek dediğiniz kadar azaltırlar. Bunun bir hayal olduğunu görebilmemiz zor değil.

İkinci yöntem ülkede salınan her ton sera gazı başına bir bedel belirlemek ve bu bedeli salan kişi ya da kurumdan almaktır. Mesela bugün 500 TL tutarında benzin alacak olsanız buna 140 TL de karbon vergisi eklenecekti. Bunun amacı kolayca anlaşılacağı gibi tüketimi azaltmaktır. Benzine birden %35 zam gelmesine eşdeğer olduğu için kullanıcıların ya alternatif kaynaklara yönelmeleri, ya kullanımı azaltmaları ya da hareketliliklerini başka bir yöntemle sağlamaları beklenir. Bu yöntemin olumsuz yanı da sonucun belli olmamasıdır. Yani yukarıda örnekte karbon vergisini Avrupa Birliği’nde olduğu gibi yaklaşık bir ton karbondioksit salımı için 2000 TL olarak hesapladım. Bu 2000 TL karbon vergisinin ülkeyi arzuladığı iklim hedefine ulaştırıp ulaştırmayacağını ancak deneme yanılma ile görebiliriz.

Bunun yanında Emisyon Ticaret Sistemi, sera gazı salımını azaltmaya yönelik piyasa temelli bir mekanizmadır. Bu sistemde, bir ülke sera gazı salım hedeflerini belirler ve bu hedeflerin altında kalmayı taahhüt eden şirketlere sera gazı emisyonu için belli bir kota verilir. Şirketler, kotalarının altında emisyon yaparlarsa fazla kota satışa çıkarabilirler ve emisyon yapan şirketler ise kotalarını satın alarak emisyon yapma hakkını elde ederler.

Şimdi bunu iyice bir anlayalım. Mesela bugün Türkiye 565 milyon ton sera gazı salıyor ve bunu 500 milyon tona düşürmeyi planlıyor. Bunun yapılabilmesi için tüm işletmelerin iş yapış şekillerini iyileştirmeleri ve daha az karbondioksit salmaları gerekir. 565 milyondan 500 milyona düşmek ilk başta bir maliyet getirecektir ve bu maliyetin de birinin cebinden çıkması gerekir. Bu nedenle Emisyon Ticaret Sistemi ekonomi dilinde eksi toplamlı bir oyundur. Yani piyasadaki tüm oyunların kar ve zararlarını topladığımızda eksi bir sayı elde ederiz. Bu eksi sayı da 565 milyon tondan 500 milyon tona düşebilmenin maliyetidir.

Emisyon ticaret sistemi, bir ülkenin sera gazı salım hedeflerine sıkı sıkıya bağlıdır çünkü hedefler, emisyon kotalarının da belirlenmesinde temel kriterdir. Eğer bir ülkenin sera gazı salım hedefleri yeterli değilse, bu ülkenin emisyon ticaret sistemi de doğru çalışmayacaktır. Mesela hedefi 500 milyon ton olarak değil de 600 milyon ton olarak belirleyecek olursak Emisyon Ticaret Sisteminin bir işlevi kalmaz çünkü neredeyse bütün oyuncular kotalarını tutturacakları için alım satımı yapılacak bir şey kalmayacaktır ya da satmak isteyen çok oyuncuya karşılık almak isteyen çok az oyuncu olacağı için çok düşük bir fiyat oluşacaktır. 

Böyle bir durumda, şirketler sera gazı salımını azaltmak yerine kotalarının üzerinde salım yapmaya devam edeceklerdir. Bu nedenle, ülke hedeflerinin yeterli düzeyde belirlenmesi ve sistemin doğru bir şekilde uygulanması gerekmektedir.

Merkezi planlı ekonomilerde bu bir noktaya kadar işe yarayabilir. Devlet bir sektörün gelişmesini istediği için o sektöre geniş bir sera gazı salım izni verirken diğer bir sektöre verilen izinleri oldukça kısar ve sistemin sadece kısıtlamak istediği sektör için çalışmasına izin verir. Böylelikle ülkenin toplam sera gazı salımları artarken ayrı tutulan bir ya da bir kaç sektörün salımları düşebilir.

Ancak burada üç parantez açmamız gerekiyor. İlki ülkemizdeki kurallar ve bu kuralların uygulanışı üzerine. Derinden inceleyecek olursak ülkemizde neredeyse her konuda iyi düşünülmüş kurallar olduğunu görüyoruz. Ama bu kuralların önemli bir çoğunluğu kişiye, yere ve zamana bağlı olarak uygulandığından güven uyandırmıyor. Emisyon Ticaret Sisteminin çalışabilmesi için sağlam bir ceza mekanizmasi gereklidir. Yani, kotalar belirlendikten sonra her oyuncunun bu kotalara sadık kalacağını ve kotanın üzerinde salım yapanlarla kotanın altında salım yapanların aralarında bir ticaret dengesi oluşturacağını kabul ediyoruz. Bunun olabilmesi için devletin kotanın üzerine çıkanlara bir sopa göstermesi gereklidir. Kota aşımını piyasadan tonuna 2000 TL vererek kapatmak yerine harekete geçmeyen firmalara devlet ton başına 3000 TL ceza kesmelidir ki şirketler bu sistemin içinde işlem yapmaya devam etsinler. Ama devlet bu cezayı kesmezse ya da ertelerse sistemin çalışabilmesi mümkün olmaz. Bu da ülkemiz açısından en gerçek risktir.

İkinci parantez ölçüm alanındadır. Bu sistemin için çok sayıda oyuncu katılacak olursa bu oyuncuların yaptığı salımların doğru biçimde ölçülmesi önem kazanmaya başlar. Bu ölçümleri yapacak kurumların da son derece işlerinin ehli olmalarının yanında sayılarının da oldukça fazla olması gereklidir. Bu da ciddi bir eğitim gerektirecektir. Bu eğitim altyapısının ülkemizde sağlandığı da çok şüphelidir. Aynı bina stoğumuzda olduğu gibi, oyuncuları ziyaret etmeden atılan imzalarla ölçüm yapılmış gibi gösterilmesi ve oyuncular arasında haksız rekabet oluşturulması son derece alışkın olduğumuz bir durumdur.

Son parantezimiz de bu işi neden yaptığımız üzerine. Biz, kendi iyi niyetimizden ve doğaya olan sevgimizden dolayı sera gazı salımlarımızı azaltmaya çalışmıyoruz. Öncelikle Avrupa Birliği bize sınırda bir karbon vergisi koyacak diye korkuyoruz. Eğer bir Emisyon Ticaret Sistemi kuracak olursak bu vergiden kaçınacağımızı umuyoruz. Ama bu sistemin arka yüzünü de bilmemiz gerekiyor. Avrupa Birliği’nin bize böylesi bir vergi koyabilmesi için aynı kuralları kendi iç işleyişinde de uyguluyor olması gerekiyor. Yani Avrupa Birliği kendi sera gazı salım hedeflerini öyle belirleyecek ki oradaki karbon piyasasında karbondioksidin bir tonunun bedeli 2000 TL olacak. Sonra bize dönüp “sıra sizde diyecek”. O zaman da bizim piyasa kurmuş olmamız yeterli olmayacak, o piyasadaki karbondioksidin bir tonunun fiyatının da 2000 TL civarında olması gerekecek ki sınırdaki karbon vergisinden kurtulabilelim. Karşımızdaki oyuncu bu oyunu yirmi seneye yakın bir zamandır oynuyor. Kayıpları ve kaçakları çok iyi biliyor ve bizim o kaçaklardan faydalanarak haksız bir kazanç elde etmemize izin vermeyecek kadar da akıllı. Dolayısıyla eğer bu oyunu oynayacaksak, hem oyuncular hem de devlet kurallara uyarak ve oyunu ciddiye alarak oynamak zorunda, yoksa Emisyon Ticaret Sistemi kurmamızın bir anlamı kalmaz.

Sonuç olarak, Emisyon Ticaret Sistemi bir ülkenin sera gazı salım hedeflerine sıkı sıkıya bağlıdır ve hedeflerin yetersiz olması durumunda sistemin doğru bir şekilde çalışması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle, Emisyon Ticaret Sistemi uygulamalarında, ülke düzeyinde sera gazı salım hedeflerinin doğru bir şekilde belirlenmesi ve bununla birlikte uygun politikaların geliştirilerek bu politikaların sıkı sıkıya takip edilmesi önemlidir.

Bu yazı T24 İnternet Haber Sitesi'nde yayımlanmıştır.

Büyük devletlerin iklim politikalarına güvenilmez

İklim krizi kötü boyutta ve biz oturup birilerinin bu sorunu çözmesini bekliyoruz. Sizlere kötü bir haber vereyim mi? Kimse bu sorunu çözmeye çalışmıyor. Bu sorunun çözülmesi için rahat yerlerimizden kalkıp hayatımızı değiştirmemiz gerekiyor ama kimse buna yanaşmıyor. Bazı ülkeler biraz yanaşırmış gibi yapıyor ama onlar da sadece söylemde kalıyor ve söylemler ciddi anlamda eyleme dökülemiyor. Birkaç örnek vermeye çalışacağım.

Geçtiğimiz haftalarda en büyük 7 ekonominin liderleri Japonya’da toplanıp iklim krizini de ilgilendiren epeyce karar aldılar. Sonuçlara bakıldığında bu liderlerin hepsi iklim krizinin kötü bir şey olduğunu ve durdurulması için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını söylediler. Çok güzel bir yaklaşım. Ama 1992 yılından bu yana liderler her toplantıda iklim krizinin önemli olduğunu ve kötüleşmeden durdurulması gerektiğini söylüyorlar. İş gerçekten ellerini taşın altına koymaya gelince de hemen yan çiziyorlar.

Mesela, iklim krizini durdurabilmek için yapılması gereken şeylerden bir tanesi gelişmiş ülkelerden başlayarak kömürden acilen çıkmak. Bu yolda Kanada ve İngiltere 2030 yılında saldıkları karbondioksidi yakalayıp saklamayan kömürlü termik santrallerin elektrik üretimine izin verilmemesi yönünde bir teklif getirdiler. Kanada ve İngiltere’nin de bu yönde iyi niyetli olmadıklarını biliyoruz ama bu en azından elle tutulabilir bir teklif. 2030 yılında kömürü elektrik üretiminde kullanmayacağız. Yeterli mi? Asla değil. Bana kalsa bu yedi ülkenin yani ABD, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada ve İngiltere’nin yıllar önce tüm kömürlü termik santrallerini kapatmış olmaları gerekiyordu. Ama bugün “2030’da kapatalım mı?” konusunu tartışıyorlar hala. Daha da kötüsü, bu tartışmanın sonunda “kapatamayız” cevabının ötesinde “yenilerini yapmayalım bari” kararı bile alınamadı. ABD, Almanya ve Japonya değişik bahanelerin ardına sığınarak kömürlü termik santralleri kapatmak için bir zaman bile veremediler. Bunlar bize parmak sallayarak “kömürden çıkmalısınız” diyen ülkeler. Elbette biz kömürden çıkmalıyız, ama bu arkadaşların hem politika üretme hem de teknolojik çözümlerde gelişmekte olan ülkelere yol gösterici olmaları gerekmiyor mu?

Bir diğer örnek de Dünya Bankası ile ilgili olarak yaşandı. Hani biliyorsunuz Dünya Bankası’nın bir önceki başkanı çevre ve iklim sorunlarına fazla eğilmediği için fazlaca eleştiriliyordu. Şimdiki başkanın bu konulara yapılacak yatırımın biraz daha arkasında durması bekleniyor. İşte Rusya ve Suudi Arabistan da tam bu noktada araya girerek Dünya Bankası’nın iklim krizini önleyecek karbon tutma ve saklama teknolojilerine çok daha fazla destek olmasını istediler.

Biliyorsunuz karbon tutma ve saklama teknolojilerinin gelişimi Paris Anlaşması da dahil olmak üzere iklim krizini önlemenin temel yöntemleri arasında yer alıyor. Konuyu bilmeyenlerin “ne güzel işte petrol ve doğal gaz üretici bu iki ülke bu konuya yatırım yapılmasını istemiş” demeleri gayet doğal. Ancak hemen şunları söylemekte fayda var:

Küresel ısınmayı ortalama sıcaklık artışı 1,5℃’yi geçmeden durdurmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek için de 10 yıldan az bir vaktimiz var. Dolayısıyla bizim acilen karbondioksit salımını azaltmamız ve hatta durdurmamız gerekiyor. Bir yandan karbondioksit salmaya devam edip öte yandan da salınan karbondioksidi yakalama teknolojilerini geliştirmeye yatırım yapacak vaktimiz yok. Yatırımı güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yapıp, hızla salımları düşürüp, sonraki 10 yılda ve sonrasında verdiğimiz zararı hızla geri döndürebilmek için havadaki karbondioksidi emmenin bir yolunu bulmak için yatırım yapabiliriz. Ama bu yatırım asla daha fazla karbondioksit salabilmek için bir yöntem keşfetmeye çalışmak için yapılmamalıdır. Bugün Rusya ve Suudi Arabistan’ın yapmaya çalıştığı ve ABD’nin de gönülden desteklediği, petrol ve doğal gaz üretmeye devam edip havaya karbondioksit salarken bir yandan da salınan bu karbondioksidi yakalayıp saklamanın kolay ve ucuz bir yolunu keşfetmektir. Cin lambadan çıktıktan sonra yakalayıp tekrar lambaya tıkmaya çalışmaktansa cini lambadan hiç çıkartmamak çok daha gerçekçi bir çözümdür.

Sonuç olarak gözlerimizi her zaman açık tutmak zorundayız. Çevremizdeki şirketler de devletler de hep bizleri düşünerek yararlı adımlar atıyorlarmış gibi yapıyorlar ama altını azıcık kazıdığınızda aslında yapılanın bizlere ve doğaya hiç de faydalı olmadığını kolayca görebiliyoruz. Onun için lütfen hepimiz gelecek için savaşmaya odaklanalım ve kolay kandırılmayalım.

Bu yazı Yeşil Gazete Haber Sitesi'nde yayımlandı.

İklimdeki Dunning - Kruger Etkisi

Bu hafta uzun bir aradan sonra Avrupa Yerbilimleri Birliği’nin senelik toplantısına (EGU 2023) katıldım. Bir hafta süren toplantıdan pek çok yeni şey öğrendik, kendimizi geliştirme fırsatı bulduk, yaptıklarımızı anlattık, çoğunlukla “bunu biz de yapabiliriz” dedik, epeyce şeyde de “keşke imkan olsa da bunu bizim ülkede de yapabilsek” demek zorunda kaldık. İnşallah o noktaya da yakın bir zamanda ulaşırız. Ama bugün, bir konuşmada geçen bir kavram üzerine eğilmek istiyorum, İngilizcesi “epistemic humility” sanırım dilimize de “bilgi sahibi olmaktan doğan alçak gönüllülük” diye tercüme etmek mümkün. Ben filozof değilim, onun için bu kavramın kökleri, “tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” türü bir konuşmaya girmeyeceğim. Onun yerine özellikle sosyal medyada sıkça karşılaştığımız bir durumla bağlantılı olarak bu kavramı değerlendirmeye çalışacağım. Yazacaklarım tamamen benim görüşümdür, tartışmaya da kesinlikle açıktır.

Öncelikle çoğumuzun bolca duyduğu Dunning - Kruger Etkisi’nden bahsetmek istiyorum. Gene teorisine fazlaca girmeden bu kavramı şöyle açıklamamız mümkün:



Konu hakkında hiçbir şey bilmediğimizde o konu hakkında fikir beyan edebilmek için kendimizi yetkin de görmüyoruz. Bu A noktasına karşılık geliyor. Birkaç YouTube videosu seyrettikten sonra bilgimiz artıyor bu konuda ve “Her şeyi ben bilirim” Tepesi’ne ulaşıyorsunuz. Bu tür arkadaşlara sıkça rastlıyoruz. Konunun uzmanlarına “benim gördüğüm videoda öyle demiyordu, sen bilgilerini bir kontrol et istersen” özgüvenine bu noktada kavuşuyor insanlar. Ama video seyretmekle kalmayıp biraz daha öğrenmeye başladıklarında öğrendiklerinin ne derece az olduğunu ve öğrenmek için daha ne çok şey olduğunu algılamaya başlıyorlar. C noktasından sonra zorlu bir öğrenme süreci başlıyor. Öğrendiğiniz her bilgi sizi Aydınlanma Yokuşu’nda biraz daha yukarıya taşıyor. Öğrenilebilecek her şeyi öğrenmek elbette mümkün değil ama yeni öğrendikleriniz tüm bildiklerinize daha az şey katmaya başladığında da artık o konuda uzman sayılıyorsunuz. Sürdürülebilir bilgi o noktada sadece yeniliklere açık olmak anlamına geliyor.

Şimdi gelelim iklim krizine: Öncelikle, herkes iklimi biliyor ve herkesin bu konuda bir fikri var. Bu neredeyse kimse tam olarak A noktasında değil anlamına geliyor. Ancak bize bilgiyi sağlayacak çoğu kaynak da Aydınlanma Yokuşu’nda daha başlangıç noktasında olduğundan arada pek çok yanlış bilgi doğru kanallardan bile yayılabiliyor. İklim konusunda kendi dilimizde fazla yayın üretmediğimiz için, çoğu zaman, özellikle haberler, yabancı kanallardan tercüme ediliyor. Bu tercüme haberlerde de işin bilimsel temeli çoğunlukla eksik kaldığından yanlış çıkarımlar olabiliyor. Mesela bu haftadan bir örnek: “İklim değişikliği nedeniyle son on yılda buzulların %2’si eridi.” Gayet iyi niyetli bir haber ama gerçek kaynağına gittiğimizde eriyenin Grönland, Antarktika ya da Kuzey Buz Denizi buzulları değil; Himalayalar, Alpler, And Dağları ve Alaska gibi bölgelerde dağların üzerindeki buzullar olduğu anlaşılıyor. Bu da yeryüzündeki buzulların çok küçük bir kısmını temsil ediyor. Bu, aydınlanma yokuşunun başındaki bir haber kaynağının eksikliğinden kaynaklanıyor ve çok üzüleceğimiz bir hata değil.

Biraz daha kötü bir hata günümüzde iklim krizi popülerleşmeye başladığı için her bilim alanının kendi çalışmasını iklim krizi ile bağdaştırmasından oluşuyor. Gene bu haftadan bir örnek verelim: “İklim değişikliği depremlere yol açabilir.” Evet, iklim değişikliği depremlere yol açabilir ve açacak da. Ama Grönland ve Antarktika üzerinden kilometrelerce kalınlığındaki buz tabakası tamamen eriyip o kara parçaları metrelerce yukarı yükseldiğinde bu olacak, yani yüzlerce ile binlerce yıl zaman aralığında. Daha da önemlisi, bizim ülkemizi pek de etkilemeyecek bu. Çok aşırı yağış alıp barajlar dolduğunda bu altımızdaki kaya tabakasına bir etki yapıyor mu? Elbette yapıyor ama bu tür bir değişikliğin üreteceği depremleri sismik aletler bile zor ölçüyor, yani çok ufak depremler. Ülkemizdeki dev depremleri tetikler mi? Kesinlikle hayır. Ama bir akademisyen haber peşinde koşan genç bir basın mensubu ile konuştuğunda dikkatli olmazsa “iklim değişikliği depremlere yol açıyor” haberi çıkabiliyor. Akademisyen kendi alanında D ile E noktası arasında deprem olabilir dediğinde konuştuğu kişinin A ile B noktası arasında bir yerlerde olduğunu unutursa bu haberin ulaşacağı çoğu kişiyi hızla B noktasına taşımaya yardımcı olabilir. Ne yazık ki özellikle serbest bilgi akışının olduğu sosyal medyada doğru olandansa ilginç olan daha hızlı yayılıyor. Bu da kişilerin önemli kısmının B noktasında kümelenmesine neden oluyor.

Şimdi gelelim ilk baştaki soruna. Ben kendimi D noktası civarında görüyorum. Her gün yeni şeyler öğrenerek E noktasına doğru sabırla tırmanıyorum. Bir gün karşıma B noktasında bir kişi çıkıyor ve diyor ki “senin bu dediklerin var ya, hepsi yanlış”. Bu kişiye karşı nasıl davranmalı?

A noktasında hiçbir şey bilmeyen ve öğrenmeye istekli birine saatlerce anlatabilirim, hatta anlattım da. C noktası en sevdiğim yer çünkü orada gerçekten umutsuzca bilgiye aç kişiler var, birlikte öğrenmek en güzeli. D noktasına doğru tırmandıkça birlikte öğrenmenin zevki de artıyor. Orada zaten bilginin paylaşıldıkça arttığını içselleştirdiğiniz için Sokrat’ın izinden gitmeye başlıyorsunuz. Ama ah şu B Tepesi.

B Tepesi civarındakileri birkaç gruba ayırmak mümkün. Kısaca “ben zaten biliyorum, onun için laf etmeye değmez” diyerek susanlar ve konuşanlar diyebiliriz. Susanlarla gene bir sorunumuz yok da konuşanları iki gruba ayırmak mümkün: B Tepesi’ne doğru tırmananlar ve tepeden aşağıya doğru inmekte olanlar.

Tepeye doğru tırmananlar “dostum sen de hiçbir şey bilmiyorsun, iki tane video seyret de öğren ve o zaman anlarsın” grubunda oluyorlar genelde. İşte bu gruba karşı ne yazık ki bilgiden doğan alçak gönüllülük diye bir şey söz konusu olamıyor benim için. Bu tutum benim açımdan tamamen bilim karşıtı bir tutumdur ve buna nezaketle bir şeyler anlatmanın yolu yoktur. “Kardeşim senin bu cevabın yanlış, hatta saçma” demekte sakınca görmüyorum ama o tepede kendinden son derece emin arkadaşlar çok fazla alınıyorlar. Alınmaya da devam edebilirler bence çünkü insanlığın ne kadar fazlası o tepede toplanmaya devam ederse geleceğimiz de o denli karanlık olacak. O tepenin yanlış olduğunu şeker kaplamadan söylemek zorundayız ve bunu birlikte yapmalıyız. Yapmadığımız takdirde birileri bize Dünya’nın düz olduğunu, iklimin değişmediğini ve nice diğer bilim dışı şeyi anlatmaya devam edecek. Artık burada durmamız ve saçmaya hep birlikte “saçma” dememiz gerekiyor.

Bir de tepeden aşağıya doğru inmekte olanlar var. Onları koruyup kollamamız gerekiyor çünkü geleceği onlarla birlikte Aydınlanma Yokuşu’na tırmanarak kuracağız.

Sonuç olarak, bilgide alçak gönüllülük olur mu ya da olmalı mı? Başımıza ne geldiyse “Her şeyi ben bilirim” Tepesi’ne varmaya çalışanlara nazik davrandığımız için geldi. Geri kalanların hepsine kapımız açık, birlikte öğrenelim ve birlikte gelişelim ama cehalete dur dememin vakti geçiyor bile. 

Bu yazı T24 İnternet gazetesinde yayımlandı.

1 Mayıs 2023 Pazartesi

Kuraklık ve Tarımsal Sürdürülebilirlik

Ülkemiz oldukça uzun bir süredir ciddi bir kuraklık altındadır. Bu kuraklığın etkilerini kış boyunca barajlardaki su miktarı olarak algılıyor olsak da esas sorun kendini kuraklık yaza kadar devam edecek olursa tarım alanında gösterecektir. Akdeniz coğrafyasında bulunan ülkemizde çoğu tarım alanı hepimize küçük yaşta öğretildiği gibi, yazları sıcak ve kurak, kışları serin ve yağışlı diye kabaca anlatılabilecek bir iklim rejimine sahiptir. Bu kışı oldukça yağışsız geçirdikten sonra önümüzdeki yaz pek çoğumuzu epey korkutuyor.

Kuraklık, hepimizi etkilemenin ötesinde tarımsal üretimin sürdürülebilirliği üzerinde önemli etkiye sahip olan doğal bir afettir. Ürünlerin ihtiyaç duydukları anda suya ulaşabilmelerini kısıtlayan tarımsal kuraklık, üretim için en önemli tehditlerden biridir ve özellikle iklim krizinin bir sonucu olarak dünya genelinde endişe verici bir şekilde artmaktadır. Kuraklık, tarımsal üretimin verimliliğini ve kalitesini azaltarak aynı zamanda çiftçilerin gelirini de azaltır ve gıda güvenliğini tehlikeye atabilir. Ayrıca kuraklık, ekolojik dengeyi bozarak tüm canlıların ihtiyacı olan su kaynaklarını tüketebilir.

Kuraklık, tarımsal verimliliği ve kalitesini olumsuz etkileyerek tarımsal çıktıyı azaltır. Özellikle sulama sistemlerine bağımlı olan bölgelerde, su kaynaklarının azalması nedeniyle kuraklık, sulama sistemlerinin verimliliğini düşürür. Ayrıca, kuraklık bitkilerin kökleri tarafından emilen su miktarını azaltarak bitki büyümesine ve verimliliğine zarar verir. 

Tarımsal kuraklık ayrıca tarımsal ürünlerin çeşitliliği ve kalitesini etkiler. Kuraklık, bazı bitki türlerinin büyümesi için gerekli olan su kaynaklarının azalması nedeniyle üretkenliklerini azaltır. Bunun yanında kuraklık, bazı bitki türlerinin de büyümesini tamamen engelleyebilir veya düşük kaliteli ürünler üretmelerine neden olabilir. Bu da tarımsal ürünlerin çeşitliliğini azaltır ve çiftçilerin gelirini düşürür.

Kuraklık ayrıca tarımsal üretim maliyetlerini artıran bir etkendir. Kuraklık, hem sulama maliyetlerinde hem de su kaynaklarının tüketiminde artışa neden olarak üretim maliyetlerini yükseltir. Ülkemiz gibi tarımsal sulamada kullanılan suyun bir girdi olarak kabul edilmediği ülkelerde bile pompa maliyetleri masrafların önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Ayrıca, kuraklığın neden olduğu üretim maliyetlerindeki artış, tüketici bazında ürün fiyatlarının yükselmesine neden olur. Bu da tüketicilerin satın alma gücünü azaltır ve çiftçilerin ürünlerini pazarlamasını zorlaştırır.

Bunun ötesinde tarımsal kuraklık ekolojik dengeyi bozabilir. Kuraklık nedeniyle tükenen su kaynakları doğal habitatları da yok eder. Bu durum, gıda zincirini ve doğanın dengesini bozarak su kaynaklarına ve ekosistemlere uzun vadeli zarar verebilir.

Toprak kalitesi de kuraklıktan etkilenir, bu da toprak verimliliğini azaltabilir, toprakta yaşayan canlıların yaşamını ve bitkilerin büyümesini zorlaştırabilir. Ayrıca kuraklık, toprak erozyonuna ve bozulmasına neden olarak tarım arazilerine uzun vadeli zarar verebilir. Ülkemizde sıklaşmaya başlayan toz fırtınaları gerek ülkemizde gerekse de yakın coğrafyalarda oluşan kuraklıklarla yakından ilişkilidir.

Arazi kullanımında değişiklikler, ormanlık ya da sulak alanların yok edilmesi gibi doğal yaşam alanlarının kaybı da çoğu zaman kuraklıkla ilişkilendirilebilir. Bu değişiklikler doğal habitatları bozarak ve bölgedeki bitki ve hayvan türlerinin sayısını azaltarak ekolojik sürdürülebilirliği olumsuz etkiler.

Kuraklığın tarımsal sürdürülebilirliğe zarar veren etkilerini azaltmak için birkaç önlem alınabilir. Bu önlemler şunları içerir:

Verimli Su Yönetimi: Su kaynaklarının verimli yönetimi, kuraklığın tarım üzerindeki etkisini azaltmak için hayati önem taşır. Devlet ve çiftçiler, su kaynaklarının sorumlu kullanımını sağlamak için birlikte çalışmalıdır. Bugün için ülkemizde çokça kullanılan vahşi sulama yöntemlerinden daha verimli sulamaya geçilebilmesi için çiftçinin desteklenmesi gereklidir.

Tarımsal Ürünlerin Çeşitlendirilmesi: Tarımsal ürünlerin çeşitlendirilmesi, kuraklığın tarımsal üretim üzerindeki etkisini azaltabilir. Hem zamansal hem de mekansal bağlamda artacak çeşitlilik, bazı ürünlerin verimliliğindeki azalmaya rağmen çiftçilerin hala gelir elde etmelerini sağlayabilir. Ancak giderek monokültüre yönelen tarım çalışmaları bu bağlamda sürdürülebilirliği kısıtlamaktadır.

Toprak Koruma: Toprak koruması, kuraklığın toprak kalitesi üzerindeki etkisini azaltmak için temel bir önlemdir. Devlet ve çiftçiler, toprak erozyonunu ve bozulmasını en aza indirmek için toprak koruma uygulamalarını sürdürmek için birlikte çalışmalıdır. Aslında bu uygulamaların önemli bir kısmı bizim tarım kültürümüzde bulunmakla birlikte son yıllardaki endüstriyel tarıma geçişle unutulmaya yüz tutmuştur.

Araştırma ve Geliştirme: Devlet ve üniversiteler, kuraklığın tarım üzerindeki etkisini azaltmak için yeni ve daha etkili yollar bulmak için araştırma ve geliştirme alanına daha fazla yatırım yapmalıdır. Bu yatırım, kuraklığa daha dayanıklı yeni ürün çeşitleri geliştirmeyi ve sulama sistemlerini iyileştirmeyi içermek zorundadır. Bugünün küreselleşen dünyasında bir yerlerden gıda bulabileceğimize emin olsak da orta vadede yeryüzünün geneline yayılacak kuraklık veya yağış rejimi değişiklikleri gıda güvenliğimizi tehlike altına atabilir. 

Sonuç olarak tarımsal kuraklık, üretkenliği, kaliteyi ve geliri etkiler ve tarımsal üretimin sürdürülebilirliği için önemli bir tehdittir. Ayrıca kuraklık, su kaynaklarını tüketerek ve doğal habitatları yok ederek ekolojik dengeyi bozar. Kuraklığın tarım üzerindeki etkisini azaltmak için devletin ve çiftçilerin, verimli su yönetimi, tarımsal ürünlerin çeşitlendirilmesi ve toprak koruması konularında kalıcı önlemler almaları gerekmektedir. Bu önlemler, kuraklıktan etkilenen bölgelerde tarımsal üretimin uzun vadeli sürdürülebilirliğini sağlamak açısından çok kıymetlidir.

Bu yazı Sürdürülebilir Üretim Dergisi'nde yayımlandı.

3-6-9 Dünyası

Bugün 1,2-6-8,02 dünyasında yaşıyoruz. Yani, iklim krizi ile birlikte sıcaklık artışı henüz 1,2℃, altıncı büyük yok oluş tüm hızıyla devam ediyor ve insan nüfusu bugün itibariyle 8,02 milyar. Bir yandan küresel ortalama sıcaklıklar yavaş yavaş yükseliyor diğer yandan da nüfusumuz her gün yaklaşık 180 bin kişi artıyor. 2050 yılını bulmadan nüfusumuz 9 milyarı aşacak, ortalama sıcaklığın ise 3℃ artış olması bize şaşırtıcı gelmemeli. Mesela gelecek sene muhtemelen 1,5℃ ısınma sınırını geçtiğimiz ilk sene olacak. Bu nüfus artış oranında dünya nüfusunun 2050 yılından önce 9 milyarı aşacağı nasıl öngörülebiliyorsa, bu sera gazı salım oranlarımızla atmosferi epey ısıtacağımız da aynı kolaylıkla hesaplanabiliyor. Peki bu bizi nereye götürecek?

Nereye doğru gideceğimizi doğru anlamak için nereden geldiğimize bir bakmamız gerekiyor. İnsan ırkı oldukça uzun bir zamandır yeryüzünde yaşıyor. Bilimsel veriler özellikle son 100 bin yıl içerisinde zihinsel kapasitemizde önemli bir artış olmadığını söylüyor. Yani, bundan 100 bin sene önce ne kadar akıllıysak, şu anda da o kadar akıllıyız. Ancak 100 bin sene önce mağaralarda yaşıyorduk, şimdi ise uzaya gidebilecek teknolojiye sahibiz. O kadar uzağa değil de 12 bin sene önceye gidecek olsak insanlığın 100 bin sene öncesinden pek de farklı olmadığını anlayabiliyoruz. Öyleyse ne olduysa son 12 bin sene içerisinde oldu diyebiliriz. Son 12 bin seneyi daha öncesiyle kıyasladığımızda ise bir unsur hemen öne çıkıyor: Son 12 bin senede çevre koşullarımız neredeyse hiç değişmedi. Öncesinde ise kısa süreler içerisinde doğal çevremizde oldukça hızlı sayılabilecek değişiklikler görülüyordu. Bu hızlı değişikliklerin sona erdikten sonra girdiğimiz ve oldukça kararlı çevre koşullarının görüldüğü döneme Holosen diyoruz.

Holosen medeniyetimizin geliştiği dönem oldu. Bu gelişme uzun süre oldukça yavaş ilerledikten sonra buhar makinesinin icadıyla hızlanmaya başladı, yaklaşık 1950 sonrasında ise neredeyse kontrolden çıktı. “Kontrolden çıktı” dememizin sebebi ise bu hızlanma öncesi doğaya verdiğimiz zararın ve bu zararın neden olduğu değişikliklerin geri dönülebilir seviyede olmasıdır. Ancak özellikle 1950 sonrası ısrarlı biçimde doğayı kararlı düzeninden saptırma çabalarımız jeologların bu döneme yeni bir isim verme çabalarına neden oldu: Antroposen, yani insanın çağı.

Bu yeni ismin sosyal bağlamını uzun uzadıya konuşmamız mümkün ama jeolojik açıdan konuya bakacak olursak, bundan milyonlarca yıl sonra yeryüzünde yaşayacak olanlar geriye dönüp kaya katmanlarının içerisinde bugüne ait bir kesit bulacak ve “burada garip bir şeyler olmuş” diyecekler. Yeryüzüne verdiğimiz zarar işte bu boyutta.

İşin kötü tarafı, bu verdiğimiz zararın bilincine vararak geri dönmeye de çabalamıyoruz. Çevre üzerinde geçtiğimiz her sene daha artan bir etkimiz var. Bu etkimiz yeryüzünün insan medeniyetini kurmasına destek olduğu iki temel noktada oldukça büyük zarar yaratıyor. Bu noktaların ilki sözünü ettiğimiz kararlı iklim ve çevre koşulları. İkincisi ise sahip olduğumuz biyolojik çeşitlilik. Medeniyetimizin gelişimine baktığımız zaman bunun tarımı yapılacak daha çeşitli ürünlerin yetiştiği ve bunun yanında hem beslenme hem de işgücü açısından destek olacak hayvanların olduğu Mezopotamya’da başladığını kolayca görebiliriz. Benzer iklim koşulları Orta Amerika’da, Indus Havzası’nda ve Çin’de de olmasına rağmen Mezopotamya’yı öne çıkartan buğday, arpa, mercimek ve yulafın yanında inek, at, koyun ve devenin varlığıydı. Bu nedenle 3-6-9 dünyası Holosen’den de Antroposen’den de farklı olacak.

Öncelikle 9 milyar kişiyi beslemek zorunda olacağız ve bu kişilerin önemli çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde, hatta bunların da gelişim basamaklarında daha aşağıda bulunanlarında doğacak. “Bu insanları beslemek kolay, yeter ki biz gıda sistemindeki sorunları ve israfı giderelim” diye düşüneceğinizi biliyorum ama ne yazık ki bu dediğiniz o kadar da kolay değil. Satın alma gücü arttıkça bireylerin istekleri de çoğalıyor. Eskiden parası olmadığı için erişemediği bazı şeylere erişecek parası olduğunda aşırı tüketime engel olmak başlı başına bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. O nedenle kişilerin tüketim alışkanlıklarını değiştirerek gıda israfının önüne geçeceğimizi düşünmek belki kendi ailelerimiz için geçerli olabilir ama kısa vadede küresel olarak uygulanabilir bir çözüm değil. Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki hayvansal gıda tüketimi önüne oldukça zor geçilebilecek bir biçimde artıyor. Bu da 9 milyar kişiyi sağlıklı beslemek açısından önemli engellerden biri.

Yeryüzündeki hayat şimdiye kadar beş büyük yok oluş yaşamış. Bunların en ciddisinde, 251 milyon yıl önce, neredeyse gezegendeki tüm yaşam uçurumun kenarından dönmüş. Bu olayda yeryüzündeki canlı türlerinin %90’ı yok olmuş. Dikkat edin lütfen canlıların değil, o türden bir tane bile kalmayacak biçimde türlerin %90’ı yok olmuş. Bu felaketlerin en hafifinde, 359 milyon yıl önce canlı türlerinin %70’i yok olmuş.

Şimdiye kadar biyolojik çeşitliliğe verdiğimiz zararın üzerine, bilim insanları önümüzdeki 40 yıl içerisinde bugün kalmış olan biyoçeşitliliğin en az %30’unu daha kaybedeceğimizi söylüyorlar. Bu hızla devam edecek olursak insanlık yeryüzünün tarihindeki altıncı yokoluşa da kendisi neden olacak. Medeniyetin gelişimini biyolojik çeşitliliğe borçluyken yapmakta olduğumuz bu hatayı çok fena ödeyebiliriz. Bugün, “elimizdekiler bize yeter” derken aklımıza genelde kutup ayıları geliyor. Unutun kutup ayılarını, yanlış tarım politikalarıyla ata tohumlarımızı yitiriyoruz. Biyoçeşitliliğin kaybı dediğimiz kutup ayıları ya da penguenler değil, gelecekteki bir başka COVID salgınında ilaç olarak kullanabileceğimiz bir zambak cinsini ya da bir mercanı kaybediyoruz.

Bunların ötesinde bir de yeryüzü ısınmaya devam ediyor. Sıcaklık artışı 3℃’yi bulup geçtiğinde artık tanıyamayacağımız bir dünyada yaşıyor olacağız. Hani daha rahat anlamanız için, deniz seviyesi Kadıköy’de Boğa’ya kadar gelecek, Adana’da barajdan denize girebileceğiz. Antalya’da senenin yarısı 45℃ sıcaklıkla geçecek. Kuraklık ve sel felaketlerinden dolayı Afrika ve Güneydoğu Asya’dan on milyonlarca insan Avrupa’ya göç edebilmek için medeniyetlerin geçiş noktası olan ülkemize doğru göç edecek. Çekirge sürülerinin kuzeye yönelmeleriyle tarımsal ürünlerin yarısını kaybettiğimiz seneler olacak. Bu listeyi uzatmak mümkün ama sanırım 3-6-9 dünyasının Holosen’den de Antroposen’den de ne denli farklı olacağını kavradınız.

Peki ne yapmalı? Öncelikle şimdiden şikayetçi olsak da 1,2-6-8,02 dünyası pek de fena değil. Elimizden geldiğince bu dünyanın 3-6-9 dünyasına kaymasına engel olmalıyız. İşe başlamamız gereken nokta da küresel ısınmayı durdurmak olmalı çünkü iklim felaketi diğer sorunları da çözülmez hale getiriyor. Ama aklımızın bir kenarında her gün biraz daha hızla 3-6-9 dünyasına yaklaşmakta olduğumuz ve o dünyaya uyum sağlamamız gerekebileceği de bulunmalı. Benim kafamdaki dünya işte bu 1,2-6-8,02’den 3-6-9’a doğru hızla giden bir dünya. Bu hafta biri bana “siz kendi dünyanızda yalnızsınız maalesef” dedi. Evet, bugün için küçük bir azınlık olabiliriz ama bu azınlığın hızla büyüdüğünü görüyor olmak da oldukça üzücü. Keşke şimdiden herkes 3-6-9 dünyasını görse de oraya gitmemek üzere birlikte önlemler alabilsek.

Bu yazı EKOIQ dergisinde yayımlandı.