17 Haziran 2022 Cuma

Suçlu iklim mi? Şehir mi?

Yeryüzündeki insan nüfusu son yüz yıl içinde kontrolsüz bir biçimde arttı. Yüz yıl önce her birimize yeryüzünde 73 dönüm alan düşerken bugün bu alan sadece 18 dönüm. Bir de bu alanın önemli kısmının çöller ve balta girmemiş ormanlar olduğunu, çoğunluğunda da tarım yapmamız gerektiğini düşünecek olursak neredeyse omuz omuza yaşıyoruz denebilir. İşte bu insan yoğunluğu başımızdaki belaların önemli bir kısmının temelini yaratıyor.

Bundan yüz sene önce akil insanlar ortaya çıkıp “2022 yılında insan nüfusu neredeyse 8 milyara ulaşacak, onun için hazır nüfus 2 milyarken düzgün bir planlama yapsak” diyerek işe girişse ve bugünkü yaşamın altyapısını sağlasa, belki bu kadar sorun yaşamazdık. Elbette, yüz yıl önceki bu akil insanlara söyleyeceğimiz ilk şey “aman dikkatli olun, yeryüzünün o kadar insanı sürdürülebilir biçimde besleyecek kaynağı yok” olurdu ama varsayalım ki o noktada yapacak bir şeyimiz yoktu.



Öncelikle metropol ya da megapol denen kavramlardan uzak durmak gerekirdi. Şehirlerin büyüklüğünü bir milyon civarında sınırlayıp yeşil alanlar, su havzaları ve yaşam alanlarının iç içe olduğu bir kurgu yaratırdık. Şehrin çevresindeki alanlarda da şehrin ihtiyacını karşılayacak büyüklükte tarım alanları olur, sonra da bir sonraki şehrin etki alanı başlardı. Hayal kurmak serbest ya, şehirdeki her yapının kendi su toplama sistemi olur, bina içerisinde çeşitli kalitede suyun dolaştığı ve kullanıldığı bir sistem zorunlu kılınırdı. Açık alanlara düşen yağmur suyu da ayrı kanallarla toplanıp su havzalarına aktarılır ve böylece yerel yönetimlerin üzerinden gereksiz bir su arıtma yükü de alınırdı.

Binalarda oturmaya izin verilen yerler birinci kattan başlar, binanın zemin katı sosyalleşme alanı, zemin katın altı da sadece depo olarak kullanılırdı. Binaların yüksekliği 12 katı geçmez, her binanın çatısında da toplanan suyla tarım yapılan küçük bahçeler olurdu. Bu bahçeler hem su tutmaya, hem besin üretmeye, hem de ısı yalıtımına destek sağlardı.

Şehrin büyüklüğü araç kullanmayı zorunlu kılmayacağından yaya ve bisiklet ulaşımı için destek sistemleri kurulurdu. Ayrıca araç sayısı az olduğundan tabanı beton birçok otopark yerine tabanı toprak ve çimen olan bolca park alanlarımız bulunurdu. Çok kalabalık olmadığımızdan yapılaşma mekanlarını dere yataklarından uzakta tutar, dere yataklarındaki suyun da dümdüz kanallar yerine kıvrıla kıvrıla akmasını sağlayacak sistemler üretirdik. Bu kıvrıla kıvrıla akan derelerin üzerinde de kavisli köprüler kurarak karşıya geçmeyi sağlardık.

Tüm bunları yapmadık. Artık yapmak için de çok geç çünkü bunu gerçekleştirebilecek bir politik irade herhangi bir ülkede mevcut değil. Şu andaki şehirlerde yaşayan insanlara “buradan gidin, ben burayı bir düzelteyim, on sene sonra dörtte biriniz geri gelirsiniz” diyebilmenin bir imkanı yok. Deseniz bile bunu başarabilecek maddi imkan son derece kısıtlı.

İşte tam da bu ortamın üzerine bizler bir de iklimi bozduk. Eğer az önce hayal ettiğimiz şehirleri kurabilmiş olsaydık ne şiddetli yağışlar ne uzun kuraklıklar bize bugün verdiği zararı verebilirdi. Ne yazık ki şu anda iki musibetin arasında kalmış durumdayız. Bir tarafımızda insanca yaşamamıza fazla da izin vermeyen şehirler, diğer tarafımızda da bozduğumuz doğanın ve iklimin her geçen gün artan hışmı. Biz ise hala suçlu arıyoruz. Suçlu şehir mi? İklim mi? İkisini de biz değiştirmedik mi? Şehir desek suçu sadece şu anda başta olan belediye başkanına ya da devlet başkanına mı atacağız? Almanya geçtiğimiz yaz çok şiddetli sellerle mücadele etmek zorunda kaldı. Çok sayıda can kaybı yaşandı. Nedenleri araştırıldığında, az önce bahsettiğim zemin kat altı yerlerin yasak olmasına rağmen mültecilere kiraya verilmiş olması ve bunun can kaybına yol açtığı görüldü. Bu şehirleri bizler kurduk ve çoğumuz mecburiyetten ya da isteyerek buralarda yaşıyoruz. Sorumlu biziz, ne iklim ne de şehirlerin etkisi başımıza gelenler. Problemi “iklim” diyerek görmediğimiz ve bilmediğimiz bir öcüye ya da “şehirler” diyerek yöneticilere atmayalım. Şehirleri de iklim krizini de biz yarattık. Şimdi yarattığımız bir canavar diğerinden destek alarak arada bizlerden intikam almaya başladı. Ne yazık ki bu daha başlangıç ve biz harekete geçmezsek gelecekte alacakları intikamın boyutu çok daha büyük olacak.


12 Haziran 2022 Pazar

İklim Krizi mi? Ekonomi mi?

Günlük yaşam içerisinde sürdürülebilirlik, dirençlilik, döngüsellik gibi kavramlar her geçtiğimiz gün karşımıza daha sık çıkmaya başladı. Hatta bu kavramlarla o denli sık karşılaşmaya başladık ki artık konuştuğumuz bir diğer konu da bu kavramların içinin ne derece boşaldığı olmaya başladı. Oysa bu kavramların hepsi geleceğimize yön veren, son derece kıymetli yol haritaları ve yazık ki bu kavramların içi yavaş yavaş boşalmaya başladı.

Bu karmaşanın içinde sanki sürdürülebilirliği anlamak biraz daha kolay olur diye düşünüyor insan. Benim yaşamakta olduğum hayatı sürdürebilmem sürdürülebilirliğin temelinde yer alsa gerek. Ama bu noktada gözümüz çocuklarımıza takılıyor. Ben hayatımı sürdürebiliyorum ama onlar gelecekte sürdürebilecekler mi? Peki, ya bizim şirket? Ben başka yerde de iş bulup hayatımı sürdürürüm ama bu iş yapış şeklimiz ne kadar devam edebilir? Kolayca göreceğiniz gibi, bu sorular ve bunlara verilen cevaplar gittikçe uzayıp karmaşıklaşabiliyor. Bu bağlamda sürdürülebilirliğin tanımı durduğumuz yere ve baktığımız açıya göre değişebiliyor. Ancak biz bu kavramı pek çok durumda bolca kullanıyoruz ve ne yazık ki körlerin fili tanımlaması benzeri, kafalarımızda oluşan düşünceler çoğu zaman birbirinden oldukça farklı oluyor.

Birleşmiş Milletler de sürdürülebilirliğin tanımını yapmaya çalışırken oldukça zorlandı. Sonunda Norveç’in eski başbakanı Gro Harlem Brundtland liderliğindeki bir çalışma grubu çoğumuzun kabul edebileceği bir tanım ortaya koydu:

Sürdürülebilirlik, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını giderebilme imkanlarını ellerinden almadan bugün bizim ihtiyaçlarımızı giderebilmemizi sağlamaktır.

Böyle baktığımız zaman yeryüzünün bize bu sene için verdiği imkanların 365 gün yetmesini sağlamamız gerekiyor. Oysa biz bu kaynakları Temmuz ayının sonu gelmeden tüketmiş oluyoruz, yani senenin son beş ayı gelecek nesillerin kaynaklarından tüketiliyor. Bu da gezegenimizi gelecek nesillere sağlam bir biçimde bırakmamızı ciddi biçimde engelliyor. Bugün içinde yaşadığımız çoğu krizin geçici olduğunu, COVID19 bittiği  zaman sona ereceğini ya da Rusya Ukrayna’dan çekildiğinde gıda fiyatlarının normale döneceğini sanıyoruz. Ne yazık ki tüm bu problemler bizim gezegenin sınırlı kaynaklarını sınırsız biçimde harcama çabamızın bir sonucu olarak karşımızdalar.

Kaynakları sorumsuzca tüketmenin bir diğer sonucu da bu tüketimin doğaya verdiği zarardır. Bilim insanları doğaya verdiğimiz zararı inceleyerek dokuz ayrı problem alanı belirlemişlerdir. Bu problem alanlarında acil önlemler alınarak kötüye gidişin engellenmesiyle çevresel sürdürülebilirlik sağlanabilir. Bu problem alanlarının en önceliklisi iklim krizidir. İklim krizi önlenmediği takdirde karşımıza çıkacak olan sorunlar geri kalan tüm tedarik sorunlarını ve çevresel problemleri gölgede bırakacak büyüklüktedir. Ayrıca iklim krizinin yaratacağı sorun diğer tüm çevresel problemleri de çözülemez hale getireceğinden kısaca "sorun, iklim krizi ise geri kalan tüm problemler teferruattır" dememiz mümkündür.

Geçen zaman içerisinde iklim krizinin yaratacağı problemleri biraz daha iyi anlama fırsatını yakaladık. Bugün başımıza gelecek her şeyi biliyoruz dememiz elbette mümkün değil çünkü doğa her daim sürprizlerle dolu ve karşımıza şu ana kadar düşünmediğimiz bir sorun çıkartabiliyor. Ancak şunu söylememiz kesinlikle doğru olur: Bilimdeki gelişme ile farkına varabildiğimiz her nokta problemlerin umduğumuzdan daha ciddi ve kötü sonuçlar doğurabileceğini bize gösteriyor. Dolayısıyla, gelecekte bir sihirli değneğin ortaya çıkıp tüm sorunları yok edeceğini düşünmemiz hiç doğru olmaz. Tersine bugün karşımızda büyüyen ne gibi sorunlar varsa gelecekte adını bile duymadığımız başka sorunlarla karşılaşacağımızı kabullenmekte fayda var. Mesela müsilajı düşünün. Bir sene önce çoğumuzun kelime dağarcığında bulunmayan bu sözcük bugün özellikle Marmara Denizi çevresinde yaşayanlar açısından orta büyüklükte bir kabus anlamı taşıyor.

İklim krizinin en önemli nedeni bizim kömür, petrol ve doğal gaz bağımlılığımızdır. Bu yakıtlar yandığı vakit atmosfere karbondioksit gazı salınır ve bu gaz yeryüzünün ısınmasına neden olur. Uygarlığımızın geliştiği son 10 bin yıl içerisinde atmosferin ortalama sıcaklığı pek fazla değişmemiştir. Zihninizde canlanması için, son buzul çağında Dünya’nın bugünden 6 derece daha soğuk olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde toplam insan nüfusu bir milyon seviyesine bile ulaşamamıştı. Sıcaklıkların bugünkü seviyede dengelenmesi insanlığın tüm gezegene yayılarak nüfusunun 8 milyar seviyesine ulaşmasına yardımcı oldu. Bugün ise o denge noktasından 1,3℃ daha ısınmış durumdayız. Bu ısınma 2℃ seviyesine çıktığında normalden epey farklı bir hayat yaşamaya başlayacağız. Unutmayın, buzul çağı bugünden sadece 6℃ derece daha soğuktu, bugünden 2℃ daha sıcak bir atmosfer de bugünkü kadar çok sayıda insanın yaşamasına imkan vermeyecektir. Hele sürdürülebilir bir yaşam ulaşabileceğimiz bir hedef olmaktan tamamen kopacaktır.

Bugün atmosfere senede yaklaşık 60 milyar ton sera gazı salıyoruz. Atmosferin ısınmasına neden olan bu sera gazlarının toplamının 1000 milyar tonu bulması atmosferin de 2℃ ısınması anlamına geliyor. Yani bugün yaşadığımız gibi 16 yıl daha yaşamamız gezegenimizin en az 2℃ ısınmasına neden olacak. Bu ısınma gerçekleştiğinde de bunu geriye döndürebilecek sihirli bir değnek yok. Yeryüzü kendisini yavaş yavaş tamir edebiliyor ama bu tamirat bizim zamanlamamızda değil gezegenin zamanlamasında, binlerce veya milyonlarca yılda gerçekleşiyor. O nedenle bizim neden olduğumuz hasarı geri çevirmemiz mümkün değil, olsa olsa hasar vermeyi kesebiliyoruz.

Bu krizi önlemenin kolay bir yolu yok ne yazık ki. Sadece et tüketmeyi bırakmak ya da sadece özel aracınızı benzinliden elektrikliye çevirmek bu sorunu gidermeye yetmiyor. Einstein’ın da dediği gibi, başımıza gelen bu sorunu çözmenin yolu başımıza bu sorunu açan sistemin araçlarıyla mümkün olamaz. Dolayısıyla da küçük değişikliklere değil düşünce ve davranış yapımızda büyük bir değişime ihtiyacımız var. Bu kadar büyük bir değişimin gerçekleşebilmesi için de insanların sorunun boyutunun farkına varması gerekiyor. 

Yakın zamanda yapılan bir araştırmayla halka ülkemizdeki en önemli sorun sorulmuş. Ağırlıklı cevap ekonomi olmuş. İklim krizi verilen cevaplar arasında listeye bile girememiş. Bu durumun ülkemize has bir tutum olmadığını görebilmek çok da zor değil. İnsanlar öncelikli olarak bir yaşam kavgası içerisindeler. Bu kavga içerisinde de ay sonunu değil yüzyılın sonunu onlara anlatabilmek ve yüzyılın sonunda çocuklarının ya da torunlarının yaşaması için bu ay sonunda sıkıntılarının artacağını anlatmak hiç de kolay değil. Bundan dolayı da iklim krizinin çözümü için devletlerin atabilecekleri büyük adımlar hep kısıtlanmak zorunda kalıyor.

Elbette bu problemin basit bir çözümü var. Tüm ekonomik sistemi değiştirip üretim sistemlerini ve yönetimini küresel bağlamda tek merkezden yapıp, bu sistemlerin sahipliğini kişilerden alarak insanlığın tamamına verdiğimizde sorunu kolayca halletmek mümkün. Bu, yukarıda bahsettiğimiz Einstein’ın öğüdünü tutmak oluyor. Bizler hep sistemin içinden çözümler arayışında olduğumuzdan sorun çözümsüz bir hal alıyor.

Bu durumda bir çözüm bulabilme imkanı da hızla kayboluyor. İnsanlığın bundan sonra yaşadığı her on yıl bir önceki on yıldan daha zor ve daha fazla felaketlerle dolu olacak. Her sene insanlara “sizin için en önemli sorun nedir?” diye sorduğumuzda cevap gene ayın sonunu getirebilmekle ilgili olacak. Bizim devletlerden ve şirketlerden taleplerimiz ayın sonunu getirmekle alakalı olduğu müddetçe de iklim krizi her geçen gün daha ağırlaşarak devam edecek. Unutmayalım, bu gezegende insanlardan bağımsız bir şirket veya devlet henüz yaratılmadı. Bu sistemlerin tümünü bizler yarattık ve şimdi yarattığımız bu düzen içinde çözüm arayışındayız. Bu düzen ise hala bizim isteklerimize uygun hareket ediyor. Bize sorulduğunda “ekonomi” dediğimiz için devletler en temiz ya da en doğruyu değil en hızlı ve en ucuzu tercih ediyor. Şirketler de en kazançlı olanı çevresel etkilerini fazlaca umursamadan üretip pazara sürüyorlar.

Aslında buradaki ara çözüm alım ve kullanım gücü yüksek kişilerle sistem üzerindeki etkisi fazla bireyleri etkilemekten geçiyor. Yeryüzündeki tüketimin önemli kısmını yapan Afrika’daki insanlar değil. Gelişmiş ülkelerdeki tüketicilerin fikir değiştirmesi tüketim kalıplarında önemli ve hızlı değişime yol açabilir. Küçük bir umut ışığı Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi üretim sistemlerinin kalıplarını değiştirmeye yönelik uygulamalarla ortaya çıkıyor. Umalım ki bunlar çok küçük ve çok geç olmasın.


5 Haziran 2022 Pazar

Yeryüzünün Sınırları

1800'lerin başında Thomas Malthus kaynakların sınırsız olmadığına bilimsel bir yaklaşımla ilk defa değinen düşünce insanlarından biriydi. Gıda üretimi doğrusal, nüfus da geometrik bir artış gösterdiğine göre bir noktada insanlığın bir gıda krizi ile karşı karşıya kalması ve bunun da savaşlara ya da kıtlığa yol açacağı fikri aslında düşününce makul ama düşünmek istemediğimiz bir yaklaşımdı. Bu kavramla henüz karşı karşıya kalınmamış olmasının ardındaki temel neden ise insan nüfusunun daha kaynakların sınırından oldukça uzakta bulunmasıydı.

Yirminci yüzyılın ortasına kadar kaynakların paylaşımı için iki dünya savaşı yaşayan insanlık bir yandan DDT gibi tarım ilaçlarının kullanımı ile çevreye, diğer yandan da nükleer silahların kullanımı ile yeryüzünün tamamına zarar verebileceğini 1960'lı yıllarda anladı. Bu kavrayış insanlığın büyümesine kafa yoran Roma Kulübü gibi düşünce kuruluşlarında “Peki, nereye kadar büyüme?” sorusunun ortaya konmasına yol açtı. 1972 yılında yayımlanan Büyümenin Sınırları raporu kaynak kullanımı açısından bakıldığında ekonomik ve teknolojik büyümenin sınırlarını açıkça ortaya koydu. Bu bulgular aslında insanlık açısından önemli bir ikaz da oluşturdu. “Eğer böylesine büyümeye devam edecek olursak 100 yıl içerisinde kaynaklar bize yetmeyecek hale gelecek ve sistemsel bir çöküntü yaşayacağız.” Yani, Malthus’un ortaya koyduğu açlığın da ötesinde insanlar dikkatli davranmazlarsa kaynaklarının tamamını tüketecekleri bir felakete sürükleniyordu.

Bugün Roma Kulübü’nün hazırlattığı bu raporda verilmiş olan 100 yıllık sürenin yarısını aşmış bulunuyoruz. İnsanlığın verilen uyarıları dinlediğini söylemek oldukça güç. Bunun da ötesinde biyoçeşitliliğin kaybı ve iklim krizi gibi raporda konu edilmeyen ama aşırı kaynak kullanımının tetiklediği önemli krizlerin de etkileri ciddi biçimde hissedilmeye başlandı. Sınırlı kaynaklarla sürdürülebilir bir yaşam için kaynakların en doğru şekilde kullanılması gerektiği artık çoğumuz tarafından kabul edilen bir olgu haline geldi. Döngüsellik bu yolda uygulamamız gereken en önemli kavram. Sonsuza kadar kullanacağımız kaynak olmadığına göre elimizdeki kısıtlı kaynakları en akıllı biçimde kullanıp olabildiğince sistemin içinde tutmamız gerekiyor. Ancak ne yaparsak yapalım, bu kaynak kullanımının yeryüzüne verdiği zararı da algılayıp bu zararı en aza indirmenin de yollarını bulmamız lazım. Kaynak kullanımı ve bu kullanımın yeryüzüne verdiği zarar birbirinden ayrılamayacak iki kavram. Kaynakları kullanırken yeryüzüne verdiğimiz zarar dönüp ulaşılabilecek kaynakları da azaltıyor ve kaynaksal sınırlarımızı daha da daraltıyor. Bu nedenle kaynakların sınırlarına dikkat ederken yeryüzünün sınırlarını da gözden kaybetmemek çok akıllıca olur.

Yeryüzünün sınırları kavramı büyümenin sınırlarına bir karşılık olarak 2000'lerin başında geliştirilmeye başlandı. Stockholm Dirençlilik Merkezi, bu çalışmaların başlatıldığı yerdi ve  çalışmalara tüm gelişmiş ülkelerden çok sayıda bilim insanı katkı verdi. Sonuç olarak bilim insanları insanlığın yeryüzünün sınırlarını zorladığı dokuz alanı ve bu alanların her birinde sayısal olarak ne durumda olduğumuzu ortaya koydu. Bu verilerin sayısal olarak ortaya konulması bu çalışmanın en önemli sonuçlarından biridir. Biyoçeşitliliğin azalmakta olduğunu hepimiz biliyoruz ve bunun çok önemli bir problem olduğunun da farkındayız. Ancak bunu sayısal olarak ortaya koymak, yani, normalde insanlık olmayacak olsa doğada türleri kaybetme oranımız şu kadardır. “Bu oran şuna çıkacak olsa, doğa gene de kendisini toparlayabilir, bugün ise türleri yok etme oranımız bunun şu kadar katıdır ve bu sürdürülebilir değildir” türü bir bilgi öncelikle ölçülebilir olduğundan durumumuzu daha netlikle tespit etmemize yardımcı olur. Bunun ötesinde ise düzeltmek için yapacağımız çalışmaların etkisini de belirlememize yarar.

Bu sınırların birlikte ortaya konulmasının farklı bir yararı daha vardır. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nda olduğu gibi, yeryüzünün sınırlarında da bir problemi düzeltmek isterken bir diğer probleme çok daha büyük zarar vermek mümkündür. O nedenle, atılacak adımların tümünü bütün alanları gözeterek değerlendirmemiz gerekir. Aksi takdirde gereken faydadan hızla uzaklaşabiliriz. Konuya bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmadığımızda en iyi niyetli uygulamalardan bile ne tür zararların ortaya çıkabileceğine sıkça tanık oluyoruz.

İklim değişikliği bu sınırların en tehlikelisidir. Bunun iki ana nedeni vardır. Öncelikle iklim krizi bir ölüm-kalım sorunudur. Eğer sera gazlarını atmosfere bu hızda salmaya devam edersek çok da uzun sayılmayacak bir süre sonunda yeryüzü insanlar da dahil olmak üzere çoğu canlı türü için yaşanmaz olacak. İnsanlar isteseler şu anda Mars’ta bile yaşayabilirler mi? Evet, ama bunun için çok özel çaba sarf etmek gerekir. Yeryüzünün de benzer zorluklar taşıyan bir hale gelmesi mümkün. İkinci olarak da, diğer sınırların tümü iklim krizinden etkilenecektir. İklim krizi kontrolden çıktığı anda diğer sınırları da aşmamak mümkün olmayacağından iklimi kontrol altında tutmak birincil önemdedir.

İkinci önemli sınır, kullanabileceğimiz temiz su miktarıdır. Tarım, sanayi ve evsel tüketim için oldukça yüksek miktarda su tüketiyoruz. Tükettiğimiz bu su eski çağlarda olsa, gene doğaya geri dönerdi, ancak bu üç alanda da suyu öylesine kirletiyoruz ki tekrar kullanım döngüsünün içine geri gelmesi, yani döngüselliği, çoğu zaman mümkün olmuyor. Ayrıca artan insan nüfusunu beslemek için kullanılan su miktarı da her geçen gün artıyor. Tuzlu sudan temiz su elde etmek her zaman için mümkün, ama bunun da gerek enerji yükü, gerekse de kimyasal ayakizi son derece yüksek.

Bir diğer sınır biyoçeşitliliktir. Doğa oldukça uzun sürede de olsa kirlenen suyu arıtabilir ama yok olan bir türü geri getirmek imkansızdır. O nedenle yeryüzünün biyolojik varlığını kaybetmemek için var gücümüzle savaşmak zorundayız. Bugünkü kayıp hızımız bundan 67 milyon yıl önce gezegenimize epey büyükçe bir göktaşı çarptığı döneme yakın bir hızdadır. Elbette o göktaşı çarptığı anda önemli bir tahribat yarattı, ama sözünü ettiğimiz biyolojik çeşitliliğin kaybı bir anda meydana gelemez. Canlıların yaşam koşullarının değişmesinin o türün tüm bireylerinin yok olmasına neden olması jeolojik anlamda epey zaman alır. Aynı şu anda içinde yaşadığımız süreç gibi.

Müsilajın artmasına en önemli neden tarımda aşırı, yanlış zamanda ve yanlış biçimde suni gübre kullanılmasıdır. Suni gübre genelde azot ve fosfordan meydana gelir. Fazla kullanıldığı zaman da yağışlarla birlikte derelere ve nehirlere taşınır ve oradan da göllere ve denizlere ulaşır. Bu fazla gübre karadaki bitkilerin olduğu gibi deniz ve göllerin yüzeyinde yaşayan ve fotosentez yapan bitkilerin de sevgilisidir. Bu fazla gübreyle buluşan planktonlar deniz ve göl yüzeylerinde aşırı büyümeye neden olurlar. Aşırı büyüyen planktonlardan dolayı derinlere oksijen ulaşmadığı zaman yüzeyin hemen altındaki bölgelerdeki diğer canlıların yaşamı tehlikeye girer. Ayrıca, azot çok bulunan bir element olsa da fosfor, fosfat kayasından elde edilir ve kaynağımız oldukça kısıtlıdır. Tarım alanlarından yıkanan bu fosfor denizlerin dibine çöktüğünden, sistemden çıkarak bizleri döngüsellikten uzaklaştırmaktadır.

Tarımda kullanılan arazi miktarı her geçen gün artmaktadır. Artan insan nüfusunu beslemek için bu araziye ihtiyacımız olduğu düşünülebilir, ancak bu tarım alanlarından elde edilen gıdanın yarısına yakını besin olamadan atığa dönüşmektedir. Bunu döngüsellik bağlamında daha detaylı inceleyeceğiz. Ancak arazi kullanımımızdaki hatalar gün geçtikçe arttığından yeryüzünde insanlardan başka bir canlıya yaşam hakkı tanımaz duruma geliyoruz. Ayrıca gıda üretilebilecek tarım alanlarının miktarı insan nüfusu için sınırlayıcı bir unsurdur. İklim krizi tarıma uygun alanların azalmasına neden olacağından, su kullanımıyla birlikte dikkat edilmesi gereken hususlardan biridir. Tarım alanı açmak için yakılan orman alanları da bu sınırın zarara neden olabildiği bir diğer noktadır.

Yeryüzündeki yaşam döngüsü fazla değişiklik olmaması gereken bir sistemdir. Her ne kadar insanlar, geliştirdikleri teknoloji ile kutuplardan çöllere ve hatta Ay’ın yüzeyine kadar her noktada yaşamayı becerebilseler de bu insanlığın geneli ve diğer canlılar için geçerli değildir. Çoğu canlı çok dar bir sıcaklık ve nem oranında yaşayabilir. Denizlere baktığımız zaman buna bir de denizlerin tuzluluğu ve asitliliği de eklenir. Planktonlar yeryüzündeki yaşamın süregelmesi açısından en kıymetli canlılardır. Planktonlar milyarlarca yıldır atmosferden karbondioksit emerek gerek atmosferin yapısını gerekse de sıcaklığını sabit tutmaya yardımcı olmuşlardır. Ama bu planktonlar da belirli bir sıcaklık ve asitlilik ortamına ihtiyaç duyarlar. İklim krizi ile atmosferde artan karbondioksit miktarı okyanusların asitliliğini de artırır. Bu artış devam edecek olursa yüzyılın sonunda denizlerin önemli bir kısmı planktonların yaşamasına imkan vermez hale gelecek. Planktonlar yeryüzünde atmosferden en fazla karbondioksit emen canlılardır. Fakat belki daha da önemlisi, planktonlar denizdeki besin zincirinin temelini oluştururlar. Planktonlar olmazsa denizdeki yaşam büyük ölçüde sekteye uğrar. 

1970'lerde sanayide bolca kullandığımız kloroflorokarbon (CFC) adını verdiğimiz bileşiklerin atmosferdeki ozon tabakasına büyük zarar verdiğini ve ozon tabakasının incelmesinin yeryüzündeki yaşamı sona erdirebilecek bir sorun olduğunu anladık. 1987 yılında yapılan Montreal Protokolü ile bu kimyasalların üretimi yasaklandı. Ancak çoğu devletler arası anlaşmada olduğu gibi bu yasağın da denetlenmesi ülkelere bırakıldığından CFC salımları az da olsa devam ediyor. Ozon tabakasındaki incelme anlaşmaya sadık kalan ülkelerin katkılarıyla oldukça azaldı, ama bu problem başımızın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi hala sallanmaya devam ediyor. Herkes CFC üretimini durduracak olursa doğa da kendisini yavaş yavaş tamir etmeye başlayacak ama 1987’den bu yana geçen zamanda henüz o noktaya ulaşamadık.

Hava kirliliği kloroflorokarbonlardan çok daha uzun süredir bildiğimiz bir problem. Gelişmiş ülkeler hava kirliliğine neden olan yakıtlardan uzaklaştığı için bu problem gelişmiş ülkelerin basınında fazla yer bulamıyor ama gelişmekte olan ülkelerin enerji santrallerinin ve fabrikalarının bacalarına filtre takacak maddi imkanları kısıtlı olduğundan bu ülkelerdeki hava kirliliği her geçen gün artıyor. Bunun da ötesinde 3 milyara yakın insan hala ev içinde yaktıkları ateşle ısındıkları ve yemek pişirdikleri için bunun yarattığı sağlık sorunları ile yaşamak zorundalar. Dolayısıyla hem küresel hem de yerel bağlamda hava kirliliği yeryüzünün önemli sınırlarından biri halini alıyor.

1874 yılında ilk defa sentezlenen DDT bir tarım zehiri olarak 1945 yılında piyasaya sürüldü. Satışa çıktığı andan itibaren soru işaretleri taşısa da 1962’de Rachel Carson’ın Sessiz Bahar kitabı bu tarım zehrinin etkilerini açıkça ortaya koyana kadar konu bir sorun halini almadı. Bu kimyasalın uluslararası arenada yasaklanması ise 2004 yılını buldu. Yani bu zehir 59 sene yeryüzünün çeşitli yerlerinde serbestçe kullanıldı. Çoğu çiftçi de bu kimyasalı gerçek etkilerini bilmeden ve belki de mucizevi etkileri olduğuna inanarak kullandı. Şimdi gelelim günümüze. Bugün kullandığımız kimyasallardan hangilerinin bundan 59 sene sonra “zehirmiş aslında bu” denilerek yasaklanacağını tahmin bile edemiyoruz. Ama bildiğimiz kesin bir şey var, bugün kullandıklarımızın arasından oldukça yüksek sayıda zehir çıkacağı. Bu nedenle kullanmanın ötesinde doğaya saldığımız bu kimyasallar da yeryüzündeki yaşamın döngüselliği açısından çok önemli bir sınır oluşturuyor. Yalnız bu sınır diğer sınırlarla kıyaslandığında en belirsiz olanı çünkü karşımızdaki sorunun ne olduğunu görmemiz henüz çok zor ve sınırı geçtiğimizde fark etmemiz de oldukça geç olacak.

Doğada tüm canlı ve cansız nesneler bir uyum içerisinde yaşıyorlar ya da en azından son 30 bin seneye kadar yaşıyorlardı. Bu uyumun en önemli nedeni yeryüzü sisteminin bir döngü içerisinde sürdürülebilir olmasıdır. İnsanlık yavaş yavaş bu döngüye çomak soktuğu için doğanın bu ritmi bozulmaya başladı. Sözünü ettiğimiz sınırlar aşıldığında ise artık o sürdürülebilirlikten eser kalmayacak. Bize düşen görev o sınırlara varılmadan geri çekilmeyi başarmak ve insanlar da dahil olmak üzere tüm canlılar için sürdürülebilir bir yaşamı sağlamaktır.

Küresel Bir Su Fiyatı Mümkün Mü?

İklim krizinin uluslararası düzlemde ekonomik bir çözüme ulaşabilmesi için uzun zamandır karbonun bir fiyatı olması gerektiğinden söz ediyoruz. Bunun nedeni karbona bir fiyat biçtiğimizde insanların karbonun kıymetli olduğunu sanıp daha az salmaya gayret etmeleri değil elbette. Bugün kullandığımız ürünlerin istisnasız tümünün üretiminde enerji kullanılıyor ve bunun sonucu olarak bir şekilde atmosfere karbondioksit salınıyor. Bu salınan karbondioksit ile iklim krizi arasındaki bağı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ancak çoğumuz karbondioksit salımı denildiğinde araba kullanımımızdan, evde yaktığımız elektrikten ya da kombide yanan doğal gazdan kaynaklı bir ayakizinden bahsedildiğini düşünüyoruz. Çoğu noktada da hesap o şekilde yapılıyor çünkü termik santrallerin yaktığı kömür ya da doğal gazı, arabanın tükettiği benzini, kombinin kullandığı doğal gazı ölçebilmek çok daha kolay. Bu nedenle de devletler arası anlaşmalar hep bu şekilde ölçülen sera gazı miktarları üzerinden yapılıyor.

Hesabı ülkelerin toprakları üzerinde saldıkları karbondioksit üzerinden yaptığımızda da  Çin gibi ülkeler çok da haklı olmayan bir biçimde suçlanıyorlar. Oysa üretilen her ürünün karbon ayakizini bilsek, Çin’in üretiminin ne kadarının iç tüketim ne kadarının da ihracat için ortaya çıktığını anlayarak konuyu daha sağlıklı değerlendirmek mümkün olurdu. Bu bağlamda gelişmiş ülkeler ürünlerin ayakizlerinin belli olmasını fazla da istemiyorlar. Karbon ayakizi belirsiz kaldığından karbon ayakizi yüksek üretimleri gelişmekte olan ülkelere kaydırıp, kendileri gelişmekte olan ülkelerden sadece bu ürünleri satın alıp karbon azaltım sorumluluğunu da gelişmekte olan ülkelerin sırtına kolayca bırakabiliyorlar.

Ancak son yıllarda özellikle Avrupalı tüketiciler bu sorunun farkına vardığından AB politikasında Sınırda Karbon Vergisi türü bir uygulamayı zorlayacak adımlar atıldı. Artık gelişmiş ülkelerde tüketiciyi kandırmak çok da kolay olmayacak. Yalnız Avrupa Birliği’nin uygulamaya koymaya hazırlandığı Sınırda Karbon Vergisi uygulaması temelde Avrupa genelinde karbon salımını bir dışsallık olarak kabul etmeyi önlemeyi amaçlıyor. Artık atmosfere serbestçe karbondioksit salamayacaksınız, saldığınız her ton karbondioksit için yaklaşık 90 € bedel ödediğinizi ya da ödeyeceğinizi bilmeniz gerekiyor. Bu ürünleri serbestçe dışarıdan ithal edebildiğiniz sürece bedeli sadece AB vatandaşlarının ya da üreticilerinin ödemesi yetmiyor. Bu nedenle de AB’ye ihracat yapan tüm ülkelerin de bu bedeli ödemesi gerekiyor. Burada ödenecek bedelin de AB’ye ödenmesi gerekli değil. Sadece üretici artık karbondioksidin bir dışsallık olmadığını ve bir fiyatı olduğunu bilerek üretim yapmak zorunda çünkü bu bedeli ya kendi, kendi devletine ya da AB’ye ödemek zorunda.

Bu durumda kalan devletimiz de kısa süre içerisinde sorunu kavrayıp benzer bir karbon fiyatını kendisine ithacat  yapan ülkelere uygulamaya başlayacaktır. Dolayısıyla karbona bir fiyat biçilmesi işleminin AB tarafından bu biçimde tüm küresel üreticilere yayılması amaçlanmaktadır. Artık herkes yapılan tüm üretimlerin bir karbon ayakizi olduğunu bilerek davranmak zorunda kalacaktır.

Şimdi gelelim suya: Su karbondioksit gibi bir dışsallık değil, aksine bizim en kıymetli varlıklarımızdan biri ve en önemli insan hakkı. Ancak biz şu anda kullandığımız suya bir bedel ödemiyoruz. Suyu çoğu noktada serbestçe kullanabiliyoruz. Faturalarda ödediğimiz de suyun bedeli değil belediyenin o suyu bize ulaştırmak için yaptığı masraf. Yalnız suya bir bedel biçme konusu karbondioksit kadar kolayca çözülebilecek bir konu değil. Öncelikle suyun kullanımı yaşam için bir gereklilik. Suya bir bedel biçerek kişilerin günlük yaşamlarını sürdürmek için daha fazla maddi kaynağa ihtiyaç duymalarına neden oluruz ki bu son derece önemli bir problem. Dolayısıyla, günlük ihtiyaç olan su, her zaman için ücretsiz olmalıdır, bunu tartışmaya gerek bile yok. Ancak bunun ötesindeki kullanımın, suyun taşınma bedelinin ötesinde bir maddi karşılığı olsa çok iyi olur. Bunun en önemli sebebi de başta sözünü ettiğimiz motivasyondur. Suya bir bedel biçecek olursak, suyun da kıymetli bir girdi olduğunu suyu hoyratça kullananlara ve çoğu üreticiye anlatma şansını elde ederiz.

Bunun belki daha da önemli bir sonucu küresel güneyin kısıtlı su kaynaklarını farkında bile olmadan küresel kuzeye göndermesinin önünü almak olabilir. Küresel kuzeyle güney arasında bir yerlerde yer alan ülkemiz her geçen gün su kıtlığına doğru hızla yol alıyor. Ancak çokça su tüketimiyle ürettiğimiz tarım ürünlerimizin gelişmiş ülkelere gönderilmesini bir başarı olarak algılıyoruz. Aslında gönderdiğimiz ülkemizin kısıtlı bir kaynağı. O kaynağın bedelini satış fiyatının içinde görecek olsa belki de satış ve kullanma kararlarımız değişecek.

Son bir nokta da tarımsal üretimimizle ilgili. Tarımda, sulama suyu bedava olduğu için düşünmeden kullanılıyor. Ancak bunun ötesinde yenilenebilir bir kaynak olmayan yer altı suları kullanılarak şeker pancarı gibi aşırı su isteyen ama getirisi yüksek ürünler üretiliyor. Bu düşünce yapısı ile özellikle Orta Anadolu ve İç Ege’de çok sayıda irili ufaklı göl kurudu ve kurumaya da devam edecek. Suyu üretimde maliyeti olan bir girdi olarak kabul ettiğimiz an her alandan üreticiler de su kullanımını enerji kullanımı gibi hesaplarına dahil etmek zorunda kalacaklar.

Bugün için su en kıymetli doğal kaynaklarımızdan biri ve yeryüzünün çoğu noktasında da giderek azalıyor. Amaç asla, insan hakkı olan bu suyu ihtiyacı olan bireylerden sakınmak olmamalı, ama tüm üreticiler suyun kısıtlı bir kaynak olduğunu ve maddi kazanç uğruna serbestçe harcanamayacağını da bilmek zorundalar artık.

3 Haziran 2022 Cuma

Şirketlerin Sürdürülebilirliğini Bizler Denetlemeliyiz

 İş dünyasında çoğu çevresel düşünce iyi niyetli bir yaklaşımdan doğuyor. Ancak zaman ilerleyip bu düşünce sistemin içine girmeye başladığında iş dünyasının dinamikleri içerisinde garip bir düşünce sistemine evriliyor. Sürdürülebilirlik raporları ve ESG (Çevresel - Sosyal - Yönetişimsel) metrikleri bu iyi niyetli başlayan düşüncenin bugün ulaştığı garip noktaların en önemli temsilcileri sanırım.

İş dünyasında çalışan dostlarımız alınmasınlar ama bazı sektörleri sürdürülebilir olarak görebilmemiz mümkün değil. Bunu nasıl süslersek süsleyelim, yapılan işin temelinde sürdürülebilir kaynak kullanımı olmadığı müddetçe o alanı sürdürülebilir olarak nitelememiz mümkün değil.

Bunun en başta gelen örneği fosil yakıt şirketleridir. Fosil yakıt şirketleri işlerini çevreye ve topluma ne kadar uygun biçimde yaparlarsa yapsınlar, bu şirketlerin sürdürülebilir olamayacaklarını söylemek hiç de zor değil. Öncelikle sürdürülebilirliğin temelinde bulunan "yapılan işin sürdürülmesi" mümkün değil çünkü kısıtlı bir kaynağı tüketmek üzere yapılan bir işten bahsediyoruz. Fosil yakıtlar kısa veya orta vadede tükenecek ve bu şirketler yaptıkları işi aynı şekilde sürdüremeyecekler. Ancak bunun da ötesinde ürettikleri ürünün çevreye verdiği korkunç bir zarar var. Verdikleri bu zararı göz ardı ederek fosil yakıt şirketlerini “sürdürülebilir” kabul etmeye başladığımızda sözünü ettiğimiz sürdürülebilirlik raporları ve ESG metrikleri de toplumun gözünde değersiz olmaya başlıyor.

ESG derecelendirmeleri, yalnızca bir şirketin karlılığı üzerinde mevcut veya potansiyel bir etkisi varsa, kirlilik veya çalışan ilişkileri gibi 'sosyal' faktörleri dikkate alır. Nehirlere düzensiz atık deşarjı gibi olumsuz çevresel uygulamalar, şirkete herhangi bir maddi maliyet yaratmazsa ESG puanlarını düşürmez. Benzer şekilde, çalışanlar arasındaki ödeme eşitliği gibi olumlu uygulamalar, kuruma ek kar getireceğine dair bir kanıt yoksa puanları yükseltmez. İyi bir ESG puanı, bir şirketin sosyal ve çevresel değer ürettiği değil, sosyal ve çevresel riskleri kârlılığı açısından etkin bir şekilde yönettiği anlamına gelir.

Bu nedenle, örneğin bir petrol şirketi, ürünleri uzun vadede müşterilerini öldürebilecek olsa bile, çevre düzenlemesi veya ücret eşitliği gibi konularda iyi performans göstererek oldukça iyi bir ESG puanı alabilir. Petrol korkunç bir çevresel zarara neden olur, ancak benzin satışları yasal olduğundan ve üretici için finansal risk taşımadığından bu zararların hiçbiri ESG puanlarına yansımaz. Milton Friedman, bir şirketin tek sosyal sorumluluğunun karını artırmak olduğu görüşününü benimsemişti. Sürdürülebilirlik raporları ve ESG derecelendirmeleri bunun 21. yüzyıldaki bir güncellemesinden başka bir şey değildir. 

Bu konuyu gündeme taşıyan en önemli olay da S&P’nin Tesla’yı ESG endeksinden çıkartmasıydı. İş dünyasında hakim olan tanımlar açısından bakıldığında, S&P'nin Tesla'yı ESG endeksinden çıkartması tamamen mantıklıydı. Fremont'taki ana fabrikasında sözde ırkçılık da dahil olmak üzere sosyal sorunların kötü yönetimi, şirketin piyasadaki itibarına zarar verebilir, satışlarını azaltabilir ve kârlılığını azaltabilir. Dolayısıyla Tesla'yı endeksten çıkartma kararı, çevresel ve sosyal risklerin ölçümüne değil, sadece bu sosyal risklerinin finansal sonuçlarına dayanıyordu.

Elon Musk’ın da dediği gibi sera gazı salımlarını önemli oranda azaltacak bir teknolojiyi üreten ve pazara süren Tesla gibi bir şirket endeksten çıkartılırken en tepe 10 şirketten birinin dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri olan Exxon-Mobil olması da bu metriklerin ne derece yanlış çalıştığının bir göstergesidir. Son bir ironi, Tesla'yı ESG endeksinden çıkarırken, S&P'nin Amerika'nın en büyük kumarhane şirketi olan Caesars Entertainment'ı davet etmesidir. Kumarın, özellikle de bağımlılık yapan kumarın toplumsal zararı iyi bilinmektedir. Ancak kumar yoluyla hayatları mahvetmek yasa dışı değildir ve şirket için herhangi bir finansal risk taşımaz. Bu nedenle ESG puanı gayet yüksek olabilir.

Kısacası, sürdürülebilirlik raporları ve ESG metrikleri başlangıçta iyi niyetle hazırlanmış olsalar da günümüzdeki yaklaşım ve kullanım bu değerlendirmelerin çevresel ve sosyal fayda yaratmaktan oldukça uzaklaşmaya başladıklarını göstermektedir. Bundan dolayı da ses çıkartmak sorumluluğu bir kez daha bu şirketlerin tüketicisi olan bizlere düşmektedir.