1800'lerin başında Thomas Malthus kaynakların sınırsız olmadığına bilimsel bir yaklaşımla ilk defa değinen düşünce insanlarından biriydi. Gıda üretimi doğrusal, nüfus da geometrik bir artış gösterdiğine göre bir noktada insanlığın bir gıda krizi ile karşı karşıya kalması ve bunun da savaşlara ya da kıtlığa yol açacağı fikri aslında düşününce makul ama düşünmek istemediğimiz bir yaklaşımdı. Bu kavramla henüz karşı karşıya kalınmamış olmasının ardındaki temel neden ise insan nüfusunun daha kaynakların sınırından oldukça uzakta bulunmasıydı.
Yirminci yüzyılın ortasına kadar kaynakların paylaşımı için iki dünya savaşı yaşayan insanlık bir yandan DDT gibi tarım ilaçlarının kullanımı ile çevreye, diğer yandan da nükleer silahların kullanımı ile yeryüzünün tamamına zarar verebileceğini 1960'lı yıllarda anladı. Bu kavrayış insanlığın büyümesine kafa yoran Roma Kulübü gibi düşünce kuruluşlarında “Peki, nereye kadar büyüme?” sorusunun ortaya konmasına yol açtı. 1972 yılında yayımlanan Büyümenin Sınırları raporu kaynak kullanımı açısından bakıldığında ekonomik ve teknolojik büyümenin sınırlarını açıkça ortaya koydu. Bu bulgular aslında insanlık açısından önemli bir ikaz da oluşturdu. “Eğer böylesine büyümeye devam edecek olursak 100 yıl içerisinde kaynaklar bize yetmeyecek hale gelecek ve sistemsel bir çöküntü yaşayacağız.” Yani, Malthus’un ortaya koyduğu açlığın da ötesinde insanlar dikkatli davranmazlarsa kaynaklarının tamamını tüketecekleri bir felakete sürükleniyordu.
Bugün Roma Kulübü’nün hazırlattığı bu raporda verilmiş olan 100 yıllık sürenin yarısını aşmış bulunuyoruz. İnsanlığın verilen uyarıları dinlediğini söylemek oldukça güç. Bunun da ötesinde biyoçeşitliliğin kaybı ve iklim krizi gibi raporda konu edilmeyen ama aşırı kaynak kullanımının tetiklediği önemli krizlerin de etkileri ciddi biçimde hissedilmeye başlandı. Sınırlı kaynaklarla sürdürülebilir bir yaşam için kaynakların en doğru şekilde kullanılması gerektiği artık çoğumuz tarafından kabul edilen bir olgu haline geldi. Döngüsellik bu yolda uygulamamız gereken en önemli kavram. Sonsuza kadar kullanacağımız kaynak olmadığına göre elimizdeki kısıtlı kaynakları en akıllı biçimde kullanıp olabildiğince sistemin içinde tutmamız gerekiyor. Ancak ne yaparsak yapalım, bu kaynak kullanımının yeryüzüne verdiği zararı da algılayıp bu zararı en aza indirmenin de yollarını bulmamız lazım. Kaynak kullanımı ve bu kullanımın yeryüzüne verdiği zarar birbirinden ayrılamayacak iki kavram. Kaynakları kullanırken yeryüzüne verdiğimiz zarar dönüp ulaşılabilecek kaynakları da azaltıyor ve kaynaksal sınırlarımızı daha da daraltıyor. Bu nedenle kaynakların sınırlarına dikkat ederken yeryüzünün sınırlarını da gözden kaybetmemek çok akıllıca olur.
Yeryüzünün sınırları kavramı büyümenin sınırlarına bir karşılık olarak 2000'lerin başında geliştirilmeye başlandı. Stockholm Dirençlilik Merkezi, bu çalışmaların başlatıldığı yerdi ve çalışmalara tüm gelişmiş ülkelerden çok sayıda bilim insanı katkı verdi. Sonuç olarak bilim insanları insanlığın yeryüzünün sınırlarını zorladığı dokuz alanı ve bu alanların her birinde sayısal olarak ne durumda olduğumuzu ortaya koydu. Bu verilerin sayısal olarak ortaya konulması bu çalışmanın en önemli sonuçlarından biridir. Biyoçeşitliliğin azalmakta olduğunu hepimiz biliyoruz ve bunun çok önemli bir problem olduğunun da farkındayız. Ancak bunu sayısal olarak ortaya koymak, yani, normalde insanlık olmayacak olsa doğada türleri kaybetme oranımız şu kadardır. “Bu oran şuna çıkacak olsa, doğa gene de kendisini toparlayabilir, bugün ise türleri yok etme oranımız bunun şu kadar katıdır ve bu sürdürülebilir değildir” türü bir bilgi öncelikle ölçülebilir olduğundan durumumuzu daha netlikle tespit etmemize yardımcı olur. Bunun ötesinde ise düzeltmek için yapacağımız çalışmaların etkisini de belirlememize yarar.
Bu sınırların birlikte ortaya konulmasının farklı bir yararı daha vardır. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nda olduğu gibi, yeryüzünün sınırlarında da bir problemi düzeltmek isterken bir diğer probleme çok daha büyük zarar vermek mümkündür. O nedenle, atılacak adımların tümünü bütün alanları gözeterek değerlendirmemiz gerekir. Aksi takdirde gereken faydadan hızla uzaklaşabiliriz. Konuya bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmadığımızda en iyi niyetli uygulamalardan bile ne tür zararların ortaya çıkabileceğine sıkça tanık oluyoruz.
İklim değişikliği bu sınırların en tehlikelisidir. Bunun iki ana nedeni vardır. Öncelikle iklim krizi bir ölüm-kalım sorunudur. Eğer sera gazlarını atmosfere bu hızda salmaya devam edersek çok da uzun sayılmayacak bir süre sonunda yeryüzü insanlar da dahil olmak üzere çoğu canlı türü için yaşanmaz olacak. İnsanlar isteseler şu anda Mars’ta bile yaşayabilirler mi? Evet, ama bunun için çok özel çaba sarf etmek gerekir. Yeryüzünün de benzer zorluklar taşıyan bir hale gelmesi mümkün. İkinci olarak da, diğer sınırların tümü iklim krizinden etkilenecektir. İklim krizi kontrolden çıktığı anda diğer sınırları da aşmamak mümkün olmayacağından iklimi kontrol altında tutmak birincil önemdedir.
İkinci önemli sınır, kullanabileceğimiz temiz su miktarıdır. Tarım, sanayi ve evsel tüketim için oldukça yüksek miktarda su tüketiyoruz. Tükettiğimiz bu su eski çağlarda olsa, gene doğaya geri dönerdi, ancak bu üç alanda da suyu öylesine kirletiyoruz ki tekrar kullanım döngüsünün içine geri gelmesi, yani döngüselliği, çoğu zaman mümkün olmuyor. Ayrıca artan insan nüfusunu beslemek için kullanılan su miktarı da her geçen gün artıyor. Tuzlu sudan temiz su elde etmek her zaman için mümkün, ama bunun da gerek enerji yükü, gerekse de kimyasal ayakizi son derece yüksek.
Bir diğer sınır biyoçeşitliliktir. Doğa oldukça uzun sürede de olsa kirlenen suyu arıtabilir ama yok olan bir türü geri getirmek imkansızdır. O nedenle yeryüzünün biyolojik varlığını kaybetmemek için var gücümüzle savaşmak zorundayız. Bugünkü kayıp hızımız bundan 67 milyon yıl önce gezegenimize epey büyükçe bir göktaşı çarptığı döneme yakın bir hızdadır. Elbette o göktaşı çarptığı anda önemli bir tahribat yarattı, ama sözünü ettiğimiz biyolojik çeşitliliğin kaybı bir anda meydana gelemez. Canlıların yaşam koşullarının değişmesinin o türün tüm bireylerinin yok olmasına neden olması jeolojik anlamda epey zaman alır. Aynı şu anda içinde yaşadığımız süreç gibi.
Müsilajın artmasına en önemli neden tarımda aşırı, yanlış zamanda ve yanlış biçimde suni gübre kullanılmasıdır. Suni gübre genelde azot ve fosfordan meydana gelir. Fazla kullanıldığı zaman da yağışlarla birlikte derelere ve nehirlere taşınır ve oradan da göllere ve denizlere ulaşır. Bu fazla gübre karadaki bitkilerin olduğu gibi deniz ve göllerin yüzeyinde yaşayan ve fotosentez yapan bitkilerin de sevgilisidir. Bu fazla gübreyle buluşan planktonlar deniz ve göl yüzeylerinde aşırı büyümeye neden olurlar. Aşırı büyüyen planktonlardan dolayı derinlere oksijen ulaşmadığı zaman yüzeyin hemen altındaki bölgelerdeki diğer canlıların yaşamı tehlikeye girer. Ayrıca, azot çok bulunan bir element olsa da fosfor, fosfat kayasından elde edilir ve kaynağımız oldukça kısıtlıdır. Tarım alanlarından yıkanan bu fosfor denizlerin dibine çöktüğünden, sistemden çıkarak bizleri döngüsellikten uzaklaştırmaktadır.
Tarımda kullanılan arazi miktarı her geçen gün artmaktadır. Artan insan nüfusunu beslemek için bu araziye ihtiyacımız olduğu düşünülebilir, ancak bu tarım alanlarından elde edilen gıdanın yarısına yakını besin olamadan atığa dönüşmektedir. Bunu döngüsellik bağlamında daha detaylı inceleyeceğiz. Ancak arazi kullanımımızdaki hatalar gün geçtikçe arttığından yeryüzünde insanlardan başka bir canlıya yaşam hakkı tanımaz duruma geliyoruz. Ayrıca gıda üretilebilecek tarım alanlarının miktarı insan nüfusu için sınırlayıcı bir unsurdur. İklim krizi tarıma uygun alanların azalmasına neden olacağından, su kullanımıyla birlikte dikkat edilmesi gereken hususlardan biridir. Tarım alanı açmak için yakılan orman alanları da bu sınırın zarara neden olabildiği bir diğer noktadır.
Yeryüzündeki yaşam döngüsü fazla değişiklik olmaması gereken bir sistemdir. Her ne kadar insanlar, geliştirdikleri teknoloji ile kutuplardan çöllere ve hatta Ay’ın yüzeyine kadar her noktada yaşamayı becerebilseler de bu insanlığın geneli ve diğer canlılar için geçerli değildir. Çoğu canlı çok dar bir sıcaklık ve nem oranında yaşayabilir. Denizlere baktığımız zaman buna bir de denizlerin tuzluluğu ve asitliliği de eklenir. Planktonlar yeryüzündeki yaşamın süregelmesi açısından en kıymetli canlılardır. Planktonlar milyarlarca yıldır atmosferden karbondioksit emerek gerek atmosferin yapısını gerekse de sıcaklığını sabit tutmaya yardımcı olmuşlardır. Ama bu planktonlar da belirli bir sıcaklık ve asitlilik ortamına ihtiyaç duyarlar. İklim krizi ile atmosferde artan karbondioksit miktarı okyanusların asitliliğini de artırır. Bu artış devam edecek olursa yüzyılın sonunda denizlerin önemli bir kısmı planktonların yaşamasına imkan vermez hale gelecek. Planktonlar yeryüzünde atmosferden en fazla karbondioksit emen canlılardır. Fakat belki daha da önemlisi, planktonlar denizdeki besin zincirinin temelini oluştururlar. Planktonlar olmazsa denizdeki yaşam büyük ölçüde sekteye uğrar.
1970'lerde sanayide bolca kullandığımız kloroflorokarbon (CFC) adını verdiğimiz bileşiklerin atmosferdeki ozon tabakasına büyük zarar verdiğini ve ozon tabakasının incelmesinin yeryüzündeki yaşamı sona erdirebilecek bir sorun olduğunu anladık. 1987 yılında yapılan Montreal Protokolü ile bu kimyasalların üretimi yasaklandı. Ancak çoğu devletler arası anlaşmada olduğu gibi bu yasağın da denetlenmesi ülkelere bırakıldığından CFC salımları az da olsa devam ediyor. Ozon tabakasındaki incelme anlaşmaya sadık kalan ülkelerin katkılarıyla oldukça azaldı, ama bu problem başımızın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi hala sallanmaya devam ediyor. Herkes CFC üretimini durduracak olursa doğa da kendisini yavaş yavaş tamir etmeye başlayacak ama 1987’den bu yana geçen zamanda henüz o noktaya ulaşamadık.
Hava kirliliği kloroflorokarbonlardan çok daha uzun süredir bildiğimiz bir problem. Gelişmiş ülkeler hava kirliliğine neden olan yakıtlardan uzaklaştığı için bu problem gelişmiş ülkelerin basınında fazla yer bulamıyor ama gelişmekte olan ülkelerin enerji santrallerinin ve fabrikalarının bacalarına filtre takacak maddi imkanları kısıtlı olduğundan bu ülkelerdeki hava kirliliği her geçen gün artıyor. Bunun da ötesinde 3 milyara yakın insan hala ev içinde yaktıkları ateşle ısındıkları ve yemek pişirdikleri için bunun yarattığı sağlık sorunları ile yaşamak zorundalar. Dolayısıyla hem küresel hem de yerel bağlamda hava kirliliği yeryüzünün önemli sınırlarından biri halini alıyor.
1874 yılında ilk defa sentezlenen DDT bir tarım zehiri olarak 1945 yılında piyasaya sürüldü. Satışa çıktığı andan itibaren soru işaretleri taşısa da 1962’de Rachel Carson’ın Sessiz Bahar kitabı bu tarım zehrinin etkilerini açıkça ortaya koyana kadar konu bir sorun halini almadı. Bu kimyasalın uluslararası arenada yasaklanması ise 2004 yılını buldu. Yani bu zehir 59 sene yeryüzünün çeşitli yerlerinde serbestçe kullanıldı. Çoğu çiftçi de bu kimyasalı gerçek etkilerini bilmeden ve belki de mucizevi etkileri olduğuna inanarak kullandı. Şimdi gelelim günümüze. Bugün kullandığımız kimyasallardan hangilerinin bundan 59 sene sonra “zehirmiş aslında bu” denilerek yasaklanacağını tahmin bile edemiyoruz. Ama bildiğimiz kesin bir şey var, bugün kullandıklarımızın arasından oldukça yüksek sayıda zehir çıkacağı. Bu nedenle kullanmanın ötesinde doğaya saldığımız bu kimyasallar da yeryüzündeki yaşamın döngüselliği açısından çok önemli bir sınır oluşturuyor. Yalnız bu sınır diğer sınırlarla kıyaslandığında en belirsiz olanı çünkü karşımızdaki sorunun ne olduğunu görmemiz henüz çok zor ve sınırı geçtiğimizde fark etmemiz de oldukça geç olacak.
Doğada tüm canlı ve cansız nesneler bir uyum içerisinde yaşıyorlar ya da en azından son 30 bin seneye kadar yaşıyorlardı. Bu uyumun en önemli nedeni yeryüzü sisteminin bir döngü içerisinde sürdürülebilir olmasıdır. İnsanlık yavaş yavaş bu döngüye çomak soktuğu için doğanın bu ritmi bozulmaya başladı. Sözünü ettiğimiz sınırlar aşıldığında ise artık o sürdürülebilirlikten eser kalmayacak. Bize düşen görev o sınırlara varılmadan geri çekilmeyi başarmak ve insanlar da dahil olmak üzere tüm canlılar için sürdürülebilir bir yaşamı sağlamaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder