24 Kasım 2021 Çarşamba

Karbon Piyasaları İşimize Yarar Mı?

İklim krizinin boyutlarının büyümemesi için acilen adımlar atmamız gerekiyor. Geç kaldığımız her sene insanlığın başına gelecek olan felaketin boyutunu büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Aslında hesap oldukça basit. Eğer küresel ısınmayı 1,5℃ ile sınırlamak istiyorsak bugünden başlayarak en fazla 420 milyar ton karbondioksit daha salabiliriz. 2℃ sınırı için salabileceğimiz üst limit 1270 milyar ton karbondioksit. Bu sınırları aşacak olursa sıcaklık daha da fazla artacak ve bununla birlikte yaşayacağımız felaketler de şiddetlenip çeşitlenecek.

İnsanlık olarak atmosfere her sene 40 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Böyle devam edecek olursak 1,5℃ sınırını 2033’te, 2℃ sınırını da 2054’te aşacağız. Bu sınırların aşılmaması için öncelikle yapılması gereken şey birlikte bir karar vermemiz. Bu karar gelecekte insanlığın da sera gazı salımları açısından nasıl hareket etmesi gerektiğinin belirleyicisi olacak. Diyelim hep birlikte 2℃ sınırını aşmamaya karar verdik. O zaman elimizde 1270 milyar tonluk bir karbondioksit bütçesi var. Bu miktarı sıfıra indireceksek her sene 1,6 milyar ton azaltım yaparak 2085 yılında hedefe ulaşabiliriz. Okurken ya da dinlerken biraz karışık gelse de basit matematiksel bir hesaptan bahsediyorum. Bugün senede 40 milyar ton olan karbondioksit salımlarımızı her sene 1,6 milyar ton azaltırsak hedefe ulaşabiliriz.

Dikkat ederseniz, hangi ülkenin ne yapacağı konusunda bir şey söylemedim çünkü bu hesaptaki 1,6 milyar ton tüm insanlığın azaltımı olacak. Bunu isterseniz gelişmiş ülkelerden, isterseniz de gelişmekte olan ülkelerden azaltırsınız. Ya da gelişmiş ülkeler bu azaltımın bedelini gelişmekte olan ülkelere öderler ve azaltımın çoğunu gelişmekte olan ülkeler yüklenir ve bu şekilde ekonomilerini rahatlatırlar. 

Bu hesabın içinde kafanıza uymayabilecek türlü detay olduğunu biliyorum. Mesela bu 40 milyar tonu ülkelere göre nasıl böleceğiz, bugünkü salımlarını mı temel olarak alacağız yoksa 40 milyar tonu kolayca 8 milyar insana bölüp herkesin hakkı 5 tondur mu diyeceğiz, bunların hepsi haklı sorular. Ama bu soruları soruyorsak en tepedeki “senede 1,6 milyar ton azaltmamız gerekiyor” kararını kabul ettik demektir. İşte başarıya ulaşmak için de önemli olan bu kararın kabul edilmesidir. Tüm insanlığın toplam azaltım miktarını kabul etmeden işe girişemeyiz. Her ülke, bugün olduğu gibi kendi kafasına uygun bir azaltım düşüncesini kabul ederse bu yapı içerisinde ortak bir çaba ile karbon salımlarını yeryüzüne zarar vermeyecek bir seviyeye indirmek mümkün olmaz.

Diyelim bir karbon piyasası oluşturduk. Kulağa hoş gelse de böyle bir piyasanın oluşması için öncelikle 1,6 milyar azaltımdan payımıza düşenin ne olduğunu belirlememiz gerekir. Gene diyelim tüm ülkeler şu anda oldukları noktayı baz aldılar, yani Türkiye’nin bu sene 500 milyon ton sera gazı saldığını kabul ettik ve seneye sadece 480 milyon ton salma iznimiz olduğunu belirledik. O zaman aramızda oturup bu 20 milyon ton azaltımı nasıl yapacağımıza karar veririz. Mesela, enerji şirketlerinin 12 milyon ton azaltım yapacağına karar verdik. O zaman her şirket 2022 senesinde ya üzerine düşen azaltımı yerine getirir ya da bu azaltımdan fazlasını sağlayan bir şirketten kendi azaltamadığı kısmı satın alır. Türkiye’den bu miktarı satın alamayacak olursa da yabancı kaynaklardan açığını kapatmaya çalışır çünkü azaltımın hangi ülkede yapıldığının fazla bir önemi yoktur.

Bu sistemin çalışmayacağını görmeniz hiç de zor değil. Sebeplerini anlayabilmek oldukça kolay. 1,6 milyar ton azaltımı ülkelere nasıl böleceğiz? Bugün iklim görüşmelerinin sağlıklı bir sonuca ulaşamamasının altındaki temel soru bu aslında. Sonra, hadi diyelim herkes kabul etti ve böldük, bizim payımıza düşeni ülkemiz içinde nasıl dağıtacağız? Diyelim dağıtmayı başardık, herkesin dürüstçe buna uyacağını nasıl ölçeceğiz? Diyelim ölçmeyi de başardık, herkesin dürüst olmasını, kurallara uymayanların uymasını nasıl sağlayacağız? Para cezası kesmek burada çözüm değil çünkü kesilen para cezası havaya salınan sera gazlarını geri toplamaya yaramıyor. Bu listeyi epey uzatabiliriz ama sorunların çoğunu anladınız sanırım. Esas sorun en tepede. Yani tüm devletleri karbondioksit salımlarından her sene 1,6 milyar ton azaltım yapmaya, bunu uygulamaya ve bu bağlamda uluslararası işbirliği yapmaya nasıl ikna edeceğiz? Çünkü bir ülke bile bu sisteme katılmayacak olsa ticari açıdan oldukça büyük bir kazanç sağlar. Sisteme katılmak istemeyen ülke Kolombiya olsa ticari ambargolarla ikna etmek mümkün olur ama mesela Çin’i neyle ikna edebilirsiniz?

Sonuç olarak karbon piyasaları oyun teorisinde bilinen ismiyle eksi toplamlı bir oyundur. Tüm oyuncuların kazandıklarını ve kaybettiklerini topladığımızdan sıfırdan küçük bir sayı elde ederiz, bu toplam da sistemdeki 1,6 milyar ton karbondioksidi azaltmanın bedelidir. Bu oyun sıfır, hatta artı toplamlı bir oyun olarak görülemez. Ancak ne yazık ki ülkemizde de dış ülkelerde de karbon piyasası denildiğinde pek çok hevesli kişi ve şirket bulmak mümkün, yalnız bunların tümü ilk başta önemli bir azaltım kotası belirleneceğini düşünmedikleri için bu oyuna taraf olmak istiyorlar. Oysa bizi mutlu sona ulaştıracak seviyede bir azaltım belirlenmiş olsa oyuncuların çoğu, ciddi kayıp riski olan bu oyuna katılmak için böylesi hevesli olmazlar.


21 Kasım 2021 Pazar

İklim görüşmeleri neden işe yaramıyor?

Önce problemi tanımlayalım: Yeryüzü son iki yüzyılda yaklaşık 1,3℃ ısındı. Bu ısınma hepimiz açısından ciddi kötü sonuçlara yol açtı. İnsanlığın ağırlıklı çoğunluğu küresel ısınmadan ve onun getirdiği problemlerden hiç de memnun değil. Hatta çoğu insan açısından bakıldığında durum felaket seviyesine gelmeye başladı.

Bilim insanları yaptıkları çalışmalarla bu ısınmanın daha da artmasının sadece doğrusal değil üstel zararlara neden olacağını ortaya koyuyorlar. Bunun basit anlamı şu: Isınma 1,3℃’den 2,6℃’ye yükseldiğinde yaşayacağımız felaketler sadece iki katına çıkmayacak, belki de on kat artacak. Bu nedenle de küresel ısınmayı mümkün olduğunca düşük seviyede tutmamız gerekiyor. Bilim insanları bu kritik eşiğin 2℃’yi aşmaması gerektiğini kabul ediyorlar. Hatta mümkünse çok daha aşağıda, mesela 1,5℃’de tutulması, özellikle deniz seviyesine çok yakın bölgelerde yaşayan insanların büyük felaketlerle karşılaşmaması için gerekli.

Bunun ötesinde bilim insanları küresel ısınmanın 1,5 veya 2℃’de tutulabilmesi için en fazla ne kadar sera gazı salınabileceğini de hesaplayabiliyorlar. Isınmanın 1,5℃’nin üzerine çıkmaması için 2022 yılından itibaren toplam 420 milyar tondan az karbondioksit salmamız gerekiyor. Isınmanın 2℃’nin üzerine çıkmaması için de toplamda 1270 milyar tondan az karbondioksit salmalıyız. Ayrıca, bu bir ortalama hesap, yani toplam 420 milyar tondan az karbondioksit salsak bile ısınmanın 1,5℃’nin üzerine çıkması ihtimali %50.  



Senede yaklaşık 40 milyar ton karbondioksit saldığımıza göre 1,5℃ ısınma hedefini 2033’te , 2℃ ısınma hedefini de 2054’te aşacağız. Hesap bu denli basit.

Bu hesaba dayanarak bir politika oluşturacak ve tüm ülkelerin de buna uyacaklarını düşünecek olursak, 1,5℃ ısınmanın altında kalabilmek için gelişmiş ülkelerin karbon salımlarını 2025 yılında net sıfır yapmaları, Çin ve Hindistan dahil gelişmekte olan ülkelerin de net salımlarını 2035 - 2040 aralığında sıfıra düşürmeleri gerekiyor. 2℃ ısınmanın altında kalabilmek için de benzer şekilde gelişmiş ülkelerin 2040’ta, gelişmekte olan ülkelerin de 2060-2070 aralığında net sıfıra düşmüş olmaları gerekiyor.

Bu hesaptan birkaç sonuç çıkarmamız mümkün:

Avrupa Birliği de dahil olmak üzere hiçbir ülke küresel ısınmanın 1,5℃’de durdurulabileceğine inanmıyor. Salımları önemli sayılabilecek hiçbir ülkenin azaltım hedefleri 1,5℃ azaltımla uyumlu değil.

Avrupa Birliği de dahil olmak üzere çoğu ülke küresel ısınmanın 2℃’de durdurulabileceğine de inanmıyor. İnanıyor olsalar, AB net sıfır salım hedefini 2040, Çin 2050, Hindistan da 2060 gibi bir tarihe koyardı. 

Çoğu ülke gözlerini hedefe dikip elinden gelenin en iyisini ortaya koymaktansa rakiplerinin neler yapacağını gözleyerek kendisine bir pozisyon belirlemeye çalışıyor. Gelecekte diğer ülkeler biraz daha ciddi önlemler almayı kabul ederlerse, bu ülkeler de biraz daha ciddi hedefler ortaya koyabilirler.

Ne yazık ki bu rakipleri kollayarak önlemleri belirleme oyununu oynayabilecek vakit kalmadı artık.

Glasgow’da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 26. Taraflar Konferansı yapıldı. İklim bilimi açısından şimdiye kadarki 25 konferansta elde edilen gelişmelere dikkat etmemiz gerekiyor:

Yapılan bunca toplantı, konuşulan onca konu, alınan bunca karar atmosferdeki karbondioksit oranına nasıl yansımış dersiniz? Gözümüz bizi aldatmıyor, merak etmeyin. Kısaca anlatmak gerekirse, hiçbir işe yaramamış. Bu konferans bir işe yarayacak mı? Kesinlikle hayır. Bu bağlamda çok taraflı diplomasinin tamamen boşa harcanan zaman olduğunu görebilmek için 27 sene geçmesi gerekmemeli. Bu toplantılar büyük panayırlardan farklı değil, iklim krizini durdurma yönünde hiçbir faydası olmuyor ve olmayacak da. Lütfen kimse kendini kandırmasın.

Bu toplantıda ilk defa kömürün kötü bir şey olduğu söylenmiş. Kömürün kötü olduğunu 1992 yılında sözleşme imzalandığında da biliyorduk, bunun sonuç belgesine geçmesi 29 yıl aldıysa iklim diplomasisi işlemiyor demektir. İşe yarayan karar gelişmiş ülkelerin kömür kullanımına 2025’ten itibaren moratoryum uygulamaları, gelişmekte olan ülkelerin de bu yıldan itibaren kömürlü termik santral yapmayacaklarını taahhüt etmeleri olurdu. 

Bu tür toplantılarda kararların oy birliği ile alınmasına gayret edildiğinden bir hedefe varılabilmesi neredeyse imkansız. Bu nedenle de artık başka bir yol denememiz gerekiyor. Politika açısından bakıldığında bu yolun ikili görüşmeler sonucunda açılabilmesi daha uygun görülüyor. Bu görüşmeler de bazen havuçla, bazen de sopayla yürütülse de çok taraflı görüşmelerin artık bir sonuca varmadığı açık olduğundan denenmesi daha doğru olacaktır.

Konferansta devletler arasındaki en büyük sorunun azaltım miktarlarından çok maddi konularda olduğu görüldü. Kim, kime, nasıl karbon kredisi satacak, bunun piyasası nasıl oluşturulacak diye uzun uzadıya konuşularak çözüm gene neoliberal piyasa ekonomisinde aranmaya çalışıldı. Einstein bizlere bu konuda çözümü en güzel biçimde gösterdi, başımızı beladan kurtarmak için başımızı belaya sokan sistemleri kullanamayız. Artık bize değişik bir sistem ve değişik bir düşünce yapısı gerekiyor.

17 Kasım 2021 Çarşamba

COP 26'nın ardından...

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 26. Taraflar Konferansı geçtiğimiz iki hafta boyunca Glasgow’da yapıldı. Sonucu kısaca anlatmak gerekirse, daha önceki 25 konferansta olduğu gibi bu konferansta da iklim krizini insanlığın sonu olmaktan alıkoyacak bağlayıcı bir karar alınmadı.

Bu durumun en önemli sebebi insanlığın önemli bir kısmının iklim krizini henüz en önemli sorunları olarak görmemesidir. Dışarıdan öyle gözükmese de devletler halklarının istekleri doğrultusunda hareket ederler. İnsanlar iklim krizini ilk sıraya oturttukları gün bu konferansların sonuçları da değişik olmaya başlayacak. Ne yazık ki çoğu devletin, özellikle de gelişmiş ülkelerin o noktaya varmalarına daha çok var; belki de Hollanda ve Danimarka benzeri birkaç ülke dışında krizin ciddiyetini asla kavramayacaklar.

Her zaman söylediğimiz gibi, iklim krizi için önemli değişiklikleri bu konuya olumsuz katkısı en düşük değil en yüksek kesimler yapmalılar. Bu, ülkeler arasında olduğu kadar ülkelerin içinde de geçerli. “Daha az hayvansal ürün tüketin” dediğimizde zaten ayda masaya zorla yarım kilo kıyma koyan bireylerden söz etmiyoruz. “Uçakla seyahat etmeyi bırakmak zorundasınız” uyarısı halkının önemli çoğunluğu uçak görmemiş Etiyopya için değil. Ancak bu tür lükslere ve avantajlara sahip ülkeler diğer konferanslarda olduğu gibi Glasgow’da da alınacak bağlayıcı kararların önünü tıkadılar.

Israrla “bağlayıcı kararlar” dememin de bir nedeni var. Uluslararası politikada bağlayıcı kararlar alındığı zaman bile bunu zorlayacak uluslar-üstü bir güç yoktur. Zorlayıcılık ya askeri güçle ya da ekonomik yaptırımla oluşturulabilir. Amerika Birleşik Devletleri veya Çin gibi askeri güçle ya da ekonomik yaptırımla zorlayamayacağınız ülkeler de istedikleri zaman alınan bağlayıcı kararları bile tanımayabilirler. Bu nedenle de COP 26’da bağlayıcı bir karar bile alınmamış olması konferansın ne derece verimsiz olduğunu bizlere anlatabilir.

Gene de birkaç ufak, güzel şey oldu. Mesela Hindistan ve Türkiye net sıfır karbon salacakları tarihleri açıkladılar. Hindistan 2070 yılında net sıfır karbon salacağını açıklamasına rağmen kömürden enerji üretiminin durdurulmasını söyleyen kapanış kararını yumuşatarak kömürden enerji üretmenin azaltılması şekline getirdi. Ülkemiz ise bu Taraflar Konferansı’nda Günün Fosili ödülünü almayarak aslında epeyce önemli sayılabilecek bir başarı yakaladı. Günün Fosili ödülü COP sırasında her gün çevre örgütleri tarafından iklim politikası bağlamında en kötü adımları atan ülkelere takdim ediliyor. Bu sene 2053 yılında net sıfır karbon salan bir ülke olacağımız hedefini açıklamış olmamız ve konferansta bakan ve bakan yardımcısı seviyesinde temsil edilmemiz çevre örgütleri tarafından olumlu karşılandı.

Çin ve Amerika Birleşik Devletleri de uzun süredir görüşmelerini sürdürdükleri iklim anlaşmasını açıkladılar. Anlaşmanın içeriğinde güzel temennilerin ötesinde bir şey olmaması önemli bir hayal kırıklığı, ama gene de en fazla sera gazı salan iki ülkenin bunu bir problem olarak görerek adımlar atmayı kararlaştırmaları bile faydalı bir adım sayılabilir. Yine de alınması gereken çok yol var.

Son iki senede üç kat artan kömür fiyatları karşısında pek çok ülkenin kömürden çıkmayı taahhüt etmeleri ciddi bir sürpriz oluşturmuyor. Ancak kömüre dayanarak üretim yapan büyük ülkelerin bu listede olmaması sadece kömürün adının artık bırakılması gereken kötü bir alışkanlık olarak geçmesi ötesinde bir kazanç sağlamıyor.

Ayrıca metan salımının azaltılması için çaba sarf edileceğinin açıklanması da fazla bir anlam taşımıyor çünkü bu açıklama bir iyi niyet beyanının ötesine geçmiyor. Yanında sayılar ve hedefler olan bağlayıcı bir karar gerçek bir adım olabilirdi, ancak ülkeler o adımdan hala oldukça uzaklar.

Ciddi sonuçlar almaktan oldukça uzak bir konferansı daha tamamladık. Taraflar Glasgow’dan bir sonraki konferansın yapılacağı Mısır’da, daha faydalı sonuçlar alınacağını umarak ayrıldılar. Aynı Glasgow’da daha faydalı sonuçlar alınacağını umarak Madrid’ten ayrıldıkları gibi. Bu nedenle de bu konferanslar her geçen sene hedeften uzaklaşıyorlar. Yakın zamanda bu toplantıları bir gösteri olarak kabullenip esas kararların ülkeler arasındaki ikili görüşmelerde alınacağını benimsememiz gerekecek gibime geliyor.

11 Kasım 2021 Perşembe

İklim Görüşmelerinde Politika Oyunları

Bundan 7 sene önce Lima’daki İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 20. Taraflar Konferansı yine bir anlaşma umudu olmadan çökmek üzereyken Çin’in iklim görüşmelerindeki temsilcisi Xie Zhenhua ilginç bir fikir ortaya attı: Tüm ülkelere iklim krizini durdurmak için ne yapmak istediklerini soralım ve bu bazda bir iklim anlaşması kurgulayalım. Birleşmiş Milletler ülkelere tam da bu soruyu sordu ve cevapları toplayarak Paris’te toplanan 21. Taraflar Konferansına getirdi. Bu, tüm tarafları memnun eden bir yaklaşımdı. Kimseyi herhangi bir azaltıma zorlamıyordu ve bağlayıcılığı yoktu. Herkes ne yapacağına kendisi karar veriyordu. Tek zorunluluk her beş senede bir daha önce yapmayı taahhüt ettiklerinizden daha ileri bir taahhüt ortaya koymanızdı.

Paris Anlaşması alkışlarla kabul edilmeden önce bir problem ortaya atıldı. “Hani biz 16. Taraflar Konferansında küresel ısınma 2 dereceyi aşmamalı demiştik ya Paris Anlaşmasında buna hiç referans vermiyoruz.” Evet, bu oldukça önemli bir sorundu çünkü ülkelerin yapmayı taahhüt ettikleri azaltımları topladığımızda, tüm ülkeler verdikleri sözün arkasında dursalar bile yeryüzü ortalama 2,5 - 3,0 derece ısınıyordu. “Olsun” dedi anlaşmanın taraftarları, “Onu da ekleyelim anlaşma metnine ve şöyle diyelim: Bu anlaşmanın hedefi küresel ısınmanın 2 dereceyi aşmamasını sağlamaktır.” Her ne kadar ülkelerin verdikleri sözler bu dileğin yerine getirilmesinden oldukça uzak olsa da  kimse buna itiraz etmedi çünkü bir kez daha politikacılar kendi aralarında politikacılık oynuyorlardı. Sonra Küçük Ada Devletleri söz aldı: “Ama 2 derece ısınma bizim için çok kötü, bu şekilde kısa sürede ülkelerimiz sular altında kalacak, ısınmayı 1,5 derecede durdurmamız gerekli” dediler. Anlaşmanın taraftarları, “yeter ki bir anlaşma olsun” diye düşünerek, “Peki, o zaman anlaşma metninde bu anlaşmanın hedefi küresel ısınmanın 2 derecenin oldukça altında ve mümkünse 1,5 derecede sınırlandırılmasıdır” yazalım dediler ve Paris Anlaşması bu şekilde kabul edildi. Kısacası, anlaşmanın esasıyla umut edilen 1,5 derecelik ısınmayı aşmama arasında hiçbir bağlantı yoktur. Umutlar 1,5 derece ama gerçekler, verilen tüm sözler tutulsa bile 3,0 dereceyi gösteriyordu.

Bugüne kadar da umutlarla gerçeklerin birbirine yaklaşması için uzun süren müzakereler yapıldı ama fazla bir başarı sağlanamadı. Aslında bu görüşmeleri yapan politikacılara bakacak olursanız önemli adımlar atıldı ve atılmaya da devam ediyor. Mesela Glasgow’da yapılan 26. Taraflar Konferansı sırasında ısınmanın 1,7 derece ile sınırlanmasını sağlayacak taahhütlerin verildiği söyleniyor. Ama bir de bu konferanstan eve döndükten sonra yapılanlar ve yapılacak olanlar var ki onlar çok farklı bir görüntü veriyor. 

Örnek olarak hepimizin gözü önünde son iki senedir gerçekleşen ABD politikasını verebiliriz. Başkan Biden, seçim kampanyasında iklim krizi ile altyapı ve çevre sorunlarını bir öncelik olarak aldığı için seçimi kazandı demek çok da yanlış olmaz. Seçildikten sonra tüm bunları gerçekleştirebilmek için gerekli olan maddi kaynağı alabilmek için çalışmalara başladı. Bütçeyi kongreden geçirmek için yaptığı çalışmalara 3,5 trilyon dolarlık bir teklif ile başladı ve bu bütçe üçte birine düşerek 1,2 trilyon olarak Temsilciler Meclisinden geçti. Kesintilerin önemli kısmı da iklim krizine engel olmak için tasarlanan programlara aitti. Senato’da ise Demokrat Joe Munchin bu kadar azaltılmış pakete bile karşı çıkıyor. Örneklendirmek gerekirse ABD’de kömür lobisinin en kuvvetli olduğu eyaletlerden biri West Virginia’nın senatörü olan Munchin kömürsüz elektrik üretimine karşı çıkarak bu bağlamda ayrılan 150 milyar dolarlık bütçenin kesilmesine neden olmuştur. Bu kesinti ABD’nin Paris Anlaşması bağlamında 2030 yılına kadar sera gazı salımlarını %50 azaltması taahhüdünün yerine getirilememesi anlamına geliyor.

Kısacası, politikacılar bu toplantılarda neler söylerlerse söylesinler, eve döndüklerindeki gerçeklikler iklim krizinin geleceğini belirliyor. Burada da evdeki gerçekliği yaratanlar bizleriz. Bizler iklim krizini diğer tüm politika unsurlarının üzerine taşıyacak olursak bu konuda bir ilerleme sağlanabilir. Yoksa kömür lobilerinin elinde oyuncak olan Joe Munchin gibi politikacıların istedikleri olacak ve yeryüzü hızla Altıncı Yok Oluşa doğru gitmeye devam edecek.  

2 Kasım 2021 Salı

Futbolun karbon ayakizi ve Metaverse

Başka bir yaşam şekli mümkün. Epey uzun süredir bu şekilde yaşadığımız için bize bundan başka türlü yaşam mümkün görünmüyor olabilir ama inanın bana, mümkün. Bugün size yakın gelecekte gerçekleşecek bir hayalden bahsedeceğim. Bu hayali altı ay önce anlattığımda sanırım benden başkası inanmamıştı ama bugün çoğumuz hoşlanmasak da Mark Zuckerbeg gibi biri de benzer bir hayalin peşine düştü. Hayalin artık bir adı da var: Metaverse.

Şöyle bir olay düşünün: Evinizde oturuyorsunuz, maç vakti geliyor. Üç boyutlu gerçekleştiricinizi kafanıza geçiriyor ve kendinizi bir anda stadyumdaki koltuğunuzda buluyorsunuz. Yanınızdaki koltukta da şehrin öbür ucunda oturan en yakın arkadaşınız oturuyor. Birbirinize dokunmanız “şimdilik” teknolojik olarak mümkün değil ama onu görebiliyorsunuz ve onunla konuşabiliyorsunuz. Üstüne oturduğunuz koltuktan üç boyutlu olarak maçı seyredebiliyorsunuz. Salonunuzdaki koltuktan kalkmadan hem de. Elbette bu maçı gerçekten seyretmenin yerini tutmaz ama iki boyutlu televizyonlarda seyretmekten çok daha zevkli olabileceğini de kolayca hayal edebiliriz. Ayrıca bizi ilgilendiren kısmı da şu: Maç her nerede oynanıyor olursa olsun, kişi başı sadece yaklaşık 300 gram sera gazı salımına neden olarak maçı bu şekilde izleyebilirsiniz.

Peki maçı gerçekte izleyecek olsanız ne kadar salıma neden oluyordunuz? Aynı şartlarda maçı seyredecek olsanız sadece maça gitmeniz yaklaşık 2 kilogram sera gazı salımına neden olacaktı. Maçı evdeki üç boyutlu gerçekleştirici ile seyretmeniz yaklaşık altıda bir sera gazı salımına neden oldu. Senede 40 maça giden 20 takımın 20 bin seyircisinden hesap edecek olsak bu 27 bin ton sera gazının atmosfere salınmaması anlamına geliyor.

Bugün baktığımızda bu bir hayal gibi geliyor. Sanal Gerçeklik (VR) gözlükleri daha yeni piyasada dolaşmaya başladı. Bu gözlüklerin öncelikle çok daha fazla gelişmesi ve aynı anda da kulaklık sistemleri ile birleşerek hem görüntü hem de sesi aynı anda taşıması gerekiyor. Bu teknoloji bugün biraz pahalı olsa da birkaç seneye çoğu evde bulunabileceğini hayal etmemiz pek de zor değil. Gerisi sadece yazılıma kalıyor. Burada da son haftalarda anlaşıldığı üzere Mark Zuckerberg ve Facebook göreve talip oluyor. Zuckerberg’in peşinde koştuğu metaverse kavramı tamamen bu ses ve görüntü nakleden cihazları kullanarak sanal bir ortamda dostlarımızla muhabbet edebilmenin yolunu açıyor. Yani, bir grup arkadaş, bu sistemleri taktığımızda birden kendimizi sanal bir odada bulacağız. Herkesin birer kendine benzer avatarı olacak ve o avatarlar bizim gibi konuşup hareket edecekler. Bunu yakın zamana kadar çok filmde izledik. Hatta Bruce Willis’in oynadığı Surrogates’de insanlar evden çıkmayı bırakıp kendilerini andıran robotları kontrol ederek bunu gerçekleştiriyorlardı. Ama amaç sera gazı salımlarını engellemekse maça bizim yerimize avatarımızı göndermek çok kazançlı bir yöntem değil. Bunun yerine Ready Player One’da gördüğümüz sistem çok daha avantajlı. Herhangi bir yerden sanal aleme, yani "metaverse"ye girip oradaki avatarımız sayesinde maçları da arkadaşlarımızla izleyip konserlere de birlikte katılabiliriz.

Bilim kurgu dünyasında son zamanda bunu konu alan çokça eser ortaya çıkmaya başladı. Ay’a gerçekten gitmeden önce de Jules Verne vardı. Dolayısıyla bu kurgular, Mark Zuckerberg gibi elinde çokça yazılım imkanı bulunan bir zenginle buluştuğunda çok yakın zamanda yerimizden kalkmadan dünyayı gezmeye başlamamız hiç de büyük bir sürpriz olmaz diyebiliriz.

Bir de şunu unutmayın, COVID19 ne ilk salgın ne de modern yaşamın son salgını olacak. Bu nedenle de artık bazı ortamlara gerçekten gitmek yerine avatarımızla katılmak tercih edilecek bir çözüm olabilir. Karbon ayak izimizi azaltacağı da kuşkusuz doğru.

O zaman sıra takımlarımızın da karbon ayak izlerini azaltmaya geldi. Eminim çok kısa zamanda onları da içine alacak projelerimizden sizleri haberdar ediyor oluruz.

1 Kasım 2021 Pazartesi

İklim Politikasında Neler Oluyor?

Gerek ülkemizde gerekse de küresel bağlamdaki iklim politikasında çok hareketli günler yaşıyoruz. Küresel iklim politikasındaki hareketlenme her seneden çok da farklı sayılmaz. Sene sonuna yaklaşırken Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin Taraflar Konferansı (COP26) Glasgow’da toplanacağı için taraflar da bu toplantıya hazırlık yapıyorlar. 

COP26 diğer konferanslarla kıyaslandığında daha değişik bir durum yaratıyor mu yeryüzü açısından? Aslında hayır. Paris Anlaşması çoğu ülkede onaylandı ve çalışır durumda artık. Bu anlaşmanın yürürlük süresi 2030 yılına kadar da süreceği için ciddi anlamda farklı bir durum söz konusu değil. Olan ise 2015’te anlaşma ilk imzalandığında karşımızda olan problemden hiç de farklı değil. Paris Anlaşması imzalanırken taraf olan tüm ülkeler bu anlaşmanın aslında küresel ısınmayı 1.5°C ile sınırlayamayacağının bilincindeydiler. Ama gene de kendilerine oy veren kişilere dönerek “bakın işte yeryüzünü felaketten uzak tutacak bir anlaşmayı imzaladık” diyebilmek için böylesi bir anlaşmanın altına imza attılar. Paris’teki Taraflar Konferansının ardından gelen her konferansta da bu yaptıklarının bilincinde olarak “daha ne yapabiliriz” çabası içine girdiler. Daha yapılması gereken çok fazla şey var çünkü Paris Anlaşması kapsamında her ülke verdiği sözleri tutsa bile gezegenimiz ortalama olarak 3.5°C ısınacak. 

Küresel ısınmayı 1.5°C ile sınırlı tutabilmek için kaba bir hesapla tüm ülkelerin 2039 yılına kadar karbon salımlarını doğanın emebileceği seviyeye düşürmeleri, yani net sıfır karbon salmaları gerekiyor. En iddialı hedeflere sahip olan Avrupa Birliği bile bu seviyeden son derece uzak. Avrupa Birliği’nin iklim hedefleri 2050 yılında net sıfır karbon salan bir kıta olmayı öngörüyor. Oysa Avrupa Birliği’nin 2030 yılında net sıfır karbon salan bir bölge olması gerekiyor ki diğer ülkeler biraz daha gevşek davransalar bile hedef tutturulabilsin. Dolayısıyla, herkesin karşısındakinin kartlarını gayet iyi bildiği, ama oyunu tam olarak bilmeyenlerin ciddi bir oyun oynandığını düşündüğü bir ortamdayız.

Bu oyunu değiştiren bir olgu var mı? Aslında bu olgu iklim krizinin her geçen gün biraz daha şiddetlenmesi ve artık sıradan vatandaşların da bu problemden haberdar hale gelmeleri. Ülkemizde Yuvam Dünya ve Konda işbirliği ile yapılan araştırma bunu tüm netliğiyle ortaya koyuyor. Vatandaşlar artık iklim krizi konusunda endişeliler ve bir şeyler yapılmasını istiyorlar. Fakat hala herkes, bir şeyler yapanın devlet ve şirketler olması gerektiğini düşünüyor ve kendisi bu bağlamda elini taşın altına koymak istemiyor. Vatandaşlardan da bu yönde ciddi bir baskı gelmeyince Taraflar Konferansına giden politikacılar da havanda su dövmek diyebileceğimiz görüşmeler sonrasında bir sene sonraki iklim konferansında buluşmak için ayrılıyorlar. Bana kalsa iklim açısından yapılacak en iyi şey bu toplantılara hiç katılmamak olurdu. Böylece epey karbon salımından da kurtulmuş olurdu gezegenimiz.

Ülkemizin durumu ise epey farklı. 2015 senesinde ülkelerin Niyet Beyanları belirlenirken planımızı “hiçbir şey yapmak zorunda olmamak” üzerine kurduğumuz için bugüne kadar Paris Anlaşması bağlamında verdiği sözleri tutan az sayıda ülkeden biri olduk. Ancak “hiçbir şey yapmak zorunda olmamak” kavramını da fazlasıyla abarttığımız için şu anda iklim taahhütleri açısından tüm ülkelerin çok gerisinde bir noktada bulunuyoruz ve iklim politikamız da bulunduğumuz durumu savunabilecek şekilde yönlenmiş değil. Bir de üstüne Paris Anlaşmasını da uzun süre onaylamamış olmamızı eklediğimizde bizden beklentiler epey yüksek düzeyde.

Öncelikle, madem şartlarını yerine getiriyorduk, neden imzalamadık Paris Anlaşmasını? Çünkü ülkemizdeki fosil yakıt şirketleri Enerji Bakanlığı üzerindeki etkilerini kullanarak yanlış bilgilerin yayılmasına neden oldular. Bu yanlış bilgiler iki grupta toplanabilir: İlk grupta anlaşmayı onaylamamız durumunda bize dayatılacak zor şartlara uydurmamız var. Paris Anlaşmasının var olmasının yegane sebebi hiçbir ülkeye hiçbir şart koşulmamış olması.Tüm ülkeler bu anlaşma çerçevesinde kendi şartlarını belirlediler. Diğer ülkeler bu şartlara hafifçe burun kıvırsalar da kimse masum olmadığı için diğerine ciddi bir sertlikte karşı çıkamadı ve çıkamayacak. Sayıları ve iklim politikasını biraz takip etmiş olanlar bu konuda başka bir çıkar yol bulunamadığını da bilirler.

Yanlış bilgilerin ikinci grubu da finansal kaynaklı. “Eğer biz Paris Anlaşmasını imzalamamakta direnirsek, diğer ülkeler sonunda bizim Ek1 ülkeler grubundan çıkmamıza izin verirler. Böylece de bize iklim finansmanının kapıları açılmış olur.” 1992 İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında biz ısrarla “gelişmiş ülke” sayılmak istedik, çünkü ulusal politikamız o tarihte onu gerektiriyordu. Bu anlaşma çerçevesinde de bizim ısrarlarımızla “gelişmiş ülkeler” yani Ek1 denen ülkeler grubuna dahil olduk. O gün bugündür de Ek1 grubundan çıkmak istiyoruz. Bunu yapabilmemiz için de tüm Dünya devletlerinin oybirliği gerekiyor. Herhangi birimizin aklına Türkiye’nin istediği herhangi bir şeye hayır diyecek 3-5 ülke kolaylıkla gelecektir. Bu durumda da bizim Ek1 grubundan çıkmamıza imkan yoktur.

Ek1 grubundan çıkarsak ne olur? Ek1 grubu dışındaki ülkeler Yeşil İklim Fonu’ndan maddi yardım alabilirler. Bizim de Ek1’den çıkmak istememizin nedeni bu, Ek1’den çıkacak olursak biz de Yeşil İklim Fonu’na başvurarak para isteyeceğiz. Ama, bizim dışımızdaki her ülke de aynı fondan para almak istiyor. Yalnız küçük bir problem var: Yeşil İklim Fonu’nda para yok. Yıllardır “eğer Yeşil İklim Fonu’nda para olursa ve eğer bizi Ek1’den çıkartırlarsa, biz de para alabiliriz” diyerek Paris Anlaşmasını onaylamamız engellendi.

Peki, şimdi ne oldu da anlaşmayı onayladık, hem de yıldırım hızıyla ve oy birliğiyle? Öncelikle Çevre Bakanlığı ve özellikle bakan yardımcısı Prof. Birpınar’ın kapalı kapılar ardındaki sabırlı ikna turları var. Ama daha önemli sayılabilecek maddi koşul değişiklikleri de oluştu. Mesela her geçen gün kömürden elektrik üretmek pahalılaşırken yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimi ucuzladı. Böylelikle de Enerji Bakanlığının itirazı yavaşça sakinleşmeye başladı.

Bir diğeri de Yeşil İklim Fonu’nda para olmadığının ve asla da olamayacağının anlaşılması oldu. Çünkü gelişmiş ülkeler parayı bu fona koymak yerine kendi kontrollerinde doğrudan ülkelere vermeyi daha akıllıca bir çözüm olarak görmeye başladılar. Ayrıca Türkiye de bu şekildeki desteklerden en fazla faydalanan ülke konumuna geldi. Bunun nedeni de özellikle Avrupa’nın bizi fiziksel bağlamda kaybetmek istememesi. Geleceğin göç yolları üzerinde altyapısı zayıflamış ve maddi anlamda çökmek üzere olan bir Türkiye gerekli bekçilik görevini de yerine getiremeyecek durumda olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin iklim krizi karşısında kuvvetli durması Avrupa Birliği’nin selameti açısından da gereklidir.

Son olarak iklim krizini durdurmak isteyen Avrupa Birliği ve ona uyan diğer gelişmiş ülkeler üretim politikalarını değiştirmeye ve bu değişikliği ticaret ortaklarına da şart koşmaya başladılar. Avrupa Yeşil Mutabakatı bize de Paris Anlaşmasına uyma zorunluluğunu kısa vadede getirecek olduğundan bizim bu zorunluluk ile karşılaşmadan anlaşmayı onaylamamız daha makul seçim oldu.

Bugün ise 2015’te verdiğimiz taahhüdü geliştirme noktasında bulunuyoruz. Burada atacağımız adım ise zaten önceden belirlendi. Türkiye 2053 senesinde net sıfır karbon salan bir ülke olma hedefini yeni niyet beyanına yazacak ve ülkemiz için yeni bir devir başlayacak. Bu devirde bundan sonraki 32 sene süresinde karbon salımlarımızı her sene %5.6 azaltmamız gerekecek. İşte asıl kargaşa bu azaltımın hangi sektörde ve ne oranda uygulanacağının belirlendiği toplantılarda yaşanacak.