29 Eylül 2021 Çarşamba

Yeni başlayanlar için Paris İklim Anlaşması

1992 yılında devletler Rio’da toplanarak kalkınma, iklim ve çevre sorunlarını görüştüler. Bu görüşme bir ilk olmasa da tüm devletlerin üst düzey katılımı açısından bakıldığında tarihi bir toplantıydı. Devletler iklim değişikliğinin durdurulması için bir çatı oluşturarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini imzaladılar. Bu sözleşmenin temelinde tüm ülkelerin sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin altına düşürmesi bulunuyordu. Bu konuda ilerleme sağlanması için de her senenin sonunda bu sözleşmeye taraf olan ülkelerin toplanarak durumu görüşmesini de öngördüler. Bu yıl taraf ülkelerin 26. Toplantısı (COP26) Glasgow’da yapılacak.

Sözleşme sera gazı salımlarının 1990 seviyesinin altına düşürülmesini öngörüyor olsa da bunun hangi koşullarda gerçekleştirileceğinin belirlenmesini sonraki taraflar konferanslarına bırakıyordu. Bu konferansların üçüncüsünde, Kyoto’da taraflar sera gazı salımlarını azaltma konusunda ilk anlaşmaya vardılar. 1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü 2008-2012 yılları arasında yapılması planlanan salım azaltımlarını düzenliyordu. Kyoto Protokolü, sadece gelişmiş ülkelere bir salım azaltım zorunluluğu verdiğinden oldukça zayıf bir anlaşmaydı. Çünkü 1992 yılında önemli salımları olmayan ve gelişmekte olan ülke kabul edilen Çin ve Hindistan, 2008-2012 döneminde artık salımlar açısından büyük ülkeler olmuşlardı. 

2012 sonrasında oluşturulacak sistemin belirlenmesi çabaları erken başladı ama 2009’da Kopenhag’da yapılan taraflar konferansında bir sonuç alınamamasıyla herkesi bir umutsuzluk kapladı. Bir yanda gelişmiş ülkeler ekonomik rekabet güçlerini kaybetmemek için gelişmekte olan ülkelerin de sorumluluk almasını istiyorlardı. Diğer yandan da gelişmekte olan ülkeler, yıllardır yeryüzünü kirleten gelişmiş ülkelerin daha hızlı adım atması gerektiğini söylüyorlardı. Bu kargaşa uzun süre çözülemedi.

2014 yılında Lima’daki taraflar konferansında Çin’in önerisiyle ortaya bir çözüm getirildi. Bu çözüm aslında kimsenin fazla itiraz edemeyeceği bir çözümdü. “Tüm devletler, iklim krizini durdurmak için neler yapacaklarını Birleşmiş Milletlere bildirsinler ve bu taahhütler kapsamında bir anlaşma imzalansın.” Devletler 2015 Eylül ayının sonuna kadar Birleşmiş Milletlere bu bağlamda neler yapmaya niyetlendiklerini bildirdiler. Ülkemiz de bu bağlamda sorumluluğunu yerine getirdi ama pek çok ülke gibi bizim niyet beyanımız da atmosferin çok daha fazla ısınmasını engelleyecek bir katkı sağlamıyordu.

2015 Aralık ayında tüm ülkelerin beyanları üzerinde uzlaşılarak Paris Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma devletlerin 2020-2030 yılları arasında yapacaklarını kapsıyordu. Yalnız, imza aşamasında anlaşmanın içerisine bir niyet beyanı daha eklendi. 2009’da Kopenhag’da da aynı düşünce üzerinde uzlaşılmıştı: “Küresel ısınmayı iki derecenin altında tutmalıyız”. Son anda bir değişiklik eklenerek bu cümle “küresel ısınmayı iki derecenin altında ve mümkünse 1.5 derecede tutmalıyız” haline dönüştürüldü. Ancak, ülkelerin verdikleri niyet beyanlarını topladığımızda küresel ısınmanın yaklaşık 3.5 derece seviyesinde olacağını görebilmek mümkündü. Yani, anlaşmanın ruhu ile içeriği birbirinden son derece farklı şeylerden söz ediyordu. Ülkeler bu duruma aynen Türk usulü yaklaştılar; biz hele bu anlaşmayı bir yürürlüğe sokalım, sonra tüm ülkelerden verdikleri taahhütleri iyileştirerek 1.5 derece hedefine doğru gideriz düşüncesiyle hareket ettiler.

Aradan geçen altı yılda niyet beyanlarında türlü iyileştirmeler yapıldı, özellikle Avrupa Birliği'nin liderliği ile diğer ülkeler de bu çabalara biraz daha katılım sağlamaya başladılar. Yalnız gene de 1.5 derece hedefinden fazlasıyla uzak bir durumda ilerliyoruz. Çünkü ülkeler türlü taahhütlerde bulunsalar da çoğu ülke bu sözlerini yerine getirmekten henüz uzak olduğundan yeryüzü hızla ısınmaya devam ediyor. Her geçen yıl iklim felaketleri arttıkça da kişiler sorunun ciddiyetini yavaş yavaş kavramaya başlıyorlar.

Bu hafta başında ülkemiz de Paris Anlaşmasını meclisten geçirerek onaylamak üzere harekete geçtiğini bildirdi. Bu ülkemiz açısından sevindirici bir adım ancak anlaşmanın geneline baktığımızda ülkemiz de dahil olmak üzere ülkeler bizleri iklim felaketlerinden koruyacak adımları atmaktan henüz uzaklar. Bu nedenle de Paris Anlaşmasının onaylanması çok kritik bir adım değildir, esas gerekli olan tüm insanlığın bu problemin ciddiyetini anlayarak ona göre hem davranışlarını hem de içinde yaşadığımız sistemi değiştirebilmesidir.

Paris'i imzalamak bize neye mal olur?

Bu hafta en fazla bu soruya cevap vermek zorunda kaldım: “Paris İklim Anlaşmasını onaylamak bize neye mal olacak?” Cevabı fazlasıyla basit: “Bunun bedeli yok, ama onaylamasaydık büyük bedeli olacaktı.” “Peki şimdiye kadar neden bu kadar bekledik?” “Çünkü 2015’te bu konuda yaptığımız hesaplarla bugün teknolojinin geldiği nokta çok farklı, bir de Avrupa Birliği Yeşil Mutabakat kozunu ortaya koyunca ekonomik oyun hızla değişti ve biz de onaylamaya karar verdik.”

2015 Eylül'de iki şeye dayanarak ülke taahhüdümüzü ortaya koyduk: Kömür ve doğal gazdan elektrik üretmek çok pahalı değildir ve gelişmiş ülkeler içine para koymaya söz verdikleri Yeşil İklim Fonu'na gerçekten para koyacaklar. Geçen zaman içerisinde bir yandan teknoloji gelişti ve gerek kömür gerekse de doğal gazdan elektrik üretmenin maliyeti artarken güneş ve rüzgardan elektrik üretmek beklenmedik ölçüde ucuzladı. Bu da bize karbondioksit salımlarımızın fazla artmamasını sağlamanın ötesinde gelecekte de fazla artamayacağını gösterdi. Ayrıca enerji ihtiyacındaki büyüme de ekonomik büyümeye paralel olarak çok yüksek olmadı. Böylelikle neredeyse parmağımızı kıpırdatmadan Paris Anlaşması için verdiğimiz ülke taahhüdünü yerine getiren ender ülkelerden biri olduk. Elbette burada, ülke taahhüdümüzün de fazlasıyla zayıf olduğunu söylememiz gerek. 

Dünya ülkelerine karşı aslında çok zor durumda kalmıştık. Bir yandan verdiğimiz sözü yerine getirirken diğer yandan bize bu sözü verdiren anlaşmayı da onaylamamak çok makul bir politik yaklaşım olmuyordu. Ama bu anlaşmayı imzalamıyor olmayı da bu anlaşmanın dayandığı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde bize haksızlık yapıldığını söyleyerek örtmeye çalıştık. Bu sözleşmenin imzalandığı 1992 yılında, bizim heyetimiz ısrarla sözleşme kapsamında “gelişmiş ülke” statüsünde bulunmamızı istedi. Diğer ülkelerin bizim heyeti uyarmasına rağmen bu ısrardan vazgeçmeyince Türkiye “gelişmiş ve zengin ülke” olarak sözleşmenin içinde yer aldı. Bu hata fark edildiğinde hemen harekete geçildi ve neredeyse 9 yıl süren bir çabanın ardından durumumuzu “gelişmiş ama zengin olmayan ülke” şekline çevirmeyi başardık. Yalnız bunu yapabilmek için de sözleşmeye taraf olan tüm ülkeleri ikna etmemiz gerekti. Şimdi ise durumumuzu “gelişmekte olan ülke” şekline çevirmek istiyoruz ve bir kez daha diğer tüm ülkeleri ikna etmemiz gerekiyor, yalnız bu sefer işimiz hiç de kolay değil.

Öncelikle, Türkiye neredeyse tamamı gelişmiş ülkelerden oluşan OECD’nin uzun zamandır üyesi. Doğal olarak da “siz madem gelişmekte olan ülkesiniz, OECD’de ne işiniz var?” sorusuna karşı makul bir cevabımız yok. Makul bir cevap yerine biz de “Meksika da OECD üyesi, ama iklim sözleşmesi bağlamında onlar gelişmekte olan ülke kabul ediliyorlar, bizim farkımız ne?” diye kendimizi savunduğumuzda ikinci probleme takılıyoruz çünkü “iklim sözleşmesi imzalandığında Meksika ısrarla “ben gelişmiş ülkeyim” demedi, ama Türkiye dedi, dolayısıyla durumunuz Meksika ile aynı değil” diyorlar. 

Son olarak da sorun aslında en önemli noktaya geliyor. Bizim “gelişmekte olan ülke” olarak kabul edilmek istememizin ardındaki ana neden gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerin içine her yıl 100 milyar dolar koymaya söz verdikleri Yeşil İklim Fonu’ndan para alabiliyor olmaları. Biz de Yeşil İklim Fonu’ndan para almak istiyoruz ama çerçeve sözleşmeye göre “gelişmiş ülke” sayıldığımızdan böyle bir hakkımız yok.

Şimdi biz çerçeve sözleşmeye taraf olan ve önemli çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerden oluşan gruba “pastadan biz de bir dilim, hem de büyükçe bir dilim istiyoruz” diyoruz. Doğal olarak da diğer ülkeler “olmaz öyle şey” diye bunu görüşmeye bile yanaşmıyorlar.

Yalnız, ufak bir detay daha var. Gelişmiş ülkelerin içine her yıl 100 milyar dolar koymaya söz verdikleri Yeşil İklim Fonu'nun içinde fazla para yok. Çünkü gelişmiş ülkeler, bu fonun oluşturulduğu 2009 yılından bu yana, bu tür fonlara koydukları paranın amaca aykırı işlere kullanıldığını gördüklerinden artık para koymayı istemiyorlar. Onun yerine parayı doğrudan yapılacak projelere aktarıyorlar. Yani, siz bir rüzgar enerjisi santrali yapmak istiyorsanız bunun için size fon sağlıyorlar ve çoğunlukta da fonu sağlayan ülke kendi firmalarıyla çalışmanızı şart koşarak hem işin doğru yapılmasını hem de kazancın gene kendi ülkesine geri dönmesini amaçlıyor.

Ülkemiz de aslında bu tür fonlardan en fazla faydalanan ülke konumunda. Kısacası, azaltım taahhüdümüzü yerine getiriyoruz, ortada olan paradan zaten en fazla biz yararlanıyoruz ve Yeşil İklim Fonu’nda da para birikeceği yok. Bir de Paris İklim Anlaşmasını onaylamazsak Avrupa Birliği bizden ürün almayı azaltabilir ya da kesebilir. Tüm bunları birleştirdiğimizde, Paris İklim Anlaşmasını onaylama zamanımız çoktan gelmişti ve Glasgow’daki COP26 öncesi beklenen bu hamleyi yaptık. Şimdi sıra gene bu anlaşmanın şartlarından olan 2015’te verilmiş olan ülke taahhüdünün iyileştirilmesine geldi. Türkiye bunu da Glasgow’da net sıfır karbon salımı tarihini açıklayarak yerine getirecek. Bundan sonra bizlere düşen de bu taahhütlerin her geçen dönem biraz daha iyileştirilmesini sağlamaktır. 

22 Eylül 2021 Çarşamba

Uyum Sağlama

Sadece iklim krizi değil, tüm çevresel problemler yeryüzünü daha önce alışmadığımız bir hızla etkilemeye başladı. Bu problemlerin neredeyse tamamının sebebi de biziz. İnsan nüfusu ve üretimi az iken yaptığımız hataları doğa affedebiliyordu. Ancak şu anda doğanın taşıma kapasitesinin oldukça üzerine çıktık. Bu nedenle doğa bize eskiden olduğu kadar hoşgörülü davranmıyor ve sertleşmeye de devam edecek.

Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Panelinin Altıncı Değerlendirme Raporunun ikinci ve üçüncü bölümleri 2022 başında açıklanacak. Ancak bu bölümlerle ilgili en önemli değerlendirme şu şekilde: Eğer insanlık bu gezegen üzerinde kendisinin de bir geleceğinin olmasını istiyorsa, bunu kapitalist ekonomik sistem altında başarması mümkün değil. Yani, bundan yüzlerce ya da binlerce yıl sonra daha da gelişmiş bir medeniyetimiz olsun diyorsak değişmemiz ve değişen koşullara da uyum sağlamamız gerekiyor.

Toplum zaten inanılmaz bir hızda değişiyor. Özellikle teknolojik ilerlemeler bizlere her gün daha değişik bir kapının var olduğunu gösteriyor. Ancak bu değişikliklere artık doğa da katılmaya başladı. Geçen sene müsilaj diye bir kavramın ismini bile duymamışken, orman yangınlarının uzak ülkelerde olduğunu düşünüyorken bu yaz bunların tamamını öğrendik. Marmara kıyısında balıkçılık ile uğraşıyorsanız bu yeni gerçekliğe uyum sağlamak zorunda kaldınız. Bu uyum sağlama gerekliliği değişen doğa ile birlikte hepimizi, her alanda etkilemeye başlayacak. Bizlerin de bu düşünce yapısına hızla alışmamız gerekiyor.

Gerçek uyum sağlama becerisi pek de düşündüğünüz gibi olmayabilir. Bir sonraki problem karşımıza çıktığında, omuzları dik, elimizde kazma kürekle problemi göğüslemek o kadar da önemli değildir. Bunun yerine, doğru zihniyete sahip olarak, ne kadar beklenmedik olursa olsun, herhangi bir zorlukla başa çıkmak için önceden hazırlıklı olmakla ilgilidir.

Uyum sağlama becerisi, esnek ve verimli bir şekilde öğrenme ve elde edilen bu bilgiyi karşılaşılan yeni ve beklenmedik durumlara uygulama yeteneğidir. Bunun için de başlangıç noktası değişime açık olmaktır. Bu şekilde sorunlar davranış biçimimizi değiştirmenin çok daha zor olduğu noktaya gelmeden önce, belirsizlik zamanlarında nasıl tepki verdiğimizi etkileyebiliriz.

Bunun için de en gerekli beceri aslında konuya bir uzman gibi değil de o gün işe başlamış biri gibi yaklaşmaktır. Bir olayın içinde veya çevresinde ne kadar fazla yaşayacak olursak, vereceğimiz tepkiler de o denli kısıtlanır. Mesela kriz anlarında İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşamanın daha tehlikeli olduğunu biliyoruz. Ancak sizlere “bu probleme uyum sağlamak için başka bir şehre taşınmanız gerekli” diyecek olsam bana bunun neden mümkün olamayacağına dair çok sayıda sebep sıralarsınız. Oysa hayatının başlangıcında ve nerede yaşamak isteyeceğine karar verme aşamasında olan bir kişi çok daha rahatlıkla başka bir şehirde yaşamayı tercih edebilir. 

Büyük sorunlar karşısında da davranışımız bu biçimde olmalıdır. Çözümlerimizi ne denli kısıtlı olarak algılarsak bulabileceğimiz çıkış yolları da o derece kısıtlı olur. Doğa karşısında uyum sağlama, en başta kendi fikirlerimizi değil doğanın söylediklerini dinlemekle başlar. Doğanın söylediklerine uyum sağlayabilmek de çoğu zaman alışkanlıklarımızı bir kenara bırakmamızı gerektirebilir. Bugün belki çoğumuz tam o noktada değiliz ama korkarım ki hepimiz o noktaya hızla yaklaşıyoruz.

15 Eylül 2021 Çarşamba

Evimiz Yanıyor

İklim krizini durdurabilmek için bireylere düşenleri kısaca üç başlık altında toplayabiliriz: 

  • Gereksiz tüketimi sonlandırmak
  • Özellikle hayvansal ürün tüketimini ciddi biçimde azaltmak ya da durdurmak
  • Özel araç ve uçak kullanmamak

Bu üç başlığa da çokça itiraz geliyor. Çünkü bunların tümü hemen, kolayca ve canımızı fazla sıkmadan gerçekleştirebileceğimiz şeyler değil. Bu hafta bir konuşmada “eğer iklim krizini önlemek konusunda melek olmak istiyorsanız hayvansal ürün tüketimine son vermelisiniz” dedim. Ardından bir arkadaşla uzun bir email trafiği yaşadık. Konumuz da “neden son vermelisiniz dediniz de azaltmalısınız demediniz?” sorusu üzerineydi. “Aslında hepimizin günde asgari 70 gram protein alımına inmesi gerekiyor ki sağlıklı yaşayabilelim. Aksi takdirde vücut gerekli olan ve üretemediği amino asitlerden yoksun kalacak.”

Bu yaklaşımın biyolojik açıdan sorunlarına girmeyeceğim, çoğunuz biliyorsunuzdur. Ama çok daha önemli bir taraf var. Günde kişi başı 29 gram hayvansal protein aldığımızı düşünürsek bu, dünya tüketiminin 230 bin ton protein olduğu anlamına geliyor. Bu da 890 bin ton dana etine karşılık gelir. Her gün 8900000 danayı kesmemiz demektir. Senede 3 milyar 250 milyon danaya karşılık olur. Bugün Afrikalı birey bundan çok daha az, gelişmiş Batı ise çok daha fazla tüketiyor. Bir kez daha konumuz “protein sadece dana etinden elde edilmez” ya da “insanlar arasındaki eşitsizlik esas problemimizdir.” değil. Bu şekilde devam edecek olursak, bu nüfus yoğunluğunda, bu hayat tarzımız ve bu tarzdaki gelişmelerle Dünya’daki yaşamımız sürdürülebilir olamaz. Bu nedenle düşünce yapımızı acilen değiştirmemiz gerekiyor.

Esas problemimiz de işte tam burda yatıyor: Bizler değişikliğin önem sıralamasını ve aciliyetini tam olarak kavrayamıyoruz. İnsanlık bugün çok önemli bir dönüm noktasından geçiyor. Eğer bu dönüm noktasında doğru adımlar atarsak dinozorlardan farklı bir geleceğimiz olabilir. Yanlış adımlar da hepimizi dinozorlara benzer olmasa da aynı seviyede bir felakete sürükleyebilir. Bundan dolayı da alışkanlıklarımızı değiştirmemek için öne sürdüğümüz tüm nedenleri baştan değerlendirmemiz gerekiyor.

Öncelikle sorumluluğu üzerimizden atmayı bırakmalıyız. “Önce devletler, önce şirketler, önce gelişmiş ülkeler” diyecek vaktimiz yok. Evimiz yanıyor ve biz yangını söndürmeye çabalamak yerine yangını kimin çıkardığını ve kimin önce müdahale etmesi gerektiğini tartışıyoruz. EV YANIYOR. Odaklanmamız gereken nokta budur ve ilk önceliğimiz yangını söndürmektir. Sonrasında yangını kim çıkardığını, yangının bir daha çıkmaması için neler yapılması gerektiğini, tüm bunları konuşuruz. Ama ilk eylemimiz yangını söndürmek olmalı.

Sorumluluğu üzerimize aldığımızda da anlamamız gereken nokta evin yanıyor olmasının her şeyden önemli olduğudur. Ev yanıyorken ocaktaki yemek de önemsizdir, cep telefonunuzun şarjını bulmak da. Bundan dolayı iklim krizini başta gelen sorun olarak ortaya koymak zorundayız. Biz bunu en önemli sorun olarak belirlemezsek devletler de şirketler de bunu bizim yerimize yapmayacaklardır. Elbette evimiz yanarken kayıplarımız olacak ve düzenimiz değişmek zorunda kalacak. Ama tüm bunları ev yanmadan önce düşünmeliydik. 

Ev yanarken eşyalarımızın tümünü de kurtaramayabileceğimizi bilmemiz gerekiyor. Hatta büyük bir yangından bahsediyorsak can kaybı bile olabilir ama öncelikli olan olabildiğince çok kişiyi kurtarmak ve mal kaybını da en aza indirmektir. Hem eşyalar hem de insanlar yangından zarar almadan kurtulamayabilirler. Yalnız biz adım atmakta geciktikçe zararla da olsa kurtulma şansları gittikçe azalıyor.

Kısacası, adım atmamak için kendimize nedenler uydurmayı bırakmamız gerekiyor. İnsan için gerekli bazı amino asitleri almazsak sağlık tehlikeye girermiş, bırakın girsin. Biz tüm bu üretilen malları satın almazsak ekonomi çöker ve insanlar aç kalırmış, belki kapitalist ekonomik sistemin çökmesi o kadar da kötü bir şey değildir. Yerine kurulacak sistem daha kuvvetli olabilir. Mauritus’a tatile gitmeden de yaşayabilirsiniz, hatta hiç tatile gitmeden de. Ben ev yanıyor diyorum, siz hala tatil, amino asit, yeni cep telefonu diyorsunuz. EV YANIYOR. Hemen söndürmezsek başka yaşayacak gezegenimiz de yok. Uyanın artık.

11 Eylül 2021 Cumartesi

Hiçbir şey eskisi gibi değil artık

İklim krizinin artık kapımızda olduğunu bu yıl iyice hissediyoruz. Sadece bizde değil, daha önce bu farkındalığa sahip olmayan bölgelerde de tehlike çanları çalıyor artık. İnatla, “bunlar normal, eskiden de olurdu” demeye devam etmediğimiz müddetçe, çoğumuz yaşadığımız çevre ve iklimin “eskiden de böyle olmadığını” anlamaya başladık. Geçen ay yayımlanan IPCC 6. Değerlendirme Raporunun ilk bölümü de bize bunu açıkça söylüyordu: Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve bir daha da eskisi gibi olmayacak. Bizlere düşen de durumun daha da kötüleşmesini engelleyecek önlemler almak.

İklim krizinin daha kötüye gitmesini engellemek hepimizin görevi. Burada daha fazla tarihsel sorumluluğu olan gelişmiş ülkelerin daha kararlı biçimde rol almaları problemin kötüleşmesinin de önüne geçecektir. IPCC 6. Değerlendirme Raporunun gelecek yıl yayımlanacak olan ikinci bölümünde bireylerin bu bağlamda katkısının önemli olduğuna da vurgu yapılıyor. Bu nedenle “ama ben ne yapabilirim?” demeden herkesin elinden geleni yaparak sorunun değil çözümün bir parçası olmaya gayret göstermesi gerekiyor.

Ancak tüm bunların ötesinde üzerimize doğru büyüyerek gelen bir felaket var ve bu felakete gerek bireysel gerekse de kurumsal olarak hazırlanmak zorundayız. Ülkemizde müsilaj, orman yangınları ve ani sellerle çirkin yüzünü gösteren bu felaketi yavaş yavaş tanımaya başladık. Bu krizin bize gelecek sene ne tür sürprizler hazırlayacağını belki öngörebiliriz, ama bu yaz müsilaj ile karşılaştığımızda aklımızdan geçtiği gibi “bu ne böyle, daha önce hiç görmemiştik” diyeceğimiz yeni belalar da karşımıza çıkabilir. Belki de eskiden beri başımızda olan bir bela biraz daha kuvvetli ve değişik biçimde görülebilir.

ABD geçtiğimiz hafta böyle bir bela ile karşılaştı. İda Kasırgası daha önceki kasırgalardan çok da farklı görünmüyordu. Meteorolojik sebepleri çoğunuza sıkıcı gelebilir, o nedenle sadece etkileriyle neyin değişik olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle, iki hafta önce Atlantik'teki Harry Kasırgası haberlerde sıklıkla gördüğümüz gibi, ABD’nin Meksika Körfezi kıyılarına ya da Florida veya Atlanta gibi eyaletlerin Atlantik kıyılarına vurmadı. Kıyıya paralel biçimde kuzeye doğru hareket etti. New York hizasına vardığında Atlantik Okyanusu'ndan aldığı nemi karaya yoğun biçimde bıraktı. Alınan yağış miktarı o kadar fazlaydı ki, New York Central Park’ta tüm zamanların yağış rekoru kırıldı. Meteorologlar bu yağışın 500 yılda bir görülecek bir rekor olduğunu açıkladılar.

Ardından Meksika Körfezi'nde İda Kasırgası belirdi. Karaya çıkacağı yer 2005’te New Orleans’ı yerle bir eden Katrina Kasırgasına çok yakındı. Ancak bu kasırga beklenenden çok daha hızlı kuvvetlendi ve New Orleans’ın batısında bir yerden karaya çıktı. Kasırgaların oluşturduğu fırtınanın dönüş yönü saat yönünün tersinde olduğu için New Orleans’ın doğusundan geçen Katrina Kasırgasının aksine İda Kasırgası şehre büyük bir zarar vermedi. Yalnız çok kuvvetli olduğundan bölgeye bolca yağış bıraktı ve önemli can ve mal kaybına yol açtı.

Mississippi gibi nehirler, denize ulaşmaya yakın geniş bir delta oluştururlar. Doğa, delta içerisinde nehrin akışının bir süre belirli bir yöne gitmesine izin verirken, bir süre sonra alüvyonların artmasından dolayı akışı farklı bir yöne çevirebilir. Mississippi de bir süre sonra son iki yüz yıldır akmakta olduğu yatağını bırakarak bir diğer yataktan denize ulaşmaya çalışacak. Eğer bir dahaki sefere İda Kasırgası şiddetinde bir kasırga, biraz daha yavaş biçimde, New Orleans’ın az doğusundan geçecek olursa, bu hem şehrin sonunu getirebilir, hem de Mississippi’nin bambaşka bir yerden Meksika Körfezine akmasına neden olabilir. Mississippi bu sefer ucuz kurtuldu ama yakında bu kasırgaların değişik türdeki hasarlarını görmeye başlayabiliriz.

Yalnız İda’nın etkisi burada bitmedi. Hızla kuzey doğuya yönelen bu kasırga geçtiği tüm bölgelere şiddetli yağış bıraktı ve hortumlara neden oldu. En sonunda New York bölgesine geldiğinde neden olduğu yağış, az önce sözünü ettiğim 500 yılda bir görülen yağıştan bile fazlaydı. Yani New York şehri iki hafta arayla “500 yılda bir görülen” yağış miktarını karşılamak zorunda kaldı. Doğal olarak bir önceki kasırgadan gelen yağış daha tam olarak toprak tarafından emilemediğinden, ikinci sefer yağan yağmur ani basan sellere ve bununla birlikte de can kaybına yol açtı.

İşte bu tür olaylara hazır olmak zorundayız. New York Belediyesinden yapılan açıklamaya göre, görülen ölümlerin neredeyse tamamı ruhsatsız olarak kullanılan bodrum ve çatı katlarında oldu. Yani bu yerler aslında depo olarak kullanılmaları gerekirken insanlara kiraya verildiği için bu denli can kaybı yaşandı. Ne kadar da tanıdık geliyor bu kelimeler, değil mi? Tam bu nedenle de artık iklim krizini ciddiye alarak hayatımızı buna göre düzenlemek zorundayız. “Bize bir şey olmaz” dememekte büyük yarar var çünkü gördük ki bizde de Almanya’da da, ABD’de de ani sel baskınları ve yangınlar büyük oranda can ve mal kaybına neden oluyor. Bilim bize bu felaketlerin süreceğini de söylüyorsa, önlem almamızın zamanı geldi de geçiyor bile.

1 Eylül 2021 Çarşamba

Tartışmasız Suçluyuz

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Birleşmiş Milletler himayesinde devletlere iklim değişikliği konusunda bilimsel ve güncel veri sağlamak için oluşturuldu. IPCC’nin çalışanları çok kısıtlı sayıdadır ve çalışmaları daha çok her ülkeden gönüllü olarak belirlenen bilim insanları yürütür. Bu bilim insanları belirli dönemlerde IPCC’nin raporlarını hazırlamak üzere göreve çağrılır. Toplantılara katılım masrafları kendi devletleri tarafından ödenir, ancak bunun dışında bir kazanç elde etmezler. Bu raporların yazarlarından biri olmak bu bilim insanlarına önemli prestij sağlar. Ülkemizde de Çevre Bakanlığı IPCC’nin iletişim noktasıdır ve her yeni rapor hazırlığında bizlere duyuru yaparak yazar olmamızı ister. Başvuranların bilgilerini de seçilmek üzere IPCC’ye gönderir. 

IPCC 1990’dan bu yana düzenli aralıklarla iklim değişikliğinin durumuna ilişkin bu raporları yayımlar. Bu raporlar kabaca iklim değişikliğinin bilimsel yanı, etkileri, uyum ve azaltım için yapılması gerekenler olmak üzere üç bölümdür. Bu üç bölüm ayrı zamanlarda yayımlandıktan sonra bu bölümlerin baş yazarları toplanarak bir de tamamının bir sentezini hazırlarlar. Son olarak Beşinci Değerlendirme Raporu’nun birinci bölümü 2013’te, ikinci ve üçüncü bölümleriyle sentez raporu da 2014’te yayımlandı. Altıncı Değerlendirme Raporu’nun yayımlanması Covid19 nedeniyle biraz gecikmesine rağmen ilk bölümü Ağustos 2021 başında basına duyuruldu. 

Bu rapor konusunda bilmemiz gereken önemli hususlardan biri, her bölümün üç parçadan oluştuğudur. Bu parçalardan ilki raporun Yönetici Özeti’dir. Yönetici Özeti bilim insanları tarafından hazırlanmasına rağmen devletler tarafından onaylanarak açıklanır. Bu nedenle diğer raporlardan farklı olarak, bu raporların yönetici özetleri bilimle politikanın bir sentezi olarak kabul edilir. Diğer iki bölüm, Teknik Özet ve raporun geneli ise Yönetici Özeti kadar sıkı bir politik değerlendirmeden geçmez.

IPCC raporları iklim değişikliği alanında bilimsel açıdan söylenecek son sözdür. Bu raporları bir kenara bırakıp “ama şu makalede diyor ki” şeklinde bir yaklaşım bilimsel açıdan kabul görmez çünkü bu raporlar bilim alanında iklim krizi bağlamında yazılmış tüm makaleler incelenerek kaleme alınır. O nedenle bu raporların dili ve içeriği son derece önemlidir.

IPCC Altıncı Değerlendirme Raporu’nun ilk bölümünün en önemli cümlesi, diğer tüm raporlarda da olduğu gibi, iklim değişikliğinin sebebi üzerinedir. İlk rapor yayımlandığında, iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu genel olarak kabul edilse de bilim insanları bilimsel anlamda emin olmadan yorum yapmadıklarından “İklim değişikliği muhtemelen insan kaynaklıdır.” diye söze başlamışlardı. Geçtiğimiz 30 yıl içerisinde bu “muhtemelen” kelimesi gittikçe daha kesinleşmeye başladı ve bu rapor sonunda “İklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu tartışılmaz bir gerçektir.” diyerek konuyu artık kapattı. Artık insanlık iklim değişikliğine sebep olduğu için tartışmasız suçludur.

Ne yazık ki problem burada bitmiyor. Altıncı raporun dili şimdiye kadarki raporlara kıyasla oldukça sert. Bu raporu da hükümetlerin onayladığını dikkate alacak olursak artık krizin boyutlarını bilim insanlarının yanında devletlerin de gördüğü anlaşılıyor. 

Raporun içerisinde dikkat çekici bölümler ve uyarılar var:

- Küresel yüzey sıcaklığı, dikkate alınan tüm salım senaryoları altında en azından yüzyılın ortalarına kadar artmaya devam edecek. Önümüzdeki yıllarda karbondioksit (CO2) ve diğer sera gazı emisyonlarında önemli azalmalar olmazsa, 21. yüzyılda 1,5°C ve 2°C'lik küresel ısınma eşiği aşılacaktır.

Bu eğer acilen adım atıp karbondioksit salımlarını azaltmayacak olursak Paris Anlaşması'nın hedef aldığı 1,5°C ve 2°C'lik küresel ısınma eşiğini tutturmamız mümkün olmayacak anlamına geliyor. Keşke bilim insanları bu noktada biraz daha bastırarak “önümüzdeki yıllarda” kavramından ne anlaşılması gerektiğini daha açıkça yazabilmiş olsalardı. Aslında söylemek istedikleri şu: “2030 yılına kadar küresel sera gazı salımları %50 azalmış olmazsa 1,5°C ve 2°C'lik küresel ısınma eşiğini aşacağız”. Önümüzde bu durumun oluşmaması için 10 yıl var. Böyle devam edersek 10 yıl sonra atacağımız adımlar bizi 2°C'lik ısınmadan koruyamayacak. 

- Geçmişteki ve gelecekteki sera gazı salımlarından kaynaklanan birçok değişiklik, özellikle okyanus, buz tabakaları ve küresel deniz seviyesindeki değişiklikler, yüzyıllardan bin yıllara kadar bir süre içerisinde geri döndürülemez.

İklim krizi kolayca özür dileyip geri alabileceğimiz bir sorun değil. Sera gazı salımlarını sıfıra indirerek belki bu krizin daha da derinleşmesine engel olabiliriz ama şimdiye kadar meydana getirdiğimiz değişiklikler doğada epeyce hasara yol açtı. Biz bugün aklımızı başımıza alsak bile doğanın bu hasarları geri döndürmesi binlerce yıl sürecek.

Son olarak belki de tüm raporun en can alıcı çıktısı:

- Buz tabakasının çökmesi, ani okyanus sirkülasyonu değişiklikleri, bazı birleşik aşırı olaylar ve gelecekte tahmin edilenden çok yüksek ısınma gibi düşük olasılıklı sonuçlar göz ardı edilemez ve risk değerlendirmesinin bir parçasıdır.

Bilimsel yazım biraz karmaşık olabiliyor, ama mealini şöyle alabiliriz: İklim krizinin neden olabileceği bazı sorunları daha tam olarak öngöremiyoruz, ancak bunların bir noktada karşımıza çıkacağından korkuyoruz. Bu sorunlar karşımıza çıktığında başımız fena halde belaya girecek, bunu kolayca söyleyebiliriz. Bu nedenle de plan yapıcıların böylesi riskleri görmezden gelmemesi gereklidir. Bu, şu anlama geliyor. Kastamonu Bozkurt’ta, beş saat içinde düşen yağmur miktarı beş bin yılda bir görülecek seviyedeydi. Bu çok düşük bir ihtimaldir ama gelecekte dere kenarına ev yaparken bu riskleri de hesaba katmak zorundasınız. Çok ender de yaşanacak olsalar, küçük bir ihtimal de olsalar, böylesi felaketler hayatınızı değiştirebilir.

Bilim insanları ve devletler artık birlikte bizleri uyarıyorlar. İklim krizi çok büyük bir sorun ve her geçen gün biraz daha büyüyerek karşımıza felaketlerle çıkacak. Bu sene ülkemiz bu felaketlerden nasibini fazlasıyla aldı ve ne yazık ki bundan sonraki senelerde de durumumuz iyileşmeyecek. Bundan dolayı da hepimize düşen görev bir yandan sera gazı salımlarımızı azaltmaya çalışırken diğer yandan da kendimizi iklim krizinden doğacak risklere karşı korumaktır. Unutmayın, bu sefer felaketler “geliyorum” diyor. IPCC raporu da bunu tüm açıklığıyla ortaya koydu.

İklim Krizi Zor Bir Problem

Son felaketlerden birini Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde yaşadık. Daha ne olduğu tam olarak anlaşılmadan konuyla ilgisi olan ya da olmayan herkes bu felaketin oluşma sebepleri üzerinde fikir yürütmeye başladı. Aslında hepimiz bu tür felaketleri basit ve kolayca anlaşılabilecek bir nedene bağlamak istiyoruz. “Derenin üst kısımlarında bir baraj varmış, o baraj patladığı için sel basmış” veya “belediye yapı izni verilmemesi gereken yerler yapı izni verdiğinden, buralara yapılan binalar çökmüş ve esas can kaybı o şekilde oluşmuş” türü pek çok “nedene” bağlamak çoğumuza daha kolay geliyor. Bunların en üstünde de iklim krizi var. Konuyu bir de iklim krizine bağladık mı, artık başka şeyi dert etmemize gerek yok.

Buradan iklim krizinin bu tür problemlerdeki rolünü yadsıdığım düşünülmesin. Bozkurt kırsalına selden önceki beş saat içinde 5000 yılda bir görülecek kadar çok yağış düştü. Yalnız bu şiddette yağışlar artık daha sık görülmeye başlanacak. İklim krizi, bu tür yağışların sıklığını artırarak geçmişte 5000 yılda bir görülecek bir yağış miktarını gelecekte 25 yılda bir görülecek hale getirecek. Yani biz aynı binaları, aynı köprüleri, aynı depoları yıkıldıkları yerlere, aynı şekilde yapmaya devam edersek, çok uzak olmayan bir gelecekte buraların da yıkıldığını göreceğiz. İklim krizi çok büyük bir problem ve bizim hatalarımızı affetmemenin ötesinde her geçen gün büyüyerek onların karşımıza çıkmasına neden oluyor. 

Bu yaz içerisinde benzer durumlar gerek müsilaj sorununda gerekse de Akdeniz Havzasının çoğu yerinde çıkan orman yangınlarında da görüldü. Arkada kocaman bir problem var. İklim krizi görülmeyecek olsaydı bir süre daha o problemle birlikte yaşamaya devam ederdik. Ama iklim krizi sahneye çıktığında bizim hatalarımız da su yüzüne çıkıyor ve affedilmez bir hal alıyor.

Size bir örnek de bambaşka bir coğrafyadan: Amerika Birleşik Devletleri'nin güneyinde, Mississippi Nehri'nin denize döküldüğü deltada kurulmuş büyük bir şehir var, New Orleans. Bu şehir zamanında Mississippi üzerinde taşınan malların diğer ülkelere gönderilebilmesi için bir liman olarak tasarlanmış. Ne yazık ki şehir, bu bölge bataklık olduğundan bataklığın bir kısmı kurutularak üzerine inşa edilmiş. Bataklık kurutulurken de ortaya çıkan arazi, nehir ve deniz seviyesinden yedi metre aşağıda. Dolayısıyla, yağmur yağdığı zaman bile suyu dışarıya pompalamak gerekiyor. Böyle bir şehir, okyanus suları fazla ısınmadan önceki dönemlerde yaşamını sürdürebiliyordu. Ancak Katrina Kasırgası şehrin hemen doğusundan geçtiğinde büyük bir hasar vererek şehrin önemli kısmının sular altında kalmasına neden oldu. Ben bu yazıyı yazarken New Orleans üzerine doğru bir kasırga daha geliyor, İda. Bu kasırga New Orleans şehrini bitirebilir ya da bir kez daha “ucuz kurtulduk” dedirtebilir. Ama ne olursa olsun, bu tür yerleşim bölgeleri artık doğanın kabul edemeyeceği bir durum yaratıyor, çünkü doğa bizlere verdiğini geri almak istiyor.

Peki tüm bu olayların arkasında yatan ana sorunumuz ne? Kısaca söylemek gerekirse, biz yeryüzünün taşıma kapasitesinin çok üzerine çıktık. Bunu hem artan nüfusumuzla hem de kaynak kullanımımızla gerçekleştirdik. Bu iki unsurdan birini kontrol altına almış olsak, sorun bu denli büyük olmazdı. Ancak, az kişinin yaşadığı bölgelerde nüfus artışı nedeniyle çok kişi yaşamaya başladık. New Orleans, Bozkurt, İstanbul ve daha nice yerleşim yeri şu anda sahip oldukları altyapıya fazla gelen nüfusa sahipler, bundan dolayı da oturulmaması gereken yerlerde binalar yapılarak insanlar yerleşiyorlar. “Buradan göçmeli” dediğimizde bile güvenilir bir yer bulmak gittikçe zorlaşıyor çünkü her yer kapılmış durumda.

Bunun üzerine bir de artan tüketimimiz eklendiğinde, bu tüketimi karşılamak için daha fazla elektriğe, besine ve keresteye ihtiyacımız oluyor. Kereste depolarını da koyacak yer bulamayıp derenin kenarına inşa ettiğimizde felakete davetiye çıkartmış oluyoruz. Bir de “bir şey olmaz” diyerek otuz veya elli yıl öncenin kabulleriyle bina ve köprü yaptığımızda felaket bileti kesilmiş oluyor. Tüm bunların üzerine bir de bizim ihtirasımız binince durum iyice içinden çıkılmaz hale geliyor.

İklim krizini bu felaketlerde tek suçlu olarak gösterip kenara çekilemeyiz. Evet, iklim krizi bir gerçek ama bu gerçek doğanın artık bizim yaptığımız hataları affetmeyeceği anlamına geliyor. Önceden belki ısrarla dere kenarına ev yapıp, orada oturmak istememiz kısmen kabul edilebilirdi. Gönül ne müteahhidin orada ev yapmasını ne belediyenin ruhsat vermesini, ne parası olanların oradan ev almasını ne de daha dar gelirlinin orada ev kiralamasını arzu ediyor. Ama artan nüfus bizim tercihlerimizle birleştiğinde bu durum oluştu ve oluşmaya da devam edecek. Şimdiye kadar doğa bize izin veriyordu, artık vermeyecek.