29 Temmuz 2017 Cumartesi

Paris Anlaşması hedeflerinin tutturulabilmesine endüstri-öncesi tanımının etkisi:

Aralık 2015'de kabul edilen Paris Anlaşması küresel ısınmanın 2100 yılına kadar 2 dereceyle sınırlanmasını ve mümkün olduğunca 1.5 derece sınırında tutulmasına çalışılmasını öngörüyordu. Burada önemli olan sorulardan bir tanesi "hangi zamana göre 2 derece (veya 1.5 derece)?" sorusudur. Anlaşma metninde başlangıç noktasına "endüstri öncesi dönem" denmiştir. Ancak endüstri öncesi dönem tanımının önü açık bırakıldığından bu tanım anlaşmazlık yaratabilmektedir. 

ABD'nin önde gelen iklim bilimcilerinden Michael Mann'in Nature Climate Change'de yayınlanan son araştırması bu konuya açıklık getirmeye çalışıyor. Gelecekte neler olacağını öngörebilmek için gelecekte atmosferde ne kadar sera gazı olacağını bilmemiz gerekiyor. Bu bilgiye sahip olmadığımızdan tahmin yapmak zorundayız. Bu tahminlerin en kötüsü bu konuda çaba göstermeyeceğimiz düşüncesine dayanıyor (jargonda RCP 8.5 deniyor). Normal bir çaba gösterdiğimiz senaryoya RCP 4.5, elimizden gelen her şeyi yaptığımız senaryoya da RCP 2.6 adını veriyoruz.

Eğer endüstri öncesi dönem olarak 1850-1900 arasını kabul edecek olursak, RCP 8.5 senaryosuna göre %85 ihtimalle 2050 yılında 2 derecelik bir ısınmayı geçmiş olacağız. Bu senaryoda ısınma 2100 yılında 3.9 dereceyi rahatlıkla bulmuş olacak. RCP 4.5 senaryosuna göre 2100 yılında sıcaklık artışı 2.3 dereceyi bulacak. Elimizden gelenin en iyisini yaptığımızı kabul eden RCP 2.6 senaryosuna göre ise ısınmayı 2 derece ile sınırlama ihtimalimiz %75. Bu senaryoya göre ısınmayı 1.5 derecenin altında tutmak için %40 şansımız var. Yani sadece göstermelik çabalar dünyanın 2 dereceden fazla ısınmasını engelleyemeyecek, bu ise dünyanın çoğu bölgesi için önemli felaketlerin görüleceği anlamına geliyor. Bizi kurtarabilecek tek şey ise küresel ısınmayı engelleyebilmek için elimizden gelenin en iyisini yapmak.

Ancak tüm bunlar ısınmanın 1850'de başladığını kabul etmemize dayanıyor. Gerçekte endüstriyel anlamda 1700'lerin başından itibaren İngiltere'de kömür çıkartılıp yakıldığını biliyoruz. Bu nedenle eğer başlangıç noktasını 1850 yerine 1750 olarak alacak olursa yapılan çalışma bize 1750-1850 arasında da 0.2 derecelik bir sıcaklık artışı olmuş olduğunu gösteriyor.

Küresel ısınmanın 1750 yılında başladığını kabul ederek yukarıdaki hesabı baştan yapacak olursak 1.5 derece altında kalmak için %40 olduğunu düşündüğümüz şansımız %18'e iniyor. Sadece 2 derece ısınma ihtimalimiz ise %70'e düşüyor. RCP 4.5 senaryosuna göre ise 2048 yılında 2 derecelik sıcaklık artışını görüyor olabiliriz.

Bu sayıları 2 derece ısınmayı aşmadan ne kadar daha karbondioksit salabileceğimize, yani karbondioksit bütçemize tercüme edecek olursak şu sonuçla karşılaşıyoruz: Eğer başlangıç noktamızı 1850 yılı olarak alacak olursak 2 derece ısınmanın altında kalabilmek için en fazla 870 milyar ton karbondioksit daha salabiliriz. Unutmayın, bundan fazla salmak insanlığı ciddi anlamda büyük sorunlarla karşı karşıya bırakacağından bunu en yüksek limit olarak görüp daha da altında kalmaya çalışmak gereklidir. Ancak eğer endüstri devriminin gerçek başı olan 1750 yılını başlangıç olarak kabul edecek olursak elimizdeki karbondioksit bütçesi sadece 430 milyar tona düşüyor. Senede ortalama 42 milyar ton karbondioksit saldığımıza göre bu en geç on yıl içerisinde kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı durdurmamız anlamına geliyor.

Makalenin tamamı: 

Importance of the pre-industrial baseline for likelihood of exceeding Paris goals
Andrew P. Schurer, Michael E. Mann, Ed Hawkins, Simon F. B. Tett and Gabriele C. Hegerl
Nature Climate Change - DOI: 10.1038/NCLIMATE3345

18 Temmuz 2017 Salı

Çok da uzak olmayan bir gelecekte...

1 Ocak: Yeni yıla neredeyse bir bahar havasında girdik. Az daha sıcak olacak olsa yılbaşı sofrasını balkonda kuracaktık. Gençlere anlatsam inanmazlar, 1981’i 1982’ye bağlayan gün de hava güzeldi. Sonra gece 3 civarında kar yağmaya başladı, ertesi gün herkes uyandığında ortalık bembeyazdı. Oysa bu sene yılın ilk günü uyandığımızda kazaklarla balkonda oturup çayımızı içebildik. Üzerimize güneş vuracak olsa kazağa bile gerek kalmazdı.

6 Ocak: Bizim ılık hava Kuzey Kutbuna da bulaşmış. Hani burası kadar değil ama orası da epey sıcakmış. Haberlerde kutupta sıcaklığın sıfır derecenin üzerine çıktığı söyleniyor.

10 Ocak: Ben anlamadım bu işi, Kuzey Kutbu bile sıfır derecenin üzerindeyken bizim meteoroloji yarın öğleden sonra kar başlayacağını, yarın geceden itibaren sıcaklıkların -5 derecenin altına ineceğini söylüyor. Daha bir hafta önce balkonda oturuyorduk.

12 Ocak: Gene okullar tatil, arabayı yerinden çıkartmaya da imkan yok, kar neredeyse diz yüksekliğine geldi. Çocuklar “kar, kar” diye sızlanıyorlar ama onları dışarı bırakamayacak kadar soğuk hava. Bu akşam da ayaz yaparsa yarın iyice buza döner bu kar.

15 Ocak: Daha yerden kar kalkmamışken sağanak yağış da ortalığı bataklığa çevirdi. Hava on derece birden ısınınca eriyen bu kadar kar suyu nasıl yol bulup da akacak. Yarın gene her taraf göl olur artık.

10 Şubat: Biz Akdeniz iklimini kışları serin ve yağışlı diye öğrenmiştik, serin olmasına serin de yağış nereye gitti anlamadık. Geçen ay başında bir yağdı, sonra da yüzünü göstermedi. Eskiden kışlar sanki daha yağışlı olurdu. Artık kışın yanımıza şemsiye almadan çıkıyoruz çoğunlukla dışarıya.

12 Şubat: Aptal ben, şemsiye almadan çıkarsam dışarıya olacağı bu. İliklerime kadar ıslandım. Bu hava iyice saçmaladı. Kış boyu bir ay damla düşmüyor, sonra da iki saatte ortalığı sel götürüyor. Bari okula varana kadar sabretseydi, kapıdan girene kadar sırılsıklam oldum. İşin yoksa tüm gün ıslak ıslak dolaş.

13 Şubat: Dün havanın garazı banaymış. Ben ıslandıktan sonra gene açtı. Sonra da sanırsın mayıs ayı. Bu havaların dengesi iyice bozuldu artık.

3 Mart: Yazlıkları çıkartsam mı? Millet utanmasa şıpıdık terlikle dolaşacak, ben paltoyla geziyorum hala. Eskiden mayısta yapmaz mıydık yazlık-kışlık değişimini? Ya hatta mevsimlik diye bir şey vardı. Şimdi şubat bitti mi yaz geliyor.

27 Mart: Ben hangi akla hizmet kışlıkları dolaba kaldırdım ki? Bir de kuru temizlemeciye falan götürüp kaldırdım, şimdi de donuyorum. Mart ayı sonunda 5 derece sıcaklık nerede görülmüş? Eskiden böyle değildi.

3 Mayıs: Çiftçiler yağmurun azlığından şikayet ediyorlarmış da daha yaz gelmedi ki. Hala geri çıkarttığım kışlıklarla dolaşıyorum. Ama adamlar da haklı, yağmur neredeyse hiç yağmadı bir aydır.

15 Mayıs: Bolu’da bir otoparkı su basmış, arabalar yüzüyordu suda. Buraya hiç yağmıyor, ama oraya sağlam yağıyor demek ki.

16 Mayıs: Sonunda buraya da yağdı. İyi ki üzerimde hala mont vardı, yoksa çok fena ıslanmıştım. Eskiden bu yağmur hep böyle şiddetli mi yağardı? Şemsiye dayanmıyor, yağdı mı ortalığı sel basıyor. Ama işte bu hep çarpık kentleşme, yağmurun ne suçu var. Akacak yer yok ki, su ne yapsın?

17 Mayıs: Bu normal değil artık, afet. Sokaktan sular bir akıyor, sanırsın yola dere yapmışlar. Hale bak, iki gün önce yağmur yağmadığından şikayetçiydik, bugün ortalığı sel bastı. Bu havaların ayarı iyice bozuldu.

30 Mayıs: İki hafta önce ortalığı seller götürdü, şimdi belediye bu yaz su sıkıntısı çekmemek için tasarruf yapmamız gerektiğini söylüyor. O iki hafta önce yağan yağmur suları nereye gitti? Bizim bodrumdaki pompa hala arada sırada suları çıkartmak için çalışıyor.

21 Haziran: Bugün artık resmen yazın başlangıcı, ben de yazlık kıyafetlere geçebilirim. Havalar o kadar dengesiz gidiyor ki ne giyeceğimizi ben de şaşırdım.

24 Haziran: Valilik yarın hamile ve engelli kamu çalışanlarının izinli sayılacağını söyledi. Hissedilen sıcaklık 45 derecenin üzerinde olacakmış. Ne ki bu hissedilen sıcaklık.

25 Haziran: Anladım hissedilen sıcaklığın ne olduğunu. Hava o kadar nemli ki kendini balık gibi hissediyorsun. İyi ki evde klima var, yoksa akşam çekilmez ev.

25 Haziran: Gecenin on ikisi oldu hava hala serinlemek bilmiyor. Klima olmasa dayanamayız da tüm yaz klimalı odada oturarak da geçmez ki. Eskiden en azından geceleri hava serinlerdi. Hatta hatırlarım memlekette damda yatardık gittiğimizde. Milletin derdi sıcaktan uyuyamamak değil damdan düşüp kolunu veya bacağını kırmak olurdu. Şimdi gündüz sıcak, gece daha da sıcak, hem de nemden yapış yapış oluyoruz.

28 Haziran: Hastanede çalışan bir arkadaş anlattı, son üç günde çok sayıda kalp yetmezliği vakaları gelmeye başlamış. “Sıcaktan” diyor. Eskiden bu kadar çok gelmezmiş. Bence eskiden ne bu kadar çok yaşlı vardı, ne de bu kadar sıcak hava. Şimdi Allah uzun ömür verin, insanlar da epey uzun yaşıyorlar. Eskiden olsa yaşlılar yaylaydı, damdı derken idare ediyorlardı da şimdi şehirlerde hayat kötü. Kliman da yoksa Allah kolaylık versin.

30 Haziran: Bu sıcağın üzerine bir de elektrikler kesildi. Tabii bu milletin hepsi klimalarına dayanırsa devletin elektriği yeter mi? İnsanlarda en ufak saygı ve akıl kalmadı. Düşünemiyorlar bu kadar klimaya elektriğin yetmeyeceğini. Ama elektrikler kesilince hava biraz serinledi mi ne? İnşallah akşama kadar gelir elektrik, yoksa vallahi arabada yatarım klimayı açıp.

18 Temmuz: Sabah biz evden çıkarken bir şey yoktu ama simitçiye vardığımızda kıyamet koptu. Sanki gök yarıldı. Buna bardaktan boşanmak bile denmez, bardak küçük gelir, kovadan boşanırcasına yağdı. İki saat simitçide hapis kaldık. Sonra hafif sakinlediğinde okula koşabildik. Afet bu ya, normal yağmur böyle olmaz. Sabah hava neredeyse kararmış gibiydi, şimşekler, yıldırımlar, sanırsın kış mevsimindeyiz. Haberlerde Sarıyer metrosunu su basmış diyor, sadece Hacıosman-Taksim arası çalışıyormuş. Evde de elektrik yok. Mahalledeki trafoyu su basmış.

31 Ağustos: Konya Ovası’nda artık sadece güneş enerji santralleri yapılacakmış. Anladığım kadarıyla bir yandan fazla yağış düşmüyor artık, öte yandan da yer altı suyu bile çıkmıyormuş. Onun için bırakın şeker pancarını veya mısırı, buğday bile zor yetişiyormuş. Çiftçiler “buğday yetiştirmek için uğraşacağımıza güneş enerjisi işine gireriz” diyorlarmış. Buğdayı da Ruslardan alırız artık. Eskiden biz Konya Ovasına tahıl ambarı derdik, şimdi kendi buğdayımızı zor yetiştiriyoruz.

17 Ekim: Sabah kalktık inanılmaz bir rüzgar. Köprüde bile trafik adım adım gidiyor. Tüm vapurlar iptal olmuş. Hani lodosu biliriz de bu biraz delirmiş hali lodosun. Köprünün iki başındaki bayrak direklerinden de bayrakları kopartmış.

18 Ekim: Biz bayraklara dertlenirken lodos çok daha ağır iş çıkartmış başımıza. Kadıköy’de dalgalar o derece çıldırmış ki sular taşları aşıp metroya dolmuş. Kadıköy istasyonu büyük zarar görmüş. Uzun süre de o suyu boşaltamazlar, boşaltsalar da tuzlu su sistemlere zarar vermiştir, o istasyondan epey zaman hayır gelmez.

9 Kasım: Donduk bugün. Havalar sıcak gidiyor derken bugün birden soğudu ne olduğumuzu anlamadık. İnşallah üşütmem. Dolaptaki yedek kazakla eve giderim ama bu akşam paltoları çıkartmak gerekecek.

10 Kasım: Daha kasım ayının başındayız, kar nereden çıktı. Hani fazla yağmadı ama yollar az da olsa kayganlaşmıştı. Bu havaların düzeni tamamen bozuldu. Ya sıcak ya soğuk. Eskiden ilkbahar ve sonbahar diye mevsimler vardı, şimdi iki mevsime indik, hava ya sıcak ya da soğuk.

17 Kasım: Sanki geçen hafta kar atıştırmamış gibi bugün de “bahardan kalma bir hava var sayın seyirciler”. Sabah montla çıktım evden ama öğlen o bile fazla geldi. Aslında montu da yağmur atıştırır diye almıştım ama epeydir yağmıyor. Geçen ayın ortasında o lodos fırtınasıyla birlikte yağmıştı en son. O da felaket bir fırtınaydı. Kadıköy istasyonu hala kapalı. Metro Ayrılık Çeşmesi’ne kadar çalışıyor. Bu ayın sonunda normale döneceğini söylüyorlar.

7 Aralık: Hava lütfetti de azıcık yağmur gördük bu hafta. Eskiden kış dediğin daha yağışlı olurdu. Şimdi kış desen kış değil, sonbahar desen sonbahar değil garip bir havada yaşıyoruz. Ben çocukken hatırlarım üst üste kaç gün yağdığı olurdu havanın. Ama şimdiki gibi bardaktan boşanırcasına değil; yağardı biraz, sonra hafif açardı, çıkıp caddede biraz top oynardık, sonra gene kapayıp yağardı. Sokaklardan sel aktığını pek hatırlamıyorum. Şimdi ne zaman yağsa sel götürüyor, yağmadığı zaman da hiç yağmıyor.

28 Aralık: Çocuklar yılbaşının geçen seneki gibi karlı olup olmayacağını soruyorlar. Daha bu hafta sonu bisiklet binmeye kazakla gittik. Geçen seneki karı görmemiz zor görünüyor. Yağmur yağsa yeter.



15 Temmuz 2017 Cumartesi

Net sıfır salım mı, %100 yenilenebilir enerji mi?

Küresel ısınmanın nedeni 1750’den bu yana yaktığımız fosil yakıtlarının, yani kömür, petrol ve doğal gazın atmosfere saldığı karbondioksit gazıdır. Küresel ısınmayı durdurmanın tek yolu da bu yaptığımız salımı durdurmaktır. Ancak özellikle ekonomi çevrelerinde bu konu ele alındığında hafifçe kafa karıştırıcı kavramlar ortaya atılıyor. Bu kavramlardan ikisi “Net sıfır salım” ve “%100 yenilenebilir enerji”. Bunların ne olduğu ve bizim geleceğimiz için ne anlam ifade ettiğini anlayabilmek için biraz iklim biliminden bahsedeceğim.

Atmosferde karbondioksit oranı buzul çağlarında milyonda 180 moleküle (180 ppm - parts per million) düşer, buzul çağından çıktığımız zaman ise 280 ppme yükselir. Buzul kayıtlarından edindiğimiz bilgi karbondioksit seviyesinin son 800 bin senede bu iki limit arasında oynadığını gösteriyor. Ancak Sanayi Devriminden bu yana yaktığımız kömür, petrol ve doğal gaz atmosferdeki karbondioksit seviyesini 410 ppm civarına çıkartmış durumda. İklimin geçtiğimiz 10 bin senede olduğu gibi dengeli kalması ve felaket senaryolarıyla karşılaşmamamızın en pratik çözümü,  karbondioksit oranının 280 ppm seviyesini hiç aşmamasını sağlamak. Ne de olsa 280 ppm seviyesi son 10 bin sene boyunca bize içinde fazla sürprizler barındırmayan bir iklim sundu. Eğer atmosferimiz 280 ppm’den daha yüksek bir karbondioksit seviyesine sahip olacak olursa bizim de sıcak hava dalgaları, kuraklık veya seller gibi iklim sürprizlerine hazırlıklı olmamız gerekiyor.

Atmosferdeki karbondioksit oranı 410 ppm seviyesinde ve her sene neredeyse 2-3 ppm daha artıyor. Bu artışın olduğu gibi devam etmesi son 10 bin yılda alıştığımız iklim düzenine veda etmemiz anlamına geliyor. Bu nedenle de acilen önlem alarak öncelikle bu artışa “dur” dememiz gerekli. Ama büyük iklim sürprizleri ile karşılaşmamamız için güvenli kabul edebileceğimiz seviye ne kadar? İklim bilimciler yıllardır bu sorunun üzerinde kafa yoruyorlar. Bizim günlük yaşamımızdan ve haberlerden öğrendiğimiz temel bilgi, dünyanın ortalama sıcaklığının şimdiden son 10 bin yıl ortalamasının en az 1 derece üzerine çıkmış olduğu. Bu artış da dünyanın çoğu yerinde sıcak hava dalgalarına, kuraklıklara, sellere, alışılmadık kasırgalara, dev orman yangınlarına ve salgın hastalıklara yol açıyor. Yani 410 ppm seviyesi bile güvende olabilmemiz için yeterli değil. Bilim insanları 280 ppm seviyesi hedefine ulaşmanın zorluğunu göz önüne alarak kısmen güvende sayılabileceğimiz 350 ppm seviyesini hedef olarak gösteriyorlar.

Tüm bu bilgileri toparladığımızda şu sonuca ulaşıyoruz. Atmosferdeki karbondioksit oranı şu anda 410 ppm ve her yıl 2-3 ppm artıyor. Olmamız gereken yer ise bu oranın en fazla 350 ppm olduğu nokta. Yani acilen kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmanın ötesinde, eğer becerebiliyorsak atmosferdeki karbondioksidi geri emmenin bir yolunu bulmak zorundayız. Burada doğa bize önemli ölçüde yardım sağlıyor. Eğer biz atmosfere karbondioksit saçacak yeni yollar bulmazsak deniz ve ormanlar karbondioksit oranını birkaç bin sene içerisinde 280 ppm seviyesine geri indirecek. Biz de yardımcı olursak bu süre çok daha kısalabilir.

Peki karbondioksit oranındaki artışı durdurup azalmasını nasıl sağlayacağız? Doğal olarak en mantıklı öneri atmosfere karbondioksit salmayı hemen bırakmak şeklinde karşımıza çıkıyor. Eğer 2050 yılına kadar atmosfere karbondioksit salmayı bırakacak olursak artışı 450 ppm’de durdurup yavaş yavaş azaltıma geçmemiz mümkün görünüyor. Unutmayalım, güvende olduğumuz seviye 350 ppm, 450 ppm değil. Bu nedenle de sıfır karbondioksit salımı yapmamız yeterli değil. Bizim artı, doğanın toplam etkisinin negatif olması gerekiyor ki yavaş yavaş 350 ppm seviyesine geri inebilelim.

Karbondioksit salımlarının negatif olması sorunsalı da bizi en başta sorduğumuz soruya geri getiriyor. Çoğu ekonomist ve politikacının düşündüğü gibi salımların sıfır olması değil, net salımın sıfır olması yeterli mi? Yani karbondioksit salımlarımızı sıfırlamamız gerekmiyor, sadece doğanın emdiği kadar salarak net sıfır seviyesini bulmamız yeterli mi? Baştan beri anlattıklarımdan bunun yeterli olmadığını anlamışsınızdır. Küçük de olsa negatif bir salım, yani doğanın emdiğinden daha az salmak kesinlikle gerekli. Dolayısıyla ilk soruya vereceğimiz cevap, hayır olmalı, net karbondioksit salımının sıfır olması insanlık için yeterli olamaz.

Peki ya %100 yenilenebilir kaynaklardan enerjimizi sağlamak yeterli olur mu? Bu soruya cevap verebilmek için başka soruları da gündeme getirmemiz gerekiyor. Mesela tüm arabaları 33 sene içerisinde sadece elektrikle çalışacak şekilde tasarlayıp üretebiliriz ancak aynısını uçaklara yapmamız mümkün mü? Yenilenebilir enerji kaynaklarından faydalanmak merkezi bir enerji altyapısındansa dağınık bir enerji altyapısı gerektiriyor. Tüm dünyada bu dağınık enerji altyapısına 33 sene içerisinde geçmek mümkün mü? 2050’de dünya nüfusunun 9 milyarı bulması bekleniyor. Bu kadar kalabalık bir dünyada herkese eşit ve adaletli bir biçimde dağıtılacak kaynakları sadece yenilenebilir kaynaklardan sağlayabilir miyiz? Aslında tüm bu sorulara cevapların evet olması gerekiyor, çünkü eninde sonunda varmamız gereken nokta orası. Ama bunların tümünü 33 sene içerisinde başarabilir miyiz? Ben başarılabileceği konusunda olumlu düşünüyorum, yani bunları yapmak mümkün, ancak başarılacağı konusunda çok ciddi şüphelerim var. ABD’nin başına Donald Trump gibi bir başkanın daha geçmesi bu hedeflerin başarılması yolunda çok önemli bir engel olur. Bu nedenle de enerjimizi 2050 yılına kadar tamamen %100 yenilenebilir kaynaklardan, yani rüzgar ve güneşten sağlamanın tam olarak gerçekçi bir plan olduğunu da düşünmüyorum.

Dolayısıyla hedeflerimiz açısından öncelik belirlemek şu durumda çok daha önemli. Evet, yenilenebilir enerji gelecek için problemimizin ana çözümü, ancak acil ihtiyacımız salımların azalarak ibrenin eksiye dönmesidir. Bu nedenle önerilen iki politikada da var olan eksiklikler bir başka yol arayışını da beraberinde getirmek zorunda. Bu yolun da başlangıcı bizleri kömür, petrol ve doğal gaz yakmaya yöneltecek tüm yatırımların hemen durdurulmasından geçiyor. Bugünden itibaren yeni bir kömürlü veya doğal gaz yakan termik santral veya benzin ya da dizel motorlu araç yapan fabrika açılışı yapmamak gerekiyor. Elimizde olanları iyileştirmeye veya değiştirmeye harcayacağımız çabayı da yenilenebilir kaynaklara sarf etmemiz gerekiyor. 2050 yılına geldiğimizde belki %100 yenilenebilir kaynaklardan enerji üretmiyor olabiliriz veya tam olarak negatif karbondioksit salımı yapmayabiliriz, ama bu tür kesin sınırlar uzun vadede gideceğimiz yönü belirlemede çok daha etkili olacaktır. Aksi takdirde bugünkü yapının elemanları gene içi boş kavramlarla gitmemiz gereken yolu bulanıklaştırmaya devam edecekler.

Karbon Yakalama ve Saklama (CCS)

2014 yılı Aralık ayındaki Lima İklim Zirvesi’nden itibaren iklim çevreleri 2015 yılı Aralık ayında Paris’te yapılacak olan iklim zirvesinde tüm dünya ülkelerinin kabul edeceği ve katılacağı iklim anlaşmasını hazırlamaya koyuldular. Bu yeni iklim anlaşması öncelikle gönüllülük temeline dayanıyordu. Anlaşmaya taraf olan ülkeler 30 Eylül 2015 tarihine kadar iklim değişikliğine engel olmak için neler yapmayı planladıklarını Birleşmiş Milletler’e bildirdiler. Aralık ayındaki Paris Anlaşması da ülkelerin kendi istekleri ile belirledikleri bu taahhütler dikkate alınarak imzalandı.

Ülkelerin planları büyük ölçüde bugün için var olan teknolojilerin kullanımı ile sera gazı salımlarının azaltılmasına dayanıyordu. Ancak tüm ülkelerin planlarını bir araya getirdiğimiz zaman bile dünyanın ortalama sıcaklığının 3 derece artmasının önüne geçmek mümkün değildi. Sıcaklık artışının en fazla 2 derece ile sınırlanmasının tek yolu 2050 yılında tüm dünyadaki net sera gazı salımlarının sıfırlanması ile mümkündür. Yani eğer küresel ısınmayı ciddi olarak engellemeyi düşünüyorsak hedefimiz 2050 yılında atmosfere karbondioksit salmamak olmalıdır.

2050 yılındaki bu hedefi gerçekleştirmenin iki ana yolu vardır. Ya atmosfere karbondioksit salan teknolojileri terk ederek rüzgar ve güneş enerjisi gibi temiz teknolojilere geçeriz ya da kömür ve petrol gibi eski kirli teknolojilerimizi kullanır ama çıkan karbondioksidi yakalayıp saklarız. Bu sorunun esas çözümünün kirli teknolojileri terk etmek olduğunu hepimiz biliyoruz, ama gene de diğer “çözüm önerisini” de değerlendirmek istiyorum.

Öncelikle “Çıkan karbondioksidi yakalama ve saklama ne zaman ve neden gerekli olabilir?” sorusuna cevap arayalım. Diyelim dünyada öyle bir yerde yaşıyorsunuz ki ne güneşi görüyorsunuz ne de rüzgar esiyor, ama bol bol kömürünüz var. Bu durumda kömürü yakıp, çıkan karbondioksidi saklamak makul bir çözümdür. Ama bildiğim kadarıyla dünyada bu tanıma uyan bir bölge yok. Kömür çıkan bölgelerin tamamında güneş ve rüzgar enerjisinden faydalanmak da mümkün.

İkinci ihtimal kömürün çok ucuz ama bunun alternatifi olacak güneş ve rüzgarın çok pahalı olması. Buna da şu şekilde yaklaşmamız mümkün: Kömür yaklaşık 1750’den beri enerji üretimi için kullanılan bir teknoloji ve bu nedenle de teknolojik olgunluğa ulaşmış durumda. Bunun bize getirdiği ise teknolojinin iyileştirilmesindeki zorluk ve fiyat iyileştirilmesinin mümkün olmaması. Yani yeni bir teknoloji çıktığında kömür yakan termik santrali daha ucuza kuramıyorsunuz. Ayrıca kolayca ulaşılabilen kömür yatakları da gittikçe tükendiğinden (çünkü 250 senedir yüzeyde kolayca ulaşılabilen kömürü zaten bulup yaktık) girdi olarak kullanılan kömür de ucuzlamıyor. Bu iki nedeni topladığımızda kömürden enerji üretmenin maliyetinin azalmayacağı kolayca görülebilir. Oysa bunun alternatifi olan güneş ve rüzgar enerji sistemleri yeni teknolojiler olduğundan geliştirmeye açıklar. Bundan dolayı da bu alternatif kaynaklardan üretilen enerjinin hem yatırım hem de üretim maliyeti her geçen gün düşüyor. Ayrıca bildiğim kadarıyla üretim girdisi olan güneş ve rüzgar da şimdilik bedava.

Bir de konu burada bitmiyor, çünkü çıkan karbondioksidi de yakalayıp saklamanız gerekiyor ki bu da öncelikle hiç ucuza gelmiyor. Hatta daha açık söylemek gerekirse, bugün için pahalı bir yakalama teknolojisi olsa da saklama teknolojisi henüz mevcut değil. Böyle bir teknolojinin orta vadede bulunabileceğini varsaysak bile maliyeti normal kömür santrali üretim maliyetlerinin üzerine binecektir. Bundan dolayı da bugün zaten devlet destekleri olmadan daha pahalı olan kömürden enerji üretmenin maliyeti karbondioksidi saklama bedeliyle birlikte rüzgar ve güneşten çok daha pahalı olacaktır.

Tüm bunları göz önüne aldığımızda 2050 yılında atmosfere karbondioksit salmayan bir enerji sistemini yaratmak ancak bugünden tüm kömür yatırımlarına son vermekle mümkün. Şu anda kurulmuş ve çalışmakta olan termik santrallerin çalışma ömürleri zaten 2050 yılından önce sona ereceğinden bunu uzatmak için gereksiz yatırımlardan kaçınmak gerekli. Yeni kömür santrali yapımına da izin vermediğimiz anda bu soruna çözüm bulmuş oluyoruz. Daha mucizevi bir çözüm yolu üretmemize gerek yok. Bu noktada da karbon yakalama ve saklama ancak bugün çalışmakta olan santrallerin salımlarının engellenmesi için kullanılabilir. Bu da zaten yüksek olan maliyetlere ek bir maliyet yaratacağından enerji sektörü tarafından hoş karşılanmayacaktır.

Buradan şunu kolayca anlamak mümkün: Eğer biri size “Kömür yakmaya devam edebiliriz, ama çıkan karbondioksidi yakalayıp saklamak şartıyla” diyorsa bunun anlamı şudur: “Biz sadece eldeki kömürlü termik santralleri çalıştırmayı değil yenilerini de yaparak bu kirli teknolojilere bağımlılığı sürdürmek istiyoruz.” Bunun bizi 2050 yılının ötesinde de karbondioksit salarak atmosfere zarar vermeye götüreceğini de biliyoruz. Ama size hoş görünmek için çıkan karbondioksidi yakalayıp saklayacağımızı söylüyoruz. Aslında bunun olmayacağını biz de biliyoruz. Ancak herkesin eşit ve ucuza enerjiye ulaşımına imkan sağlayacak yeni teknolojilere yatırım yapmak kapitalist sistem içerisinde düşünmek istemediğimiz bir çözüm.”

Küresel ısınma problemine çare bulmak istiyorsak bunun yolu Einstein’ın dediği gibi bizi bu belaya sokan düşünce yapılarının ürettiği çözümlerden gelemez. Yeni bir düşünce yapısını oluşturacak bir enerji dönüşümü gereklidir. Bu enerji dönüşümü için de kömür gibi eski ve kirli teknolojileri geride bırakmalıyız. Bacalara filtre takmak veya çıkan gazı tutup yeraltına gömeceğini iddia etmekle sadece aynı teknolojilerin devamına yardımcı olmuş oluruz.

Ayrıca, karbon yakalama ve saklama teknolojilerinin gerek maddi gerekse teknik açıdan neden mümkün olmayacağını bir başka yazıda anlatacağım. Bir de unutmayalım karbon yakalama ve saklama sadece büyük enerji sistemleri için mümkün olan bir çözüm. Sizin arabanızdan çıkan karbondioksidi yakalamak için kullanılması hem çok zor hem de fazlasıyla maliyetli.

Bilim ve felsefede kullanılan Ockham’ın Usturası adında temel bir prensip vardır. Bu prensibe göre bir problemin çözümü için en doğru yaklaşım en az varsayımı gerektirir. Atmosferdeki karbondioksit miktarı bugün için bile çok fazla ve bu, iklimin değişmesine yol açıyor. Bunu engellemenin en temel yolu mümkün olan en kısa zamanda atmosfere karbondioksit salmayı bırakmaktır. Geri kalan tüm yollar bundan çok daha karmaşık varsayımlara gerek duyar ve doğru çözüm değildir.

13 Temmuz 2017 Perşembe

Kömür gerçekten lazım mı?

Paris Anlaşması iklim politikası ile uğraşanlar arasında önemli bir başarı olarak görüldü. Yıllar önce Kyoto Protokolü de benzer bir iyimserlikle karşılanmıştı. Hepimizin ana hedefi iklim değişikliğini engellemek ve etkilerini azaltmak olduğu için devletlerin bu yolda attıkları adımlar büyük önem taşıyordu. “Olsun, biz de biliyoruz yetersiz olduğunu, ama gene de kervan yolda düzülür, biz bir yola çıkmaya ikna edebildik devletleri, önemli olan bu” denildi hep.

Bugün geldiğimiz nokta bilimin bize “Dur” dediği yer artık. Eğer dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış iki dereceden fazla olacak olursa, çocuklarımızın yaşayacağı dünya bizlerin yaşadığı dünyadan çok farklı olacak. Böyle söyleyince sanki farklı güzel bir şeymiş gibi geliyor. Öyle değil. Çocuklarımız bizim karşı karşıya kalmadığımız açlık, susuzluk ve salgın hastalıklarla boğuşmak zorunda kalacaklar. Eğer insan neslinin ve dünyadaki canlılığın alışmış olduğumuz gibi devam etmesini istiyorsak dünyayı 2 dereceden fazla ısınmasına engel olmak zorundayız.

Dünyanın iki derece ısınmasına engel olmak için yapmamız gereken şey kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı hızla bırakmak. >Fazla sayılara boğulmadan söyleyeyim, eğer önümüzdeki 20 yıl içerisinde kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmazsak ısınmayı 2 derece ile sınırlamamızın bir yolu yok. Biraz da sayı verirsem, atmosfere kömür, petrol ve doğal gaz yakarak en fazla 800 milyar ton karbondioksit daha salabiliriz. Senede 40 milyar ton salıyoruz. Bu 20 senemiz kaldı demektir.

Şimdi gelelim bilimin karışmaya başladığı yere: Bilim bize aklımızdaki şüpheleri yatıştırabilecek kadar kesin sayılar vermiyor. Aslında bilim diyor ki, eğer 800 milyar ton karbondioksit daha salarsanız 2 derecenin altında kalabilme şansınız sadece yarı yarıyadır. Yani 800 milyar tondan daha az karbondioksit salacak olursak çocuklarımızın hayatının cehenneme dönme ihtimali ancak %50’den daha iyi olabilir. O zaman ben “boş verin 800 milyar tonu, limiti çok daha aşağıya çekelim, mesela bugünden itibaren hiç kömür, petrol veya doğal gaz yakmayalım” demek istiyorum. Ama ne yazık ki içinde yaşadığımız ekonomik sistem hayatımızı o denli bu kirli yakıtlara bağlamış ki bugün bu yakıtları bırakabilmek çok mümkün değil.

O zaman düşünmeye başlamanın zamanı: “Neleri bugün bırakabiliriz?” Buna cevap verebilmek için öncelikle nelerin en fazla karbondioksit salımına neden olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kömür, petrol ve doğal gaz üçlüsünden en kötüsü kömür. Özellikle de ülkemizde kullanılan linyit son derece verimsiz ve kirli bir yakıt. Kömürü nerede kullanıyoruz? Elektrik enerjisi üretiminde. Peki, rüzgar ve güneşle elektrik enerjisini aynı verimlilikte üretmek mümkün değil mi? Mümkün, Almanya ve Kuzey Avrupa ülkeleri bunu yapmaya başladılar bile. Yakın gelecek için kendilerine tüm enerjilerini güneş ve rüzgardan üretme hedefleri koyuyorlar. Bizim ülkemizdeki güneş enerjisi potansiyeli Almanya’nın iki katı. Almanya yapabiliyorsa biz neden yapmayalım?

“Ama” diyor buna karşı çıkanlar, “enerji güvenliğimizi ne zaman eseceği belli olmayan rüzgarla nasıl sağlarız? Olmaz öyle şey.” İki şey söylemek gerekiyor bu insanlara: Öncelikle, belki farkında değilsiniz ama, enerji depolanabilir. Yani fazla ürettiğiniz zaman saklayabilmeniz mümkün, yeter ki siz isteyin. İkinci nokta daha kıymetli: Gelecekte çocuklarınızın güvenlikte olmayacağını bilerek mi uyumayı tercih edersiniz onların güvenlikte olacağını bilerek ama enerji güvenliği olmayan bir ülkede mi?
SpruceMountainWind--element45.JPG

Sonra bir başka soru: Niyetiniz gerçekten güneş ve rüzgardan tüm enerjinizi üretmek mi, yoksa bu alana sadece karlı olduğu için yatırım yapmak mı? Bu sorunun cevabında şöyle bir resimle karşılaşıyorsunuz. “Enerji üretimimizde yenilenebilir kaynakların yeri her geçen gün artıyor"

tehachapi-turbines_1993694c.jpg


Oysa bu resim başka bir şeyler söylüyor: “Çocuklarımızın güvenliği için başka şansımız yok.” Bu nedenden dolayı da sadece yapıyormuş gibi görünmeden gerçekten bu yola girmemiz gerekiyor. İnsan medeniyetinin son 10000 yıldaki başarısı temelde sıcaklıkların iki dereceden fazla değişmemiş olmasına dayanıyor. Bunu bozarsak artık bilmediğimiz bir dünyada yaşayacağız.

Demek ki yapıyormuş gibi yaparak değil, gerçekten başka alternatifimiz olmadığını bilerek rüzgar ve güneşe enerji kaynağı olarak dört elle sarılırsak enerji güvenliği gibi bir sorunumuz da kalmaz.

Bir de özellikle ülkemizde, yakılan kömür, petrol ve doğal gaz nereden geliyor? Petrol ve doğal gazın neredeyse tamamını dışarıdan ithal ediyoruz. Termik santrallerde kullanılan kömürün ise en az yarısı ithal ediliyor, çünkü kendi kömürümüz yeterli derecede enerji vermiyor. Bu durumda hangisi daha güvenilir, kendi rüzgar ve güneşimiz mi yurt dışından ithal ettiğimiz kömür, petrol ve doğal gaz mı?

En sonunda da gene de ısrarla “ya aynı günde hem rüzgar durur, hem güneş kapanır hem de depoladıklarımız biterse” diyorsanız, yedekte birkaç tane doğal gazla çalışan ve hızla devreye alınabilecek termik santral bulundurun. Bunlar olmadan da ben rahat uyurum, ama siz uyuyamazsanız diye, her ihtimale karşı birkaç tane bulunsun.

Aklınızda bulunsun, bundan yaklaşık 25 sene önce ABD’de dere tepe dolanırken bir hidroelektrik santraline denk gelmiştik. Santral aslında iki tane suni baraj gölünden oluşuyordu, biri dağın tepesinde, diğeri dibinde. Ellerinde bol enerji olduğunda alttaki gölden yukarıya su pompalıyorlardı, enerji azaldığında da üstteki gölden suyu bırakarak elektrik enerjisi üretiyorlardı. Yani kısacası, siz istediğiniz zaman enerjiyi de depolayabilmeniz mümkün. Çözümler sürüyle, yeter ki biz isteyelim ve kafa yapımızı değiştirelim.