Paris Anlaşması iklim politikası ile uğraşanlar arasında önemli bir başarı olarak görüldü. Yıllar önce Kyoto Protokolü de benzer bir iyimserlikle karşılanmıştı. Hepimizin ana hedefi iklim değişikliğini engellemek ve etkilerini azaltmak olduğu için devletlerin bu yolda attıkları adımlar büyük önem taşıyordu. “Olsun, biz de biliyoruz yetersiz olduğunu, ama gene de kervan yolda düzülür, biz bir yola çıkmaya ikna edebildik devletleri, önemli olan bu” denildi hep.
Bugün geldiğimiz nokta bilimin bize “Dur” dediği yer artık. Eğer dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış iki dereceden fazla olacak olursa, çocuklarımızın yaşayacağı dünya bizlerin yaşadığı dünyadan çok farklı olacak. Böyle söyleyince sanki farklı güzel bir şeymiş gibi geliyor. Öyle değil. Çocuklarımız bizim karşı karşıya kalmadığımız açlık, susuzluk ve salgın hastalıklarla boğuşmak zorunda kalacaklar. Eğer insan neslinin ve dünyadaki canlılığın alışmış olduğumuz gibi devam etmesini istiyorsak dünyayı 2 dereceden fazla ısınmasına engel olmak zorundayız.
Dünyanın iki derece ısınmasına engel olmak için yapmamız gereken şey kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı hızla bırakmak. >Fazla sayılara boğulmadan söyleyeyim, eğer önümüzdeki 20 yıl içerisinde kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmazsak ısınmayı 2 derece ile sınırlamamızın bir yolu yok. Biraz da sayı verirsem, atmosfere kömür, petrol ve doğal gaz yakarak en fazla 800 milyar ton karbondioksit daha salabiliriz. Senede 40 milyar ton salıyoruz. Bu 20 senemiz kaldı demektir.
Şimdi gelelim bilimin karışmaya başladığı yere: Bilim bize aklımızdaki şüpheleri yatıştırabilecek kadar kesin sayılar vermiyor. Aslında bilim diyor ki, eğer 800 milyar ton karbondioksit daha salarsanız 2 derecenin altında kalabilme şansınız sadece yarı yarıyadır. Yani 800 milyar tondan daha az karbondioksit salacak olursak çocuklarımızın hayatının cehenneme dönme ihtimali ancak %50’den daha iyi olabilir. O zaman ben “boş verin 800 milyar tonu, limiti çok daha aşağıya çekelim, mesela bugünden itibaren hiç kömür, petrol veya doğal gaz yakmayalım” demek istiyorum. Ama ne yazık ki içinde yaşadığımız ekonomik sistem hayatımızı o denli bu kirli yakıtlara bağlamış ki bugün bu yakıtları bırakabilmek çok mümkün değil.
O zaman düşünmeye başlamanın zamanı: “Neleri bugün bırakabiliriz?” Buna cevap verebilmek için öncelikle nelerin en fazla karbondioksit salımına neden olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kömür, petrol ve doğal gaz üçlüsünden en kötüsü kömür. Özellikle de ülkemizde kullanılan linyit son derece verimsiz ve kirli bir yakıt. Kömürü nerede kullanıyoruz? Elektrik enerjisi üretiminde. Peki, rüzgar ve güneşle elektrik enerjisini aynı verimlilikte üretmek mümkün değil mi? Mümkün, Almanya ve Kuzey Avrupa ülkeleri bunu yapmaya başladılar bile. Yakın gelecek için kendilerine tüm enerjilerini güneş ve rüzgardan üretme hedefleri koyuyorlar. Bizim ülkemizdeki güneş enerjisi potansiyeli Almanya’nın iki katı. Almanya yapabiliyorsa biz neden yapmayalım?
“Ama” diyor buna karşı çıkanlar, “enerji güvenliğimizi ne zaman eseceği belli olmayan rüzgarla nasıl sağlarız? Olmaz öyle şey.” İki şey söylemek gerekiyor bu insanlara: Öncelikle, belki farkında değilsiniz ama, enerji depolanabilir. Yani fazla ürettiğiniz zaman saklayabilmeniz mümkün, yeter ki siz isteyin. İkinci nokta daha kıymetli: Gelecekte çocuklarınızın güvenlikte olmayacağını bilerek mi uyumayı tercih edersiniz onların güvenlikte olacağını bilerek ama enerji güvenliği olmayan bir ülkede mi?
Sonra bir başka soru: Niyetiniz gerçekten güneş ve rüzgardan tüm enerjinizi üretmek mi, yoksa bu alana sadece karlı olduğu için yatırım yapmak mı? Bu sorunun cevabında şöyle bir resimle karşılaşıyorsunuz. “Enerji üretimimizde yenilenebilir kaynakların yeri her geçen gün artıyor"
Oysa bu resim başka bir şeyler söylüyor: “Çocuklarımızın güvenliği için başka şansımız yok.” Bu nedenden dolayı da sadece yapıyormuş gibi görünmeden gerçekten bu yola girmemiz gerekiyor. İnsan medeniyetinin son 10000 yıldaki başarısı temelde sıcaklıkların iki dereceden fazla değişmemiş olmasına dayanıyor. Bunu bozarsak artık bilmediğimiz bir dünyada yaşayacağız.
Demek ki yapıyormuş gibi yaparak değil, gerçekten başka alternatifimiz olmadığını bilerek rüzgar ve güneşe enerji kaynağı olarak dört elle sarılırsak enerji güvenliği gibi bir sorunumuz da kalmaz.
Bir de özellikle ülkemizde, yakılan kömür, petrol ve doğal gaz nereden geliyor? Petrol ve doğal gazın neredeyse tamamını dışarıdan ithal ediyoruz. Termik santrallerde kullanılan kömürün ise en az yarısı ithal ediliyor, çünkü kendi kömürümüz yeterli derecede enerji vermiyor. Bu durumda hangisi daha güvenilir, kendi rüzgar ve güneşimiz mi yurt dışından ithal ettiğimiz kömür, petrol ve doğal gaz mı?
En sonunda da gene de ısrarla “ya aynı günde hem rüzgar durur, hem güneş kapanır hem de depoladıklarımız biterse” diyorsanız, yedekte birkaç tane doğal gazla çalışan ve hızla devreye alınabilecek termik santral bulundurun. Bunlar olmadan da ben rahat uyurum, ama siz uyuyamazsanız diye, her ihtimale karşı birkaç tane bulunsun.
Aklınızda bulunsun, bundan yaklaşık 25 sene önce ABD’de dere tepe dolanırken bir hidroelektrik santraline denk gelmiştik. Santral aslında iki tane suni baraj gölünden oluşuyordu, biri dağın tepesinde, diğeri dibinde. Ellerinde bol enerji olduğunda alttaki gölden yukarıya su pompalıyorlardı, enerji azaldığında da üstteki gölden suyu bırakarak elektrik enerjisi üretiyorlardı. Yani kısacası, siz istediğiniz zaman enerjiyi de depolayabilmeniz mümkün. Çözümler sürüyle, yeter ki biz isteyelim ve kafa yapımızı değiştirelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder