28 Aralık 2021 Salı

Sonunda İklim Krizine İnandık

Toplumsal açıdan baktığımızda 2021 pandemi ve ekonomik çalkantılar ile geçti ama çevresel açıdan baktığımızda 2021 artık inandığımız yıl oldu. Bu seneye kadar çoğunluğu iklim değişikliğinin varlığına inandırmaya çalışıyorduk. Ama bu sene gerçekleşen olaylar yaşamakta olduğumuz felaketlerin doğal olmadığını bizlere gösterdi. Bu felaketlerin nedenlerini ve daha kötüye gitmelerini engellemek için neler yapılması gerektiğini hala daha tam olarak kavramış değiliz. Gene de en azından “abartmayın canım, eskiden de böyleydi” laflarının geçmişte kaldığını umuyorum.

Öncelikle tüm çevresel felaketlerin tek bir nedeni olmadığını söyleyerek lafa başlayalım. Marmara’daki müsilaj, Bozkurt’taki sel, güney ve batıdaki orman yangınlarının tek bir nedeni yok. Fakat bu felaketlerin tümünü daha da şiddetlendiren bir iklim krizi var artık karşımızda.

Geçen sonbahar ve kışın başlangıcını Marmara Bölgesi oldukça kurak geçirdi. Yağışlar ancak Ocak ayının ortasında başladı ve Mart ayının sonuna kadar sürdü. Bu yoğun yağışlarla tarlalara atılan aşırı gübre Marmara Denizi’ne taşındı. Deniz yüzeyindeki fazla gübreye Nisan ayında deniz suyunun yüksek sıcaklığı eklendiğinde fotosentez yapan planktonların sayısı hızla arttı. Üstüne bir de havanın nispeten sakin ve rüzgarsız olması da yardımcı olunca bu planktonlar yer yer kalın bir katman oluşturdular. Daha önce pek de alışık olmadığımız “müsilaj” adında bir kavramla karşılaştık. Elbette Marmara Denizi’nin yapısı bu sorunda etkiliydi, elbette denize boşalan atık sular müsilajın oluşmasına katkıda bulundu ve elbette Ergene’den aktarılan pis sular bu problemi artırdı ama dediğim gibi bu problemler geçmişte de vardı ve iklim krizi bu problemlerin bir eşiği aşarak kriz haline dönüşmesine neden oldu.

Ardından Karadeniz’de okyanuslardaki dev siklonlara benzer bir fırtına oluştu. Bu tür bir fırtınayı daha önce görmemiş değildik ama bu seferki gerçekten beklentilerin çok daha üstünde yağış bıraktı. Orta Karadeniz Bölgesi yer yer 2500 senede bir görülebilecek şiddette yağışla karşı karşıya kaldı. İnsan yanlışları ve altyapı eksikliği de eklendiğinde bu yağış Bartın, Bozkurt ve Ayancık’ta bir felakete yol açtı. Geçen sene de Giresun Dereli’de görülen benzeri sel felaketi ve bu sene, daha sonra görülen Rize ve Artvin’deki seller artık bu durumun herhangi bir sene kazara ortaya çıkan bir sorun değil iklim krizinin sürekli olarak karşımıza getireceği bir problem olduğunu bizlere açık seçik gösterdi.

2020 yılının önemli bir kısmı ve 2021 yılının neredeyse tamamı ülkemizin güney yarısına ciddi bir kuraklık getirdi. Barajlardaki su miktarı azaldığından tarımsal üretimde de aksamalar yaşandı ve rekolte çoğu bölgede ve üründe düştü. Bunun yanında yazın havanın sıcak ve kurak olması özellikle güneybatı bölgelerimizde günlerce süren ve kolay söndürülemeyen orman yangınlarına yol açtı. Bu orman yangınları sadece ülkemizi değil Akdeniz Havzası'ndaki çoğu ülkeyi de etkiledi. Benzer hava koşullarının ve kuraklığın görüldüğü yörelerde yakın zamanlarda meydana gelen bu yangınların da söndürülmesi hiç de kolay olmadı.

Tüm bu felaketlerin kısa süre içerisinde üst üste gelmesi, önemli çoğunluğun gözünde iklim krizinin daha gerçek bir görüntüye bürünmesine neden oldu. Sebepleri henüz çoğunluğun kafasında tam olarak yerine oturmamış olsa da bir şeylerin değişmiş olduğu ve artık eski, güzel günlere dönmek yerine gittikçe durumun kötüleştiği de artık kabullenilmeye başlandı.

Devletimiz de benzer şekilde iklim krizini ve ülkemizin bu politikada oynaması gereken rolü bu sene içerisinde kavramaya başladı. Yeşil İklim Fonu’ndan destek almamızın mümkün olmadığı ve Paris Anlaşması’nın şartlarını zaten yerine getirmekte olduğumuz gerçeği yenilenebilir enerji yatırım maliyetlerinin düşmesiyle birleştiğinde Paris Anlaşması’nı kolayca meclisten geçirdik. Bunun üzerine bir de 2053 yılına kadar net sıfır karbon salacağımızı da duyurduk. Şimdilik bunun nasıl yerine getirileceğini planlamamış olsak da 2022 yılı Türkiye’nin iklim politikası açısından önemli kararlar vereceği bir yıl olacaktır. Umarız coğrafyamız da bizi felaketlerle fazla karşı karşıya bırakmaz ve kuraklık, sel ve yangınlar açısından nispeten daha sakin bir yıl geçiririz.


27 Aralık 2021 Pazartesi

Sürdürülebilir Üretim

Sanayileşmenin öncülüğünü yapan Batı Avrupa aynı zamanda da bu sanayileşmenin çevreye verdiği zararları da en yakından deneyimleyen bölge oldu. Bu nedenle de çevre hareketinin temelleri de burada atıldı. Bunun da ötesinde sanayileşme ile birlikte çevreye verilen zararın temizlenebilmesindeki zorluk da toplumsal hafızada kendisine önemli bir yer buldu. Bu nedenle çevreyi ön plana çıkaran partilerin de kendilerine mecliste yer bulabilmeleri daha kolay gerçekleşti. Çevre problemlerine hassas bir bakış açısı politik ana akıma yerleştikten sonra da sıra bu bakışı tüm uluslararası ilişkilerin temeline oturtmaya geldi. Bugün dünya politikasında finans odaklı bir bakışın hızla çevreye saygılı finansa evrildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemi neyin takip edeceğini söyleyebilmek kolay değil, ancak bugün gerçekleşen değişimleri ve temellerini anlayabilmek çok da zor değil.

Avrupa Birliği son otuz sene içerisinde gittikçe sanayi üretimini çevreye saygılı olmaya zorladı. Birlik içerisinde üretim yapan çoğu kuruluş da çözümü üretim koşullarının AB kadar sıkı olmadığı bölgelere doğru üretimlerini kaydırmakta buldu. AB içerisinde yapılan çalışmalar çevreye zarar veren üretimlerin kısmen yerel etkileri olsa da çoğu zararlı etkilerinin küresel çapta olduğunu ortaya koydu. Özellikle 2009’da Stockholm Resilience Center önderliğinde yapılan bir çalışma insanlığın her geçen gün gezegenin çevresel sınırlarını zorladığını ve bu sınırlara saygı duyulmadığı müddetçe sürdürülebilir bir yaşam sürmenin kısa süre içinde zorlaşacağını ortaya koydu. Bu çalışma, 2012’de hazırlığı başlayan Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının da Paris İklim Anlaşması'nın da temellerini oluşturdu.

Yalnız Avrupa Birliği içinde gezegenin sınırlarına uygun biçimde yapılan üretimin iki önemli sorunu hızla ortaya çıktı. Öncelikle her alanda daha az su, daha az kimyasal, daha az enerji ve daha az arazi kullanılarak yapılan üretim sonunda doğaya daha az atık salınması üretim maliyetlerinin de önemli oranda artmasına yol açtı. Öte yandan Avrupa dışında aynı üretimler benzer kısıtlamalarla yapılmadığından AB’ye ihraç edilen ürünlerde zararlı bir içerik bulunmasa da hem daha ucuza üretildiler hem de üretildikleri bölgeleri kirlettiler. Bu ticaret şekli de Avrupa’nın hem cüzdanında hem de vicdanında yara açmaya başladı. Bu iki unsurun birleşmesi ise Avrupa Yeşil Mutabakatı adı verilen yeni üretim ve ticaret sistemini doğurdu. Artık Avrupa’da tüketilen her tür mal ve hizmete aynı üretim koşullarında üretilme zorunluluğu getirildi.

Bugüne kadar ülkemizde yapılan üretimde iki temel unsura dikkat ediliyordu: “Avrupa bu malları kabul eder mi?” ve “Bakanlık üretimde bu malzemeleri kullanmamıza izin veriyor mu?” Yani, ürünün içeriğinde yasaklı bir madde yoksa, bakanlık da üretimde kullanılan her şeye izin vermişse üreticimiz açısından bir sorun yoktu. Ancak Yeşil Mutabakat ile bu üretim biçimi hızla değişecek. Sadece ihraç edilen malın içerisinde bazı maddelerin bulunmamasının ötesinde bu maddelerin üretimin hiçbir aşamasında da kullanılmaması gerekecek. Hatta bunun ötesinde çalışanların sağlık sigortasından çocuklarının eğitimine kadar Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları altında yer alan tüm noktalara çok daha fazla özen gösterilmesi gerekecek. Kısacası, Avrupa Birliği’ne ihracat yapmayı uman üretici üretimini Türkiye’deki değil Avrupa Birliği’ndeki kurallarla yapmak zorunda kalacak.

Fakat, konu burada da bitmiyor. Dünya Ekonomik Forumu toplantılarından önce Küresel Riskler Raporu yayımlanır. Bu rapor paranın önündeki en büyük riskleri belirlemek ve eğer mümkünse bu risklere takılmayan bir yol çizme amacını güder. Son senelerde bu raporun belirlediği risklerin neredeyse tamamı (kısa dönemde oluşan pandeminin önemi hariç) çevresel sorunlardan oluşmaktadır. Yani, para artık çevresel risklerden doğabilecek hasarlardan fazlasıyla çekinmektedir. Finansal sürdürülebilirlik açısından bakıldığında da bu risklerin en aza indirilmesi ancak yukarıda sözünü ettiğim gezegenin sınırlarına saygılı üretim yapılmasıyla mümkündür. Bu raporu hazırlamış olan bilim insanları bugün Davos’un en önemli misafirleri olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde bilindiği şekliyle Yeşil Mutabakat = Sınırda Karbon Vergisi değildir. Yeşil Mutabakat, sera gazı salımlarını kontrol altına almayı da içeren çok sayıda çevre koruma tedbirini kapsayan bir çerçevedir. Bu çerçevenin en acil ele alınması gereken köşesi iklim krizi olduğundan bugün için Sınırda Karbon Vergisi gibi bir düzenlemeden söz edilmektedir. Oysa Yeşil Mutabakat çerçevesinde 2030 yılına kadar diğer çevresel problemlere eğilen kurallar da yürürlüğe girecektir. Bu nedenle de ihracat açısından bakıldığından AB’de uygulanan çevresel kuralların üretimimize yansıtılması akıllıca bir ilk adım olacaktır.

Bugün için AB Yeşil Mutabakatı’nın ticarete getireceği sınırların uygulanması Dünya Ticaret Örgütü kuralları ile çelişmektedir. Yalnız, finans artık bu sınırlara dikkat edilmemesinin yaratacağı risklerin bilincindedir. Bundan dolayı da kısa vadede Avrupa Birliği'nin koyacağı kuralların küresel ticarete yayılarak bir temel oluşturması beklenmelidir. Uluslararası üretim ve ticaretin sadece AB çerçevesinde değil, tüm taraflarca benimsenmiş çevresel koruma kuralları çerçevesinde yapılmasının en geç 2030 yılına kadar kurallaştırılması beklenmelidir. 

Ülkemizde de sürdürülebilir üretim bağlamında atılması gereken ilk adım tüm üretim basamaklarının en kısa zamanda kayıt altına alınmasıdır. Eğer biz bugünden ürettiğimiz her ürünün yaşam döngü analizi konusunda bir fikir sahibi olmazsak, başkaları karşımıza dikilerek bizden bu konuda bilgi talep edecek. Ayrıca, unutmayalım, üretimi iyileştirmenin başlangıç noktası neyi, nasıl ürettiğimizi tam olarak bilmekle başlar.


22 Aralık 2021 Çarşamba

Kıyamet Buzulu

“Uzmanlardan Kıyamet Buzulu Uyarısı” yazısını son zamanlarda bolca okumaya başladık. Aslında bu cümleyi Google’a yazıp arama yaptığınızda uzmanların epey zamandır aynı uyarıyı yapmakta olduklarını görebiliyoruz. O zaman problem ne? Uzmanlar bizi hep uyarıyorlar da biz dinlemiyor muyuz? Yoksa basın gene bizim ilgimizi çekmenin bir yolunu mu arıyor?

Cevap her ikisi de. Bilim insanları çıkıp “Yeryüzündeki kritik ve büyük buz kütlelerinden biri beklenenden çok daha hızlı eriyebilir” dese çoğunuzun gözünde bardağın içine attığınız buz küpünün erimesinin ötesinde bir resim oluşmaz. Ama “Uzmanlardan Kıyamet Buzulu Uyarısı” dendiğinde dikkatimizi kısa süre de olsa çekmeyi başarıyorlar. Yalnız, aynı uyarıyı aynı cümlelerle üç - dört ayda bir verdiklerinde bu uyarının da fazla bir etkisi kalmıyor ne yazık ki. Öyleyse ne bilmemiz gerekiyor?

Antarktika ve Grönland üzerinde epey kalın birer buz tabakası var. Bu buz tabakaları eridiği zaman yeryüzünün deniz seviyesi bugünkünden 70 - 80 metre daha yüksek olacak. Dikkat ederseniz, “eriyecek olursa” değil, “eridiğinde” dedim. Yani, biz atmosfere o denli fazla karbondioksit saldık ve salmaya da devam ediyoruz ki ısınan atmosfer bu buzulların da eninde sonunda erimesine yol açacak. Ama bugün bilimin tartıştığı konu bu erimenin nasıl olacağı ve ne kadar uzun süreceği. Uykunuz kaçmasın diye baştan söyleyeyim deniz seviyesinin 70 metre yükselip Taksim’in bir ada olduğu günü bizler görmeyeceğiz. Bu epey uzak gelecekte yaşayacağımız bir felaket.

Bilim insanları deniz seviyesinde gelecekte oluşacak yükselmeyi hesaplarken Antarktika ve Grönland’daki buzulların hızla eriyeceğini hesaba katmıyorlar. Belki kenar kısımlarından kopan parçalar deniz seviyesinin azıcık yükselmesine neden olabilir ama iklim krizinin yaratacağı en büyük tehlike bu değil düşüncesindeler. Deniz seviyesinde yüzyılın sonuna kadar beklenen 1 - 2 metrelik artış da aslında ısınan deniz suyunun genleşmesi veya Himalayalar’daki eriyen buzullara dayanıyor, biraz da Antarktika ve Grönland’a. Fizik bilimi genelde böyle çalışıyor. Isınan su genleşiyor, okyanus suyunun sıcaklığı birkaç derece artacağından bu artışın genleşmede önemli bir etmen olacağı ve deniz seviyesindeki artışa neden olacağı düşünülüyor. Himalayalar’daki buzulların üzerine de güneş ışığı düştükçe onları eriteceği hesaplanıyor.

Fakat bu “Kıyamet Buzulu” diye adlandırılan türdeki buzulların bir kötü özelliği var. Bunlar Antarktika ve Grönland’ın denize yakın sayılabilecek tepelerinden denize kadar uzanıyorlar. Bu buzulların kayıp denize düşmesini ise hemen kıyıda ve deniz üzerinde bulunan birkaç yüz metre kalınlıktaki deniz buzları engelliyor. Bu deniz buzları eriyecek ya da kopacak olursa bunların tuttuğu dev buzullar da hızla yokuş aşağı kayarak denize düşebilirler. İşte esas tehlike burada çünkü bilim insanları deniz seviyesinde bu tür bir olay sonucu meydana gelebilecek yükselmeyi normal hesaplarının içine hiç katmıyorlar.

Şimdi gelelim habere: “Kıyamet Buzulu” olarak nitelendirilen Batı Antarktika’daki Thwaites Buzulu’nun aşağı kaymasını önleyen deniz buzunda çözülme başlamış. Uzmanlar bu çözülmenin yaklaşık 10 yıl içerisinde tamamlanacağı ve o zaman Thwaites Buzulu’nun kayarak denize düşmesinin önünde bir engel olmadığını söylüyorlar. Bu da yaklaşık bir on yıl daha sürebilir. Tüm bu olay da yeryüzünün deniz seviyesini 65 santim yükseltir. Yani 2050 yılına geldiğimizde, İstanbul veya İzmir gibi sahil kentlerimizde deniz seviyesi çocukların oynadığı, büyüklerin gezdiği yerlere kadar ulaşabilir. Bir lodos fırtınasında sular kolayca Kadıköy Metrosuna dolabilir. Bir de bu, deniz seviyesinde normalde beklenen yükselmeye ek olarak oluşacak, unutmayın.

“2050’den bana ne, ben 2021’den sağ çıkmaya bakıyorum” diyenlere söyleyecek bir lafım yok ama “benim çocuklarım 2050’de sağ olurlar” diyenlerimiz için hiç güzel bir haber değil bu. Neyse ki bu tür buzulların erimesi hesaba katmadığımızı bildiğimiz bir olay. Esas hesaba katmadığımızı bilmediğimiz olaylar uykumuzu kaçırmalı.

17 Aralık 2021 Cuma

İklim Krizine Karşı Neler Yapabiliriz?

Dünya’ya Güneş’ten belirli bir miktar enerji gelir. Bu enerjinin yaklaşık üçte biri doğrudan uzaya geri yansır, üçte ikisi de yeryüzü tarafından emilir. Emilen bu enerji yeryüzünün belirli bir sıcaklıkta sabit durmasına yardımcı olur ve tekrar uzaya geri yayılır. Dünya’nın yüzey sıcaklığının sabit kalması için gezegenimize ulaşan enerji ile uzaya yayılan enerjinin birbirine eşit olması gerekir. Gelen fazlaysa yeryüzü ısınır, çıkan fazlaysa da soğur. Bu bilgiler 19. yüzyılın başından beri biliniyor. Yalnız o dönemlerde bilim insanları buzul çağlarının neden oluştuğuna ve ne zaman geri geleceklerine fazla kafayı yormuşlar. O zamanki dertleri bugünden farklı olarak gezegenimizin soğuması, ısınması değil. Bu çalışmalar sırasında da hep bir dipnot olarak “bunun tersi olacak olsa atmosferimiz ısınırdı” türü cümleler kurmuşlar. Bu çalışmaların belki de en kıymetlisi 1896 yılında Greta Thunberg’in büyük büyük amcası olan Nobel ödüllü bilim insanı Svante Arrhenius’a ait. Arrhenius atmosferde o günkünün iki katı karbondioksit olacak olsa atmosferimizin 5 - 6℃ daha sıcak olacağını söylemiş. Bugün modern bilimin öngörüleri de bu seviyeye oldukça yakın. Dolayısıyla, kömür, petrol ve doğal gaz yakmanın ne sonuçlar açacağını bundan 125 sene önce biliyorduk. O noktadaki devletler ve şirketler bugünkünden farklı olsalar da insanlık gene aynı insanlık. O gün bu bilgiyi umursamadık, bugün de umursadığımız söylenemez.

Bugün Arrhenius’tan farklı olarak gelişmiş matematiksel modellerimiz ve bu modellerin çözümlerini hesaplayabilecek bilgisayarlarımız var. Bu bilgisayarlar türlü detay içerisinde bizi nasıl bir geleceğin beklediğini ortaya koyuyorlar. Artık bizim neslimiz yakın gelecekte yeryüzünün hangi noktasında nasıl bir değişimin olacağının bilincinde ama ne yazık ki adımını atmak istemiyor. Neyse ki kısa süre öncesine değin “İklim değişikliği mi? Saçmalamayın, hava her zaman böyleydi, siz değişikliği hayal ediyorsunuz” diyenler yakın geçmişte yaşadıklarımızla oldukça azaldı. Şimdi “biliyorum var ama ben ne yapabilirim ki?” diyenler çoğunlukta. Peki çoğunluğun bu çaresizliğinin ya da umarsızlığının sebeplerini düşündünüz mü hiç?

George Marshall düşünmenin de ötesinde koca bir kitap yazmış bu arızamız üzerine: Don’t Even Think About It (Düşünmeye Kalkma Sakın). Bu kitapta hatalarımızı açıkça yazıyor, ben aralarından bazılarını sizinle paylaşacağım.

İlk hatamız bu sorunun kendiliğinden ortadan kalkacağına ya da birilerinin bir yerlerde mutlaka bir şeyler yapacağına dair olan inancımız. Buna seyirci etkisi deniyor. “Dünya’yı kurtarmak bana mı kaldı?” diyoruz ya da birileri “boşver, sen mi kurtaracaksın Dünya’yı?” diyor. Herkes böyle düşündüğü zaman da kimse elini taşın altına koymak istemiyor. Aynısını düzenli ve düzgün çöp toplanan ve biriktirilen mahallelerde de görüyoruz. Eğer herkes çöpünü zamanında ve düzenli olarak çöp kutusuna atıyorsa, bireyin de kendisini öyle davranmanın daha doğru olduğuna ikna etmesi kolay oluyor. Tam tersine herkesin çöpü gelişi güzel sokağa attığı bir bölgede çöpü doğru yere atmaya insanları ikna etmek kolay olmuyor ve doğru davranışı herkes birbirinden bekliyor.

Binlerce yıldır iyileri ve kötüleri hep kişisel algılamaya alıştık. “Benim düşmanım”, “benim dostum”, “benim şehrim”, “benim ailem” ve “benim ülkem” gibi. Bunların hiçbiri şu an için ani tehdit altında olmadığı zaman beynimiz olası problemleri önem sırasında aşağıya doğru iteliyor ve daha önemli problemlere zaman ayırmak istiyor. Bu problemler de doğadan gelen yakın çevremizle ilgi problemler oluyor genelde. Durum böyle olunca da iklim krizi gibi bir yandan elle tutulması kolay olmayan, diğer yandan da “benim” dediğimiz şeylere hızla zarar vermeyen konulara karşı savaşmayı pek gerekli görmüyoruz.

Bilincimiz aynı zamanda yavaş olan değişiklikleri normal olarak kabul ediyor. Hava yavaş yavaş kararıyor, kış mevsimi yavaşça kendisini belli ediyor, her ne kadar hızlı büyüdüklerini düşünsek de çocuklarımız ancak zaman içerisinde büyüyorlar. Tüm bunları doğal olarak kabul ederek ani tepkiler vermiyoruz çünkü bizim için tehlikeli olan hızlı değişikliklerdir. Havanın aniden karararak fırtınanın gelmesi ya da vahşi hayvanların süratle üzerimize doğru koşması hızlı tepki verilmesi gereken durumlardır. Oysa iklim krizi her geçen gün şiddetini biraz daha artırıyor ama azıcık ve yavaşça. Biz de bu durumdan tedirginlik duymuyoruz. Sıcaklıklar veya yağışlar bir seneden ertesi seneye korkunç bir farklılık gösterse hepimiz iklim krizini durdurmak için çaba göstermeye çok daha hazır olurduk.

Ayrıca beynimiz hızlı tepkileri doğamıza aykırı şeylere veriyor. Pis, çirkin, itici, kötü kokulu veya iğrenç şeyler daha hızlı tepki vermemize neden oluyor. Ama iklim krizi bunların hiçbiri değil. Sonucunda çok kötü noktalara varabiliyor belki, gene de bugün için çevremize baktığımızda yerimizden kalkıp değiştirmemiz gerekecek kadar pis ya da çirkin bir şey göremiyoruz.

İnsan sadece bugününe odaklanıyor. Çocuklara ders çalışmalarını söylerken bile gelecekteki güzel şeyleri örnek gösteriyoruz. Kendimizi motive etmek için de benzer yöntemler uyguluyoruz. Beynimiz gelecekteki olumlu noktaları daha kolay algılıyor. Dünya genelinde yapılmış bir araştırma değişik ülkelerde insanların cennete ve cehenneme olan inançlarını incelemiş. Genelde cennete inananların oranının cehenneme inananlardan çok daha fazla olduğunu öğrenmek sizi şaşırtmaz umarım. Dolayısıyla, biz ya bugüne odaklanmayı seçiyoruz ya da gelecekte olacak güzel şeylere. Bu nedenle de iklim krizinin gelecekte getireceği felaketleri beynimiz kolayca bir kenara atabiliryor.

İlginç bir şekilde, hepimizin dertlenmek için sadece belirli bir kotası var. Geçmişimizde az dertlenenler vahşi hayvanlar tarafından yenilmiş, çok dertlenenler ise mağaradan çıkamadıklarından üreyememişler. Şimdi toplumu oluşturan bizler ise bu orta karar dertlenen grubu oluşturuyoruz. Her ne kadar günümüzde ilaçlarla bu dertlenme spektrumu değiştirilebilse de çoğumuzun günlük dertlenebilme kotası aşağı yukarı belirli sayılabilir. Bu kotamızı da maddi sorunlar, sağlık sorunları, çocuklar ve trafik karmaşası gibi konular dolduruyor. Akşam eve geri geldiğimizde bir de iklim krizi için dertlenecek halimiz kalmıyor. Bu nedenle de iklim krizi açısından oluşan hareketler ya aşırı hava olaylarının günlük yaşamda tehdit oluşturduğu bölgelerde ya da günlük dertlerin nispeten azaldığı gelişmiş ülkelerde oluşuyor.

Listeyi oldukça uzatabiliriz ama sanırım verilen mesaj gayet açık: Beynimiz iklim krizini acil tepki vermesi gereken bir problem olarak görmüyor ve atılacak adımları ya olabildiğince erteliyor ya da başkasının atmasını bekliyor. Bu sorunu aşabilmemizin bir yolu ise neredeyse yok. Kişilere bilinçlerinin onlara oynadığı oyunları anlatabilsek zaten pek çok diğer soruna da aynı zamanda çözüm bulabilirdik. Bu bağlamda ben artık çözüm üretilebileceğine inanmıyorum çünkü çözüm için adım atmadığımız her gün gelecekte atacağımız adımların atılmasını da zorlaştırıyor.

“İklim krizini durdurmak için hayatımı değiştirmeyi düşünmüyorum ama bana yapılacak bir tek şey söyleyin, ben de onu yapayım” derseniz, hepimizin yapabileceği ve hayatımızı değiştirmemizi gerektirmeyen önemli bir şey var: Hangi partiye oy verecek olursanız olun, oy vereceğiniz kişiye ve partiye benim için iklim krizi en önemli konu ve bu konuda ne yapmayı planladığınızı öğrenmek istiyorum deyin lütfen.

Politikacıları genelde iyi ya da kötü diye ayırabiliriz ama hepsinin bir tek ortak özelliği vardır: Bir dahaki seçimi kazanmak isterler. Bir dahaki seçimi kazanmak için de ellerinden geldiğince sizin dediklerinize önem vermek isterler. Biz onlardan öncelikle gelir istersek ekonomiyi, iş istersek üretimi, aş istersek tarımı öne çıkartırlar. Bunların herhangi birinde ne derece başarı sağlayacakları ayrı konudur ama bizim önceliklerimiz onların öncelikleri olmadığı zaman zaten halkla bağlarını zayıflattıklarından bir dahaki seçimi kazanma şansları da azalır. Bu nedenle ne kadar çok kişi politikacılara iklim krizini durdurmak için ne yapacaklarını sorarsa, iklim krizini durdurmak yolunda atılacak adımlar da devlet politikasında o denli artar. Oturduğumuz yerden politikacıların kendiliklerinden bir adım atmalarını beklemek saflıktır. Biz talep etmediğimiz müddetçe politikacılar bu adımları genellikle atmazlar, bu onları iyi ya da kötü değil, sadece insan yapar. Hepimiz zor kararlar alabilmek için çevremizden destek bekleriz, aynısı politikacılar için de geçerlidir. Bu nedenle ilk yapmamız gereken şey, bireysel ve toplu olarak hangi partiye oy veriyor olursak olalım, iklim krizini politikanın en önemli gündem maddesi yapmaktır.

İkinci adımımız aynı davranışı malını satın aldığımız tüm üreticilere uygulamaktır. Çoğu zaman aynı ürünün çevreye ve iklime daha az zarar vereni daha pahalı olabilir. Cebimizdeki para her zaman bu daha pahalı ürünü almamıza imkan vermeyebilir. Ama mümkün oldukça, imkan ve cebimizde yeterli para varsa daha doğru üretim yapan üreticiyi desteklememiz gerekir. Bu, piyasaya iklim krizini kötüleştirecek üretim biçimlerinden sakınmasını telkin edecek en önemli sinyaldir. Üretici doğaya daha saygılı üretim yaptığı zaman daha kazançlı çıktığını görürse doğaya saygılı olmayı sürdürür, aksi takdirde davranış biçimi muhtemelen Don Kişotluk seviyesinde kalır. Bu nedenle, doğru üretim yapanları desteklemeliyiz.

Şimdi, “bunun yerine, politikacılar yanlış üretim yapanlara ceza verse” diyeceksiniz ama siz birinci maddede başarılı olmazsanız bu adım gerekli zaten. Tüm politikacıların iklim krizini birinci sıraya koydukları bir ülkede, kimse iklim krizini dikkate almayan bir mal üretip satamaz ve ithal edemez zaten. Ne yazık ki yeryüzünde henüz öyle bir ülke yok. O zaman bizim sorumluluğumuza giren diğer konulara da biraz değinelim:

Hareketlilik: Kısaca, ya hareket etmeyeceğiz ya da sadece kendi gücümüzle hareket edeceğiz. Hadi, biraz daha gevşetelim, toplu taşıma da kullanabiliriz. Ama özel araç kullanımına son vermek zorundayız, uçakla seyahat etmek de ancak mecbur olduğumuz zamanlara mahsus olmalı. Önce uçak konusunu biraz açalım: Gideceğimiz yere makul sürede gitmenin başka bir yöntemi varsa, o yöntemi seçmeliyiz. İstanbul’dan Ankara’ya gidiyorsak trenle, Kayseri’ye otobüsle veya birkaç kişi birlikte arabayla gitmemiz doğru çözümdür. Amerika’ya tren ya da otoyol olmadığından uçakla gideceksiniz ama o da uzun süre kalacaksanız. Bir toplantı ya da turizm için okyanus aşırı uçuşları artık bırakmak zorundayız. Hatta, bir toplantı için bir şehirden diğerine gitmeyi bırakmak zorundayız. Kusura bakmayın, burada “ama” yok. İstanbul’dan Avrupa’nın bir şehrine uçup geri gelmek sizin bir sene boyunca evinizi ısıtmanızdan ya da tüm yiyeceklerinizin üretilmesinden daha fazla karbondioksit salıyor atmosfere. Torunlarınıza yaşayabilecekleri bir gezegen bırakmak istiyorsanız başka çözüm yolu yok ve yukarıda değindiğimiz gibi, devletler ya da şirketler sizin yerinize bu sorunu çözmeyecekler.

Kapının önünde duran arabanıza da veda etmeniz gerekiyor. “Araba olmadan bu şehirde nasıl yaşarım?” diyorsanız zaten ya yanlış şehirde yaşıyor ya da yanlış yaşıyorsunuz demektir. Onun için arabayı unutun artık! Bisiklet, toplu taşıma ya da servisle hayatınızı sürdürebiliyorsanız ne güzel, aksi durumda problemin ciddi bir parçası olduğunuzu kabullenin ve başkasını suçlamayı bırakın.

Beslenme: İki önemli soruna dikkat etmeniz gerekiyor. İlki, satın aldığınız gıdanın asla çöpe gitmemesi gerekiyor. Günlük alışveriş yapmaya ve yiyeceğiniz kadar yemek hazırlamaya dikkat edin. Dünya’da 821 milyon insan geceleri yatağa aç giderken sizin yemeğinizi yemediğiniz için çöpe dökmeniz en hafif deyimiyle ayıptır. Bunun üzerine bir de o besinin üretiminde ve siz çöpe attıktan sonraki işlemlerde ne kadar daha sera gazı salındığını unutmayın lütfen. Gıdanın çöpe gitmemesi sorunlarımızın çözümünde hem maddi açıdan hem de iklim krizi açısından önemlidir. Sonuçta hepimiz o gıdaya para da veriyoruz, çöpe atmak yazık değil mi?

Bir de hayatımızdaki hayvansal gıdaları azaltmamız gerekiyor. Bundan elli sene önce ne kadar hayvansal gıda tüketiyorsak o seviyede olmamız yeterli. Bugün elli yaşın üzerindekiler hala yaşayabiliyorlarsa o tüketim seviyesi o kadar da kötü değil demektir. Ayrıca mümkün olduğunca bitkisel ağırlıklı beslenme sağlığınız açısından da faydalıdır.

Tüketim: Kapitalist ekonomik düzen bizim her an biraz daha fazla şey tüketmemiz üzerine kurulu. Buna dur deyin! Bu kadar basit. Gereksiz hiçbir şey satın almayın. Buna içinizden “ama…” diye başlayarak vereceğiniz cevapların tümü sizi bu tüketim yaşamına bağımlı kılmak için bilincinize ekonomik düzen tarafından sokulmuş hurafelerdir. Siz satın almazsanız ölmezsiniz, size o malı üreten kişiler de ölmez. Yeter ki o malı üreten kişi de siz de sistem tarafından sömürülmeyin.

Sonuç olarak iklim krizine çözümü başkalarından bekleyemeyiz. “Biz hayatımızı bildiğimiz gibi sürdürelim ama devlet bir şeyler yapsın ya da şirketler daha iyi üretsinler” söylemi ne yazık ki geçerli değil. Tüm bunların olabilmesi için talebin ilk olarak bizden gelmesi gerekiyor. Biz istersek her şey olur. Yeter ki birlik olalım ve doğru şeyleri isteyelim.

8 Aralık 2021 Çarşamba

Tükenen Kaynakları Geri Döndürme

Dünya yüzeyinde binlerce yıl kullanmamıza yetecek kadar metal bulabiliriz. Çoğu yer altında olmak üzere insanlığın atmosferi nefes alınamayacak hale getirene kadar yakabileceği kömür, petrol ve doğal gaz kaynaklarımız da var. Ancak tüm bu kaynaklara baktığımızda iki ana sorun karşımıza çıkıyor. Öncelikle, bu kaynakların tümünü ayrıştırıp kullanmalı mıyız? Eğer “kullanalım” dersek atmosferdeki karbondioksit miktarını milyonda 5000 seviyesinin üzerine çıkarmamız mümkün. Dinozorların zamanında o seviyeleri geçtiği bile oldu, dolayısıyla tüm kaynakları çıkartıp yakarsak aynı seviyeyi bulmamız mümkün. Ama tıbben biliyoruz ki atmosferde 5000 ppm seviyesinin üzerinde karbondioksit olursa nefes bile alamayız. Diğer madenleri de çıkarmaya karar verirsek yeryüzü canlılar için yaşam alanından çok maden alanıyla dolmaya başlar.

Ayrıca, tüm bu kaynakları çıkarıp işlemek de gittikçe daha pahalıya mal olmaya başladı. Bazı metalleri ve kömürü neredeyse on bin yıldır çıkarıp kullanıyoruz. Dolayısıyla da rahatça ulaşabileceğimiz kaynakları çoktan tükettik. Şimdi, daha zor ulaşılan ve yoğunluğu da fazla olmayan kaynaklara doğru yöneldik. Bu da elbette maliyetleri fazlasıyla artırıyor. Bu da kaynak kısıtımızın sınırını çizen diğer olgu.

Aslında çoğumuzun fazla düşünmediği bir başka sınır daha var. Bugün yeryüzünün karalarla kaplı kısmının yarısından fazlasında tarım yapıyoruz. Gezegenimizin toplam alanının yüzde 12’si tarıma ayrılmış durumda ve gittikçe pek de uygun olmayan bölgelerde tarım yapmaya uğraşıyoruz. Bu çabayı en uç noktasına taşısak bile ne yazık ki tarım yapabileceğimiz alanlar yeryüzünün yüzde 15’ini geçemiyor. Bu nedenle de tarımsal üretim bakımından da bir sınıra çok yaklaşmış bulunuyoruz. Tarım alanlarının genişlemesi de çoğunlukla yağmur ormanlarının azalması pahasına gerçekleşiyor. Kısacası üretim ve tüketim sistemlerimizdeki genişleme bizi artık gezegenimizin sınırlarına kadar taşımış durumda, bundan sonra istesek de böyle üretmeye ve tüketmeye devam edemeyiz. Hadi diyelim bir on ya da yirmi sene daha böyle devam ettik. Sonrasında frene çok daha sert basmak zorunda kalacağız.

Peki çözüm var mı? Doğal çözüm olarak hepimizin aklına tüketimi azaltmak geliyor. Aslında bu en doğru çözüm olsa da hızlı biçimde uygulanabilirliği çok kolay olmayan bir çözüm. Bu çözüme ulaşmanın yolu tüketimi oluşturan iki unsurun en az birini azaltmaktan geçiyor. Ya nüfusu azaltacağız ya da kişi başı tüketimi. Bu iki faktör de yavaş değiştiklerinden bunları düzeltme üzerinde çaba sarf ederken bir başka çözüm yöntemi de düşünmek zorundayız.

Son senelerde üzerinde çok kafa yorulan diğer çözüm yöntemlerinden biri de döngüsel ekonomi. Ben elimden geldiğince “döngüsel ekonomi” kavramını kullanmamaya çalışıyorum çünkü bu kavramın içindeki “ekonomi” sözcüğü bu kavramın bir şekilde ana unsurunun para olduğu hissini veriyor. Oysa bu kavramın içerisindeki ana unsur “döngüsel”. Hem de asıl derdimiz burada bir değer yaratmanın ötesinde kaynakları sürdürülebilir biçimde kullanmak. Sizler isterseniz “döngüsel ekonomi” yerine “sürdürülebilir üretim ve tüketim” de diyebilirsiniz çünkü asıl yapılmak istenen bu. Bu çabanın sonunda her zaman asıl amaç fazla para kazanmak değil. Asıl amaç, kaynakları olabildiğince akıllıca kullanarak sınırlı kaynaklardan insanlık ve yeryüzü için en geniş faydayı sağlayabilmek.


Yeni sayılabilecek bu döngüsel ekonomi kavramı genelde üretim - olabildiğince geri dönüşüm - tekrar üretim olarak oldukça kısıtlı biçimde algılanıyor. Bu algı aslında çoğunlukla günlük hayatımızın sadece gıda ve tüketim ürünleri dışındaki kısmını kapsıyor. Oysa hayatımızın önemli kısmı gıda ve tüketim ürünleri çevresinde yaşanıyor. Kısaca, döngüsel üretim ve tüketim, insanlığın tüketimi azaltırken uygulamak zorunda olduğu bir yöntem. Gelecek haftalarda bu düşünce yapısının temellerini konuşmaya devam edeceğiz.

1 Aralık 2021 Çarşamba

Kaynaklarımızın Sınırları

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya ekonomisi daha önce benzeri görülmemiş bir ekonomik  büyüme sürecine girdi. Bu büyüme süreci tüm ülkelerdeki fakirliği görece olarak azaltmanın yanı sıra gelişmiş ülkelerin bugünkü refah seviyelerine ulaşmalarını sağladı. Ancak bu büyüme süreci aynı zamanda büyümenin sürdürülebilirliği konusundaki sorunları da beraberinde getirdi. Bu tür sorunları ortaya koyan kuruluşların başlıcalarından olan Club of Rome “Daha ne kadar büyümek mümkün?” sorusunu MIT Üniversitesinden bir grup bilim insanına yöneltti. Donella Meadows ve arkadaşları da bu soruya cevap üretmek için yaptıkları çalışmayı Limits to Growth (Büyümenin Sınırları) isimli raporla bilim dünyasına duyurdu. 1972 yılında yayımlanan bu rapor o günden beri uygarlığımızın büyüme sınırlarını belirleyen temel çalışma olarak değerlendirilir.

Büyümenin Sınırları çok kapsamlı bir rapor olsa da büyüme sorunsalına dar bir pencereden bakar ve “daha fazla büyüyebilmek için yeterli kaynağımız var mı?” sorusuna cevap bulmaya çalışır. 1972 yılından probleme baktığımızda o an için büyümeye yetecek kaynaklarımızın olduğunu ve üretim biçimlerinde değişikliğe gidilmediği takdirde bu kaynakların 2072 yılına kadar yeteceğinin anlatıldığını görebiliyoruz. “Böyle büyümeye ve kaynak tüketmeye devam edecek olursak medeniyetimiz yüz yıl sonra önemli bir kriz ile karşı karşıya kalacak” diyen raporun hazırlanmasından bu yana yaklaşık 50 sene geçti. Kriz noktasına daha 50 senemiz var ama medeniyetimiz bırakın bu kaynak tüketimine karşı önlem almayı, kaynakları daha da fazla tüketerek ilerlemeye devam etti.

Bugün medeniyetimiz yeryüzünün kendisine bir yılda kullanması için sağladığı kaynakları daha Temmuz ayının sonuna varmadan tüketiyor. Bu tüketim biçiminin sürdürülemez olduğu açık ve her geçen sene gelecek kuşakların kaynaklarından artan bir biçimde çalmaya devam ediyoruz. Bu talan ne yazık ki bizim türümüzün en temel özelliklerinden birisi. Binlerce yıldır hayvanlardan farklı olarak insan toplulukları bir bölgedeki kaynakları sömürdükten sonra bir başka bölgeye göç ederek yaşamaya alıştılar. Şimdi ise gezegenin tamamına yayılıp, tüm kaynaklara egemen olduğumuzdan yayılacak bir yer kalmadı ve sonunda yeryüzünün sınırlarına toslamaya başladık.

Geçen yüzyılın sonlarına doğru kaynaklarımızın sınırları ortaya çıkmaya başladığında yeni bir kavramla tanıştık: Sürdürülebilir Kalkınma. Bu kavram ilk defa Brundtland Komisyonu tarafından 1987 yılında şöyle tanımlandı: “Gelecek nesilleri kendi ihtiyaçlarını giderecek imkanlardan mahrum bırakmadan şimdiki nesillerin ihtiyaçlarını giderebilmek.” Kolayca görebileceğimiz gibi sürdürülebilirliğin bugünkü çerçevesini belirleyen 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacı’nın çok azını barındıran bir tanımlamaydı bu ve temelde sadece kaynak kullanımına yönelikti. 1987 yılında derdimiz tükenen kaynaklardı ve bugüne gelene kadar da fazla bir değişiklik olmadı. Ekonomik açıdan bakıldığında sağlık, eğitim, eşitlik, çevre, yönetişim ve toplum sürdürülebilir kalkınmanın bir parçası olmayı henüz beceremedi. İş dünyası açısından sürdürülebilirlik en başta elde edilen kazancın sürdürülebilmesi ve bunun için de mümkünse iş yapış şekillerinin değişmemesi olarak algılanıyor. Ancak ne yazık ki yeryüzü bu noktada pes etmeye çok yaklaşmış durumda. Biz tüm planlamalarımızda kaynakların çok uzun süre var olacaklarını düşünsek de bu kaynakların önemli bir kısmı şu anda iş dünyasının çoğunluğunu oluşturan nesiller henüz hayattayken tükenecek ve iş yapış şekillerinin değişmeden kalması mümkün olmayacak.

Basit bir örnek olarak bakırı alabiliriz. Elektrikli aletler arttıkça bakıra olan ihtiyacımız da artıyor. Ancak bakır yaklaşık 10 bin yıldan beri kullandığımız bir metal ve bakırı bulmak ve çıkarmak her geçen gün zorlaşıyor. Bu nedenle “bakır kaynakları tükenir mi?” sorusuna “hayır” diye cevap veriyor olsak da piyasadaki bakırın her geçen gün fiyatı artmaya devam edecek. Sonunda bu fiyat öyle bir seviyeye ulaşacak ki biz uygulamalarımızda başka bir metal kullanmayı tercih edeceğiz ya da bakırı sürdürülebilir biçimde kullanmayı seçeceğiz. Sürdürülebilir kullanım ise beraberinde gerekli olan her madde için bize yeni yöntemler ve iş yapış şekilleri getiriyor. Kısacası, eğer kulak verirsek, doğa sürdürülebilir bir yaşamın mümkün olduğunu fısıldıyor ama sadece dinlemeye hazır kulaklara.

24 Kasım 2021 Çarşamba

Karbon Piyasaları İşimize Yarar Mı?

İklim krizinin boyutlarının büyümemesi için acilen adımlar atmamız gerekiyor. Geç kaldığımız her sene insanlığın başına gelecek olan felaketin boyutunu büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Aslında hesap oldukça basit. Eğer küresel ısınmayı 1,5℃ ile sınırlamak istiyorsak bugünden başlayarak en fazla 420 milyar ton karbondioksit daha salabiliriz. 2℃ sınırı için salabileceğimiz üst limit 1270 milyar ton karbondioksit. Bu sınırları aşacak olursa sıcaklık daha da fazla artacak ve bununla birlikte yaşayacağımız felaketler de şiddetlenip çeşitlenecek.

İnsanlık olarak atmosfere her sene 40 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Böyle devam edecek olursak 1,5℃ sınırını 2033’te, 2℃ sınırını da 2054’te aşacağız. Bu sınırların aşılmaması için öncelikle yapılması gereken şey birlikte bir karar vermemiz. Bu karar gelecekte insanlığın da sera gazı salımları açısından nasıl hareket etmesi gerektiğinin belirleyicisi olacak. Diyelim hep birlikte 2℃ sınırını aşmamaya karar verdik. O zaman elimizde 1270 milyar tonluk bir karbondioksit bütçesi var. Bu miktarı sıfıra indireceksek her sene 1,6 milyar ton azaltım yaparak 2085 yılında hedefe ulaşabiliriz. Okurken ya da dinlerken biraz karışık gelse de basit matematiksel bir hesaptan bahsediyorum. Bugün senede 40 milyar ton olan karbondioksit salımlarımızı her sene 1,6 milyar ton azaltırsak hedefe ulaşabiliriz.

Dikkat ederseniz, hangi ülkenin ne yapacağı konusunda bir şey söylemedim çünkü bu hesaptaki 1,6 milyar ton tüm insanlığın azaltımı olacak. Bunu isterseniz gelişmiş ülkelerden, isterseniz de gelişmekte olan ülkelerden azaltırsınız. Ya da gelişmiş ülkeler bu azaltımın bedelini gelişmekte olan ülkelere öderler ve azaltımın çoğunu gelişmekte olan ülkeler yüklenir ve bu şekilde ekonomilerini rahatlatırlar. 

Bu hesabın içinde kafanıza uymayabilecek türlü detay olduğunu biliyorum. Mesela bu 40 milyar tonu ülkelere göre nasıl böleceğiz, bugünkü salımlarını mı temel olarak alacağız yoksa 40 milyar tonu kolayca 8 milyar insana bölüp herkesin hakkı 5 tondur mu diyeceğiz, bunların hepsi haklı sorular. Ama bu soruları soruyorsak en tepedeki “senede 1,6 milyar ton azaltmamız gerekiyor” kararını kabul ettik demektir. İşte başarıya ulaşmak için de önemli olan bu kararın kabul edilmesidir. Tüm insanlığın toplam azaltım miktarını kabul etmeden işe girişemeyiz. Her ülke, bugün olduğu gibi kendi kafasına uygun bir azaltım düşüncesini kabul ederse bu yapı içerisinde ortak bir çaba ile karbon salımlarını yeryüzüne zarar vermeyecek bir seviyeye indirmek mümkün olmaz.

Diyelim bir karbon piyasası oluşturduk. Kulağa hoş gelse de böyle bir piyasanın oluşması için öncelikle 1,6 milyar azaltımdan payımıza düşenin ne olduğunu belirlememiz gerekir. Gene diyelim tüm ülkeler şu anda oldukları noktayı baz aldılar, yani Türkiye’nin bu sene 500 milyon ton sera gazı saldığını kabul ettik ve seneye sadece 480 milyon ton salma iznimiz olduğunu belirledik. O zaman aramızda oturup bu 20 milyon ton azaltımı nasıl yapacağımıza karar veririz. Mesela, enerji şirketlerinin 12 milyon ton azaltım yapacağına karar verdik. O zaman her şirket 2022 senesinde ya üzerine düşen azaltımı yerine getirir ya da bu azaltımdan fazlasını sağlayan bir şirketten kendi azaltamadığı kısmı satın alır. Türkiye’den bu miktarı satın alamayacak olursa da yabancı kaynaklardan açığını kapatmaya çalışır çünkü azaltımın hangi ülkede yapıldığının fazla bir önemi yoktur.

Bu sistemin çalışmayacağını görmeniz hiç de zor değil. Sebeplerini anlayabilmek oldukça kolay. 1,6 milyar ton azaltımı ülkelere nasıl böleceğiz? Bugün iklim görüşmelerinin sağlıklı bir sonuca ulaşamamasının altındaki temel soru bu aslında. Sonra, hadi diyelim herkes kabul etti ve böldük, bizim payımıza düşeni ülkemiz içinde nasıl dağıtacağız? Diyelim dağıtmayı başardık, herkesin dürüstçe buna uyacağını nasıl ölçeceğiz? Diyelim ölçmeyi de başardık, herkesin dürüst olmasını, kurallara uymayanların uymasını nasıl sağlayacağız? Para cezası kesmek burada çözüm değil çünkü kesilen para cezası havaya salınan sera gazlarını geri toplamaya yaramıyor. Bu listeyi epey uzatabiliriz ama sorunların çoğunu anladınız sanırım. Esas sorun en tepede. Yani tüm devletleri karbondioksit salımlarından her sene 1,6 milyar ton azaltım yapmaya, bunu uygulamaya ve bu bağlamda uluslararası işbirliği yapmaya nasıl ikna edeceğiz? Çünkü bir ülke bile bu sisteme katılmayacak olsa ticari açıdan oldukça büyük bir kazanç sağlar. Sisteme katılmak istemeyen ülke Kolombiya olsa ticari ambargolarla ikna etmek mümkün olur ama mesela Çin’i neyle ikna edebilirsiniz?

Sonuç olarak karbon piyasaları oyun teorisinde bilinen ismiyle eksi toplamlı bir oyundur. Tüm oyuncuların kazandıklarını ve kaybettiklerini topladığımızdan sıfırdan küçük bir sayı elde ederiz, bu toplam da sistemdeki 1,6 milyar ton karbondioksidi azaltmanın bedelidir. Bu oyun sıfır, hatta artı toplamlı bir oyun olarak görülemez. Ancak ne yazık ki ülkemizde de dış ülkelerde de karbon piyasası denildiğinde pek çok hevesli kişi ve şirket bulmak mümkün, yalnız bunların tümü ilk başta önemli bir azaltım kotası belirleneceğini düşünmedikleri için bu oyuna taraf olmak istiyorlar. Oysa bizi mutlu sona ulaştıracak seviyede bir azaltım belirlenmiş olsa oyuncuların çoğu, ciddi kayıp riski olan bu oyuna katılmak için böylesi hevesli olmazlar.


21 Kasım 2021 Pazar

İklim görüşmeleri neden işe yaramıyor?

Önce problemi tanımlayalım: Yeryüzü son iki yüzyılda yaklaşık 1,3℃ ısındı. Bu ısınma hepimiz açısından ciddi kötü sonuçlara yol açtı. İnsanlığın ağırlıklı çoğunluğu küresel ısınmadan ve onun getirdiği problemlerden hiç de memnun değil. Hatta çoğu insan açısından bakıldığında durum felaket seviyesine gelmeye başladı.

Bilim insanları yaptıkları çalışmalarla bu ısınmanın daha da artmasının sadece doğrusal değil üstel zararlara neden olacağını ortaya koyuyorlar. Bunun basit anlamı şu: Isınma 1,3℃’den 2,6℃’ye yükseldiğinde yaşayacağımız felaketler sadece iki katına çıkmayacak, belki de on kat artacak. Bu nedenle de küresel ısınmayı mümkün olduğunca düşük seviyede tutmamız gerekiyor. Bilim insanları bu kritik eşiğin 2℃’yi aşmaması gerektiğini kabul ediyorlar. Hatta mümkünse çok daha aşağıda, mesela 1,5℃’de tutulması, özellikle deniz seviyesine çok yakın bölgelerde yaşayan insanların büyük felaketlerle karşılaşmaması için gerekli.

Bunun ötesinde bilim insanları küresel ısınmanın 1,5 veya 2℃’de tutulabilmesi için en fazla ne kadar sera gazı salınabileceğini de hesaplayabiliyorlar. Isınmanın 1,5℃’nin üzerine çıkmaması için 2022 yılından itibaren toplam 420 milyar tondan az karbondioksit salmamız gerekiyor. Isınmanın 2℃’nin üzerine çıkmaması için de toplamda 1270 milyar tondan az karbondioksit salmalıyız. Ayrıca, bu bir ortalama hesap, yani toplam 420 milyar tondan az karbondioksit salsak bile ısınmanın 1,5℃’nin üzerine çıkması ihtimali %50.  



Senede yaklaşık 40 milyar ton karbondioksit saldığımıza göre 1,5℃ ısınma hedefini 2033’te , 2℃ ısınma hedefini de 2054’te aşacağız. Hesap bu denli basit.

Bu hesaba dayanarak bir politika oluşturacak ve tüm ülkelerin de buna uyacaklarını düşünecek olursak, 1,5℃ ısınmanın altında kalabilmek için gelişmiş ülkelerin karbon salımlarını 2025 yılında net sıfır yapmaları, Çin ve Hindistan dahil gelişmekte olan ülkelerin de net salımlarını 2035 - 2040 aralığında sıfıra düşürmeleri gerekiyor. 2℃ ısınmanın altında kalabilmek için de benzer şekilde gelişmiş ülkelerin 2040’ta, gelişmekte olan ülkelerin de 2060-2070 aralığında net sıfıra düşmüş olmaları gerekiyor.

Bu hesaptan birkaç sonuç çıkarmamız mümkün:

Avrupa Birliği de dahil olmak üzere hiçbir ülke küresel ısınmanın 1,5℃’de durdurulabileceğine inanmıyor. Salımları önemli sayılabilecek hiçbir ülkenin azaltım hedefleri 1,5℃ azaltımla uyumlu değil.

Avrupa Birliği de dahil olmak üzere çoğu ülke küresel ısınmanın 2℃’de durdurulabileceğine de inanmıyor. İnanıyor olsalar, AB net sıfır salım hedefini 2040, Çin 2050, Hindistan da 2060 gibi bir tarihe koyardı. 

Çoğu ülke gözlerini hedefe dikip elinden gelenin en iyisini ortaya koymaktansa rakiplerinin neler yapacağını gözleyerek kendisine bir pozisyon belirlemeye çalışıyor. Gelecekte diğer ülkeler biraz daha ciddi önlemler almayı kabul ederlerse, bu ülkeler de biraz daha ciddi hedefler ortaya koyabilirler.

Ne yazık ki bu rakipleri kollayarak önlemleri belirleme oyununu oynayabilecek vakit kalmadı artık.

Glasgow’da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 26. Taraflar Konferansı yapıldı. İklim bilimi açısından şimdiye kadarki 25 konferansta elde edilen gelişmelere dikkat etmemiz gerekiyor:

Yapılan bunca toplantı, konuşulan onca konu, alınan bunca karar atmosferdeki karbondioksit oranına nasıl yansımış dersiniz? Gözümüz bizi aldatmıyor, merak etmeyin. Kısaca anlatmak gerekirse, hiçbir işe yaramamış. Bu konferans bir işe yarayacak mı? Kesinlikle hayır. Bu bağlamda çok taraflı diplomasinin tamamen boşa harcanan zaman olduğunu görebilmek için 27 sene geçmesi gerekmemeli. Bu toplantılar büyük panayırlardan farklı değil, iklim krizini durdurma yönünde hiçbir faydası olmuyor ve olmayacak da. Lütfen kimse kendini kandırmasın.

Bu toplantıda ilk defa kömürün kötü bir şey olduğu söylenmiş. Kömürün kötü olduğunu 1992 yılında sözleşme imzalandığında da biliyorduk, bunun sonuç belgesine geçmesi 29 yıl aldıysa iklim diplomasisi işlemiyor demektir. İşe yarayan karar gelişmiş ülkelerin kömür kullanımına 2025’ten itibaren moratoryum uygulamaları, gelişmekte olan ülkelerin de bu yıldan itibaren kömürlü termik santral yapmayacaklarını taahhüt etmeleri olurdu. 

Bu tür toplantılarda kararların oy birliği ile alınmasına gayret edildiğinden bir hedefe varılabilmesi neredeyse imkansız. Bu nedenle de artık başka bir yol denememiz gerekiyor. Politika açısından bakıldığında bu yolun ikili görüşmeler sonucunda açılabilmesi daha uygun görülüyor. Bu görüşmeler de bazen havuçla, bazen de sopayla yürütülse de çok taraflı görüşmelerin artık bir sonuca varmadığı açık olduğundan denenmesi daha doğru olacaktır.

Konferansta devletler arasındaki en büyük sorunun azaltım miktarlarından çok maddi konularda olduğu görüldü. Kim, kime, nasıl karbon kredisi satacak, bunun piyasası nasıl oluşturulacak diye uzun uzadıya konuşularak çözüm gene neoliberal piyasa ekonomisinde aranmaya çalışıldı. Einstein bizlere bu konuda çözümü en güzel biçimde gösterdi, başımızı beladan kurtarmak için başımızı belaya sokan sistemleri kullanamayız. Artık bize değişik bir sistem ve değişik bir düşünce yapısı gerekiyor.

17 Kasım 2021 Çarşamba

COP 26'nın ardından...

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 26. Taraflar Konferansı geçtiğimiz iki hafta boyunca Glasgow’da yapıldı. Sonucu kısaca anlatmak gerekirse, daha önceki 25 konferansta olduğu gibi bu konferansta da iklim krizini insanlığın sonu olmaktan alıkoyacak bağlayıcı bir karar alınmadı.

Bu durumun en önemli sebebi insanlığın önemli bir kısmının iklim krizini henüz en önemli sorunları olarak görmemesidir. Dışarıdan öyle gözükmese de devletler halklarının istekleri doğrultusunda hareket ederler. İnsanlar iklim krizini ilk sıraya oturttukları gün bu konferansların sonuçları da değişik olmaya başlayacak. Ne yazık ki çoğu devletin, özellikle de gelişmiş ülkelerin o noktaya varmalarına daha çok var; belki de Hollanda ve Danimarka benzeri birkaç ülke dışında krizin ciddiyetini asla kavramayacaklar.

Her zaman söylediğimiz gibi, iklim krizi için önemli değişiklikleri bu konuya olumsuz katkısı en düşük değil en yüksek kesimler yapmalılar. Bu, ülkeler arasında olduğu kadar ülkelerin içinde de geçerli. “Daha az hayvansal ürün tüketin” dediğimizde zaten ayda masaya zorla yarım kilo kıyma koyan bireylerden söz etmiyoruz. “Uçakla seyahat etmeyi bırakmak zorundasınız” uyarısı halkının önemli çoğunluğu uçak görmemiş Etiyopya için değil. Ancak bu tür lükslere ve avantajlara sahip ülkeler diğer konferanslarda olduğu gibi Glasgow’da da alınacak bağlayıcı kararların önünü tıkadılar.

Israrla “bağlayıcı kararlar” dememin de bir nedeni var. Uluslararası politikada bağlayıcı kararlar alındığı zaman bile bunu zorlayacak uluslar-üstü bir güç yoktur. Zorlayıcılık ya askeri güçle ya da ekonomik yaptırımla oluşturulabilir. Amerika Birleşik Devletleri veya Çin gibi askeri güçle ya da ekonomik yaptırımla zorlayamayacağınız ülkeler de istedikleri zaman alınan bağlayıcı kararları bile tanımayabilirler. Bu nedenle de COP 26’da bağlayıcı bir karar bile alınmamış olması konferansın ne derece verimsiz olduğunu bizlere anlatabilir.

Gene de birkaç ufak, güzel şey oldu. Mesela Hindistan ve Türkiye net sıfır karbon salacakları tarihleri açıkladılar. Hindistan 2070 yılında net sıfır karbon salacağını açıklamasına rağmen kömürden enerji üretiminin durdurulmasını söyleyen kapanış kararını yumuşatarak kömürden enerji üretmenin azaltılması şekline getirdi. Ülkemiz ise bu Taraflar Konferansı’nda Günün Fosili ödülünü almayarak aslında epeyce önemli sayılabilecek bir başarı yakaladı. Günün Fosili ödülü COP sırasında her gün çevre örgütleri tarafından iklim politikası bağlamında en kötü adımları atan ülkelere takdim ediliyor. Bu sene 2053 yılında net sıfır karbon salan bir ülke olacağımız hedefini açıklamış olmamız ve konferansta bakan ve bakan yardımcısı seviyesinde temsil edilmemiz çevre örgütleri tarafından olumlu karşılandı.

Çin ve Amerika Birleşik Devletleri de uzun süredir görüşmelerini sürdürdükleri iklim anlaşmasını açıkladılar. Anlaşmanın içeriğinde güzel temennilerin ötesinde bir şey olmaması önemli bir hayal kırıklığı, ama gene de en fazla sera gazı salan iki ülkenin bunu bir problem olarak görerek adımlar atmayı kararlaştırmaları bile faydalı bir adım sayılabilir. Yine de alınması gereken çok yol var.

Son iki senede üç kat artan kömür fiyatları karşısında pek çok ülkenin kömürden çıkmayı taahhüt etmeleri ciddi bir sürpriz oluşturmuyor. Ancak kömüre dayanarak üretim yapan büyük ülkelerin bu listede olmaması sadece kömürün adının artık bırakılması gereken kötü bir alışkanlık olarak geçmesi ötesinde bir kazanç sağlamıyor.

Ayrıca metan salımının azaltılması için çaba sarf edileceğinin açıklanması da fazla bir anlam taşımıyor çünkü bu açıklama bir iyi niyet beyanının ötesine geçmiyor. Yanında sayılar ve hedefler olan bağlayıcı bir karar gerçek bir adım olabilirdi, ancak ülkeler o adımdan hala oldukça uzaklar.

Ciddi sonuçlar almaktan oldukça uzak bir konferansı daha tamamladık. Taraflar Glasgow’dan bir sonraki konferansın yapılacağı Mısır’da, daha faydalı sonuçlar alınacağını umarak ayrıldılar. Aynı Glasgow’da daha faydalı sonuçlar alınacağını umarak Madrid’ten ayrıldıkları gibi. Bu nedenle de bu konferanslar her geçen sene hedeften uzaklaşıyorlar. Yakın zamanda bu toplantıları bir gösteri olarak kabullenip esas kararların ülkeler arasındaki ikili görüşmelerde alınacağını benimsememiz gerekecek gibime geliyor.

11 Kasım 2021 Perşembe

İklim Görüşmelerinde Politika Oyunları

Bundan 7 sene önce Lima’daki İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 20. Taraflar Konferansı yine bir anlaşma umudu olmadan çökmek üzereyken Çin’in iklim görüşmelerindeki temsilcisi Xie Zhenhua ilginç bir fikir ortaya attı: Tüm ülkelere iklim krizini durdurmak için ne yapmak istediklerini soralım ve bu bazda bir iklim anlaşması kurgulayalım. Birleşmiş Milletler ülkelere tam da bu soruyu sordu ve cevapları toplayarak Paris’te toplanan 21. Taraflar Konferansına getirdi. Bu, tüm tarafları memnun eden bir yaklaşımdı. Kimseyi herhangi bir azaltıma zorlamıyordu ve bağlayıcılığı yoktu. Herkes ne yapacağına kendisi karar veriyordu. Tek zorunluluk her beş senede bir daha önce yapmayı taahhüt ettiklerinizden daha ileri bir taahhüt ortaya koymanızdı.

Paris Anlaşması alkışlarla kabul edilmeden önce bir problem ortaya atıldı. “Hani biz 16. Taraflar Konferansında küresel ısınma 2 dereceyi aşmamalı demiştik ya Paris Anlaşmasında buna hiç referans vermiyoruz.” Evet, bu oldukça önemli bir sorundu çünkü ülkelerin yapmayı taahhüt ettikleri azaltımları topladığımızda, tüm ülkeler verdikleri sözün arkasında dursalar bile yeryüzü ortalama 2,5 - 3,0 derece ısınıyordu. “Olsun” dedi anlaşmanın taraftarları, “Onu da ekleyelim anlaşma metnine ve şöyle diyelim: Bu anlaşmanın hedefi küresel ısınmanın 2 dereceyi aşmamasını sağlamaktır.” Her ne kadar ülkelerin verdikleri sözler bu dileğin yerine getirilmesinden oldukça uzak olsa da  kimse buna itiraz etmedi çünkü bir kez daha politikacılar kendi aralarında politikacılık oynuyorlardı. Sonra Küçük Ada Devletleri söz aldı: “Ama 2 derece ısınma bizim için çok kötü, bu şekilde kısa sürede ülkelerimiz sular altında kalacak, ısınmayı 1,5 derecede durdurmamız gerekli” dediler. Anlaşmanın taraftarları, “yeter ki bir anlaşma olsun” diye düşünerek, “Peki, o zaman anlaşma metninde bu anlaşmanın hedefi küresel ısınmanın 2 derecenin oldukça altında ve mümkünse 1,5 derecede sınırlandırılmasıdır” yazalım dediler ve Paris Anlaşması bu şekilde kabul edildi. Kısacası, anlaşmanın esasıyla umut edilen 1,5 derecelik ısınmayı aşmama arasında hiçbir bağlantı yoktur. Umutlar 1,5 derece ama gerçekler, verilen tüm sözler tutulsa bile 3,0 dereceyi gösteriyordu.

Bugüne kadar da umutlarla gerçeklerin birbirine yaklaşması için uzun süren müzakereler yapıldı ama fazla bir başarı sağlanamadı. Aslında bu görüşmeleri yapan politikacılara bakacak olursanız önemli adımlar atıldı ve atılmaya da devam ediyor. Mesela Glasgow’da yapılan 26. Taraflar Konferansı sırasında ısınmanın 1,7 derece ile sınırlanmasını sağlayacak taahhütlerin verildiği söyleniyor. Ama bir de bu konferanstan eve döndükten sonra yapılanlar ve yapılacak olanlar var ki onlar çok farklı bir görüntü veriyor. 

Örnek olarak hepimizin gözü önünde son iki senedir gerçekleşen ABD politikasını verebiliriz. Başkan Biden, seçim kampanyasında iklim krizi ile altyapı ve çevre sorunlarını bir öncelik olarak aldığı için seçimi kazandı demek çok da yanlış olmaz. Seçildikten sonra tüm bunları gerçekleştirebilmek için gerekli olan maddi kaynağı alabilmek için çalışmalara başladı. Bütçeyi kongreden geçirmek için yaptığı çalışmalara 3,5 trilyon dolarlık bir teklif ile başladı ve bu bütçe üçte birine düşerek 1,2 trilyon olarak Temsilciler Meclisinden geçti. Kesintilerin önemli kısmı da iklim krizine engel olmak için tasarlanan programlara aitti. Senato’da ise Demokrat Joe Munchin bu kadar azaltılmış pakete bile karşı çıkıyor. Örneklendirmek gerekirse ABD’de kömür lobisinin en kuvvetli olduğu eyaletlerden biri West Virginia’nın senatörü olan Munchin kömürsüz elektrik üretimine karşı çıkarak bu bağlamda ayrılan 150 milyar dolarlık bütçenin kesilmesine neden olmuştur. Bu kesinti ABD’nin Paris Anlaşması bağlamında 2030 yılına kadar sera gazı salımlarını %50 azaltması taahhüdünün yerine getirilememesi anlamına geliyor.

Kısacası, politikacılar bu toplantılarda neler söylerlerse söylesinler, eve döndüklerindeki gerçeklikler iklim krizinin geleceğini belirliyor. Burada da evdeki gerçekliği yaratanlar bizleriz. Bizler iklim krizini diğer tüm politika unsurlarının üzerine taşıyacak olursak bu konuda bir ilerleme sağlanabilir. Yoksa kömür lobilerinin elinde oyuncak olan Joe Munchin gibi politikacıların istedikleri olacak ve yeryüzü hızla Altıncı Yok Oluşa doğru gitmeye devam edecek.  

2 Kasım 2021 Salı

Futbolun karbon ayakizi ve Metaverse

Başka bir yaşam şekli mümkün. Epey uzun süredir bu şekilde yaşadığımız için bize bundan başka türlü yaşam mümkün görünmüyor olabilir ama inanın bana, mümkün. Bugün size yakın gelecekte gerçekleşecek bir hayalden bahsedeceğim. Bu hayali altı ay önce anlattığımda sanırım benden başkası inanmamıştı ama bugün çoğumuz hoşlanmasak da Mark Zuckerbeg gibi biri de benzer bir hayalin peşine düştü. Hayalin artık bir adı da var: Metaverse.

Şöyle bir olay düşünün: Evinizde oturuyorsunuz, maç vakti geliyor. Üç boyutlu gerçekleştiricinizi kafanıza geçiriyor ve kendinizi bir anda stadyumdaki koltuğunuzda buluyorsunuz. Yanınızdaki koltukta da şehrin öbür ucunda oturan en yakın arkadaşınız oturuyor. Birbirinize dokunmanız “şimdilik” teknolojik olarak mümkün değil ama onu görebiliyorsunuz ve onunla konuşabiliyorsunuz. Üstüne oturduğunuz koltuktan üç boyutlu olarak maçı seyredebiliyorsunuz. Salonunuzdaki koltuktan kalkmadan hem de. Elbette bu maçı gerçekten seyretmenin yerini tutmaz ama iki boyutlu televizyonlarda seyretmekten çok daha zevkli olabileceğini de kolayca hayal edebiliriz. Ayrıca bizi ilgilendiren kısmı da şu: Maç her nerede oynanıyor olursa olsun, kişi başı sadece yaklaşık 300 gram sera gazı salımına neden olarak maçı bu şekilde izleyebilirsiniz.

Peki maçı gerçekte izleyecek olsanız ne kadar salıma neden oluyordunuz? Aynı şartlarda maçı seyredecek olsanız sadece maça gitmeniz yaklaşık 2 kilogram sera gazı salımına neden olacaktı. Maçı evdeki üç boyutlu gerçekleştirici ile seyretmeniz yaklaşık altıda bir sera gazı salımına neden oldu. Senede 40 maça giden 20 takımın 20 bin seyircisinden hesap edecek olsak bu 27 bin ton sera gazının atmosfere salınmaması anlamına geliyor.

Bugün baktığımızda bu bir hayal gibi geliyor. Sanal Gerçeklik (VR) gözlükleri daha yeni piyasada dolaşmaya başladı. Bu gözlüklerin öncelikle çok daha fazla gelişmesi ve aynı anda da kulaklık sistemleri ile birleşerek hem görüntü hem de sesi aynı anda taşıması gerekiyor. Bu teknoloji bugün biraz pahalı olsa da birkaç seneye çoğu evde bulunabileceğini hayal etmemiz pek de zor değil. Gerisi sadece yazılıma kalıyor. Burada da son haftalarda anlaşıldığı üzere Mark Zuckerberg ve Facebook göreve talip oluyor. Zuckerberg’in peşinde koştuğu metaverse kavramı tamamen bu ses ve görüntü nakleden cihazları kullanarak sanal bir ortamda dostlarımızla muhabbet edebilmenin yolunu açıyor. Yani, bir grup arkadaş, bu sistemleri taktığımızda birden kendimizi sanal bir odada bulacağız. Herkesin birer kendine benzer avatarı olacak ve o avatarlar bizim gibi konuşup hareket edecekler. Bunu yakın zamana kadar çok filmde izledik. Hatta Bruce Willis’in oynadığı Surrogates’de insanlar evden çıkmayı bırakıp kendilerini andıran robotları kontrol ederek bunu gerçekleştiriyorlardı. Ama amaç sera gazı salımlarını engellemekse maça bizim yerimize avatarımızı göndermek çok kazançlı bir yöntem değil. Bunun yerine Ready Player One’da gördüğümüz sistem çok daha avantajlı. Herhangi bir yerden sanal aleme, yani "metaverse"ye girip oradaki avatarımız sayesinde maçları da arkadaşlarımızla izleyip konserlere de birlikte katılabiliriz.

Bilim kurgu dünyasında son zamanda bunu konu alan çokça eser ortaya çıkmaya başladı. Ay’a gerçekten gitmeden önce de Jules Verne vardı. Dolayısıyla bu kurgular, Mark Zuckerberg gibi elinde çokça yazılım imkanı bulunan bir zenginle buluştuğunda çok yakın zamanda yerimizden kalkmadan dünyayı gezmeye başlamamız hiç de büyük bir sürpriz olmaz diyebiliriz.

Bir de şunu unutmayın, COVID19 ne ilk salgın ne de modern yaşamın son salgını olacak. Bu nedenle de artık bazı ortamlara gerçekten gitmek yerine avatarımızla katılmak tercih edilecek bir çözüm olabilir. Karbon ayak izimizi azaltacağı da kuşkusuz doğru.

O zaman sıra takımlarımızın da karbon ayak izlerini azaltmaya geldi. Eminim çok kısa zamanda onları da içine alacak projelerimizden sizleri haberdar ediyor oluruz.

1 Kasım 2021 Pazartesi

İklim Politikasında Neler Oluyor?

Gerek ülkemizde gerekse de küresel bağlamdaki iklim politikasında çok hareketli günler yaşıyoruz. Küresel iklim politikasındaki hareketlenme her seneden çok da farklı sayılmaz. Sene sonuna yaklaşırken Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin Taraflar Konferansı (COP26) Glasgow’da toplanacağı için taraflar da bu toplantıya hazırlık yapıyorlar. 

COP26 diğer konferanslarla kıyaslandığında daha değişik bir durum yaratıyor mu yeryüzü açısından? Aslında hayır. Paris Anlaşması çoğu ülkede onaylandı ve çalışır durumda artık. Bu anlaşmanın yürürlük süresi 2030 yılına kadar da süreceği için ciddi anlamda farklı bir durum söz konusu değil. Olan ise 2015’te anlaşma ilk imzalandığında karşımızda olan problemden hiç de farklı değil. Paris Anlaşması imzalanırken taraf olan tüm ülkeler bu anlaşmanın aslında küresel ısınmayı 1.5°C ile sınırlayamayacağının bilincindeydiler. Ama gene de kendilerine oy veren kişilere dönerek “bakın işte yeryüzünü felaketten uzak tutacak bir anlaşmayı imzaladık” diyebilmek için böylesi bir anlaşmanın altına imza attılar. Paris’teki Taraflar Konferansının ardından gelen her konferansta da bu yaptıklarının bilincinde olarak “daha ne yapabiliriz” çabası içine girdiler. Daha yapılması gereken çok fazla şey var çünkü Paris Anlaşması kapsamında her ülke verdiği sözleri tutsa bile gezegenimiz ortalama olarak 3.5°C ısınacak. 

Küresel ısınmayı 1.5°C ile sınırlı tutabilmek için kaba bir hesapla tüm ülkelerin 2039 yılına kadar karbon salımlarını doğanın emebileceği seviyeye düşürmeleri, yani net sıfır karbon salmaları gerekiyor. En iddialı hedeflere sahip olan Avrupa Birliği bile bu seviyeden son derece uzak. Avrupa Birliği’nin iklim hedefleri 2050 yılında net sıfır karbon salan bir kıta olmayı öngörüyor. Oysa Avrupa Birliği’nin 2030 yılında net sıfır karbon salan bir bölge olması gerekiyor ki diğer ülkeler biraz daha gevşek davransalar bile hedef tutturulabilsin. Dolayısıyla, herkesin karşısındakinin kartlarını gayet iyi bildiği, ama oyunu tam olarak bilmeyenlerin ciddi bir oyun oynandığını düşündüğü bir ortamdayız.

Bu oyunu değiştiren bir olgu var mı? Aslında bu olgu iklim krizinin her geçen gün biraz daha şiddetlenmesi ve artık sıradan vatandaşların da bu problemden haberdar hale gelmeleri. Ülkemizde Yuvam Dünya ve Konda işbirliği ile yapılan araştırma bunu tüm netliğiyle ortaya koyuyor. Vatandaşlar artık iklim krizi konusunda endişeliler ve bir şeyler yapılmasını istiyorlar. Fakat hala herkes, bir şeyler yapanın devlet ve şirketler olması gerektiğini düşünüyor ve kendisi bu bağlamda elini taşın altına koymak istemiyor. Vatandaşlardan da bu yönde ciddi bir baskı gelmeyince Taraflar Konferansına giden politikacılar da havanda su dövmek diyebileceğimiz görüşmeler sonrasında bir sene sonraki iklim konferansında buluşmak için ayrılıyorlar. Bana kalsa iklim açısından yapılacak en iyi şey bu toplantılara hiç katılmamak olurdu. Böylece epey karbon salımından da kurtulmuş olurdu gezegenimiz.

Ülkemizin durumu ise epey farklı. 2015 senesinde ülkelerin Niyet Beyanları belirlenirken planımızı “hiçbir şey yapmak zorunda olmamak” üzerine kurduğumuz için bugüne kadar Paris Anlaşması bağlamında verdiği sözleri tutan az sayıda ülkeden biri olduk. Ancak “hiçbir şey yapmak zorunda olmamak” kavramını da fazlasıyla abarttığımız için şu anda iklim taahhütleri açısından tüm ülkelerin çok gerisinde bir noktada bulunuyoruz ve iklim politikamız da bulunduğumuz durumu savunabilecek şekilde yönlenmiş değil. Bir de üstüne Paris Anlaşmasını da uzun süre onaylamamış olmamızı eklediğimizde bizden beklentiler epey yüksek düzeyde.

Öncelikle, madem şartlarını yerine getiriyorduk, neden imzalamadık Paris Anlaşmasını? Çünkü ülkemizdeki fosil yakıt şirketleri Enerji Bakanlığı üzerindeki etkilerini kullanarak yanlış bilgilerin yayılmasına neden oldular. Bu yanlış bilgiler iki grupta toplanabilir: İlk grupta anlaşmayı onaylamamız durumunda bize dayatılacak zor şartlara uydurmamız var. Paris Anlaşmasının var olmasının yegane sebebi hiçbir ülkeye hiçbir şart koşulmamış olması.Tüm ülkeler bu anlaşma çerçevesinde kendi şartlarını belirlediler. Diğer ülkeler bu şartlara hafifçe burun kıvırsalar da kimse masum olmadığı için diğerine ciddi bir sertlikte karşı çıkamadı ve çıkamayacak. Sayıları ve iklim politikasını biraz takip etmiş olanlar bu konuda başka bir çıkar yol bulunamadığını da bilirler.

Yanlış bilgilerin ikinci grubu da finansal kaynaklı. “Eğer biz Paris Anlaşmasını imzalamamakta direnirsek, diğer ülkeler sonunda bizim Ek1 ülkeler grubundan çıkmamıza izin verirler. Böylece de bize iklim finansmanının kapıları açılmış olur.” 1992 İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında biz ısrarla “gelişmiş ülke” sayılmak istedik, çünkü ulusal politikamız o tarihte onu gerektiriyordu. Bu anlaşma çerçevesinde de bizim ısrarlarımızla “gelişmiş ülkeler” yani Ek1 denen ülkeler grubuna dahil olduk. O gün bugündür de Ek1 grubundan çıkmak istiyoruz. Bunu yapabilmemiz için de tüm Dünya devletlerinin oybirliği gerekiyor. Herhangi birimizin aklına Türkiye’nin istediği herhangi bir şeye hayır diyecek 3-5 ülke kolaylıkla gelecektir. Bu durumda da bizim Ek1 grubundan çıkmamıza imkan yoktur.

Ek1 grubundan çıkarsak ne olur? Ek1 grubu dışındaki ülkeler Yeşil İklim Fonu’ndan maddi yardım alabilirler. Bizim de Ek1’den çıkmak istememizin nedeni bu, Ek1’den çıkacak olursak biz de Yeşil İklim Fonu’na başvurarak para isteyeceğiz. Ama, bizim dışımızdaki her ülke de aynı fondan para almak istiyor. Yalnız küçük bir problem var: Yeşil İklim Fonu’nda para yok. Yıllardır “eğer Yeşil İklim Fonu’nda para olursa ve eğer bizi Ek1’den çıkartırlarsa, biz de para alabiliriz” diyerek Paris Anlaşmasını onaylamamız engellendi.

Peki, şimdi ne oldu da anlaşmayı onayladık, hem de yıldırım hızıyla ve oy birliğiyle? Öncelikle Çevre Bakanlığı ve özellikle bakan yardımcısı Prof. Birpınar’ın kapalı kapılar ardındaki sabırlı ikna turları var. Ama daha önemli sayılabilecek maddi koşul değişiklikleri de oluştu. Mesela her geçen gün kömürden elektrik üretmek pahalılaşırken yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimi ucuzladı. Böylelikle de Enerji Bakanlığının itirazı yavaşça sakinleşmeye başladı.

Bir diğeri de Yeşil İklim Fonu’nda para olmadığının ve asla da olamayacağının anlaşılması oldu. Çünkü gelişmiş ülkeler parayı bu fona koymak yerine kendi kontrollerinde doğrudan ülkelere vermeyi daha akıllıca bir çözüm olarak görmeye başladılar. Ayrıca Türkiye de bu şekildeki desteklerden en fazla faydalanan ülke konumuna geldi. Bunun nedeni de özellikle Avrupa’nın bizi fiziksel bağlamda kaybetmek istememesi. Geleceğin göç yolları üzerinde altyapısı zayıflamış ve maddi anlamda çökmek üzere olan bir Türkiye gerekli bekçilik görevini de yerine getiremeyecek durumda olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin iklim krizi karşısında kuvvetli durması Avrupa Birliği’nin selameti açısından da gereklidir.

Son olarak iklim krizini durdurmak isteyen Avrupa Birliği ve ona uyan diğer gelişmiş ülkeler üretim politikalarını değiştirmeye ve bu değişikliği ticaret ortaklarına da şart koşmaya başladılar. Avrupa Yeşil Mutabakatı bize de Paris Anlaşmasına uyma zorunluluğunu kısa vadede getirecek olduğundan bizim bu zorunluluk ile karşılaşmadan anlaşmayı onaylamamız daha makul seçim oldu.

Bugün ise 2015’te verdiğimiz taahhüdü geliştirme noktasında bulunuyoruz. Burada atacağımız adım ise zaten önceden belirlendi. Türkiye 2053 senesinde net sıfır karbon salan bir ülke olma hedefini yeni niyet beyanına yazacak ve ülkemiz için yeni bir devir başlayacak. Bu devirde bundan sonraki 32 sene süresinde karbon salımlarımızı her sene %5.6 azaltmamız gerekecek. İşte asıl kargaşa bu azaltımın hangi sektörde ve ne oranda uygulanacağının belirlendiği toplantılarda yaşanacak.

26 Ekim 2021 Salı

İklim Gündemi

Bugünlerde iklim gündemi çok hızlı değişiyor. Bu nedenle de tek bir konuya odaklanmaktansa bu konuların tümüne kısaca değinmek istiyorum.

31 Ekim’de Glasgow kentinde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine taraf olan ülkelerin katılımıyla 26. Taraflar Konferansı (COP26) düzenlenecek. Şimdiye kadar ülkeler 25 defa bir araya geldiler ve neler başardıklarına baktığımızda atmosfere salınmaya devam edilen sera gazları göz önüne alınınca, “sadece konuştular ve ayrıldılar” demek mümkün. Sözleşmenin ilk imzalandığı günden bu yana iklim müzakerelerinde yuvamız dünyayı sera gazlarının ısıtıcı etkilerinden koruyacak bir adım atabildik mi? Hayır. Dolayısıyla bu konferanstan da bir beklentimiz var mı? Gene, hayır. Devlet temsilcileri Glasgow’a gidebilmek için oldukça fazla karbondioksit salacaklar ve sonunda oradan ayrıldıklarında gene fazla bir şey elde edilmemiş olacak. Ayrıca, gündemde gerçekten önemli bir konu da yok. 2015 yılında Paris’teki görüşmelerde zaten taraflar pes etmiş durumdaydılar. “Bir anlaşma olsun da nasıl olursa olsun” dendiği için sonuçta gezegenimizi ısınmayan bir geleceğe götürecek bir anlaşmadansa tüm devletlerin canlarını fazla yakmayan, bizlerin de kendimizi fazla yormamızı gerektirmeyen bir anlaşma üzerinde anlaşıldı. Şimdi de bu anlaşmanın uygulama sürecindeyiz ve “nasıl gidiyoruz?” sorusuna hep birlikte “çok iyi gidiyoruz, daha ne olsun” cevabı verilerek sırtlar sıvazlanacak ve başkentlere geri dönülecek. Bu nedenle nefeslerinizi tutup Glasgow’dan gelecek bir haberi beklemeyin.

Türkiye Glasgow’da 2053 yılına kadar net sıfır karbon salan bir ülke olma planını duyuracak. Yeryüzü için ufak sayılabilecek ama ülkemiz açısından çok büyük bir adım bu. Yalnız önemli olan kısım bu duyurudan sonra başlıyor. Heyetimiz Glasgow’dan döndükten sonra kolları sıvayıp bunu nasıl başaracağımızı planlamamız gerekiyor. Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi konu “herkes, her sene, salımlarını yüzde 5.6 oranında azaltacak” kadar basit değil. Hangi sektörlerin, nasıl ilerleyecekleri ve azaltım oranlarının ne kadar olacağı, bunlara bağlı yeni bir ekonomik sistemin nasıl kurulması gerektiği üzerinde kafa yorulması gereken hususlar. İklim krizinin sonuçları hep kötü olmak zorunda değil. Dikkatli davranacak olursak bu bağlamda kazanacağımız çok şey de olabilir. Özellikle senelerdir ülkemizin enerji ağlarının bir kesişim noktasında olduğunu söyleyip duruyoruz, belki şimdi bu ağların “üstünden geçtiği bir ülke” konumundan “ağlara enerji sağlayan bir ülke” konumuna da geçebiliriz mesela.

İklim krizi her geçen gün biraz daha ciddi bir güvenlik sorunu haline geliyor. Bugün daha çoğu ülke bu güvenlik sorunlarından etkilenmediğinden gözümüzü iklim felaketlerine çeviriyoruz ancak yakın gelecekte oluşacak problemler iklim krizine güvenlik bağlamında da yaklaşmamızı gerektirecek. ABD Ulusal Haber Alma Ofisinin yayımladığı rapora göre fiziksel etkiler ve bu zorluklara nasıl yanıt verileceği konusunda ülkeler arasındaki gerilimler arttıkça, iklim değişikliğinin ABD ulusal güvenlik çıkarlarına yönelik risklerinin giderek artıracağı öngörülüyor. Yoğunlaşan fiziksel etkilerin, özellikle 2030 yılından sonra jeopolitik parlama noktalarını şiddetlendirerek ve kilit ülkeler ve bölgeler arasında istikrarsızlık risklerini ve insani yardım ihtiyacını artırması bekleniyor. Sınır aşan sular bağlamında önemli bir bölgede bulunan ülkemizin yaşayacağı yağış azalmasının da sözü edilen istikrarsızlık risklerinden birini oluşturacağını hepimiz kolayca görebiliriz. Ayrıca bu raporda yer alan diğer kilit ülkelerde meydana gelecek iklim felaketleri de ülkemize doğru yoğun bir iklim göçünü tetikleyebilir. Bundan dolayı da hepimiz insani yönünün ötesinde iklim krizinin ulusal güvenlik yönünü de artık düşünmeye başlamak zorundayız.

20 Ekim 2021 Çarşamba

Avrupa Birliğinin Sopası

Bundan sonraki aylarda temcit pilavı gibi sizlerle hep aynı konuyu paylaşacağım ve çoğunuz sıkılacaksınız. Bunu ne kadar çok ve sık paylaşırsam o kadar anlaşılır hale gelir.

Türkiye’nin 2053 yılında net sıfır karbon salan bir ülke olabilmesi için her sene salımlarımızı yüzde 5.6 azaltmamız gerekiyor.

Siz, sevgili okur, gelecek sene 251 gün özel aracınızla işinize gitmek yerine 235 gün özel aracınızla işe gidip geri kalan 16 günde toplu taşıma kullanacaksınız. Bunu nasıl başarabilirseniz başarın, ama bunu yapmak zorundasınız.

Siz, hamburgerini mideye indiren sevgili kardeşlerim, gelecek sene 100 hamburger yerine 92 hamburger ile idare etmek zorunda kalacaksınız. 8 hamburgerin yerine de makarna veya salata yiyeceksiniz, gönlümüz dayanmaz sizi aç bırakmaya. Aslında sağlığınız açısından da yararlı olabilir bu.

Biliyorsunuz bu liste hepimizin günlük hayatına uzanabilir sevgili okurlar, siz de serbestçe hayatınızda karbondioksit ve metan salınmasına yol açan şeyleri düşünün ve bunların en az yüzde 5.6’sını azaltın. Neden mi? Çünkü siz azaltmazsanız başkalarının ve özellikle de iş dünyasının fazla azaltım yapmaya niyeti yok.

Son aylarda herkesin dilinde iki sorun var: Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Paris İklim Anlaşması. 


- Paris İklim Anlaşmasını onaylamak bizi nasıl etkileyecek?

- Merak etmeyin, Paris İklim Anlaşmasını onaylamak sizi veya işinizi etkilemeyecek çünkü zaten bu anlaşmanın koşullarına fazlasıyla uyuyorduk, dolayısıyla bir değişiklik yapmamız gerekmeyecek. Ancak devlet 2053 yılında net sıfır karbon hedefi koymak üzere. Bu da tüm sektörler üzerinde ciddi bir değişim baskısı demek.

- Yani ne olacak?

- Devlet sizin sektöre dönüp, “bundan sonra her sene karbondioksit salımlarınızı yüzde 6 azaltacaksınız, ben de kontrol edeceğim” diyebilir.

- Devlet desin, devletten bir şey olmaz.

- Neden olmasın, salımlarınızı %6 azaltacaksınız her sene, az iş mi bu?

- Devlet şimdi bir kural koyar, baktı olmuyor üç aya gevşetir, biz gene bir yolunu buluruz. Hep böyle oldu, hep de böyle olacak. Göstermelik “kural koydunuz mu?” “Koyduk”. Sonra herkes gene bildiğini okur.

- Ama bu sefer iş ciddi. Avrupa Birliği de elinde sınırda karbon vergisi sopasıyla dikiliyor. Bizim devlet de o kadar kolay yumuşamayabilir.

- Bizim devlet dert değil de, AB’nin vergi koyması kötü olur çünkü adamlar dediler mi yaparlar.

- Avrupa Yeşil Mutabakatı daha yolun başlangıcı, arkasından çok daha büyük değişiklikler gelecek. Ülke olarak bunlara hazırlık yapmamız gerekiyor.

- Sınırda karbon vergisi dediniz ya, yetmez mi?

- Sınırda karbon vergisi bir şey değil. Onlar para almanın peşinde değil. Asıl dertleri bizim üreticimizin de Avrupa’daki kurallara tabi olması. Bu nedenle de “vergiyi ya siz alın ama almıyorsanız malı bize ihraç ettiğinizde sınırda biz alacağız” diyorlar.

- Peki bu vergi bize ne yük getirecek, esas sorun o.”

- Her sene karbondioksit salımlarınızı %6 azaltıyorsanız bir derdiniz olmaz.

- Yani karbon ayak izi diyorsun.

- Sadece karbon ayak izi değil tüm üretiminizin ayak izini bilmeniz gerekli. Kullandığınız kimyasallardan suya kadar her şeyi sormaya başlayacaklar 2030’a kadar. Onun için de ilk adım doğru veriye sahip olmak.


İşte günlük konuşmamız böyle gidiyor sevgili okur. Avrupa Birliği’nin gösterdiği sopa olmasa sera gazı salımlarında önemli bir değişiklik beklemememiz gerekli. Ama hala ümit devletimizin bu sopayı bir şekilde savuşturabileceği yönünde. Ekonomimizin güncel durumunda devlet 2053 net sıfır karbon hedefinin ne derece peşine düşebilir göreceğiz. İlginç zamanlara doğru ilerliyoruz. Bir yanda artan iklim felaketleri diğer yanda da bu felaketlere karşı direnmenin yanında bu felaketlerin artmaması için çabalama gereği. Çok çalışmamız gerekecek. 


17 Ekim 2021 Pazar

Paris'i Onayladık Peki Şimdi Ne Olacak?

Paris Anlaşmasını onaylamanın bize neler getireceğini ya da bizden neler götüreceğini sayılarla anlatmaya çalışayım: 2015 yılında anlaşma çerçevesinde verdiğimiz Niyet Beyanına göre 2020 yılında ülkemizin kabaca 700 milyon ton sera gazı salması bekleniyordu. “Eğer bize gelişmekte olan bir ülke olarak maddi yardımda bulunursanız, bu salımları 600 milyon tona düşürürüz” dedik. Gerçekte ise fazla bir çaba sarf edip önemli kesintiler yapmadan da sadece 500 milyon ton saldık. Bu miktarların elbette kesin değerleri var ama bu şekilde daha rahat akılda kalıyor. Kısacası, Paris Anlaşmasını uygulamak için parmağımızı kıpırdatmaya gerek yok, zaten normal hayatımız bu anlaşmanın şartlarını yerine getirmeye yeterli.

Paris Anlaşması, olabilecek en kuvvetli ve en zayıf iklim anlaşmasıydı. En kuvvetli, çünkü daha fazla zorlama içerecek olsa kabul edilmesi olasılığı yoktu. En zayıf, çünkü içerdiklerine bakacak olursak, tüm taraflar taahhütlerini yerine getirecek olsalar bile, yeryüzünün atmosferi 3.5°C ısınacak. Kısacası bu anlaşma üzerinden bir iklim geleceği tasarlamanın imkanı yok. Bu anlaşma imzalandığında da bugün olduğu gibi herkes bunun bilincindeydi. (Everybody knows that the captain lied)

“Ama” diyeceksiniz, “1.5°C hedefinin tutturulabilmesi için verilen niyet beyanlarının her beş yılda bir yenilenmesi gerekiyor”. Haklısınız, niyet beyanları her beş yılda bir yenilenmeli ve her yeni niyet beyanı bir öncekinden daha ileri taahhütler içermeli. Mesela ülkemizin bir sonraki niyet beyanı 2053 yılında net sıfır karbon salan bir ülke olacağımızı söyleyecek. Peki, bu yeterli mi? Ya da bu yeryüzünü 1.5°C ısınmadan uzak tutabilecek bir değer mi? Veya, herkes bu seviyede sözler verse ve bu sözleri tutacak olsa geleceğimiz kurtulur mu? Bunların tümü çok zor sorular. İnsanlardan kaynaklı olarak atmosfere her sene 8.9 milyar ton karbon salıyoruz, ormanlar ve tüm bitki örtüsü bunun 2.6 milyar tonunu emiyor. Dolayısıyla, yeryüzünün net sıfır olabilmesi için bizim acilen senede 8.9 milyar ton karbondan 2.6 milyar ton karbona düşmemiz gerekiyor ve bunu da sıcaklığı 1.5°C’ye çıkartmadan yapmamız gerekiyor. Bunun için de toplamda en fazla 120 milyar ton daha karbon salabiliriz (2020 itibarıyla). Bakkal hesabı yapacak olursak bu 2039 yılına kadar tüm dünyanın net sıfır karbon olması anlamına geliyor (120/(8.9-2.6)). Hemen ve hızlı harekete geçersek bu bize biraz daha zaman kazandırır, daha yavaş harekete geçersek, çok daha az zamanımız kalır.

“Ya bu kadar önemli iş bakkal hesabı ile olur mu?” diyeceksiniz, haklı değilsiniz. Basit bir bakkal hesabı bile bize fazla zamanımız kalmadığını gösteriyor. Daha ince hesaplar yapacak olursak 2039 belki 2035, belki de 2045 olabilir, ama ne kadar ince eleyip sık dokursak dokuyalım, cevap hep “hemen ve hızlı harekete geçmek zorundayız” oluyor. 1.5°C sınırını aşmamak için önümüzde fazla zaman yok.

Peki Avrupa Birliği nasıl bir hedef koyuyor kendisine? Herkesin korkuyla söz ettiği Avrupa Yeşil Mutabakatı, Avrupa kıtasının net sıfır hedefini 2050 yılına koyuyor. Bu ne anlama gelir? İklim krizini durdurma konusunda en ileri hedefler koymuş olan Avrupa Birliği bile aslında 1.5°C hedefine ulaşılamayacağını ve 2°C’nin daha makul bir hedef olduğunu kabullenerek o yolda çabalıyor demektir. Benzer bakkal hesabı 2°C’yi aşmamak için 2077 yılına kadar vaktimiz olabileceğini gösteriyor. Bu durumda da Avrupa Birliği önderlik rolünü yapmış oluyor.

Ülkemize geldiğimizde ise 2053 net sıfır karbon hedefinin bizim bakkal hesabına tercümesi sera gazı salımlarımızı her yıl %5.6 azaltmamız şeklindedir. Bundan dolayı da bir dahaki sefer niyet beyanımızı yenilediğimizde vermemiz gereken gerçekçi hedef 2030 yılına değin sera gazı salımlarımızı 2020 seviyesine oranla %40 azaltmak olacaktır. Bu hedef aynı zamanda 2053 net sıfır karbon hedefiyle de uyumludur.

Ancak geçtiğimiz sene içerisinde iklim krizinin ülkemizde açacağı zararları daha net görme fırsatı yakaladık. Bu nedenle de niyet bildirimimizde bu hasarların azaltılması yönünde yapılacak altyapı ve sosyal çalışmaların da yer alması kesinlikle gereklidir. Bizim 2015 yılında verdiğimiz ilk niyet beyanının önemli eksikliği varsayılan büyüme hızının yanlışlığındansa sera gazını artırımı dışında iklim krizi bağlamında başka konulara önem verilmemiş olmasıdır. Umarım bu sefer aynı hataya düşmeden daha kapsamlı bir niyet beyanı hazırlarız.