İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya ekonomisi daha önce benzeri görülmemiş bir ekonomik büyüme sürecine girdi. Bu büyüme süreci tüm ülkelerdeki fakirliği görece olarak azaltmanın yanı sıra gelişmiş ülkelerin bugünkü refah seviyelerine ulaşmalarını sağladı. Ancak bu büyüme süreci aynı zamanda büyümenin sürdürülebilirliği konusundaki sorunları da beraberinde getirdi. Bu tür sorunları ortaya koyan kuruluşların başlıcalarından olan Club of Rome “Daha ne kadar büyümek mümkün?” sorusunu MIT Üniversitesinden bir grup bilim insanına yöneltti. Donella Meadows ve arkadaşları da bu soruya cevap üretmek için yaptıkları çalışmayı Limits to Growth (Büyümenin Sınırları) isimli raporla bilim dünyasına duyurdu. 1972 yılında yayımlanan bu rapor o günden beri uygarlığımızın büyüme sınırlarını belirleyen temel çalışma olarak değerlendirilir.
Büyümenin Sınırları çok kapsamlı bir rapor olsa da büyüme sorunsalına dar bir pencereden bakar ve “daha fazla büyüyebilmek için yeterli kaynağımız var mı?” sorusuna cevap bulmaya çalışır. 1972 yılından probleme baktığımızda o an için büyümeye yetecek kaynaklarımızın olduğunu ve üretim biçimlerinde değişikliğe gidilmediği takdirde bu kaynakların 2072 yılına kadar yeteceğinin anlatıldığını görebiliyoruz. “Böyle büyümeye ve kaynak tüketmeye devam edecek olursak medeniyetimiz yüz yıl sonra önemli bir kriz ile karşı karşıya kalacak” diyen raporun hazırlanmasından bu yana yaklaşık 50 sene geçti. Kriz noktasına daha 50 senemiz var ama medeniyetimiz bırakın bu kaynak tüketimine karşı önlem almayı, kaynakları daha da fazla tüketerek ilerlemeye devam etti.Bugün medeniyetimiz yeryüzünün kendisine bir yılda kullanması için sağladığı kaynakları daha Temmuz ayının sonuna varmadan tüketiyor. Bu tüketim biçiminin sürdürülemez olduğu açık ve her geçen sene gelecek kuşakların kaynaklarından artan bir biçimde çalmaya devam ediyoruz. Bu talan ne yazık ki bizim türümüzün en temel özelliklerinden birisi. Binlerce yıldır hayvanlardan farklı olarak insan toplulukları bir bölgedeki kaynakları sömürdükten sonra bir başka bölgeye göç ederek yaşamaya alıştılar. Şimdi ise gezegenin tamamına yayılıp, tüm kaynaklara egemen olduğumuzdan yayılacak bir yer kalmadı ve sonunda yeryüzünün sınırlarına toslamaya başladık.
Geçen yüzyılın sonlarına doğru kaynaklarımızın sınırları ortaya çıkmaya başladığında yeni bir kavramla tanıştık: Sürdürülebilir Kalkınma. Bu kavram ilk defa Brundtland Komisyonu tarafından 1987 yılında şöyle tanımlandı: “Gelecek nesilleri kendi ihtiyaçlarını giderecek imkanlardan mahrum bırakmadan şimdiki nesillerin ihtiyaçlarını giderebilmek.” Kolayca görebileceğimiz gibi sürdürülebilirliğin bugünkü çerçevesini belirleyen 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacı’nın çok azını barındıran bir tanımlamaydı bu ve temelde sadece kaynak kullanımına yönelikti. 1987 yılında derdimiz tükenen kaynaklardı ve bugüne gelene kadar da fazla bir değişiklik olmadı. Ekonomik açıdan bakıldığında sağlık, eğitim, eşitlik, çevre, yönetişim ve toplum sürdürülebilir kalkınmanın bir parçası olmayı henüz beceremedi. İş dünyası açısından sürdürülebilirlik en başta elde edilen kazancın sürdürülebilmesi ve bunun için de mümkünse iş yapış şekillerinin değişmemesi olarak algılanıyor. Ancak ne yazık ki yeryüzü bu noktada pes etmeye çok yaklaşmış durumda. Biz tüm planlamalarımızda kaynakların çok uzun süre var olacaklarını düşünsek de bu kaynakların önemli bir kısmı şu anda iş dünyasının çoğunluğunu oluşturan nesiller henüz hayattayken tükenecek ve iş yapış şekillerinin değişmeden kalması mümkün olmayacak.
Basit bir örnek olarak bakırı alabiliriz. Elektrikli aletler arttıkça bakıra olan ihtiyacımız da artıyor. Ancak bakır yaklaşık 10 bin yıldan beri kullandığımız bir metal ve bakırı bulmak ve çıkarmak her geçen gün zorlaşıyor. Bu nedenle “bakır kaynakları tükenir mi?” sorusuna “hayır” diye cevap veriyor olsak da piyasadaki bakırın her geçen gün fiyatı artmaya devam edecek. Sonunda bu fiyat öyle bir seviyeye ulaşacak ki biz uygulamalarımızda başka bir metal kullanmayı tercih edeceğiz ya da bakırı sürdürülebilir biçimde kullanmayı seçeceğiz. Sürdürülebilir kullanım ise beraberinde gerekli olan her madde için bize yeni yöntemler ve iş yapış şekilleri getiriyor. Kısacası, eğer kulak verirsek, doğa sürdürülebilir bir yaşamın mümkün olduğunu fısıldıyor ama sadece dinlemeye hazır kulaklara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder