Dünya’ya Güneş’ten belirli bir miktar enerji gelir. Bu enerjinin yaklaşık üçte biri doğrudan uzaya geri yansır, üçte ikisi de yeryüzü tarafından emilir. Emilen bu enerji yeryüzünün belirli bir sıcaklıkta sabit durmasına yardımcı olur ve tekrar uzaya geri yayılır. Dünya’nın yüzey sıcaklığının sabit kalması için gezegenimize ulaşan enerji ile uzaya yayılan enerjinin birbirine eşit olması gerekir. Gelen fazlaysa yeryüzü ısınır, çıkan fazlaysa da soğur. Bu bilgiler 19. yüzyılın başından beri biliniyor. Yalnız o dönemlerde bilim insanları buzul çağlarının neden oluştuğuna ve ne zaman geri geleceklerine fazla kafayı yormuşlar. O zamanki dertleri bugünden farklı olarak gezegenimizin soğuması, ısınması değil. Bu çalışmalar sırasında da hep bir dipnot olarak “bunun tersi olacak olsa atmosferimiz ısınırdı” türü cümleler kurmuşlar. Bu çalışmaların belki de en kıymetlisi 1896 yılında Greta Thunberg’in büyük büyük amcası olan Nobel ödüllü bilim insanı Svante Arrhenius’a ait. Arrhenius atmosferde o günkünün iki katı karbondioksit olacak olsa atmosferimizin 5 - 6℃ daha sıcak olacağını söylemiş. Bugün modern bilimin öngörüleri de bu seviyeye oldukça yakın. Dolayısıyla, kömür, petrol ve doğal gaz yakmanın ne sonuçlar açacağını bundan 125 sene önce biliyorduk. O noktadaki devletler ve şirketler bugünkünden farklı olsalar da insanlık gene aynı insanlık. O gün bu bilgiyi umursamadık, bugün de umursadığımız söylenemez.
Bugün Arrhenius’tan farklı olarak gelişmiş matematiksel modellerimiz ve bu modellerin çözümlerini hesaplayabilecek bilgisayarlarımız var. Bu bilgisayarlar türlü detay içerisinde bizi nasıl bir geleceğin beklediğini ortaya koyuyorlar. Artık bizim neslimiz yakın gelecekte yeryüzünün hangi noktasında nasıl bir değişimin olacağının bilincinde ama ne yazık ki adımını atmak istemiyor. Neyse ki kısa süre öncesine değin “İklim değişikliği mi? Saçmalamayın, hava her zaman böyleydi, siz değişikliği hayal ediyorsunuz” diyenler yakın geçmişte yaşadıklarımızla oldukça azaldı. Şimdi “biliyorum var ama ben ne yapabilirim ki?” diyenler çoğunlukta. Peki çoğunluğun bu çaresizliğinin ya da umarsızlığının sebeplerini düşündünüz mü hiç?
George Marshall düşünmenin de ötesinde koca bir kitap yazmış bu arızamız üzerine: Don’t Even Think About It (Düşünmeye Kalkma Sakın). Bu kitapta hatalarımızı açıkça yazıyor, ben aralarından bazılarını sizinle paylaşacağım.
İlk hatamız bu sorunun kendiliğinden ortadan kalkacağına ya da birilerinin bir yerlerde mutlaka bir şeyler yapacağına dair olan inancımız. Buna seyirci etkisi deniyor. “Dünya’yı kurtarmak bana mı kaldı?” diyoruz ya da birileri “boşver, sen mi kurtaracaksın Dünya’yı?” diyor. Herkes böyle düşündüğü zaman da kimse elini taşın altına koymak istemiyor. Aynısını düzenli ve düzgün çöp toplanan ve biriktirilen mahallelerde de görüyoruz. Eğer herkes çöpünü zamanında ve düzenli olarak çöp kutusuna atıyorsa, bireyin de kendisini öyle davranmanın daha doğru olduğuna ikna etmesi kolay oluyor. Tam tersine herkesin çöpü gelişi güzel sokağa attığı bir bölgede çöpü doğru yere atmaya insanları ikna etmek kolay olmuyor ve doğru davranışı herkes birbirinden bekliyor.
Binlerce yıldır iyileri ve kötüleri hep kişisel algılamaya alıştık. “Benim düşmanım”, “benim dostum”, “benim şehrim”, “benim ailem” ve “benim ülkem” gibi. Bunların hiçbiri şu an için ani tehdit altında olmadığı zaman beynimiz olası problemleri önem sırasında aşağıya doğru iteliyor ve daha önemli problemlere zaman ayırmak istiyor. Bu problemler de doğadan gelen yakın çevremizle ilgi problemler oluyor genelde. Durum böyle olunca da iklim krizi gibi bir yandan elle tutulması kolay olmayan, diğer yandan da “benim” dediğimiz şeylere hızla zarar vermeyen konulara karşı savaşmayı pek gerekli görmüyoruz.
Bilincimiz aynı zamanda yavaş olan değişiklikleri normal olarak kabul ediyor. Hava yavaş yavaş kararıyor, kış mevsimi yavaşça kendisini belli ediyor, her ne kadar hızlı büyüdüklerini düşünsek de çocuklarımız ancak zaman içerisinde büyüyorlar. Tüm bunları doğal olarak kabul ederek ani tepkiler vermiyoruz çünkü bizim için tehlikeli olan hızlı değişikliklerdir. Havanın aniden karararak fırtınanın gelmesi ya da vahşi hayvanların süratle üzerimize doğru koşması hızlı tepki verilmesi gereken durumlardır. Oysa iklim krizi her geçen gün şiddetini biraz daha artırıyor ama azıcık ve yavaşça. Biz de bu durumdan tedirginlik duymuyoruz. Sıcaklıklar veya yağışlar bir seneden ertesi seneye korkunç bir farklılık gösterse hepimiz iklim krizini durdurmak için çaba göstermeye çok daha hazır olurduk.
Ayrıca beynimiz hızlı tepkileri doğamıza aykırı şeylere veriyor. Pis, çirkin, itici, kötü kokulu veya iğrenç şeyler daha hızlı tepki vermemize neden oluyor. Ama iklim krizi bunların hiçbiri değil. Sonucunda çok kötü noktalara varabiliyor belki, gene de bugün için çevremize baktığımızda yerimizden kalkıp değiştirmemiz gerekecek kadar pis ya da çirkin bir şey göremiyoruz.
İnsan sadece bugününe odaklanıyor. Çocuklara ders çalışmalarını söylerken bile gelecekteki güzel şeyleri örnek gösteriyoruz. Kendimizi motive etmek için de benzer yöntemler uyguluyoruz. Beynimiz gelecekteki olumlu noktaları daha kolay algılıyor. Dünya genelinde yapılmış bir araştırma değişik ülkelerde insanların cennete ve cehenneme olan inançlarını incelemiş. Genelde cennete inananların oranının cehenneme inananlardan çok daha fazla olduğunu öğrenmek sizi şaşırtmaz umarım. Dolayısıyla, biz ya bugüne odaklanmayı seçiyoruz ya da gelecekte olacak güzel şeylere. Bu nedenle de iklim krizinin gelecekte getireceği felaketleri beynimiz kolayca bir kenara atabiliryor.
İlginç bir şekilde, hepimizin dertlenmek için sadece belirli bir kotası var. Geçmişimizde az dertlenenler vahşi hayvanlar tarafından yenilmiş, çok dertlenenler ise mağaradan çıkamadıklarından üreyememişler. Şimdi toplumu oluşturan bizler ise bu orta karar dertlenen grubu oluşturuyoruz. Her ne kadar günümüzde ilaçlarla bu dertlenme spektrumu değiştirilebilse de çoğumuzun günlük dertlenebilme kotası aşağı yukarı belirli sayılabilir. Bu kotamızı da maddi sorunlar, sağlık sorunları, çocuklar ve trafik karmaşası gibi konular dolduruyor. Akşam eve geri geldiğimizde bir de iklim krizi için dertlenecek halimiz kalmıyor. Bu nedenle de iklim krizi açısından oluşan hareketler ya aşırı hava olaylarının günlük yaşamda tehdit oluşturduğu bölgelerde ya da günlük dertlerin nispeten azaldığı gelişmiş ülkelerde oluşuyor.
Listeyi oldukça uzatabiliriz ama sanırım verilen mesaj gayet açık: Beynimiz iklim krizini acil tepki vermesi gereken bir problem olarak görmüyor ve atılacak adımları ya olabildiğince erteliyor ya da başkasının atmasını bekliyor. Bu sorunu aşabilmemizin bir yolu ise neredeyse yok. Kişilere bilinçlerinin onlara oynadığı oyunları anlatabilsek zaten pek çok diğer soruna da aynı zamanda çözüm bulabilirdik. Bu bağlamda ben artık çözüm üretilebileceğine inanmıyorum çünkü çözüm için adım atmadığımız her gün gelecekte atacağımız adımların atılmasını da zorlaştırıyor.
“İklim krizini durdurmak için hayatımı değiştirmeyi düşünmüyorum ama bana yapılacak bir tek şey söyleyin, ben de onu yapayım” derseniz, hepimizin yapabileceği ve hayatımızı değiştirmemizi gerektirmeyen önemli bir şey var: Hangi partiye oy verecek olursanız olun, oy vereceğiniz kişiye ve partiye benim için iklim krizi en önemli konu ve bu konuda ne yapmayı planladığınızı öğrenmek istiyorum deyin lütfen.
Politikacıları genelde iyi ya da kötü diye ayırabiliriz ama hepsinin bir tek ortak özelliği vardır: Bir dahaki seçimi kazanmak isterler. Bir dahaki seçimi kazanmak için de ellerinden geldiğince sizin dediklerinize önem vermek isterler. Biz onlardan öncelikle gelir istersek ekonomiyi, iş istersek üretimi, aş istersek tarımı öne çıkartırlar. Bunların herhangi birinde ne derece başarı sağlayacakları ayrı konudur ama bizim önceliklerimiz onların öncelikleri olmadığı zaman zaten halkla bağlarını zayıflattıklarından bir dahaki seçimi kazanma şansları da azalır. Bu nedenle ne kadar çok kişi politikacılara iklim krizini durdurmak için ne yapacaklarını sorarsa, iklim krizini durdurmak yolunda atılacak adımlar da devlet politikasında o denli artar. Oturduğumuz yerden politikacıların kendiliklerinden bir adım atmalarını beklemek saflıktır. Biz talep etmediğimiz müddetçe politikacılar bu adımları genellikle atmazlar, bu onları iyi ya da kötü değil, sadece insan yapar. Hepimiz zor kararlar alabilmek için çevremizden destek bekleriz, aynısı politikacılar için de geçerlidir. Bu nedenle ilk yapmamız gereken şey, bireysel ve toplu olarak hangi partiye oy veriyor olursak olalım, iklim krizini politikanın en önemli gündem maddesi yapmaktır.
İkinci adımımız aynı davranışı malını satın aldığımız tüm üreticilere uygulamaktır. Çoğu zaman aynı ürünün çevreye ve iklime daha az zarar vereni daha pahalı olabilir. Cebimizdeki para her zaman bu daha pahalı ürünü almamıza imkan vermeyebilir. Ama mümkün oldukça, imkan ve cebimizde yeterli para varsa daha doğru üretim yapan üreticiyi desteklememiz gerekir. Bu, piyasaya iklim krizini kötüleştirecek üretim biçimlerinden sakınmasını telkin edecek en önemli sinyaldir. Üretici doğaya daha saygılı üretim yaptığı zaman daha kazançlı çıktığını görürse doğaya saygılı olmayı sürdürür, aksi takdirde davranış biçimi muhtemelen Don Kişotluk seviyesinde kalır. Bu nedenle, doğru üretim yapanları desteklemeliyiz.
Şimdi, “bunun yerine, politikacılar yanlış üretim yapanlara ceza verse” diyeceksiniz ama siz birinci maddede başarılı olmazsanız bu adım gerekli zaten. Tüm politikacıların iklim krizini birinci sıraya koydukları bir ülkede, kimse iklim krizini dikkate almayan bir mal üretip satamaz ve ithal edemez zaten. Ne yazık ki yeryüzünde henüz öyle bir ülke yok. O zaman bizim sorumluluğumuza giren diğer konulara da biraz değinelim:
Hareketlilik: Kısaca, ya hareket etmeyeceğiz ya da sadece kendi gücümüzle hareket edeceğiz. Hadi, biraz daha gevşetelim, toplu taşıma da kullanabiliriz. Ama özel araç kullanımına son vermek zorundayız, uçakla seyahat etmek de ancak mecbur olduğumuz zamanlara mahsus olmalı. Önce uçak konusunu biraz açalım: Gideceğimiz yere makul sürede gitmenin başka bir yöntemi varsa, o yöntemi seçmeliyiz. İstanbul’dan Ankara’ya gidiyorsak trenle, Kayseri’ye otobüsle veya birkaç kişi birlikte arabayla gitmemiz doğru çözümdür. Amerika’ya tren ya da otoyol olmadığından uçakla gideceksiniz ama o da uzun süre kalacaksanız. Bir toplantı ya da turizm için okyanus aşırı uçuşları artık bırakmak zorundayız. Hatta, bir toplantı için bir şehirden diğerine gitmeyi bırakmak zorundayız. Kusura bakmayın, burada “ama” yok. İstanbul’dan Avrupa’nın bir şehrine uçup geri gelmek sizin bir sene boyunca evinizi ısıtmanızdan ya da tüm yiyeceklerinizin üretilmesinden daha fazla karbondioksit salıyor atmosfere. Torunlarınıza yaşayabilecekleri bir gezegen bırakmak istiyorsanız başka çözüm yolu yok ve yukarıda değindiğimiz gibi, devletler ya da şirketler sizin yerinize bu sorunu çözmeyecekler.
Kapının önünde duran arabanıza da veda etmeniz gerekiyor. “Araba olmadan bu şehirde nasıl yaşarım?” diyorsanız zaten ya yanlış şehirde yaşıyor ya da yanlış yaşıyorsunuz demektir. Onun için arabayı unutun artık! Bisiklet, toplu taşıma ya da servisle hayatınızı sürdürebiliyorsanız ne güzel, aksi durumda problemin ciddi bir parçası olduğunuzu kabullenin ve başkasını suçlamayı bırakın.
Beslenme: İki önemli soruna dikkat etmeniz gerekiyor. İlki, satın aldığınız gıdanın asla çöpe gitmemesi gerekiyor. Günlük alışveriş yapmaya ve yiyeceğiniz kadar yemek hazırlamaya dikkat edin. Dünya’da 821 milyon insan geceleri yatağa aç giderken sizin yemeğinizi yemediğiniz için çöpe dökmeniz en hafif deyimiyle ayıptır. Bunun üzerine bir de o besinin üretiminde ve siz çöpe attıktan sonraki işlemlerde ne kadar daha sera gazı salındığını unutmayın lütfen. Gıdanın çöpe gitmemesi sorunlarımızın çözümünde hem maddi açıdan hem de iklim krizi açısından önemlidir. Sonuçta hepimiz o gıdaya para da veriyoruz, çöpe atmak yazık değil mi?Bir de hayatımızdaki hayvansal gıdaları azaltmamız gerekiyor. Bundan elli sene önce ne kadar hayvansal gıda tüketiyorsak o seviyede olmamız yeterli. Bugün elli yaşın üzerindekiler hala yaşayabiliyorlarsa o tüketim seviyesi o kadar da kötü değil demektir. Ayrıca mümkün olduğunca bitkisel ağırlıklı beslenme sağlığınız açısından da faydalıdır.
Tüketim: Kapitalist ekonomik düzen bizim her an biraz daha fazla şey tüketmemiz üzerine kurulu. Buna dur deyin! Bu kadar basit. Gereksiz hiçbir şey satın almayın. Buna içinizden “ama…” diye başlayarak vereceğiniz cevapların tümü sizi bu tüketim yaşamına bağımlı kılmak için bilincinize ekonomik düzen tarafından sokulmuş hurafelerdir. Siz satın almazsanız ölmezsiniz, size o malı üreten kişiler de ölmez. Yeter ki o malı üreten kişi de siz de sistem tarafından sömürülmeyin.
Sonuç olarak iklim krizine çözümü başkalarından bekleyemeyiz. “Biz hayatımızı bildiğimiz gibi sürdürelim ama devlet bir şeyler yapsın ya da şirketler daha iyi üretsinler” söylemi ne yazık ki geçerli değil. Tüm bunların olabilmesi için talebin ilk olarak bizden gelmesi gerekiyor. Biz istersek her şey olur. Yeter ki birlik olalım ve doğru şeyleri isteyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder