24 Eylül 2022 Cumartesi

Üç dipli La Nina

İçimiz iklim krizi kavramını kabullenmediği müddetçe çevremizdeki aşırı hava olaylarına, çoğunlukla bilmeden, sebepleri bizi aşan doğa olayları gibi davranıyoruz. Hatta bazen bunlara fiyakalı isimler veriyoruz ki olayın karmaşıklığı daha da bir derin görünsün. “Arkadaş Pakistan’daki tüm bu sellerin nedeni aslında Üçlü La Nina. Bu olay yüz yıldır ilk defa görülmüş, ondan dolayı normalin üç katı yağış düşmüş” deyince biz birden kendimizi olaydan soyutlamış oluyoruz. Oysa bu olayların tümü oldukça iyi anladığımız bilimsel konular. Elbette doğanın kendi değişkenliği de katkıda bulunuyor ama bizim de ne olup bittiğini doğru kavramamız gerekiyor.

Dünya’nın dörtte üçü suyla kaplı. Bu kadarı suyla kaplı bir gezegendeki atmosfer olaylarının çoğunun da suya bağımlı olması gayet normaldir. Dünya’daki en önemli su kütlesi Pasifik Okyanusu’dur. Pasifik Okyanusu’nda olan her türlü değişikliğin tüm gezegenin atmosferini de derinden etkileyeceğini söylememiz hiç de yanlış olmaz. Pasifik Okyanusu’nun güney yarısında suların bir ortalama sıcaklığı vardır. Suların sıcaklığı doğuya doğru bir akıntı ile normalin üzerine çıkarsa bu olaya El Nino, normalin altına düşerse de buna La Nina adı verilir. Genelde normal durumda, El Nino da La Nina da yıllarca süren durumlar değildir, çoğunlukla birkaç mevsim içerisinde azalarak diğer durumlara dönüşür. Bazen bu olaylar çok şiddetli olur. Mesela 1998 ve 2016’da görülen aşırı El Nino olayları yeryüzünün ortalama sıcaklığının rekor seviyeye ulaşmasına neden oldu. Yalnız birer yıl süren bu dönemler zayıflayarak normal duruma ve sonrasında da La Nina’ya dönüştüler.

İçinde bulunduğumuz döngü ise Pasifik sularının normalden serine dönmesiyle Haziran 2020’de başladı.  Gittikçe şiddetlenen La Nina Ocak 2021’de tepeye ulaştı ve hızla azalmaya başladı. Azalıp normal duruma geçmesi beklenirken Eylül 2021’de tekrar şiddetli bir La Nina’ya döndü. Bu sene Temmuz ayında zayıflayıp normal duruma geçmesi beklenirken tekrar şiddetlenmeye başladı. Geçtiğimiz dönemlerin grafiklarine baktığımızda bu olayın fazla garip karşılanmayacağını anlamak pek de zor değil. Genelde El Nino ve La Nina bu kadar uzun sürmüyor ama sürdüğü de oluyor. Şu anda da süren La Nina’nın üçüncü dönemine giriyoruz.

Bu ülkemiz açısından ne anlama geliyor? Aşırı değişik bir durum yaşamıyoruz. Belki korkulandan az daha serin ve belki biraz da yağışlı bir dönem geçiriyoruz ve geçirmeye devam edeceğiz. Ama bu olayların temel etkisi büyük su kütlelerine daha yakın bölgelerde görülüyor. Mesela Pakistan Mayıs ayında inanılması zor bir sıcaklık olan  50℃ gördü. Bu sıcaklıklar Himalayalara kadar uzandığından o bölgedeki buzulların erimesi hızlandı. Ardından da normalden şiddetli bir muson sezonu geçirince 33 milyon kişi sellerde evsiz barksız kaldı. Benzer şekilde Avrupa’nın batı kesimleri de aşırı sıcaklarla baş etmek zorunda kaldı. ABD’nin batı kesimlerinde şiddetli kuraklık görülürken doğu kesimleri de fazla yağış aldı. Avustralya’nın güney doğu eyaletleri sellerle boğuşmak zorunda kaldı.

Tüm bu hava olaylarına baktığımızda anlamamız gereken birkaç önemli nokta var. Öncelikle bu olaylar yeryüzünün bir noktasını değil her noktasını az ya da çok etkiliyor. El Nino ya da La Nina neden bu kadar uzun sürdü ya da neden bu kadar şiddetli oldu sorusuna verecek bilimsel bir cevabımız henüz yok. Bu olaylar iklimin doğal değişkenliğinin bir parçası. Ama iklim krizinin ortalama sıcaklığı artırmasından dolayı genelde daha fazla El Nino olayı görülmesine yol açacağı tahmin ediliyor. Ayrıca iklim krizi atmosferde gördüğümüz tüm olayların daha da şiddetlenmesine yol açıyor. Yani kuraklık daha uzun sürüyor, sıcak hava dalgası daha sıcak bir hava getiriyor ve bu durumun sıklığı artıyor, yağışlar ise daha ani ve daha şiddetli oluyor.

Biz doğanın düzenini bozduğumuzda doğanın da buna tepki vereceğini biliyoruz. Bu tepkinin şiddetini ve nerelere yayılacağının da az çok farkındayız. Eksik olan iki eylem bu olayların artmasını engelleme ve kendimizi bu olaylardan koruma tarafında. “Tüm bu olaylar neden gerçekleşiyor?” sorusuna verdiğimiz cevap “biz sera gazı salarak iklimi bozduk ve meydana gelen felaketlere karşı yeterince önlem almıyoruz” yerine “üçlü La Nina varmış, bu olaylar ondan oluyormuş” şeklinde olduğu müddetçe de çözüm konusunda ilerlememiz mümkün olmayacak.


23 Eylül 2022 Cuma

Perhiz ve Lahana Turşusu

Dünya her geçen gün biraz daha istekler, gerçekler ve gereklilikler arasında sıkışıp kalıyor. Çevre ve doğaya baktığımızda hepimiz çocuklarımıza temiz ve bugünkünden daha yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyoruz. Ama çocuklarımız kışın ev soğuk olduğunda üşümelerini de istemiyoruz. Evi ısıtmak için de doğal gaz yakıyoruz, çıkan karbondioksit gazı da atmosferi kirletip çocuklarımıza temiz ve bugünkünden daha yaşanabilir bir dünya bırakmamızı zorlaştırıyor. Çözüm ne peki?

Çözümler var ama ne yazık ki hala oldukça pahalı. Mesela evimizi ısıtmak için doğal gaz kazanlı bir sistem ya da kombi yerine ısı pompası kullanabiliriz. Böylelikle sadece elektrik enerjisi kullanarak ısınmamız mümkün olur. Bu elektriği de çatımıza koyacağımız güneş panellerinden elde ederiz, tüketmediğimiz kısmını depolarız ve böylelikle kışın fazla karbondioksit salmadan yaşamak mümkün olur. Ancak bu sistem pahalı, oldukça pahalı. Çoğumuzun maddi imkanları bu sistemi evimize kurmaya yetmeyebilir, hatta bir apartmanda oturuyorsak, biz istesek bile komşularımız aynı yatırımı yapmak istemeyebilirler. O zaman doğal gaz kullanımı bugün için karşımıza bir gereklilik olarak çıkıyor.

Doğal gaz kullanımı bugün için bir gereklilik olsa da kafamızın içinde ve ön tarafa yakın bir yerlerde doğrunun bu olmadığı ve en kısa zamanda bu sistemden kurtulmamız gerektiği bulunmalı. Yeni bir eve taşınırken veya kombiyi yenilememiz gerektiğinde bu gerçeği unutmamalıyız, yoksa yaşam hep böyle sürüp gider ve biz çocuklarımıza güzel bir yeryüzü bırakma isteğimize asla ulaşamayız.

Bunun ötesinde devletin de koyduğu kurallarla gelecekte oluşacak problemlere şimdiden çözüm yaratması gerekiyor. Diyelim ki yatırım yapıp ısı pompası kullandık, ama devletten aldığımız elektrik kömürlü termik santrallerden geliyorsa, ısı pompasının karbondioksit kazancını hemen kaybetmiş oluruz. Bizim atacağımız adımlara bağlı olarak devletin de yatırımlarını gerçekleştirerek bizi yönlendirmesi gerekir. Bunların tamamını da uzak gelecekte değil hemen yapmaya başlamamız gerekiyor.

Hayatımızdaki bu değişiklikleri öncelik sıramızda en yukarılara taşımazsak ne olur? Yeryüzüne vereceğimiz zararın artacağını zaten uzun uzun konuştuk ve daha da konuşabiliriz ama ben başka bir noktaya parmak basmak istiyorum. Ekim ayı içerisinde insan nüfusunun 8 milyarı aşması bekleniyor. Nüfusumuza eklenen her bir birey ihtiyaçların da artması anlamına geliyor. Bu artan ihtiyaçları eskiden alıştığımız sistemlerle karşılamaya devam ettiğimiz müddetçe de problemlerimiz artacak. Ama ne yazık ki biz bildiğimiz yoldan ayrılmıyoruz ve yaptığımız binalara ısı pompası yerine doğal gaz kazanı ya da kombisi koyuyoruz. Bu da bizim doğal gaza olan bağımlılığımızı bir on ya da yirmi yıl daha sürdürmemizi garanti altına alıyor. Yani sanmayın ki bugün aldığınız bir kombi, yaktığınız bir kömürlü termik santral sadece bugünü etkiliyor. Bunların etkisi en az çocuklarınızın zamanına kadar da sürecek.

Avrupa Birliği ve özellikle de Almanya, Rusya-Ukrayna krizinden dolayı bu kış enerji akışında önemli sorunlar yaşayacak gibi duruyor. Bunun nedeni de açıklamaya çalıştığım konudur. Eğer Avrupa Birliği geçtiğimiz 20 sene içerisinde söylemi ile eylemini gerçekten birleştirmiş olsaydı şu anda bu durumda olmazdı. Bir yandan en çevreci olan ülkeler grubu olarak diğer ülkelere ahlak ve eylem dersi verirken öte yandan da kendileri gerekli olan değişimin bir parçası olmakta acele etmediler. Yani herkese ısı pompası kullanmasını söylerken kendileri doğal gaz kombileri ile hayata devam ettiler ve değiştirdilerse de bu gerekli olan hızda olmadı.

Değişimi yeterli hızda yapmazsak göreceğimiz gerçek sorunlar şimdiden gözümüzün önünde belirmeye başladı. Bekleyecek, yavaştan alacak hele de duracak vaktimiz yok. Değişmeliyiz, hemen şimdi!


21 Eylül 2022 Çarşamba

Batı Avrupa'nın Enerji Sorunu

Bu kış Avrupa’yı önemli bir enerji krizi bekliyor. Bu krizi hafife alacak olursak gelecek için çıkartmamız gereken dersleri de kaybetmiş oluruz. Bu sadece Rusya-Ukrayna krizinden doğan bir doğal gaz tedarik sorunu değildir. Benzer sorunlar yakın gelecekte hepimizi bekliyor ve şimdiden alacağımız önlemler gelecekte çocuklarımızın daha rahat ve düzgün yaşayabilmelerinin yolunu açabilir.

Yaşanan bu sorun, bugün için, sadece doğal gaz bağlamında görünse de genel anlamda oldukça büyük bir kaynak krizine doğru hızla gidiyor. Ancak bu yazıda sadece doğal gaz üzerinde duralım şimdilik.

Doğal gaz, petrol ve kömür gibi milyonlarca yıl önce ölmüş küçük canlıların toprak altında uzun süre kalarak ısı ve basınç etkisiyle dönüşmesi sonucu oluşur. Toprağın altı da her zaman tekdüze bir yapıda değildir. Bazı bölgelerde hep aynı tür kayalar vardır, bazı yerlerde ise kayalar bölük pörçüktür. Canlılar ise yaşarken yaşadıkları bölgenin kaya yapısına göre yaşamazlar ve öldüklerinde de her iki ortamda da kalabilirler. Biz yakın zamana kadar petrol ya da doğal gaz ararken hep bu kaya türlerine dikkat ettik ve aynı tür kayaların olduğu ve doğal gaz ya da petrol bulabileceğimiz yerlerde kuyular açtık. Böylelikle açtığımız bu kuyudan aşağıdaki petrol bitene ya da rahatça çıkmayana dek petrol çıkarttık. Ancak biliyoruz ki aşağıda tekdüze kaya yapıları olduğu kadar, hatta belki daha da fazla bölük pörçük kaya yapıları var. Bu bölük pörçük kaya yapıları da doğal gaz ve petrol barındırıyor.

2000’lerin başına kadar bu bölük pörçük kayaların içindeki petrol ve doğal gazı çıkartmak oldukça zordu. Bu nedenle de petrol ve doğal gaz üretimi birkaç başlıca üreticinin tekelinde idi. Petrol üretimine ilk başlayan ülkelerden biri olan ABD hızla kaynaklarını tükettiği için 2000’lerin başında net petrol ithalatçısı bir ülke konumundaydı. 

Bölük pörçük kayaların içindeki petrol ve gazı çıkartmanın yolu o kayaları parçalayarak içindeki gazın ya da petrolün sızmasını sağlayıp, sonra da sızan o maddeleri toplamaktan geçer. Bunun için de önce dik bir kuyu kazılır, ardından yana doğru boru devam ettirilir, uzanan borudan basınçlı bir su karışımı verilerek kayalar parçalanır ve fosil yakıtların sızması beklenerek toplanır. Kolayca görülebileceği gibi bu yöntemin iki önemli sakıncası vardır, öncelikle aşırı su kullanımı gerektirir ve kayaları parçaladığından doğaya ve özellikle yeraltı sularına büyük zarar verir.

ABD’de bu kuyuları açan üreticiler “petrol üretin de nasıl üretirseniz üretin” diyen bir devlet yapısı ile karşılaştığından son yirmi sene içerisinde petrol ve doğal gaz üretimi neredeyse yeni bir çağa girdi. Bölük pörçük kayalardan çıkartılan kaya gazı ve kaya petrolü ABD’yi en önemli petrol ve doğal gaz üreticilerinden biri haline getirdi. Üretilen petrolün ihraç edilmesi için gerekli olan yatırım fazla olmasa da doğal gazın gerek ihracatı gerekse de ithalatı ciddi yatırım ister. Doğal gazı gemilerle taşımadan önce soğutup sıkıştırmak, sonra da vardığı noktada ısıtıp yavaşça genleştirmek gerekir. Bu iki işlemi yapacak tesisler de milyarlarca dolara mal olduklarından sıvılaştırılmış doğal gazın (LNG) ticareti kolay değildir.

Japonya ve Güney Kore’nin uzun süredir coğrafi nedenlerle boru hatları ile taşınan doğal gaza erişimleri olmadığından bu iki ülke ve onlara sonradan eklenen Çin’in LNG altyapısı gelişmiştir. Son senelerde başlıca LNG ihracatçısı konumuna gelen Katar ve bu kategoriye sonradan eklenen ABD, Asya pazarına LNG satmaktadır.

İşte bu noktada Rusya-Ukrayna krizi patlak verdi. Avrupa'ya uzun senelerdir Kuzey Akım 1, Kuzey Akım 2 ve Türk Akım boru hatları ile Rus doğal gazı bağlanmıştı. Her ne kadar söylem olarak yenilenebilir enerjinin peşinde koşuluyor olsa da Avrupa Birliği enerjide karbonsuzlaşma stratejisini kömürden çıkıp güneş ve rüzgara dönme değil, kömürden doğal gaza dönme şeklinde kurgulamıştı. Üzerine bir de Yeşiller Partisi’nin etkisi ve desteği ile 2022 sonuna dek Almanya’da nükleerden çıkış da eklendiğinde özellikle Almanya tamamen doğal gaza bağlı durumda kaldı. Bunun üzerine bir de inanması zor bir durum daha eklendi. Almanya’nın LNG ithal edebileceği bir gazlaştırma terminali bulunmuyor. Ülkemizde bile bu terminallerden üç adet bulunduğu düşünülecek olursa Almanya’nın bu kıymetli ham madde için ne derece Rusya’ya bağlı kaldığı kolayca görülebilir.

Enerji bakımından bu derece Rusya’ya bağlı olan Avrupa Birliği, Rusya-Ukrayna krizinde Rusya’ya ağır yaptırımlar uygulamaya karar verdiğinde iki temel noktaya güvendi. Bunların ilki savaşın hızla çözümleneceği ve kışa kadar durumun eskiye döneceği ve ABD’nin bu zaman içerisinde Rusya tarafında azalan gaz akışını LNG ihracatı ile kapatacağıydı. Bu iki noktada da Avrupa Birliği’nin düşüncesi yanlış çıktı, ne savaşın hızlı bir sonu geldi ne de ABD AB’ye yeterli miktarda LNG sağlayabildi. ABD’nin en önemli LNG ihracat terminali olan Freeport’ta meydana gelen bir patlama buradan AB’ye yapılacak ihracatı en azından Ocak ayının başına kadar durdurdu. Asya ülkelerinin LNG altyapıları, iştahları ve maddi imkanları da yerinde olduğundan şu anda Batı Avrupa’ya doğal gaz sevkiyatı ancak Rusya ile anlaşılmasına kalmış gibi görünüyor.

Bu bağlamda ülkemizin de çıkarması gereken önemli dersler var. Doğal gaz konusunda biz aslında Batı Avrupa’dan çok daha iyi durumdayız, üç LNG gazlaştırma terminalimizin yanı sıra çoklu kaynaktan boru hatları ile doğal gaz alıyoruz. Ancak bu gene de enerji bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Almanya’daki problemi görerek bizler de hızla kendi elektrik enerjimizi üretecek bir duruma gelmeliyiz. Ayrıca ülkemizdeki üretim ve kullanım sistemlerini de hızla elektrikleştirmeye başlamalıyız.


16 Eylül 2022 Cuma

Teknolojik Çözümlere Umut Bağlamayın

İklim krizinin temel sebebi doğanın milyonlarca yılda biriktirip yerin altında biriktirdiği karbondioksit gazını bizim kömür, petrol ve doğal gaz olarak çıkartıp, yakıp, tekrar atmosfere geri salmamızdır. Bunu durdurmanın ve geri çevirmenin de tek yolu vardır. Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakıp atmosferdeki aşırı fazla karbondioksidi de yakalayıp tekrar yerin altına koymayı başarmak.

Kömür, petrol ve doğal gaz yakmaya devam edecek olursak bu, atmosferdeki karbondioksit miktarının artacağı ve iklim krizinin daha da kötüleşeceği anlamına gelir. Bunu engelleyebilecek hiçbir şey yoktur. Olmamasının nedeni de doğa yasalarıdır. Bu yasaları değiştirip kendimize uydurmak gibi bir şansımız yok. Teknoloji de bu yasaları çiğneyemez, olması imkansız bir şeyi olur hale getiremez. Arşimet makaralı bir sistem kullanarak kendi başına koca bir gemiyi sahile çekmeyi başarmıştı ama bunu çok uzun sürede başarabildi. Kısa sürede 20 kişinin yaptığı işi 20 kat uzun sürede kendi başına yapabildi fakat yapılan iş gene de aynıydı. Ürettiği teknoloji enerji harcamadan aynı işi yapmayı sağlamadı, sadece enerjiyi daha akılcı olarak kullanarak aynı sonuca ulaştı. Yalnız modern hayatta bizler doğanın yasalarını unutup teknolojinin her derde deva olacağına kendimizi inandırmış durumdayız. Bu da iklim krizi konusunda harekete geçmemizi imkansızlaştırıyor.

Şimdiye kadar atmosfere salmış olduğumuz karbondioksidi geri alıp toprağın altına tıkabilmek mümkün. Doğa bunu mükemmel biçimde yapıyor. Bu sistemin adına fotosentez diyoruz. Güneş’ten gelen enerji, havadaki karbondioksit ve topraktaki su fotosentez ile organik maddeye dönüşüyor. Fotosentez yapan canlının hayatının sonunda da bu madde toprağın altında kalıyor ve milyonlarca yıl içerisinde tekrar kömür, petrol ve doğal gaza dönüşüyor. Ama bizim derdimiz doğanın milyonlarca yılda yaptığını birkaç yıl içinde yapmayı başarmak. O zaman da bir kısa yol üretmemiz gerekiyor.

Güneş’ten gelen enerjiyi kullanıp havadaki karbondioksidi karbon ve oksijene ayırıp, kalıcı bir şekilde toprağın altına gömmek çok fazla enerji gerektiriyor. Ama ayırmadan karbondioksit olarak gömecek olursak sorunu kolayca halledebileceğimizi düşünüyoruz. Yalnız burada iki tane, kocaman problem var:

  1. Karbon katı bir nesne ve toprağın altında milyonlarca sene olduğu gibi kalabiliyor. Ama karbondioksit bir gaz ve toprağın altına tıkacak olsak da bir yolunu bulup kaçabiliyor. Yani şimdiye kadar bir gazı asla kaçamayacağı bir biçimde toprağın altında depolamak için bir yöntem bulunamadı, bulunması da hiç kolay değil. Şu anda karbondioksidi yakalayıp toprak altında depoladıklarını söyleyenlerin neredeyse tamamı karbondioksidi petrol ve doğal gaz çıkan yataklara geri pompalıyorlar. Bunu yapmalarının sebebi de o yataklarda kalan ve çıkarmaları zor olan petrol ve doğal gazı da çıkartabilmek. Çıkan petrol ve doğal gaz da yakılarak iklim krizinin daha da kötüleşmesine neden oluyor. Dolayısıyla neredeyse kimse kamu yararı için atmosferden karbondioksit yakalayıp yerin altına tıkmaya çalışmıyor.
  2. Her sene atmosfere yaklaşık 50 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Atmosferdeki karbondioksidi yakalama, saklama ve hatta kimyasal yöntemlerle başka ürünlere çevirme teknolojilerine on yıllardır yatırım yapmamıza rağmen bunların senede atmosferden alabildikleri karbondioksit miktarı yaklaşık 50 milyon ton. Yani bir taraftan 50 milyar ton salarken diğer taraftan 50 milyon ton emiyoruz. Bunun bir çözüm olamayacağını anlamak için senelerce bilim öğrenmeye gerek yok. Eğer insanlık karbondioksit salım miktarını doğanın emebildiği bir seviyeye düşürürse, o zaman bu teknolojilerin faydasını yavaş yavaş görmeye başlarız.

Kısacası yakın bir tarihte birinin sihirli bir değnekle gelip iklim krizi sorununu bir anda yok edeceğine sakın inanmayın. Bu bizim bugünkü hayat tarzına ulaşmak için yarattığımız bir durum ve biz böyle devam etmekte ısrar ettiğimiz müddetçe de bir çözüm bulunamadan durum daha kötüye gidecek. O nedenle hızlı biçimde elektrik enerjisi üretim sistemlerinden başlayarak bir değişime gitmemiz gerekiyor. Bu değişim de bizler talep etmediğimiz müddetçe kendiliğinden gerçekleşemez. Politik olsun, ticari olsun, günlük yaşamda olsun attığımız her adımda ya da yaptığımız her tercihte iklim krizinin hepimizin yaşamını ciddi anlamda tehdit eden bir sorun olduğunu kabullenerek ona göre davranacak olursak çözümler var ve sorunun üstesinden gelebiliriz. Biz atmosfere karbondioksit salmayı bıraktığımızda kuracağımız tesislerle havadaki karbondioksidi emerek yerin altında saklamak fayda sağlamaya başlayabilir ama bin salarken birini tutup saklamak asla çözüm olamaz ve sizi olabileceğine inandırmaya çalışanlardan uzak durmanız iyi bir fikirdir. 


9 Eylül 2022 Cuma

Deniz Seviyesi Beklenenden Hızlı Yükseliyor

Ortalama yüksekliği deniz seviyesinden oldukça yukarıda olan bir ülkede yaşıyoruz. Yoksa iklim krizi nedeniyle deniz seviyesindeki yükselmeden dolayı gözümüze uyku girmezdi. Düşünsenize ortalama yüksekliği 2 metre olan bir Pasifik adasında yaşıyorsunuz, sık olmasa da gelen tayfunlar varınızı yoğunuzu alıp götürmekle tehdit ediyor ve bir de fırtınasız bir zamanda bile deniz seviyesi bir karış yükseliyor. Herhalde geri kalan her şeyi bırakıp iklim krizi sorununa ve deniz seviyesindeki yükselmeye odaklanırdık.

Ne yazık ki yeryüzünde bu korku ile yaşayan milyonlarca insan var. Deniz seviyesindeki bir yükselme bizi aşırı etkilemese de bir karışlık bir artış bu insanlar açısından yaşam alanlarını kaybetmeye karşılık gelebiliyor.

Bilim insanları Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) çatısı altında toplanarak iklim krizine dair çeşitli konuları içeren raporlar yayımlıyorlar. Bu raporlar internet üzerinde duyabileceğiniz çok sayıda garip ya da uydurma bilginin karşısında bilimin kararlı duruşunu yansıtıyorlar. Eğer iklim krizi konusunda doğruları öğrenmek istiyorsanız temel bilgi kaynağınız IPCC olmalı.

IPCC’nin en son yayımladığı iklim değişikliği raporu bu yüzyılın sonuna dek deniz seviyesinde beklenen artışın bir metre civarında olacağını ortaya koydu. Pasifik’teki ada ülkelerinde yaşayan insanlar için bir karış artış bile felaket anlamına geliyorsa bir metrenin nasıl bir sonuç doğuracağını düşünmek dahi istemeyiz. Ülkemizde deniz seviyesinin bir karış yükselmesi uykumuzu fazla kaçırmayabilir ama bir metre artış hepimizi rahatsız edecek bir durum yaratır. En basit şekilde anlatmak gerekirse, Kadıköy metrosunun sol taraftaki çıkışı deniz seviyesinden yaklaşık üç karış yukarıdadır. Deniz seviyesi bir karış yükselecek olsa kötü lodos fırtınaları sırasında bu çıkışı kum torbalarıyla korumak gerekir. Ama deniz seviyesi bir metre yükselecek olursa tüm Kadıköy sahili sular altında kalacak demektir. Bu durumda da yapmamız gereken İstanbul’u ve deniz seviyesine yakında yer alan diğer şehirleri duvarlarla korumak olacaktır. Bunu yapmak için de metroyu su basmasını beklemesek iyi olur.

Şehirleri yüksek duvarlarla denizden ve dalgalardan korumak oldukça büyük bir yatırım gerektirir. Bu nedenle de deniz seviyesinin gerçekten bir metre yükseleceğine emin olmamız iyi olur. Yani, bilim insanları bu bir metre konusunda ne kadar eminler?

Geçen haftalarda bu alandaki en saygın bilimsel yayınlardan biri olan Nature Climate Change’de çıkan bir makale deniz seviyesindeki artış beklentilerine eleştirel bir bakış getirdi. Yalnız bu bakış hiç de bizim umduğumuz yönde değil.

Bilim insanları bilimsel bilgilere dayanarak deniz seviyesindeki artışı ortaya koyan modeller üretirler. Bu modeller için kullanılan bilgiler daima tutucudur. Bunu şu şekilde anlamalıyız: Modellerin içine koyduğumuz bilgiler ve veriler kesinlikle emin olduklarımızdır. Kesinlikle emin olmadığımız bilgiler ise büyük çoğunlukla durumu daha kötüye taşıyacak olgulardır. Mesela Grönland ve Antarktika’nın buzlarla kaplı olduğunu biliyoruz. Bu buzun üzerine güneş ışığı düştüğünde ne kadarının eriyeceğini biliyoruz. Yeryüzünün ortalama sıcaklığı artacak olursa bu erimenin ne denli hızlanacağını biliyoruz. Okyanuslardaki su ısındıkça genleşecek ve ne kadar ısınacağını tahmin edebiliyoruz. Tüm bunları toplayarak deniz seviyesinin yüzyılın sonunda bir metre kadar artacağını hesaplayabiliyoruz.

Sözü edilen makalede Grönland’a giden bilim insanları buradaki erimenin hesaplanandan çok daha fazla olduğunu ölçmüşler. Vardıkları sonuç oldukça ürkütücü: Bugün kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakacak olsak bile Grönland erimeye devam edecek ve bu erime deniz seviyesinin kısa zamanda 30 santim artmasına neden olacak. Enerji ihtiyacımız nedeniyle fosil yakıtları yakıp atmosfere salmaya devam ettiğimiz sürece bu yüzyılın sonuna varmadan deniz seviyesinde sadece Grönland’ın erimesinden kaynaklanan artış bir metreyi bulacak.

Kısacası, her şey bugün olduğu gibi devam edecek diye düşünme lüksüne sahip olduğumuz zamanlar artık sona eriyor. Bundan sonra şimdiye kadar sebep olduğumuz değişikliklerin sonucunu görmeye başlama zamanı. Artık kafamızı kuma gömüp bu fırtınanın da geçeceğini düşünmeyi bırakıp eyleme geçmemiz gerekiyor. Kadıköy metrosunu su basacak ama bu 2100 yılında değil belki de 2030 yılında olacak. O nedenle kendimizi ve altyapılarımızı korumak için çalışmaya başlamamız gerekiyor. Testi kırıldıktan sonra ağıtlar yakmak için çok geç olacak.


5 Eylül 2022 Pazartesi

Pakistan'daki Taşkınlar

Irmaklardan akan su miktarı aydan aya ve seneden seneye değişebilir. Ülkemizdeki çoğu ırmağın su miktarının yaz aylarında düşüp kış aylarında yükseldiğini biliriz. Bu, ülkemizin iklim koşullarından kaynaklanmaktadır. Genel yapısı ile yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ya da serin ve yağışlı diyebileceğimiz iklimimiz nehirlerin kış ve bahar aylarında daha fazla; yaz ve sonbaharda ise nispeten daha az su taşıması sonucunu doğurur.

Nehirler binlerce, hatta milyonlarca yıl diyebileceğimiz uzun zaman sürelerinde toprağı aşındırır ve fırsat buldukça enine doğru da genişlerler. Bugün gördüğümüz vadiler geçmişte bundan çok daha dar yapılardı ve akan suyun yanlarına olan baskısı ile uzun zaman süresinde genişlediler. Buradan nehirlerin zaman zaman yataklarını terk ederek çevrelerini suyla kapladıklarını kolayca görebiliriz. Eski Mısır gibi uygarlıklar nehirlerin bu yapısı üzerinde kurulmuştur. Belirli zamanlarda gelen yağışlar Nil Nehri’nin taşmasına neden olur. Bu mevsimde çiftçiler ürünleri toplayıp nehirden uzaklaşırlar, nehrin yatağına döndüğü mevsimde de geri dönerler. Nehrin zaman zaman sular altında bıraktığı bu bölgeye taşkın havzası adı verilir. Taşkın havzasında yer alan bölgelerin bu sene olmazsa seneye, o da olmazsa yakın gelecekte bir gün sular altında kalacağı neredeyse kesindir.

Taşkın havzasındaki bu etkileri azaltmak için yapılacak en önemli çalışma suyu barajlarda biriktirerek akışın düzenliliğini sağlamaktır. Bu oldukça maliyetli bir süreçtir ve Mısır bunu ancak 1970’te başararak Nil Nehri’nin yatağından taşmamasını sağlamıştır. Mısır’da nüfusun önemli bir kısmı ile tarım ve sanayi bu taşkın havzasında yer aldığından Mısır’ın gelişmesi bu barajın düzgün çalışması ile sağlanmıştır.

Buna karşılık Mississippi Nehri çok uzun bir düzlükte aktığından baraj yapımına uygun değildir. Ayrıca nehrin havzasındaki yağışlar da mevsimsel olmadığından nehrin akışını kontrol etmeye fazla gerek duyulmamaktadır. Bunun ötesinde bir de nehrin düzenli akışının kolaylaştırdığı nehir taşımacılığı büyük baraj yapımını tamamen anlamsız kılar. Ancak Mississippi de zaman zaman taşar. Bu taşkınların taşkın havzasında büyük zararlara yol açmaması için taşkınların görüldüğü yerlerde nehir kenarına yüksek setler çekilir. Taşkınlar öncelikle nehrin denize yakın aşağı bölgelerinde görüldüğü için ilk setler o bölgeye yapılmıştır. Ama setler aşağı bölgelerde taşkını önleyince bu sefer taşkın biraz daha yukarıda oluşur ve geniş bir alana yayılır. O zaman setler biraz yukarıya doğru uzatılır, nehir de biraz yukarıda taşmaya başlar. Ülke ekonomisi bu set yapımına yetecek maddi imkanlara sahipse insanla doğa arasındaki bu savaş çoğunlukla insanın lehine devam eder.

Yalnız, Güney Asya’daki nehirlere baktığımızda durum biraz değişir. Ana nehirler olan İndus, Ganj ve Brahmaputra her zaman taşıp büyük zarar verme potansiyeli taşırlar. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Öncelikle buradaki nehirlerin geçtiği ülkeler ABD veya Batı Avrupa gibi maddi imkanları yüksek ülkeler değildir. Bundan dolayı da nehirlerin taşmasına yönelik çalışmaların uygulanması oldukça külfetlidir. Ama bunun ötesinde nehirlerin su kaynağı tek değil en az iki tanedir. Bu kaynakların ilki Himalayalar’daki buzullardır. Bu buzullara düşen kar yavaş yavaş eriyerek bu nehirlerin temel kaynağını oluşturur.

İklim değişikliği küresel ortalama sıcaklıkları artırmıştır. Artan sıcaklıklar daha fazla buzun erimesine ve nehirlerin normal seviyesinin de artmasına neden olur. Bu artış günlük yaşamda nehirlerin birden yükselmesine neden olmaz, gene de güvenli olarak yaşanabilecek şartları biraz daha zorlamaya başlar. Yani nehir kenarına yapılmış olan setler suyun yükselmesine dayanır ama zorlanır. Arada, Himalayalar’a yakın bölgelerde kar sularının erimesinden oluşan küçük göletleri patlayarak nehrin seviyesinde ani yükselmelere yol açabilir ama bu taşkınlar genelde büyük zarar vermesine rağmen geçicidir.

Güney Asya’daki nehirlerin ikinci ana kaynağı muson yağmurlarıdır. Muson kelimesi Arapça’daki mevsim kelimesinden gelir ve bu bölgede Haziran ayında başlayıp Ekim ayında sona eren mevsimsel yağışlara verilen isimdir. Muson yağmurları sadece bu bölgede değil, yeryüzünün değişik bölgelerinde değişik zamanlarda görülür. Bu yağmurların şiddeti seneden seneye çok fark edebilir. Bazı seneler hiç yağış düşmezken bazı seneler ortalamanın çok üzerinde yağış düşebilir. Bu değişikliğin ardında yatan sebep okyanuslarla karaların farklı hızlarda ısınmasıdır ve halen bilimin anlamaya çalıştığı sorulardan biridir.

El Nino adını verdiğimiz, Güneydoğu Pasifik’teki suların normalden sıcak olmasına neden olan doğa olayının muson yağmurlarını de etkilediği bilinmektedir. El Nino görüldüğünde, yani okyanus suları normalden sıcak olduğunda Güney Asya’daki muson yağışları oldukça azalır, tam tersi La Nina görüldüğünde, yani okyanus suları normalden soğuk olduğunda da Güney Asya’daki muson yağışları artar.

İklim değişikliği Himalayalar’daki buzulları eritmenin ötesinde okyanus sularının da ısınmasına yol açtığından bugün ve yakın gelecekte El Nino şartlarının artması ve buna bağlı olarak Güney Asya’daki su kaynaklarının da azalması beklenmektedir. Güney Asya bölgesindeki üç büyük ülke, Pakistan, Hindistan ve Bangladeş sırasıyla en büyük nüfusa sahip beşinci, ikinci ve sekizinci ülkelerdir. Bu da doğal olarak bu bölgedeki nüfus yoğunluğunun diğer bölgelere oranla daha yüksek olmasının nedenidir. Nüfus yoğunluğu arttığı zaman da insanlar normal şartlar altında yaşamamaları gereken taşkın havzalarında kendilerine yaşam kurmaya çalışırlar. Taşkın havzalarındaki bu yerleşim ve tarım alanlarını su baskınlarından ve taşkınlardan korumak için ise yüksek setlerin inşa edilmesi gerekir. Bu setlerin inşası ise bir altyapı yatırımıdır ve ülkenin kalkınmasına katkısı ikincil olarak kabul edildiğinden öncelikli olarak kabul edilmez. Şu anda nehirlerin alt kısımlarından yukarıya doğru ilerleyen set çalışmaları vardır ama bu çalışmalar yeterli olmadığından bir yandan setlerin yukarısından havzaya yayılan, diğer yandan da setleri kırıp yayılan taşkınlar sıkça görülmektedir.

Setlerle ilgili bu problemi Güney Asya’ya özgü bir sorun olarak görmemek gerekir. Mississippi havzasında birkaç yılda bir setleri aşan ya da kıran taşkınlar geniş alanları sular altında bırakmaktadır. 2005 yılında Katrina Kasırgası sırasında New Orleans’da bir setin kırılması şehrin önemli kısmını sular altında bırakıp önemli can kaybına yol açmıştı.

Ancak yeryüzü son üç senedir ilginç sayılabilecek bir durumla karşı karşıya. Bir yanda okyanus sularının ortalama sıcaklığı artarken öte yandan Pasifik Okyanusu’nun güneydoğu kesiminde sular normalden daha serin, yani La Nina görülüyor. La Nina’nın Güney Asya’ya etkisi ise muson yağışlarının artması şeklinde karşımıza çıkıyor. İndus havzasında, bir yanda Himalayalar’daki buzulların erimesi, diğer yanda da artan muson yağışları nehirlerin setleri aşarak ciddi taşkınlar yaratmasına neden oldu. Bu taşkınlar sırasında etkilenen insan sayısının 30 milyonu aştığı söyleniyor. 

Bugün için bu insanlara yardım taşımaktan başka yapabileceğimiz bir şey bulunmuyor. Ama taşkın suları çekildiği anda nehir kenarlarındaki setlerin güçlendirilmesi için acilen çalışmalara başlanılması gerekiyor. Bu tür olaylar, o bölgede gözlemlenen aşırı sıcaklarla birleştiğinde kısa süre içerisinde bölgeyi yaşanmaz hale getirebilir. Söz konusu olan bölge az nüfuslu bir yer olsa bu çok önemli bir sorun olarak görülmeyebilir. Ancak, Pakistan 240 milyonu aşan nüfusuyla yakın gelecekte iklim göçü verecek büyük ülkelerin başını çekmektedir. İnsanlığın bu büyük göçleri engellemek için yapması gereken o insanların kendi topraklarında yaşam güvencesine sahip olmalarına yardımcı olmaktır ve ne yazık ki bu çabada başarılı değiliz. Dolayısıyla bugünün taşkın sorunu yakın geleceğin mülteci sorunu olarak kapımızı çalmaya aday görünüyor. 


2 Eylül 2022 Cuma

İklim krizinin artırdığı salgınlar

Son dönemde biraz hafiflemekle birlikte son iki buçuk seneyi çok önemli bir pandemi ile geçirmek zorunda kaldık. Bu konuda iyi haber, COVID19’un Kara Veba kadar öldürücü olmaması ve Kara Veba kadar çok insanı öldürmemiş olması. Bugünlük iyi haber bu kadardı. Kara Veba 1330’ların sonunda Çin’den yola çıktı ve 12 yıl sonra 1349’da Londra’ya ulaştı. Bu hastalık Avrupa’da 50 milyondan fazla insanın ölümüne yol açtı. Bugün ise benzer bir pandemi 12 saatte Çin’den Londra’ya ulaşabiliyor. Biyoteknoloji ve salgınlar hakkındaki bilgilerimiz o döneme göre çok daha gelişmiş durumda, ancak bu hastalıkların yayılma yöntemleri de bizim etkimizle çok daha verimli çalışıyor. Dolayısıyla bugün ve yakın gelecekteki salgınlar konusunda çok dikkatli davranmamız gerekiyor.

Bilim dünyasının en başta gelen dergilerinden birinde yayımlanan bir makaleye göre iklim krizi; su yoluyla bulaşan yaygın virüslerden veba gibi ölümcül hastalıklara kadar, dünya çapında insanların temas ettiği bulaşıcı hastalıkların %58'ini daha da kötüleştirebilir. İnsanlarda görülen 375 salgın hastalığı inceleyen bilim insanları bunlardan 218 tanesinin neden olacağı zararın iklim değişikliği nedeniyle artabileceğini ortaya koydu. Bir de bunun üstüne, iklimle alakası olmasa da küreselleşmenin insani hareketliliği artırmasını ve her sene yeni hastalıkların türemesini ekleyecek olursak sorunun ne derece büyük olduğunu kolayca görebiliriz.

Peki bu hastalıklar iklim krizinden nasıl etkileniyor? Araştırmayı yapan grup bu etkileri dört ana grupta incelemiş.

1. İklimle ilgili yaşanan sorunlar patojenleri insanlara yaklaştırıyor:

Bazı durumlarda, iklim krizinin yarattığı etkiler, tehlikeli patojenik hastalıklar için vektör olarak görev yapan hayvan ve organizma çeşitlerini değiştiriyor. Örneğin, ısınma veya yağış düzenlerindeki değişiklikler, çok sayıda hastalığının vektörü olan sivrisineklerin dağılımını değiştirebilir. Son yıllarda, sıtma ve dang humması gibi sivrisinek kaynaklı hastalıkların salgınlarındaki coğrafi değişiklikler bu iklimsel tehlikelerle ilişkilendirilmiştir. Batı Nil virüsü gibi ülkemizden çok daha uzak coğrafyalarda görülen hastalıklar bile taşıyıcı sivrisineklerin burada da yaşayabilmeleri nedeniyle ülkemizde görünür oldu.

2. İklimle ilgili tehlikeler insanları patojenlere yaklaştırır.

İklim felaketleri ayrıca insan davranış kalıplarını patojenlere maruz kalma olasılıklarını artıracak şekilde değiştirebilir. Örneğin, sıcak hava dalgaları sırasında insanlar genellikle suda daha fazla zaman geçirir ve bu da su kaynaklı hastalık salgınlarının artmasına neden olabilir. Mesela, 2014 yılında kuzey İskandinavya'da yaşanan bir sıcak hava dalgasının ardından İsveç ve Finlandiya'da genellikle balıklarda görülen enfeksiyonların insanlara da bulaştığı ve bu salgının önemli ölçüde arttığı görülmüştür.

3. İklimle ilgili tehlikeler patojenleri artırır.

Bazı durumlarda, iklimle ilgili tehlikeler ya patojenlerin vektörlerle etkileşime girme fırsatlarını artırabilen ya da patojenlerin insanlarda ciddi hastalıklara neden olma yeteneklerini artırabilen çevresel koşullara yol açmıştır. Örneğin; yoğun yağış ve sel nedeniyle kalan durgun su, sivrisinekler için üreme alanı sağlayarak sarı humma, dang humması, sıtma ve Batı Nil humması gibi hastalıkların bulaşmasının artmasına neden olabilir.

Hastalandığımızda ateşimizin çıkmasının nedeni çoğu virüsün yüksek sıcaklıklara dayanıklı olmamasıdır. Yalnız iklim krizi nedeniyle artan sıcaklıklar bu virüslerin de daha yüksek sıcaklıklara dayanıklı olmasını sağlayarak öldürücülüklerini de artırmıştır.

4. İklim krizinin getirdiği felaketler, vücudun patojenlerle başa çıkma yeteneğini zayıflatır.

Bu iki temel yolla oluşabilir. Afetler sonrasında insanlar daha tehlikeli koşullarda yaşamak zorunda kalabilirler. Afet hasarı, kalabalık koşullarda yaşayan ve iyi sağlık koşullarından yoksun olan insanların sayısını artırabilir.

Kuraklık gibi sorunlar yetersiz beslenme yoluyla vücudun patojenlerle savaşma kapasitesini de azaltabilir. İklimsel felaketlerle yaşamak aynı zamanda stresten insan vücudunun bağışıklık tepkisinde bir azalmaya yol açabilir.

Bu felaketler karşısında alınacak en önemli önlem iklim krizini durdurmaya çalışmaktır. Bunu asla unutmuyoruz, ama bu küresel bağlamda herkesin elini taşın altına koymasını gerektiriyor. Oysa salgın hastalıkların önemli bir kısmı bizi yerelde etkiliyor. Bu nedenle de salgın hastalıkların bulaşma yöntemlerini kısıtlayacak önlemleri şimdiden almaya başlamamız gerekiyor. COVID19 bizlere istemeden de olsa büyük boyutta bir pandemiye karşı nasıl savaşmamız gerektiğini kısmen gösterdi. Bundan sonraki senelerde de bu salgınlardaki artışa kendimizi hazırlamak zorundayız.