27 Ağustos 2022 Cumartesi

Dünya'nın Hali

Sonunda ülkemize güzel bir haberimiz var: Bu yaz iklim krizinin şiddetini yeryüzünün diğer bölgeleri kadar yaşamadık. Bunun atmosferin yapısı ve meteorolojiden gelen sebepleri var ama amacım sizleri bilimle boğmak değil. Merak edenler Azorlar Yüksek Basıncı ve La Nina arasındaki etkileşimi inceleyerek neden bu yazı pek de fena geçirmediğimizi bulabilirler. Ama esas amaç, fazlasıyla sıcak da olsa, az yağış alıyor olsak da durumumuzun diğer bölgelerden çok daha iyi olduğunu anlatmak ve bu iyi durumun geçici olduğuna sizleri ikna etmek.

Bu yazın ortasında Batı Avrupa daha önce benzeri pek de görülmemiş bir sıcak hava dalgası ile boğuşmak zorunda kaldı. Bu sıcak hava dalgası; Portekiz, İspanya, Fransa ve İngiltere’de sıcaklık rekorlarının kırılmasının ardından Almanya’da da sıcaklığın daha önce pek de görülmemiş seviyelere yükselmesine neden oldu. Almanya ya da İngiltere’de görülen sıcaklıklar ülkemizde Antalya veya Adana’da görüldüğünde normal karşılanabilir ama ülkemizden oldukça kuzeyde bulunan bu yerlerin güney sahillerimizin sıcaklığına ulaşması orada yaşayanlar açısından dayanılması zor bir durum yarattı. Neyse ki 2003’te binlerce kişinin ölümüne yol açan sıcak hava dalgasından alınan dersler bu sefer daha şiddetli bir sıcak hava dalgası olmasına rağmen benzer bir hasara yol açmadı.

Amerika Birleşik Devletleri de o sırada kuraklık sorunuyla boğuşuyordu. Birçok eyalete su sağlayan ve kıtanın orta kesimlerinden çıkıp Meksika’da Pasifik Okyanusu’na dökülen Kolorado Nehri’nin suları görülmemiş biçimde azalınca acil durum ilan edilmek zorunda kalındı. Teksas’ta ise hava sıcaklıklarının çok yükselmesinden dolayı serinlemek amacıyla klima kullanımı artınca elektrik sistemi yetersiz kaldı.

Çin ise en az yetmiş gündür süren bir sıcak hava ve kuraklık alarmı içerisinde. Yangtze gibi hem tarım için önemli miktarda su sağlayan bir nehir neredeyse kurumaya başladı hem de bu nehir üzerine yapılan hidroelektrik santrallerinin de üretimleri ciddi biçimde azaldı. Dünyanın çoğu yerinde kuraklık olması önemli bir sorundur ama bu kuraklık Çin ve Hindistan gibi yüksek nüfusa sahip iki ülkede görüldüğünde tarımda yaratacağı problemlerden dolayı çok daha büyük bir sorun haline gelir. Çin hala bu sıcak hava dalgası ve kuraklıkla baş etmeye çabalıyor.

Sıcak hava dalgasının ardından azalan yağışlardan dolayı Avrupa’nın önemli nehirlerinin çoğu neredeyse akmaz oldu. Avrupa ve Çin’de bu nehirler aynı zamanda ticaret yolu olarak kullanıldığından sadece tarıma ve elektrik santrallerine sağlanan su miktarı düşmedi, aynı zamanda ülke içi ve ülkeler arası ticaret de bundan etkilendi.

Bu iklim krizinin sadece bir yüzü, diğer yüzünü de Pakistan, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’da görebiliyoruz. Pakistan ve Hindistan’da bu sene normalin üzerinde gelen muson yağmurları nedeniyle oluşan can kaybı bini aştı. Avustralya ve Yeni Zelanda’da ise aşırı yağışlar nedeniyle seller görülmeye devam ediyor. Elbette, nüfus yoğunluğu çok fazla ve altyapısı daha zayıf olan Hindistan ve Pakistan’da bu yağışlar çok daha fazla can ve mal kaybına yol açıyor.

Bu olaylar arasında sevinilecek bir nokta, şimdiye dek okyanuslarda çok fazla siklon görülmemesi. Atlantik’te kasırga ve Pasifik Okyanusu’nun batısında tayfun adını verdiğimiz bu dev fırtınalar normalde yaz aylarında okyanus kıyılarına kıyameti taşırdı. Ancak bu sene, en azından şimdiye kadar, ülkemizde olduğu gibi bu bölgelerde de şiddetli bir fırtınaya rastlanmadı.

Kısacası, ülkemiz bu yazı nispeten sorunsuz atlatıyor gibi görünüyor ama yeryüzünün her noktası bu yaz bizim kadar şanslı değil. Yine de  bu, bizim gelecek yaz için hazırlanmamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Çünkü bu yazı atlatmış olabiliriz ama gelecek yazlar emin olun bundan daha ciddi problemler getirecek bize. O nedenle gevşemeden iklim krizine uyum sağlamak için ülke olarak çabalarımızı hızlandırmalıyız çünkü iklim krizi hızlanıyor. İnanmıyorsanız İngiltere ve Çin’e sorabilirsiniz.


5 Ağustos 2022 Cuma

Birlikte başarabiliriz

Sosyal medya çok güzel bir yer. Masamızdan kalkmadan bize deney ve anket yapabilme şansını veriyor. Bunu mecazi anlamda söylediğimi sosyal bilimci arkadaşlar mutlaka anlayacaklardır ama gene de bazı konular hakkında epeyce bilgi sahibi olabilmemiz mümkün.

Sosyal deney düşüncesi aklımda olmadan geçen hafta bir paylaşım yaptım: 

WhatsApp üzerinden bir kişiye yolladığınız 10 MB video dosyası yaklaşık 200 gr CO2 salımına neden olur. 100 kişinin telefonuna giden 10 MB video 20 kg CO2 salımı demektir. Lütfen çok kişinin üye olduğu gruplara büyük dosyalar göndermeyin. Gerekirse linkini verin. Merak eden açar. 

Bu paylaşıma değişik platformlarda o kadar değişik yorumlar geldi ki bunları paylaşmanın bilgi verici olacağını düşündüm. Olumlu yorumları ayırıyorum, muhtemelen bu yazı bağlamında bilgi taşımayacağını sizler de kabul edersiniz. Olumsuz yorumlar Ekşi Sözlük’te bile yer aldığına göre, o kısmı değerlendirmek biraz daha faydalı olur.

Öncelikle, İnternet ile 30 yıldan uzun süredir haşır neşir olanların ilk başlarda öğrendiği bir kural vardır. Yazılı mesaj hızlı gider, resim ve görüntü uzun sürer. Bu nedenle eğer mecbur değilseniz resim ve video paylaşmayın, gerekirse linkini verin. Hatta büyük gruplara asla büyük dosya paylaşımı yapmayın. Bu mesaj da tamamen bunu söylüyor. Yalnız vurgumuz mesajı indirmenin ne derece vakit aldığından ziyade ne derece fazla karbondioksit salımına yol açacağı üzerine. Şimdi buna itiraz eden kişilerin düşüncelerini sıralayalım:

“10 MB video dosyasının salımı 200 gramdan çok daha azdır, hesap yanlış”: Öncelikle tüm okuyuculara Yuvam Dünya Derneği ve Yeşil İnsan Yayınevinin ortak çalışması olan Mike Berners-Lee’nin “Muz Ne Kadar Kötüdür” kitabını öneriyorum. Bu kitap diş fırçalamaktan uzaya gitmeye kadar yapılabilecek çoğu şeyin karbon ayakizini bizlere anlatıyor. Bu kitapta ve İnternet ortamında yapacağınız basit bir aramada 1 MB eki olan bir mesajın en az 20 gram karbondioksit salımına neden olduğunu okuyabilirsiniz. Elbette burada dikkat etmemiz gereken iki önemli nokta var. İlki, karbondioksit salımı bu mesajın doğaya verdiği tek zarar değildir. Yaşam döngü analizi ile o mesaj nedeniyle salınan tüm kimyasallardan kullanılan su miktarına kadar diğer tüm çevresel etkenlere de ulaşmak mümkündür. İkincisi de, gene yaşam döngü analizi bize herhangi bir eylemin ya da ürünün tüm çevresel ayakizini verir ama o analize bizim de sınırlarımızı söylememiz gerekir. Mesela, sadece benim o mesajı yazıp gönder düğmesine basıncaya kadarki ayakizini merak ediyorum, diyebilirsiniz veya beni ilgilendiren İnternet Servis Sağlayıcının ne kadar karbon saldığıdır, diyebilirsiniz. Dolayısıyla, bu analizlerde kabul edilen sınırlar son derece önemlidir. Sonuçlar hakkında yorum yapmadan önce sistem sınırlarının ne olduğunu bilmek gerekir.

“Sen önce Kylie Jenner’ın 17 dakikalık jet uçuşlarına laf et, ondan sonra video paylaşmayı konuş”: Dünya’daki insanları kabaca üç gruba ayırmak mümkün, aşırı savurgan zenginler, aşırı fakirler ve aradakiler. Sanırım çoğumuz bu “aradakiler” grubuna dahiliz. Aramızda Sabiha Gökçen’den İstanbul Havaalanı’na özel jeti ile giden kişiler olduğunu pek sanmıyorum. Hatta muhtemel öyle kişileri de tanımıyoruz çoğumuz. Neden mi? Çünkü bu kişilerin sayısı son derece az ama onlar haberlerde hepimizden çok yer kaplıyorlar. Bu insanların her biri bizim 1000 katımızdan fazla çevresel ayakizine sahip ama toplamda birkaç bin kişiler yani toplam ayakizleri muhtemelen 20 veya 30 milyon kişiye eşit. Evet, yaptıkları çok yanlış ve hepimiz onlara parmak sallamalıyız ama insanlığın tüm etkisi içinde payları yüzde bir mertebesinde. Kalanın çoğu biz orta gruptakilerin işi.

“Önce büyük devletler ve şirketler salımlarını durdursun, sen sonra gel benim video indirmeme karış”: Bu biraz doğru ama sadece biraz. İçinde yaşadığımız çoğunlukla neoliberal kapitalist sistem son derece yanlış işler yapıyor ve bu yanlışlardan dolayı yeryüzü büyük bir felakete doğru gidiyor. Ama bu “neoliberal kapitalist sistem” uzaylılar tarafından icat edilip onların köleleri tarafından hepimize zorla benimsetilmedi. Hepimiz gidip oy verdik, o sistemin ürünlerini aldık ve o sistemin kuruluşlarında çalışıp eve ekmek getirdik. Hepimiz o sistemin bir parçasıyız. Bu nedenle de kendimizi dışarıda bırakarak sistemin değişmesini beklememiz saflık olur. Tüm sistem değişebilir ama hepimiz bu değişimin bir parçası olursak. “Ben sistemin bir parçası asla olmadım” diyen ve haklı olan belki birkaç kişi vardır fakat geri kalanımız sistemin parçasıyız ve kendimizi sistemden bağımsız kabul etmekten vazgeçmek zorundayız.

Değişim her zaman bireyden ve bireyin talep etmesinden başlar. Halinizden memnunsanız sorun yok! Ama eğer değilseniz değişmek ve çevrenizdekileri de değişmeye ikna etmek zorundasınız. Çünkü sizin de tek başınıza değişmeniz bir şey ifade etmez, ancak birlikte başarabiliriz.


1 Ağustos 2022 Pazartesi

Döngüsel Gıda Üretimi

Döngüsellik dediğimiz zaman neredeyse her daim aklımıza fabrikalar veya geri dönüşüm gibi unsurlar geliyor. Oysa tüm gıda sistemimiz de iklim krizi ve çevresel problemleri üretme konusunda sanayimiz kadar suçlu, hatta belki suçu çok daha fazla ve eskiye dayanıyor.

Öncelikle tarım ve gıda sistemimizdeki tüm sorunlar sanayi üretimimizdeki sorunlarla oldukça benzeşiyor. Nüfusumuz çok fazla ve giderek de artıyor, bunun yanında kaynaklarımız kısıtlı ve gittikçe de kısıtlanıyor. Dolayısıyla gıda üretimini bir sanayi olarak da düşünmek mümkün, sadece burada çalışanlar çoğunlukla makineler değil canlılar.

Ama tarımda sanayi üretiminin çok daha ötesinde bir sorunumuz var: Sanayi denilen kavramla tanışalı birkaç yüzyıl olmuşken tarımla neredeyse on bin yıldır uğraşıyoruz. Bu uğraşımızın önemli bir kısmını aslında bilmeden doğru yöntemlerle gerçekleştirmiş olsak da son senelerde bu üretim artık doğanın sürdüremeyeceği bir hal aldı.

Her ne kadar biyolojide bitkilerin büyümesi için güneş ışığı, su ve karbondioksit yeterlidir diye öğrenmiş olsak da bitkiler bu besinlerle ancak bir yere kadar büyüyebiliyorlar. Aldığımız besinlere baktığımız zaman bu besinlerin sadece hidrojen, oksijen ve karbon içermediklerini biliyoruz. Demek ki bitkiler büyürken doğadan bu üç elementin dışında başka şeyler de alıyorlar. Tüm hayvanlar temelde bu bitkilerle beslendiklerine göre bu üç element dışındaki tüm element ve mineraller de toprak yoluyla bitkilere geçiyor, biz de o bitkileri tükettiğimizde gerekli besinleri almış oluyoruz.

Peki, biz topraktan o mineralleri sürekli alacak olursak bir noktada toprağın mineralleri bitmez mi? Elbette biter. Şu anda yeryüzünün çeşitli bölgelerinde de bu sorunu yaşıyoruz zaten. Ama tarım yapmaya başladığımız ilk dönemde böyle bir sorunumuz yoktu. Yani tarladan aldığımız besinle beslenip sonra çıktımızı tarlaya geri bırakıyorduk. Böylelikle tarladan o mineraller hiç eksik olmuyordu. Ne zaman ki bizler kırsal hayatı bırakıp kentlere akın ettik, toprak da o zaman yoksullaşmaya başladı. O yoksullaşma da halen devam ediyor.

Geçen zaman içerisinde topraktan gittikçe az verim aldığımızı gördüğümüz için toprağın verimini artıracak yöntemler denemeye başladık. Hayvan gübresi bu katkıların en önemlisiydi, hayvanlar o tarlada üretilen besinlerle beslenmedikleri sürece. Yani hayvanları uzaktaki otlaklara ya da ormanlara gönderip, sonra barınaklardan gübreleri toplayıp tarıma destek olarak kullandık. Bu da hem tarım hem de hayvancılıkla geçinen toplumlar için epey bir süre çalışan bir yöntem oldu. Ama sonrasında tarım için ayrılması gereken araziler büyümeye, otlak ve orman alanları da küçülmeye başladı.

Toprağın ne kadar besin sağlayabileceği besleyebileceği insan nüfusunun da yoğunluğunu belirleyen en önemli unsur oldu. Burada hayvancılık, avcılık ve balıkçılık gibi faktörleri de ayrı tutmuyorum. Özellikle tarım ve hayvancılık birlikte insan nüfusunun artmasında önemli bir rol oynadılar ama bu ikisinin toplamı toprağın bize verebileceği besin miktarını belirliyordu.

Keşifler Çağı ile uzak yerlerde ilginç maddeler bulundu. Bunlardan biri Güney Amerika’dan gelen guano denen kuş gübresiydi. Denizdeki balıklarla beslenen bu kuşların gübresi oldukça fazla fosfor içerdiğinden gemilerle Avrupa’ya taşındı ve Avrupa’da bir tarımsal üretim devrimine yol açtı. Nüfus da buna paralel olarak arttı. Ancak guano da miktarı sınırlı bir gübre olduğundan sonu geldiğinde bilim insanları başka bir çözüm bulmak için çaba sarf ettiler. İki Alman bilim insanı Haber ve Bosch havadaki azotu kullanarak tarımda kullanılacak suni gübrenin üretilmesinin yolunu açtılar. Bu gübreye eklenen fosfat ve potasyum içerikleri tüm dünyada tarımsal üretimin hızlanmasını sağladı. Artık toprağın kaybettiği minerallerin önemli bir kısmını geri almak için hayvan gübresi kullanmaya gerek kalmamıştı. Tarımsal üretimin bu denli artması da fazla gıda sağlayarak nüfusun artmasını tetikledi. Sanayi üretimi için gerekli iş gücü de bu artan nüfusla birlikte geldi.

Yalnız tarımsal üretimin önemli bir yönü, her coğrafyanın kendine has bitki türleri ve bu bitki türlerinin kendi verimleri olmasıdır. Yani siz Güneydoğu Asya’da yetişen pirinç türünün İskandinavya’da aynı şekilde yetişmesini ve aynı verimi sağlamasını bekleyemezsiniz. Tarımsal ve genetik tekniklerdeki gelişmeler bunun kısmen sağlanmasına yardımcı oldu ve 1960’lardaki gelişmelerle tarımsal üretim bir kez daha arttı.

Günümüze geldiğimizde ise insan nüfusu 8 milyara ulaşmış durumda. Bu durumda insan nüfusunu sürdürülebilir biçimde besleyebilmek mümkün mü? Aslında mümkün, ama bakış açımızda önemli değişikliklere gitmek zorundayız. 

  • Tarımsal üretimde çok büyük kayıplar söz konusu. Bu kayıpların önemli bir kısmı endüstriyel üretim ve küreselleşmeden kaynaklanıyor. Küreselleşme dediğimiz zaman gözünüzün önüne Ukrayna veya Rusya’dan Afrika’ya buğday taşıyan gemiler geliyor, ama aynı zamanda bu endüstriyel üretim, normlardan görüntü olarak hafif farklılık gösteren ürünlerin çöpe atılması sonucunu da doğuruyor. Marketlerde gördüğünüz meyve ve sebzelerin hepsini doğa aynı boyutta ve şekilde üretiyor olamaz. Kendi bahçesinde bunları üreten herkes bunu çok iyi bilir. Lezzeti farklı olmasa da ürünlerin şekilleri çoğu zaman farklıdır ve bu kötü bir şey değildir. Oysa endüstriyel üretim bunların en azından bir kısmını ıskartaya çıkartmaktadır. Ayrıca üretim noktası ile satış noktası oldukça farklı yerlerde bulunduğundan yolda da bu ürünlerin önemli kısmı telef olmaktadır. Bir de düşünün yediğiniz muzun Orta Amerika’dan soğutuculu gemilerle taşındığını ve bunun yarattığı çevresel ayakizini. Hatta Orta Amerika’da yetişen bir meyve küreselleşmenin yardımıyla Asya’da bir işletmeye gidip paketleniyor ve oradan da Avrupa’ya gelerek raflara konuluyor. Bu sistem yanlıştır ve çok büyük kayıplara yol açmaktadır.
  • Eskiden büyüklerimiz eve gelirken manava, kasaba ve bakkala uğrayıp alışveriş yapar, eve gelir ve o günün ya da ertesi günün yemeğini yapardı. Çoğu evde buzdolabı olmadığından her şey günlük alınıp, yapılıp, tüketilirdi. Şimdi çoğumuz haftada bir alışveriş yapıyoruz. Bunun sonucu olarak da satın alınan ürünlerin ciddi sayılacak bir kısmı buzdolabından çöpe gidiyor. Yeryüzünde ürettiğimiz gıdanın en az yarısı bu iki şekilde besin olmadan çöpe gidiyor.
  • Bir de unutmayın, çöpe gitmesi besin zincirinin de bozulması anlamına geliyor. Bari bir şekilde bu yenemeyen besinleri tarlaya geri döndürmenin bir yolunu bulsak da toprağın verimini korusak diye fazla kafa yormuyoruz. Bu bozulan besinler çöpe, sonra da ya yakılmak üzere bir tesise ya da gömülmek üzere başka bir tesise gidiyor ancak toprağa geri dönmüyor. Böylece hiç geri vermeden devamlı topraktan almış oluyoruz.
  • Besin tüketimimiz de gittikçe bitkisel ağırlıklıdan hayvansal ağırlıklıya doğru kayıyor. Hayvansal ağırlıklı beslenme ise doğru yapılmadığı müddetçe doğanın en büyük düşmanıdır. Gerek büyükbaş gerekse de küçükbaş hayvanlar otla beslenmek üzerine evrimleşmiştir. Bunları küçük mekanlara sıkıştırıp iyice kilo almaları için normalde alışkın olmadıkları besinlerle beslersek kilo alırlar, ama bundan hem kendileri zarar görür hem de onlara besin yetiştirmek için kullanılan tarım arazileri. Mesela büyükbaş hayvanlara verilen yemler bu hayvanların midelerinde ciddi sorun yaratır. Bu sorunun önemli bir boyuta ulaşmaması için hayvanlara ilaç verilir, ama yedikleri besinler gene de daha fazla metan gazı salarak atmosferin ısınmasına neden olur. Bu hayvanlar, alışkın oldukları gibi çayırlarda otlayarak büyüseler hem çok daha sağlıklı olurlar hem de iklime verdikleri zarar çok daha düşük olur. Ama elbette, o zaman geniş otlaklara ve belki de bu otlakların tarım arazileri ile değişimli olarak kullanılması ihtiyacı doğar ki işte konu da o zaman döngüsel tarıma gelir.

Öncelikle evdeki besinlerin bozulmamasına özen göstermemiz gerekiyor. Ülkemizde inanılmaz oranlarda ekmek bayatladığı için çöpe atılıyor. Eskilere bir sorsanız size bayat ekmekle yapılabilecek nice yemekler ve tatlılar anlatırlar. Üzerinde küf birikmediği müddetçe bayat ekmeği değerlendirmemiz mümkündür. Benzeri, diğer çoğu besin maddesi için de geçerlidir. Belki umduğumuz yemeği yapamayız ama gene de besinleri değerlendirmenin çok ilginç yollarını yaratmak mümkün.

Elbette eski zamanlarda bahçede yaşayan tavuklar ve diğer küçükbaş hayvanlar yemek artıkları ile beslenerek bu atıklardan faydalı bir şekilde yararlanmamızı sağlıyorlardı. Ancak bugün besin atığının üretildiği yer ile tavukların yetiştikleri yer arasında uzun bir mesafe olduğundan bizim besin artıklarımız çöpe gidiyor, tavuklar için de ayrıca besin üretiliyor. Yaptığımız önemli hatalardan biri de bu. Besin üretimi ile besin tüketimi fiziksel olarak birbirinden ayrıldığı için döngüselliği sağlayabilmek neredeyse imkansız hale geliyor. Hem bize hem de bizi beslemek için yetiştirilen bitki ve hayvanlara ayrı ayrı besin üretmek gerekiyor. Tüm bu ek üretim de daha fazla sera gazı salımı ve doğanın daha fazla kirletilmesi anlamına geliyor. Bu ek üretimi azaltmanın bir yolu var mı? Tabii ki var, ama bunun diğer sürdürülebilir kalkınma amaçları ile birlikte ele alınması ve uzun vadede çözülmesi gerekiyor. Öncelikle kontrolsüz artan nüfusumuzun kontrol altına alınması gerekiyor. Yoksa önerilecek hiçbir çözüm gerçekçi ve yeterli olmayacaktır. Sonra, nüfusu kontrolden çıkmış dev şehirlerden daha küçük şehirlere doğru hareketlenmeye başlamamız gerekiyor. Sadece ülkemizde değil, diğer ülkelerdeki büyük şehirlerde de görülen emlak fiyatları ve kiralarındaki aşırı artış zaten böylesi bir hareketi başlatmış durumda. Bu hareketin devamı ile daha sürdürülebilir ve küçük şehirlerde yaşam daha döngüsel olacaktır. Böyle küçük şehirlerde, yürüme mesafesinde kent bahçeleri kurulması, buralarda gıda artıklarının daha doğru değerlendirilmesi mümkündür. Ayrıca küçük şehirlerin kendi kırsalları ile ilişkileri daha yakın olabileceğinden gıda atıklarının yakın kırsaldaki hayvan yetiştiricilerine de ulaştırılması daha kolaydır.

Büyük şehirlerde bile gıda atıklarının ayrı toplanması ve değerlendirilmesi mümkündür, yalnız bunun için belediyelerin halkla birlikte daha sıkı organize olması ve bu bilincin yayılması gerekir. Daha günlük çöpün bile düzgün toplanamadığı durumlarda bu tür bir çalışma bugün için biraz hayal gibi görülebilir.

Büyük şehirlerde bile hayal olmayacak bir konu balkon ve teras bahçeciliğidir. Evdeki gıda atıklarından kompost üretip bu bahçelerde ve eğer mümkünse kent bahçelerinde toprak olarak kullanmak çoğumuzun becerebileceği bir çabadır. Çoğumuzun bu işe girişmemek için uydurduğu epeyce sebep vardır, bu sebeplerin önemli bir kısmı aslında bizim rahatımızı bozmak istemememizden kaynaklanmaktadır. Mutfaktaki artıkları çöpe atmak, sonra da bu çöpü götürüp belediyenin çöp toplama yerine koymak çoğumuza bu atıkları organik-organik kirli-geri dönüştürülebilir şekilde üç gruba ayırıp, organiklerinden kompost yapmak, organik kirlileri belediyenin çöpüne atmak, geri dönüştürülebilirleri de geri dönüşüm çöpüne götürecek şekilde ayrıştırmak oldukça zahmetli geliyor. Ancak çöpler bu şekilde ayrıştırıldığı vakit İstanbul gibi büyük bir şehirde her gün 100 kilometreye yakın taşınan çöp miktarı da en azından yarıya inecektir.

Her evde atıklardan kompost yapılacak olsa ve bu kompost toplanıp çevre kırsala dağıtılsa, tarımda kullanılan suni gübre miktarını en azından yarı yarıya azaltmak olasıdır. Binlerce yıldır tarım yaparak yorulmuş olan toprağımız da bu şekilde kıymetli bir destekçi edinebilir. Bu çabanın çoğu imkansız değildir ama ciddi bir emek ve organizasyon gerektir. Sürdürülebilirlik ve döngüsellikten bahsediyor ama tüm bunlar bizim çabamız olmadan ortaya çıksın istiyorsak en başta düşünce yapımızı değiştirmemiz gerekir.

Gıda atıklarını değerlendirmeyecek olursak bu atıklar çürürler. Normal şartlar altında çürüyen tüm organik maddeler havaya karbondioksit ve metan gazı salımına neden olurlar. Bu maddelere yapacağımız en kötü şey onları çöpe atıp, şehirden uzak bir yerde toprağın derinliklerine gömülmelerine izin vermektir. Bu durumda çürüyen besinlerden ve atıklardan çıkan gazlar serbestçe atmosfere karışırlar. Bu, gıda atıklarına yapabileceğimiz en kötü şeydir. Özellikle bu atıklardan çıkan metan gazı karbondioksitten yaklaşık 25 kat daha güçlü bir sera gazıdır. En azından bu gıda atıklarının ayrıca toplanıp çıkan metan gazının da enerji üretiminde değerlendirilmesi akılcı bir adım olur. Daha iyisi, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu gıda atıklarından kompost üretilip bu kompostun tarımda suni gübre yerine veya destek olarak kullanılmasıdır. Bunların hiçbirini yapmak mümkün değilse, bu gıda atıkları yakılarak enerji elde edilir ve çıkan kül de gene tarımda destek olarak kullanılabilir.

Son olarak tüm bunların ötesinde ürettiğimiz hayvanlardan ve bizlerden çıkan dışkı vardır. Bugün için özellikle bu bağlamdaki evsel atıklar kanalizasyon sistemleri tarafından toplanarak kısmen işlemden geçirilerek doğaya bırakılmaktadır. Oysa en başta konuştuğumuz gibi, gıda döngüsünü tamamlamak için tüm bu atıkların da işlemden geçirildikten sonra tarıma destek olarak kullanılması gerekir. Bugün için büyük hayvan çiftlikleri için hayvan gübresi önemli bir çıktıdır. Bundan hem enerji hem de tarımda kullanılacak tarımsal gübre üreten entegre tesisler mevcuttur ve bunların çok daha yaygınlaştırılması gereklidir. 

Tarım ve gıda alanındaki döngüsellik sanayi üretimine kıyasla daha zor anlaşılır ve oldukça zor gerçekleştirilebilir bir durumdadır. Ancak unutmayalım ki istesek de hayatta kalmak için cep telefonumuzu ya da gömleğimizi yiyemeyiz. Gıda hepimiz için bir gerekliliktir ve gıdanın sürdürülebilir üretimi ve bunun doğaya verdiği zararın azaltılması sadece döngüsel bir üretim ve tüketim çemberi oluşturmakla sağlanabilir. 


Uçurumdan önce son çıkış

İçimizde çoğunlukla geleceğin daha iyi olacağına dair bir ümit var. İçimizdeki ümit azaldığında birilerinin bize geleceğin güneşli olacağını anlatmasını istiyoruz. İşler kötüye doğru gittiğinde de hep o kötülüğün neden bugün ve burada olduğuna dair sebepler uyduruyoruz ve o sebeplere tüm kalbimizle inanıyoruz. Biz inanmasak bile birileri bizim yerimize bu yalanları uydurarak inanmamıza destek oluyor. En azından günlük hayatımızı günlük hayatın kargaşası içinde yaşayıp daha güzel bir gelecek umuduyla yatağımıza yatıyoruz, en azından çoğumuz. Oysa böyle devam edecek olursak parlak bir geleceğin bizleri beklemediğini bugünden görüyor olsak belki de bir şeyleri değiştirebilirdik. Ne yazık ki bize sunulan kolay yalanlara inanıp yaşamaya devam etmek çoğu zaman acı gerçekleri görüp değişmekten daha kolay oluyor çoğunlukta.

Böylesi iç karartıcı bir başlangıç için özür dilerim ama gerisi de sizi çok mutlu etmeyecek. O nedenle isterseniz Matrix filminde olduğu gibi mavi hapı alıp hayatınıza devam edebilir ve yarının bugünden güzel olacağını düşünerek mutlu olabilirsiniz.

Belki siz de hissetmişsinizdir: Dünya’da işler pek de yolunda gitmiyor. Bunun iki temel sebebi var: İlki, biz çok kalabalığız ve bu gezegen bizim yükümüzü artık kaldırmıyor. İkincisine gelince sistemimizin kötü olması ve neredeyse iflas etmek üzere olmasıdır. İyi işleyen bir sistem içinde yaşasaydık aslında yeryüzü ile de barış içinde yaşıyor olacaktık.

Gezegenin sınırlarından daha önce bahsetmiştik. Bilim insanları eğer bu gezegende sürdürülebilir bir biçimde yaşamak istiyorsak dikkat etmemiz gereken unsurları gayet açık bir biçimde ortaya koyuyorlar. Bu sınırların ilki ve belki de en önemlisi iklim krizi ile aşılıyor.

İnsanlık aslında oldukça garip bir tür. Bizim bu derece ilerlemiş olmamızın bir nedeni de değişik ortamlara hızlı adapte olabilmemiz. Sahra Çölü'nden kutuplara kadar çoğu noktada teknolojiye dayanmadan ayakta kalabiliyoruz. Dünya’daki çok az canlı türü bizimle benzer esnekliğe sahip. Ama ne yazık ki teknolojinin yardımıyla ayakta kalmayı becerdiğimiz her yerde yaşamın diğer öğelerinin de var olabileceğini düşünüyoruz. Doğadaki diğer canlılar bizim kadar uyumlu değiller ve onların yaşayabilmesi için iklimin çok fazla değişmemesi gerekiyor. İnsanlığın iklim üzerinde yarattığı değişiklik neredeyse dinozorların çağında düşen meteorun yarattığı etkiye benzer. Yalnız bu etki bir anda değil yıllar içerisinde görüldüğünden bizler her sabah yarının dün gibi olacağına inanarak uyanıyoruz. Oysa doğadaki diğer canlılar bizim gibi kendilerini kandırmıyorlar. Dünya her geçen gün ısınıyor ve diğer canlılar bunu biliyor. 

Neden oluyor bu ısınma? Çünkü biz kömür, petrol ve doğal gaz yakıyoruz. Bunlar yanınca atmosfere karbondioksit gazı yayılıyor ve bu gaz yeryüzünün ısınmasına neden oluyor. 

Başka sebebi var mı? Var, ama karbondioksidin yanında detay sayılır. Diğer tüm sebepleri iyileştirsek bile biz kömür, petrol ve doğal gaz yaktığımız sürece yeryüzü ısınmaya devam edecek.

Peki biz kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bugün bıraksak yeryüzü eski haline dönebilir mi? Hayır. Bugün bu yakıtları yakmayı bıraksak bile şimdiye kadar saldığımız karbondioksidin etkisi yeryüzünü bir süre daha ısıtmaya devam edecek, yani sıcaklık daha da yükselecek. Bir süre sonra, belki torunlarımızın torunları zamanında yeryüzü bir dengeye gelecek ve yavaş yavaş soğumaya başlayacak. Yalnız unutmayın, bu ancak biz bugün kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakırsak olacak. Böyle devam edecek olursak geri dönebilmek de yüzlerce değil belki milyonlarca yıl sürecek.

Ama devletler küresel ısınmayı durdurmak için çaba sarf ediyorlar, değil mi? Hayır. Küresel ısınma günlük dertleriniz arasında kaçıncı sıradaysa devletler için de o sırada. Siz ne zaman iklim değişikliğini yaşamınızdaki en önemli problem olarak kabul ederseniz, devletler de o zaman bu problemi ciddiye alırlar. Şu anda dünyadaki hiçbir büyük devlet bu konuda ciddi bir adım atmıyor ve atmayacak da. O nedenle kendinizi kandırmayın.

İklim krizini geri çevirmek mümkün olmasa da durdurmak mümkün mü? Evet, ama yukarıda sözünü ettiğimiz iki problemi çözmemiz gerekiyor. Yani nüfus artışını hızla durdurmamız ve insanları daha fazla şeye sahip olduklarında daha mutlu olduklarına inandıran sistemi bırakmamız gerekiyor. “İmkansız” diyorsanız şunu da kabul edin: Bunu yapmazsak yarın daha güzel bir gün olmayacak.

Teknolojik bir mucize gerçekleşip iklim krizini çözebilir mi? Hayır. Teknolojik mucizeler bile doğanın kanunlarına uyarak çalışır. Evrende enerjinin korunumunu bozacak bir makine yapmamız mümkün değil. Havadan karbondioksit emen bir makine yapmak mümkün mü? Evet. Bu makineyi güneş enerjisiyle çalıştırmak mümkün mü? Evet. Bu makinelerden milyonlarca yapıp Sahra Çölü'nü bunlarla kaplasak sorunu çözer miyiz? Evet. Peki bunu neden yapmıyoruz? Çünkü öncelikle parasını kimse ödemek istemiyor. Hiç emek harcamadan bu makinenin bir de Sahra Çölü'nde çalışmaya başlaması mümkün mü? Kesinlikle hayır. Bugün kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakıp yenilenebilir enerji kaynakları ile hayatımızı sürdürecek teknoloji var elimizde, ama faturayı kimse ödemek istemiyor. Bu fatura da aslında öyle ahım şahım yüksek bir fatura değil, her sene yeryüzünde yarattığımız tüm maddi varlığın yüzde beşi sürdürülebilir bir hayat sürmemize yetiyor. Tüm bu kavga o nispeten küçük miktarı vermemek üzerine kurgulanıyor.

Ayrıca bir büyük sorunumuz daha var. Biri parasını verecek olsa havadaki tüm karbondioksidi emip yerin altına gömebilecek bir sistem yapabilir miyiz? Hayır. Çünkü tek derdimiz para ve karbondioksit de değil. Yüzlerce yıldır yeryüzünün kaynaklarını hiç bitmeyecekmiş gibi harcadık ve kaynaklar artık tükenmeye başladı. Lityum, hidrojen ve helyumun ardından evrende oluşan ve oldukça da sık rastlanan bir elementtir. Güneş panellerin ve pillere dayalı bir teknoloji üretmek istediğimizde bolca lityuma da ihtiyacımız var ama lityum kaynaklarımız artık oldukça azalmış durumda. Elektrik iletiminde kullandığımız bakırı bile yakın bir zamanda artık bulamayacak hale geleceğiz çünkü kolay bulunan tüm bakırı çıkarttık ve kullandık. Otomobil endüstrisinin ihtiyaç duyduğu kurşun kısa süre içinde kalmayacak. Tarımda kullandığımız suni gübrenin içeriğinde azotun yanında potasyum ve fosfor bulunur. Bu iki element de yeryüzünde tükenmekte olan iki madendir.

Bu listeyi epeyce uzatmamız mümkün ama ana mesaj sanıyorum oldukça açık. Yeryüzünün bize verdiği imkanları har vurup harman savurduğumuz ve bunu da doğaya zarar verecek sonuçlarla yaptığımız için yolun sonuna doğru yaklaşıyoruz. Uçurumdan önce son çıkışa artık çok yakınız. Ama siz gene de bu gece yatarken petrol fiyatlardaki artışın Rusya-Ukrayna krizi ile ilgili olduğunu, onlar barıştığı zaman gıda fiyatlarının düşüp enflasyonun da tüm ülkelerde çok düşük seviyelerde seyredeceğini düşünerek uykuya dalabilirsiniz. Ne de olsa mavi hap sizi mutlu etmek için icat edildi.