1 Ağustos 2022 Pazartesi

Döngüsel Gıda Üretimi

Döngüsellik dediğimiz zaman neredeyse her daim aklımıza fabrikalar veya geri dönüşüm gibi unsurlar geliyor. Oysa tüm gıda sistemimiz de iklim krizi ve çevresel problemleri üretme konusunda sanayimiz kadar suçlu, hatta belki suçu çok daha fazla ve eskiye dayanıyor.

Öncelikle tarım ve gıda sistemimizdeki tüm sorunlar sanayi üretimimizdeki sorunlarla oldukça benzeşiyor. Nüfusumuz çok fazla ve giderek de artıyor, bunun yanında kaynaklarımız kısıtlı ve gittikçe de kısıtlanıyor. Dolayısıyla gıda üretimini bir sanayi olarak da düşünmek mümkün, sadece burada çalışanlar çoğunlukla makineler değil canlılar.

Ama tarımda sanayi üretiminin çok daha ötesinde bir sorunumuz var: Sanayi denilen kavramla tanışalı birkaç yüzyıl olmuşken tarımla neredeyse on bin yıldır uğraşıyoruz. Bu uğraşımızın önemli bir kısmını aslında bilmeden doğru yöntemlerle gerçekleştirmiş olsak da son senelerde bu üretim artık doğanın sürdüremeyeceği bir hal aldı.

Her ne kadar biyolojide bitkilerin büyümesi için güneş ışığı, su ve karbondioksit yeterlidir diye öğrenmiş olsak da bitkiler bu besinlerle ancak bir yere kadar büyüyebiliyorlar. Aldığımız besinlere baktığımız zaman bu besinlerin sadece hidrojen, oksijen ve karbon içermediklerini biliyoruz. Demek ki bitkiler büyürken doğadan bu üç elementin dışında başka şeyler de alıyorlar. Tüm hayvanlar temelde bu bitkilerle beslendiklerine göre bu üç element dışındaki tüm element ve mineraller de toprak yoluyla bitkilere geçiyor, biz de o bitkileri tükettiğimizde gerekli besinleri almış oluyoruz.

Peki, biz topraktan o mineralleri sürekli alacak olursak bir noktada toprağın mineralleri bitmez mi? Elbette biter. Şu anda yeryüzünün çeşitli bölgelerinde de bu sorunu yaşıyoruz zaten. Ama tarım yapmaya başladığımız ilk dönemde böyle bir sorunumuz yoktu. Yani tarladan aldığımız besinle beslenip sonra çıktımızı tarlaya geri bırakıyorduk. Böylelikle tarladan o mineraller hiç eksik olmuyordu. Ne zaman ki bizler kırsal hayatı bırakıp kentlere akın ettik, toprak da o zaman yoksullaşmaya başladı. O yoksullaşma da halen devam ediyor.

Geçen zaman içerisinde topraktan gittikçe az verim aldığımızı gördüğümüz için toprağın verimini artıracak yöntemler denemeye başladık. Hayvan gübresi bu katkıların en önemlisiydi, hayvanlar o tarlada üretilen besinlerle beslenmedikleri sürece. Yani hayvanları uzaktaki otlaklara ya da ormanlara gönderip, sonra barınaklardan gübreleri toplayıp tarıma destek olarak kullandık. Bu da hem tarım hem de hayvancılıkla geçinen toplumlar için epey bir süre çalışan bir yöntem oldu. Ama sonrasında tarım için ayrılması gereken araziler büyümeye, otlak ve orman alanları da küçülmeye başladı.

Toprağın ne kadar besin sağlayabileceği besleyebileceği insan nüfusunun da yoğunluğunu belirleyen en önemli unsur oldu. Burada hayvancılık, avcılık ve balıkçılık gibi faktörleri de ayrı tutmuyorum. Özellikle tarım ve hayvancılık birlikte insan nüfusunun artmasında önemli bir rol oynadılar ama bu ikisinin toplamı toprağın bize verebileceği besin miktarını belirliyordu.

Keşifler Çağı ile uzak yerlerde ilginç maddeler bulundu. Bunlardan biri Güney Amerika’dan gelen guano denen kuş gübresiydi. Denizdeki balıklarla beslenen bu kuşların gübresi oldukça fazla fosfor içerdiğinden gemilerle Avrupa’ya taşındı ve Avrupa’da bir tarımsal üretim devrimine yol açtı. Nüfus da buna paralel olarak arttı. Ancak guano da miktarı sınırlı bir gübre olduğundan sonu geldiğinde bilim insanları başka bir çözüm bulmak için çaba sarf ettiler. İki Alman bilim insanı Haber ve Bosch havadaki azotu kullanarak tarımda kullanılacak suni gübrenin üretilmesinin yolunu açtılar. Bu gübreye eklenen fosfat ve potasyum içerikleri tüm dünyada tarımsal üretimin hızlanmasını sağladı. Artık toprağın kaybettiği minerallerin önemli bir kısmını geri almak için hayvan gübresi kullanmaya gerek kalmamıştı. Tarımsal üretimin bu denli artması da fazla gıda sağlayarak nüfusun artmasını tetikledi. Sanayi üretimi için gerekli iş gücü de bu artan nüfusla birlikte geldi.

Yalnız tarımsal üretimin önemli bir yönü, her coğrafyanın kendine has bitki türleri ve bu bitki türlerinin kendi verimleri olmasıdır. Yani siz Güneydoğu Asya’da yetişen pirinç türünün İskandinavya’da aynı şekilde yetişmesini ve aynı verimi sağlamasını bekleyemezsiniz. Tarımsal ve genetik tekniklerdeki gelişmeler bunun kısmen sağlanmasına yardımcı oldu ve 1960’lardaki gelişmelerle tarımsal üretim bir kez daha arttı.

Günümüze geldiğimizde ise insan nüfusu 8 milyara ulaşmış durumda. Bu durumda insan nüfusunu sürdürülebilir biçimde besleyebilmek mümkün mü? Aslında mümkün, ama bakış açımızda önemli değişikliklere gitmek zorundayız. 

  • Tarımsal üretimde çok büyük kayıplar söz konusu. Bu kayıpların önemli bir kısmı endüstriyel üretim ve küreselleşmeden kaynaklanıyor. Küreselleşme dediğimiz zaman gözünüzün önüne Ukrayna veya Rusya’dan Afrika’ya buğday taşıyan gemiler geliyor, ama aynı zamanda bu endüstriyel üretim, normlardan görüntü olarak hafif farklılık gösteren ürünlerin çöpe atılması sonucunu da doğuruyor. Marketlerde gördüğünüz meyve ve sebzelerin hepsini doğa aynı boyutta ve şekilde üretiyor olamaz. Kendi bahçesinde bunları üreten herkes bunu çok iyi bilir. Lezzeti farklı olmasa da ürünlerin şekilleri çoğu zaman farklıdır ve bu kötü bir şey değildir. Oysa endüstriyel üretim bunların en azından bir kısmını ıskartaya çıkartmaktadır. Ayrıca üretim noktası ile satış noktası oldukça farklı yerlerde bulunduğundan yolda da bu ürünlerin önemli kısmı telef olmaktadır. Bir de düşünün yediğiniz muzun Orta Amerika’dan soğutuculu gemilerle taşındığını ve bunun yarattığı çevresel ayakizini. Hatta Orta Amerika’da yetişen bir meyve küreselleşmenin yardımıyla Asya’da bir işletmeye gidip paketleniyor ve oradan da Avrupa’ya gelerek raflara konuluyor. Bu sistem yanlıştır ve çok büyük kayıplara yol açmaktadır.
  • Eskiden büyüklerimiz eve gelirken manava, kasaba ve bakkala uğrayıp alışveriş yapar, eve gelir ve o günün ya da ertesi günün yemeğini yapardı. Çoğu evde buzdolabı olmadığından her şey günlük alınıp, yapılıp, tüketilirdi. Şimdi çoğumuz haftada bir alışveriş yapıyoruz. Bunun sonucu olarak da satın alınan ürünlerin ciddi sayılacak bir kısmı buzdolabından çöpe gidiyor. Yeryüzünde ürettiğimiz gıdanın en az yarısı bu iki şekilde besin olmadan çöpe gidiyor.
  • Bir de unutmayın, çöpe gitmesi besin zincirinin de bozulması anlamına geliyor. Bari bir şekilde bu yenemeyen besinleri tarlaya geri döndürmenin bir yolunu bulsak da toprağın verimini korusak diye fazla kafa yormuyoruz. Bu bozulan besinler çöpe, sonra da ya yakılmak üzere bir tesise ya da gömülmek üzere başka bir tesise gidiyor ancak toprağa geri dönmüyor. Böylece hiç geri vermeden devamlı topraktan almış oluyoruz.
  • Besin tüketimimiz de gittikçe bitkisel ağırlıklıdan hayvansal ağırlıklıya doğru kayıyor. Hayvansal ağırlıklı beslenme ise doğru yapılmadığı müddetçe doğanın en büyük düşmanıdır. Gerek büyükbaş gerekse de küçükbaş hayvanlar otla beslenmek üzerine evrimleşmiştir. Bunları küçük mekanlara sıkıştırıp iyice kilo almaları için normalde alışkın olmadıkları besinlerle beslersek kilo alırlar, ama bundan hem kendileri zarar görür hem de onlara besin yetiştirmek için kullanılan tarım arazileri. Mesela büyükbaş hayvanlara verilen yemler bu hayvanların midelerinde ciddi sorun yaratır. Bu sorunun önemli bir boyuta ulaşmaması için hayvanlara ilaç verilir, ama yedikleri besinler gene de daha fazla metan gazı salarak atmosferin ısınmasına neden olur. Bu hayvanlar, alışkın oldukları gibi çayırlarda otlayarak büyüseler hem çok daha sağlıklı olurlar hem de iklime verdikleri zarar çok daha düşük olur. Ama elbette, o zaman geniş otlaklara ve belki de bu otlakların tarım arazileri ile değişimli olarak kullanılması ihtiyacı doğar ki işte konu da o zaman döngüsel tarıma gelir.

Öncelikle evdeki besinlerin bozulmamasına özen göstermemiz gerekiyor. Ülkemizde inanılmaz oranlarda ekmek bayatladığı için çöpe atılıyor. Eskilere bir sorsanız size bayat ekmekle yapılabilecek nice yemekler ve tatlılar anlatırlar. Üzerinde küf birikmediği müddetçe bayat ekmeği değerlendirmemiz mümkündür. Benzeri, diğer çoğu besin maddesi için de geçerlidir. Belki umduğumuz yemeği yapamayız ama gene de besinleri değerlendirmenin çok ilginç yollarını yaratmak mümkün.

Elbette eski zamanlarda bahçede yaşayan tavuklar ve diğer küçükbaş hayvanlar yemek artıkları ile beslenerek bu atıklardan faydalı bir şekilde yararlanmamızı sağlıyorlardı. Ancak bugün besin atığının üretildiği yer ile tavukların yetiştikleri yer arasında uzun bir mesafe olduğundan bizim besin artıklarımız çöpe gidiyor, tavuklar için de ayrıca besin üretiliyor. Yaptığımız önemli hatalardan biri de bu. Besin üretimi ile besin tüketimi fiziksel olarak birbirinden ayrıldığı için döngüselliği sağlayabilmek neredeyse imkansız hale geliyor. Hem bize hem de bizi beslemek için yetiştirilen bitki ve hayvanlara ayrı ayrı besin üretmek gerekiyor. Tüm bu ek üretim de daha fazla sera gazı salımı ve doğanın daha fazla kirletilmesi anlamına geliyor. Bu ek üretimi azaltmanın bir yolu var mı? Tabii ki var, ama bunun diğer sürdürülebilir kalkınma amaçları ile birlikte ele alınması ve uzun vadede çözülmesi gerekiyor. Öncelikle kontrolsüz artan nüfusumuzun kontrol altına alınması gerekiyor. Yoksa önerilecek hiçbir çözüm gerçekçi ve yeterli olmayacaktır. Sonra, nüfusu kontrolden çıkmış dev şehirlerden daha küçük şehirlere doğru hareketlenmeye başlamamız gerekiyor. Sadece ülkemizde değil, diğer ülkelerdeki büyük şehirlerde de görülen emlak fiyatları ve kiralarındaki aşırı artış zaten böylesi bir hareketi başlatmış durumda. Bu hareketin devamı ile daha sürdürülebilir ve küçük şehirlerde yaşam daha döngüsel olacaktır. Böyle küçük şehirlerde, yürüme mesafesinde kent bahçeleri kurulması, buralarda gıda artıklarının daha doğru değerlendirilmesi mümkündür. Ayrıca küçük şehirlerin kendi kırsalları ile ilişkileri daha yakın olabileceğinden gıda atıklarının yakın kırsaldaki hayvan yetiştiricilerine de ulaştırılması daha kolaydır.

Büyük şehirlerde bile gıda atıklarının ayrı toplanması ve değerlendirilmesi mümkündür, yalnız bunun için belediyelerin halkla birlikte daha sıkı organize olması ve bu bilincin yayılması gerekir. Daha günlük çöpün bile düzgün toplanamadığı durumlarda bu tür bir çalışma bugün için biraz hayal gibi görülebilir.

Büyük şehirlerde bile hayal olmayacak bir konu balkon ve teras bahçeciliğidir. Evdeki gıda atıklarından kompost üretip bu bahçelerde ve eğer mümkünse kent bahçelerinde toprak olarak kullanmak çoğumuzun becerebileceği bir çabadır. Çoğumuzun bu işe girişmemek için uydurduğu epeyce sebep vardır, bu sebeplerin önemli bir kısmı aslında bizim rahatımızı bozmak istemememizden kaynaklanmaktadır. Mutfaktaki artıkları çöpe atmak, sonra da bu çöpü götürüp belediyenin çöp toplama yerine koymak çoğumuza bu atıkları organik-organik kirli-geri dönüştürülebilir şekilde üç gruba ayırıp, organiklerinden kompost yapmak, organik kirlileri belediyenin çöpüne atmak, geri dönüştürülebilirleri de geri dönüşüm çöpüne götürecek şekilde ayrıştırmak oldukça zahmetli geliyor. Ancak çöpler bu şekilde ayrıştırıldığı vakit İstanbul gibi büyük bir şehirde her gün 100 kilometreye yakın taşınan çöp miktarı da en azından yarıya inecektir.

Her evde atıklardan kompost yapılacak olsa ve bu kompost toplanıp çevre kırsala dağıtılsa, tarımda kullanılan suni gübre miktarını en azından yarı yarıya azaltmak olasıdır. Binlerce yıldır tarım yaparak yorulmuş olan toprağımız da bu şekilde kıymetli bir destekçi edinebilir. Bu çabanın çoğu imkansız değildir ama ciddi bir emek ve organizasyon gerektir. Sürdürülebilirlik ve döngüsellikten bahsediyor ama tüm bunlar bizim çabamız olmadan ortaya çıksın istiyorsak en başta düşünce yapımızı değiştirmemiz gerekir.

Gıda atıklarını değerlendirmeyecek olursak bu atıklar çürürler. Normal şartlar altında çürüyen tüm organik maddeler havaya karbondioksit ve metan gazı salımına neden olurlar. Bu maddelere yapacağımız en kötü şey onları çöpe atıp, şehirden uzak bir yerde toprağın derinliklerine gömülmelerine izin vermektir. Bu durumda çürüyen besinlerden ve atıklardan çıkan gazlar serbestçe atmosfere karışırlar. Bu, gıda atıklarına yapabileceğimiz en kötü şeydir. Özellikle bu atıklardan çıkan metan gazı karbondioksitten yaklaşık 25 kat daha güçlü bir sera gazıdır. En azından bu gıda atıklarının ayrıca toplanıp çıkan metan gazının da enerji üretiminde değerlendirilmesi akılcı bir adım olur. Daha iyisi, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu gıda atıklarından kompost üretilip bu kompostun tarımda suni gübre yerine veya destek olarak kullanılmasıdır. Bunların hiçbirini yapmak mümkün değilse, bu gıda atıkları yakılarak enerji elde edilir ve çıkan kül de gene tarımda destek olarak kullanılabilir.

Son olarak tüm bunların ötesinde ürettiğimiz hayvanlardan ve bizlerden çıkan dışkı vardır. Bugün için özellikle bu bağlamdaki evsel atıklar kanalizasyon sistemleri tarafından toplanarak kısmen işlemden geçirilerek doğaya bırakılmaktadır. Oysa en başta konuştuğumuz gibi, gıda döngüsünü tamamlamak için tüm bu atıkların da işlemden geçirildikten sonra tarıma destek olarak kullanılması gerekir. Bugün için büyük hayvan çiftlikleri için hayvan gübresi önemli bir çıktıdır. Bundan hem enerji hem de tarımda kullanılacak tarımsal gübre üreten entegre tesisler mevcuttur ve bunların çok daha yaygınlaştırılması gereklidir. 

Tarım ve gıda alanındaki döngüsellik sanayi üretimine kıyasla daha zor anlaşılır ve oldukça zor gerçekleştirilebilir bir durumdadır. Ancak unutmayalım ki istesek de hayatta kalmak için cep telefonumuzu ya da gömleğimizi yiyemeyiz. Gıda hepimiz için bir gerekliliktir ve gıdanın sürdürülebilir üretimi ve bunun doğaya verdiği zararın azaltılması sadece döngüsel bir üretim ve tüketim çemberi oluşturmakla sağlanabilir. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder