Ülkelerin gelişmişlik seviyelerindeki yükselmeye paralel olarak ekonominin yanında çevreye daha fazla özen göstermeleri bilindik bir davranıştır. Avrupa Birliği de özellikle çevre politikalarına önem veren partilerin oyları arttığından bu yana ekonomi politikası içerisinde doğaya saygılı üretime giderek daha fazla ağırlık vermeye başladı. Doğaya saygılı yaşamı da öncelikli olarak doğanın sınırlarına saygı olarak tanımladılar. Bu tanımın da bilimsel tabanını 2009 yılında Avrupalı bilim insanlarının öncülük ettiği Stockholm Resilience Center tarafından yayımlanan Planetary Boundaries - Gezegenin Sınırları çalışması oluşturdu. Bu çalışmaya göre insanlığın sürdürülebilir gelişimi ancak bu sınırlara uyulması ile mümkündü. Bu çalışma etrafındaki gelişmeler Avrupa’daki tüm üretim sektörlerinde uygulanmaya başlandı.
Avrupa Birliği çevre konusundaki kuralları sıkılaştırdıkça bu kuralların zorladığı şirketler ya üretimi Avrupa dışına taşımaya ya da doğrudan Avrupa dışında üretilen ürünleri ithal etmeye başladılar. Ülkemiz de Avrupa’ya olan yakınlığı ile bu değişimden oldukça faydalandı ve Gümrük Birliği ile Avrupa’ya olan ihracatımız tüm ihracatımızın yarıya yakın kısmını oluşturdu.
Bu davranışın altında Batılı çevre örgütlerinin oldukça uzun süredir yaptıkları çalışmaların da bulunduğunu söylemeye gerek yok. Böyle yapılanmaya devam eden üretim sektörü de Avrupa Birliği’ndeki sera gazı salımlarının yeryüzünün diğer bölgeleri ile kıyaslandığında oldukça hızlı azalmasını sağladı. Elbette, buradaki hesaplama yönteminin mantıksızlığı bu azalmanın en önemli kısmını oluşturuyor. Bugün kullanmakta olduğumuz sera gazı hesaplama yöntemi kimin ne kadar salıma sebep olduğundan çok kimin ne kadar salım yaptığı üzerine odaklanıyor. Yani tüm dünya, tüm ağır sanayi sektörlerini bir tek ülkeye toplayıp, orada üretilen ürünleri kullanacak olsa o tek ülke dünyadaki tek suçlu, geri kalan ülkeler de masum gibi görülebilir böyle bir hesaplama yönteminde.
Yalnız, Avrupa’da giderek bilinçlenen tüketici, sadece Avrupa’da yapılan üretimde çevresel sınırların korunmasına çalışılmasından ancak diğer ülkelerden ithal edilen ürünlerde aynı dikkatin gösterilmemesinden rahatsız oldu. Aynı zamanda bu sınırlara saygı gösteren üretimin maliyeti Avrupalı üreticiler tarafından taşındığından ve bu da ekonomik açıdan Avrupa’nın geride kalmasına yol açabileceğinden Avrupa Birliği çözümü, gerek iç üretimde gerekse de ithalatta bu sınırlara uyulmasını talep etmekte buldu. Avrupa Yeşil Mutabakatı dediğimiz prensip tüm üretim noktalarında gezegenin sınırlarına uyum gösterilerek üretim yapılması üzerine kurulmuştur. Arka planda ise yapılan bir yerde çevresel zararları üretim bazında değil tüketim bazında hesaplamaya yönelik bir değişikliktir. Siz üretiminizde çevresel hasara neden oluyorsanız. Bu hasarın Avrupa Birliği ya da Vietnam’da oluşması, sizin ürettiğiniz ürünü Amsterdam’da tüketen son kullanıcı açısından bir fark yaratmadan “kötü” olarak algılanmaktadır. Hem çevresel hem de ekonomik nedenlerden ötürü oluşan bu yeni düşünce yapısı da yavaş yavaş küresel ticareti etkilemeye başlayacaktır.
2009’da başlayan çalışmada belirlenen sınırların en kritik ve uluslararası anlaşmalarla en sıkı kontrol altına alınmaya çalışılanı iklim değişikliğidir. Bu yüzden de artık gerek Avrupa’da gerekse Avrupa Birliği ile ticaret ilişkisinde bulunan tüm ülkelerde üretilen ürünlerin karbon ayak izi, yani, o ürünler üretilirken atmosfere ne kadar sera gazı salındığı belirlenmek zorundadır. Sınırda karbon vergisi uygulamasıyla Avrupa Birliği iç üretim ve ithalat arasında oluşan sera gazı farkını dengeleme uğraşındadır. Yalnız bu Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı çerçevesinde ele alınacak çevresel sorunların sadece birincisidir.
İklim değişikliğine yol açmanın ötesinde, önümüzdeki 10 yıl içerisinde, su ayak izi, arazi kullanımı, doğaya veya insana zararı olabilecek kimyasallar, ozon tabakasına zararı olabilecek kimyasallar, biyoçeşitliliğe etki, gübre ve kimyasal ilaç kullanımı ve hava kirliliğine yol açma da Yeşil Mutabakat içerisinde yer alacak ve Sınırda Karbon Vergisi gibi uygulamalarla karşı karşıya kalınacaktır. Şu anda ihraç edilen ürünlerin ekine bir laboratuvar raporu koymak yeterli olurken yakın gelecekte bu üretimlerin yukarıda belirtilen unsurlara dikkat edilerek yapıldığını sertifikalandırmak gerekecektir.
Bu nedenle üreticilerimizin şimdiden üretimlerindeki karbon ayak izi yanında bu tür çevresel ayak izini de ölçerek ciddi kısıtlamalar başlamadan üretimlerinde gerekli olacak düzenlemeleri öngörebilmeleri çok faydalıdır. Bugün Avrupa Birliği ile başlayan Yeşil Mutabakatın kısa zamanda diğer ülkelere de yayılması beklenebilir çünkü bu kuralları şu anda engelleyen tek unsur Dünya Ticaret Örgütü’dür. Dünya Ticaret Örgütü de sürdürülebilir kalkınma için bu sınırların korunmasını kabul ettiği an kendi ekonomilerini korumak isteyen tüm ülkeler hızla benzer korumacı sistemleri devreye koyabilirler. Bundan dolayı da Yeşil Mutabakatın sadece karbon vergisinden ibaret olmayıp tüm çevresel alanları kapsadığını kabullenerek bu yolda çalışmalara başlamak gereklidir.
Bizler her ne kadar her yılın sonunda yapılan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı’na (COP) yılın en önemli iklim toplantısı olarak bakıyor olsak da aslında iklim açısından daha da önemli bir toplantı yılın başında Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’dur. Dünya Ekonomik Forumu toplantıları öncesinde ekonomiye tehdit oluşturabilecek unsurlardan oluşan Küresel Risk Raporu yayımlanır. Bu rapor ilk yayımlandığı 2007 senesinde en önemli tehditleri altyapının çökmesi, kronik hastalıklar ve petrol fiyatlarındaki artış şeklinde sıralıyordu. Geçen sene ise bu sıralama aşırı hava olayları, iklim krizi karşısında eyleme geçilmemesi ve doğal afetler halini aldı. Yani ekonomi dünyası bugün için çevresel sorunlara devletlerden çok daha duyarlı. Bu nedenle de bu seneki Dünya Ekonomik Forumu toplantılarında Dünya Ticaret Örgütü’nün ekonomik korumacılık olarak kabul ederek izin vermediği türlü kurala “çevresel sorunlara yol açanlar hariç” şeklinde bir ekleme yapılarak devletlerin Sınırda Karbon Vergisi türü uygulamaları kolaylıkla hayata geçirmelerine imkan tanınabilir.
Bugüne kadar yarattığı çevre sorunlarını bir dışsallık olarak gören ekonomi hala görüşünü değiştirmiş değil. Ama artık yarattığı bu çevre sorunlarının bir Frankenstein gibi kendi kazancına çok ciddi zarar verme ihtimalinin de yüksek olduğunu görüyor. İşte bu nedenle yıllardır hep etrafında dönüp durduğumuz fakat bir türlü elimizi uzatıp tutmadığımız sürdürülebilirlik ya da en azından çevresel sürdürülebilirlik, artık kısa süre içerisinde oyuna dahil olacak gibi görünüyor. Bugüne kadar çoğu şirketin hazırlayıp da çoğunlukla “Eee, ne yapacağız biz bununla şimdi?” diye içten içe sorduğu o sürdürülebilirlik raporlarını raftan alıp incelemekte bir fayda var. O raporlar bize geçen sene neler yaptığımızı anlatıyor, gelecek sene neler yapmamız gerektiğini değil. Gene de nerede olduğumuzu doğru anlamadan ileriye atılmaya imkan yok. Dolayısıyla, hangi sektörde, ne işle uğraşırsanız uğraşın, çok kısa vadede oyunu bu yeni kurallarla oynamaya başlamak zorundasınız. Özellikle de ürettiğiniz mal ya da hizmeti ihraç ediyorsanız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder