Biyoçeşitlilik önemlidir. Hem de bu sene ülkemiz açısından çok daha önemlidir. 1992 yılında Rio’da toplanan konferansın sonucu olarak devletler üç büyük anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmalardan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi en fazla duyduğumuz anlaşma. Paris Anlaşması bu sözleşmenin uygulama esaslarını ortaya koyuyor. Her yılın sonunda yapılan İklim Konferansları da aslında bu sözleşmenin Taraflar Konferansı'dır. Rio’da imzalanan bir diğer anlaşma ise Biyoçeşitliliğin Korunması Anlaşması'dır. İklim konferanslarına benzer şekilde biyoçeşitlilik konferansları da iki yılda bir düzenlenir ve bundan sonraki ilk konferans da ülkemizde düzenlenecek. Çin’in Kunming kentinde düzenlenen son konferansın ardından dünyada biyoçeşitlilik konusunun sorumluluğunu ülkemiz üstlenecek, dolayısıyla da önümüzdeki iki sene boyunca biyoçeşitlilik konusu gündemimizde olacak.
İklim gündelik yaşamımızı oldukça etkilediğinden o konu hakkında herkesin az ya da çok bilgisi var. Biyoçeşitlilik ise daha zor algılanan ve var olduğunda konuşulmayan, ancak azaldığında ya da yok olduğunda gündeme gelen bir kavram. Ayrıca biyoçeşitlilikteki değişim iklim değişikliği gibi son yüzyılda görülmeye başlanmadı. İnsanlar bilerek ya da bilmeden binlerce yıldır türlerin yok olmasına neden oluyorlar. Bu nedenle de biyoçeşitlilikteki değişiklik bize doğal geliyor.
Bir de bunun ötesinde tek bir biyoçeşitlilik de yok. Genetik biyoçeşitlilik, fonksiyonel biyoçeşitlilik veya filogenetik biyoçeşitlilik farklı anlamlara gelmektedir ve hepsi de ayrı ayrı önemlidir. Bunların arasındaki farkı ve ilişkileri anlamak biyoçeşitliliği koruyabilmek açısından da büyük önem taşıyor.
En kolay anlayabildiğimiz kavram genetik biyoçeşitlilik. Bir canlı türünün nesli tükendiği zaman genetik biyoçeşitlilik azalıyor. Her ne kadar Jurassic Park gibi filmlerde geçmişte yok olmuş canlı türlerini tekrar kazanmak mümkün olsa da yakın zamanda kaybolan ve genetik olarak elimizde hala hücreleri kalan canlılar hariç canlı türlerini geri getirmek neredeyse imkansız. Mamutlar gibi yakın dönemde kaybettiğimiz canlıları geri getirmek ise fazlasıyla zor çünkü bu canlı türlerini yaşama döndürmek için bir tanesini laboratuvar şartlarında hücrelerinden üretmek yetmiyor. Çok sayıda canlıyı üretip onların da türlerini devam ettirmelerini sağlamak gerekiyor ki bu şimdiye kadar denenmedi bile.
Fonksiyonel biyoçeşitlilik, genetik biyoçeşitlilikten biraz daha zor algılanan bir kavram. Aslında fonksiyonel biyoçeşitlilik ile günlük hayatımızda sıkça karşılaşıyoruz. Ülkemizde binlerce yıldır tarım yapılıyor. Tarımın gelişimi sırasında pek çok tür tahılı üretmişiz. Bunların bir kısmı halen tarımda kullanılırken önemli bir kısmı da ya tamamen unutulmuş ya da sadece küçük ve özel bir alanda ekilir olmuş. Bir özel buğday türünün varlığı genetik biyoçeşitlilikse, buğdayın varlığı fonksiyonel biyoçeşitlilik olarak kabul ediliyor. Benzer şekilde Afrika savanları için büyük yırtıcıların varlığı gerekli ama bir tür büyük yırtıcı, diyelim aslanlar yok olacak olsa ve leoparlar geride kalsa, “büyük yırtıcılık” fonksiyonunu yerine getirecek bir tür kalmış sayılacaktır. Dolayısıyla, fonksiyonel biyoçeşitlilik bizim için çok daha önemli ve korunması da nispeten daha kolay. Yalnız lütfen buradan, “genetik biyoçeşitliliği boşverelim o zaman” dediğim sonucu çıkmasın.
Kısacası, genetik bağlamda nesli tehlikede olsa da fonksiyonel ya da filogenetik bağlamda fazla kritik olmayan canlı türlerindense koruma çabalarımızı fonksiyonel ya da filogenetik bağlamda kritik türlere yoğunlaştırmak daha akıllıca bir yaklaşım olarak görülüyor. Gönül bu türlerin hepsinin devam edebilmesini istiyor ama çabamız sadece azını korumaya yetecekse, bari doğanın yerine koymakta zorlanacağı türlere öncelik tanıyalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder