15 Ekim 2019 Salı

Enerji Sürdürülebilirliğin Neresinde?

Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacını yerine getirebilmek sosyal olduğu kadar teknik konularda da ilerleme sağlamayı gerektiriyor. Ayrıca sosyal alanda atılabilecek adımların bir kısmı ancak teknik gelişmeleri beraberinde getirdiği zaman başarı şansı kazanabiliyor. Bu nedenle de sosyal, çevresel ve teknik alanlardaki sürdürülebilirlik adımlarının çoğunu birbirlerinden ayırabilmek kolay olmamanın ötesinde amaçlara ulaşmaya zarar bile verebilir.

Amaçlara ulaşma konusundaki teknik yardımcılarımızın belki de başında enerji geliyor. Sosyal, teknik ya da çevresel herhangi bir problemi çözmek için çoğu zaman enerjiye ihtiyacımız var. Mesela özellikle Afrika’da kadınların gününün önemli bir kısmı evde yemek yapmak için kullandıkları ateş için odun veya çalı çırpı aramakla geçiyor. Kapalı alanda yemek yapmak için yaktıkları ateş, kurum ve is ürettiğinden hem bu kadınların hem de çevrelerindeki çocukların sağlıklarını negatif yönde etkiliyor. Bu yakacak malzemelerini bulabilmek için çevredeki doğal hayata zarar verilebiliyor. Genç kızlar okula gitmek yerine günlerini su taşımak ve yakacak bulmakla geçiriyorlar. Enerjinin kalkınma amaçları açısından önemini başka örneklerle de göstermek mümkündür.

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarını yerine getirebilmek için dünyanın her tarafından enerjiye ulaşımı kolaylaştırmak zorundayız. Bunun ötesinde ulaştırılan bu enerjinin de öncelikli olarak sürdürülebilir olması gerekiyor. Yalnız problem burada da bitmiyor çünkü enerji sürdürülebilir olsa da üretimi amaçlardan herhangi birinin ya da birkaçının gerçekleştirilmesini imkansız hale getiriyorsa bu yolda devam edebilmemiz de son derece zor olabilir. Mesela Hindistan büyük nüfusu ile gelişme yolundaki ülkelerden biri. Hindistan’ın enerji ihtiyacı her geçen gün artmasına rağmen kırsal kesimde yaşayan çoğu insan daha elektrik enerjisine kavuşmuş değil. Bir yandan ülkenin çeşitli kesimleri arasındaki eşitsizlikleri azaltmak, öte yandan da toplumun genelinin gelişmesini sağlamak için üretilen elektrik enerjisi miktarını artırmaları kesinlikle gereklidir. Ancak Hindistan’ın bu yolda dayanabileceği ana enerji kaynağı kömürdür. Kömür yakıldığında çıkan karbondioksit gazı iklim değişikliğinin en başta gelen nedenidir. Ayrıca böylesi bir nüfusa gerekli olan enerjiyi üretmek için kurulması gereken kömürlü termik santraller de ciddi çevresel hasarlara yol açmaktadır. Ülkemizde de gördüğümüz üzere kömürle çalışan termik santrallerin çevresindeki doğa adeta yok olmaktadır. O bölgede yaşayan insanlarda görülen hastalık oranları ve özellikle kanser vakaları normalin üzerindedir. Bu gerçekleri bir araya getirdiğimizde enerji ihtiyacını karşılarken doğayı ve insanı korumanın da kolay olmayacağını görebiliriz. 

Enerji arzının sürdürülebilirliğini sağlayabilmek için iki koldan hareket etmek gereklidir. Bu alanlarda yapılacak çalışmaların da beraber yürümesi sürdürülebilirliğin sağlanması açısından kıymetlidir. Söz konusu alanların ilki ekonomik büyüme ile enerji ihtiyacının birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrıklaştırmanın ilk basamağı doğal olarak enerji tasarrufudur. Ülkemizde özellikle çevre aydınlatmasına gereğinden fazla enerji harcanmaktadır. Elektrik enerjisinin önemli bir kısmını havaya karbondioksit salarak elde ettiğimiz unutulmamalıdır. Durum böyleyken sadece “ülkemiz artık geceleri bile pırıl pırıl” diyebilmek için gereği olmayan yerleri aydınlatmak enerjinin boşa kullanılmasıdır. Eminim hepiniz bu yanlışın çeşitli örneklerini her gece görüyorsunuz. Bunun yanında da gerçekten aydınlatılması gereken yerlerde de bir sokak lambası bulmak mümkün olmayabiliyor. Gelişen elektronik sistemleri kullanarak insan ve araç yoğunluğunu ölçmek ve ışıklandırmayı anlık olarak buna göre ayarlamak artık çok kolay ulaşılabilen bir teknolojidir. Günümüzde Çin’deki bir şehirde değil sokak ışıkları, tüm şehrin trafik ışıkları da trafik yoğunluğunu algılayarak çalışan bir yapay zeka tarafından düzenlenmektedir. Teknolojinin böylesine ilerlediği bir ortamda zor ürettiğimiz enerjiyi boşa harcamamak için elimizden geleni yapmak zorundayız.

Enerji tasarrufu alanında atılacak ikinci önemli adım da her alanda daha tasarruflu cihazlar kullanmaktır. Özellikle konutlarda yapılacak nispeten küçük yatırımlar hem kullanılan enerjinin, hem de ödenen ısıtma ve elektrik faturalarının azalmasına yardımcı olacaktır. Elektriği ve doğal gazı neredeyse hepimiz satın alıyoruz. Cebimizden ne kadar az para çıkacak olsa o kadar kazançlı oluruz.

Tarımdan endüstriye, devlet dairelerinden evlerimize kadar her alanda enerjiyi nasıl verimli kullanıp tasarruf sağlayabileceğimizin türlü örnekleri bulunmaktadır. Ne yazık ki ülke olarak kısa vadeli düşündüğümüzden kısa vadede daha pahalı ama uzun vadede bize çok daha fazla tasarruf ve kazanç sağlayabilecek çözümleri tercih etmiyoruz. Oysa sürdürülebilirlik genel olarak uzun vadeli düşünmeyi öngörmektedir. Enerji alanındaki en önemli değişimlerden biri de bu kısa vadeli düşünme yapısında yaşanmak zorundadır.

Enerji arzının sürdürülebilmesi için enerji kaynağının sürdürülebilir olmasının yanında enerji dağıtım ağlarının da sürdürülebilirliği büyük önem taşır. Günümüzde neredeyse her ülkede elektrik enerjisi merkezi olarak üretilir ve dağıtılır. Hatta çoğu ülkede bu üretim ve dağıtım devlet tekelindedir. Oysa özellikle bugünkü teknolojilerde enerji üretimi merkezi olmak zorunda değildir. Hatta enerji üretiminin merkezi olmaması beraberinde çeşitli çözümleri de getirir. Mesela hidroelektrik santrali dediğimiz zaman çoğumuzun aklına akan bir nehrin üzerine kurulan dev bir baraj gelir. Ama aslında bizim ihtiyacımız eskiden dere kenarındaki değirmenlerde olduğu gibi akan suyun bir çarkı çevirmesidir. İstediğimiz küçük bir köyün ya da birkaç evin elektrik enerjisini üretmekse suyun önünü keserek bir set oluşturmak gerekli değildir, akan suyun içerisine koyacağımız pervaneler de bizim ihtiyacımız olan enerjiyi üretebilir. Benzer şekilde 50 metre yükseklikte dev bir rüzgar santrali dikmek yerine çok daha küçük pervaneler kullanarak yerelde ihtiyaç duyulan enerjiyi elde etmek mümkündür. Yerelde elde edilen bu enerji gene yerelde kullanılacağından karmaşık enerji transfer sistemlerine de gerek duyulmayabilir ya da bu sistemler ancak yerel sistemlerin arızalandığı zamanlarda kullanılabilir.

Yerelde enerji üretim sistemleri sürdürülebilirdir, ancak bu sistemlerin güncel enerji üretim alternatifleri olarak görülmemesinin ardındaki temel neden enerji üretiminin kazançlı bir yatırım olmasıdır. Bundan dolayı da piyasayı ellerinde tutan devlet ve şirketler yerelde enerji üretimine yarayacak teknolojilerin ucuzlayacak şekilde seri üretimine fırsat vermemektedir. Oysa enerjinin yerelde rüzgar, güneş veya yukarıda bahsettiğim şekilde akarsulardan üretilmesi hem sürdürülebilirdir hem de enerji bağımsızlığını da beraberinde getirir. Ayrıca bu tür sistemler yatırım gerektirdiğinden enerji tasarrufunu da teşvik ederler. 

Elektrik enerjisini yerelde üretmesek bile uzun vadede güneş ve rüzgar gibi sürdürülebilir kaynaklara yaslanmak zorundayız. Bunun iki tane temel sebebi vardır. İlki, kömür, petrol ve doğal gaz yer altından çıkan kaynaklardır ve bu kaynakların ekonomik olarak ulaşılabilen bölümü kısıtlıdır. Bugüne kadar kullanmış olduğumuz kaynaklar kalanlara oranla daha azdır. Yani fosil yakıt kaynakları böyle kullanılacak olursa bize 150 sene daha yetmez. Ayrıca bu kaynakların insan sağlığına, çevreye ve iklime verdiği zarar ortadadır. Bundan dolayı da sürdürülebilir bir yaşam için 150 sene beklemeden bu fosil yakıt kaynaklarının kullanımını kısıtlamalı, hatta toptan ortadan kaldırmalıyız. Bugünün teknolojisi ile bile güneş ve rüzgar enerjisine ayrılacak kaynaklarla bu teknolojiler ihtiyacımız olan tüm enerjiyi üretebilir. Yeter ki biz enerjiyi gereksiz yere harcamayalım.

12 Ekim 2019 Cumartesi

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ve İklim Değişikliği

“Her şey 1962’de Rachel Carson’ın yazdığı Silent Spring (Sessiz Bahar) isimli kitapla başladı" demek fazla romantik bir yaklaşım olur. Ama 1950’ler insanoğlunun Dünya’nın kaynaklarının sınırsız olmadığını keşfetmeye başladığı yıllardı. Bunun üzerine de 1973 ve 1979 petrol krizleri gelince yaşamı olduğu gibi daha ne kadar sürdürebileceğimiz sorusu önem kazanmaya başladı. Özellikle gelişmiş ülkeler ekonomik sorunlarını bir noktaya kadar çözmüş olduklarından artık onları geliştiren endüstrilerinin ve nüfus artışlarının çevreye verdiği zarar dikkatlerini çekmeye başladı. 

1987 yılında Norveç’in eski başbakanı Gro Harlem Brundtland öncülüğünde toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Dünya Komisyonu (daha bilinen adıyla Brundtland Komisyonu) Ortak Geleceğimiz (Our Common Future) raporunda bizlere sürdürülebilir kalkınmanın ilk modern tanımı yaptı:

Sürdürülebilir kalkınma, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama becerilerini engellemeden bugünün ihtiyaçlarını karşıladığımız kalkınmadır.

Bugün bu tanım çok daha genişlemiş olsa da temelinde önemli bir değişim olmamıştır. Doğaya zarar vermemeliyiz ve kaynakları tüketmemeliyiz ama bunun yanında kalkınmaya da devam etmeliyiz. Yalnız buradaki sorun bizim dilimizde algıladığımız “kalkınma” kavramından çıkmaktadır. Yukarıda tercümesini yaptığımız tanımda kullanılan kelime aslında kalkınma değil gelişmedir. Nedense dilimizde uzun süreden beri kalkınma kelimesi kullanıldığından ve bu kelime de ekonomik büyüme ile ilişkilendirildiğinden sürdürülebilir kalkınma dediğimizde aklımıza hep ekonomik büyümenin, yani cebimize giren paranın, sürekli büyümesi gibi bir düşünce gelmektedir. Oysa Brundtland tanımında ortaya konan şey ihtiyaçlarımızı giderirken kullandığımız kaynakların ve etkilediğimiz doğanın gelecek nesiller için de yeterli seviyede kalmasını sağlamaktır. 

Brundtland tanımının oluşmasının ardındaki önemli neden ise sınırsız büyümenin mümkün olmadığının ve bu büyüme çabası sırasında doğaya büyük zarar verdiğimizin anlaşılmaya başlanmasıdır. 1992 yılında Rio’da toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma (Gelişme) Zirvesi ya da diğer adıyla Rio Dünya Zirvesi bugün iklim ve çevre politikaları alanında konuştuğumuz çoğu politik gelişmenin ilk adımı oldu. Bu zirvede alınan en önemli karar insanlığın gelişmeye devam edebilmesi için çevrenin de korunması gerektiğidir. Bu zirveye neredeyse tüm ülkelerin liderleri katılmıştır ve alınan kararlar bu liderlerin fikir birliğini yansıtır. Yalnız bu kararlar politik anlamda yaptırım gücü olmayan kararlar olduğundan aradan geçen zaman bu kararlara gerekli yaptırım gücünün nasıl sağlanacağına karar vermekle geçmiştir.

Rio Zirvesi’nde üç çevre anlaşması imzalanmıştır. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi bu anlaşmaların en bilinenidir. Bu sözleşmenin temelinde iklim değişikliğinin sürdürülebilir kalkınmaya zarar vermeyecek seviyede kontrol altına alınması bulunur. Diğer iki sözleşme de Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi’dir. Bu iki sözleşme çevre açısından büyük önem taşısa da iklim değişikliği sözleşmesi kadar basında ve politikada yer bulamamıştır. Bu iki sözleşme bağlamında politika geliştirilmeye ve gelişmeler izlenmeye çalışılsa da bu sözleşmeler gündem yaratma konusunda başarılı sayılmazlar.
İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni tüm ülkeler imzalamıştır diyebiliriz. Bu sözleşme sera gazı salımlarının 1990 yılı seviyesinin altına düşürülmesini öngörmektedir. Bunun başarılabilmesi için gerekli olan mekanizmaların oluşturulabilmesi için de 1995 yılından itibaren ülkeler her senenin sonunda toplanarak o sene içerisinde katedilen yolu ve sonrasında atılması gereken adımları belirlerler. Bu toplantıya Taraflar Toplantısı (Conference of Parties - COP) adı verilir. 

1997 yılında Kyoto’da yapılan taraflar konferansında sera gazı indirimi açısından yaptırımı olan bir anlaşmaya varılmıştır. Bu anlaşma ülkeleri kabaca üç gruba ayırır:

Annex 1: Sera gazlarını indirim yükümlülüğü bulunan ülkeler
Annex 2: Sera gazlarını indirim yükümlülüğü yanında diğer ülkelerin azaltım yapmasına maddi yardım sağlayacak olan ülkeler
Annex B: Sera gazı indirim yükümlülüğü olmayan ancak salımlarını raporlamak zorunda olan ülkeler. 

Ülkemiz  Annex 1 ülkeleri arasında yer almaktadır. Son senelerde de Annex 1’den çıkıp Annex B’ye geçmek için çalışmalara başlamıştır. Kyoto Protokolü adı ile anılan bu anlaşma 2008-2012 yılları arasında Annex 1 ülkelerinin sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin altına düşürmelerini öngörür ama ABD bu anlaşmaya taraf olmadığından, Çin ve Hindistan gibi ülkeler de Annex B’de olduklarından iklim değişikliğini önlemeye ciddi bir katkı yapamamıştır.

2000 yılında toplanan Birleşmiş Milletler Binyıl Zirvesi (Millennium Summit) çevresel sorunlarla mücadele etmenin yanı sıra insani sorunlarla da baş etmeyi öngören Binyıl Kalkınma Amaçları’nı belirlemiştir. BM üyesi tüm ülkeler de bu amaçları gerçekleştirme yolunda karar almıştır. Bu amaçları şöyle sıralayabiliriz:

Aşırı yoksulluk ve açlığı yok etmek
Evrensel ilköğretimi sağlamak
Cinsiyet eşitliğini geliştirmek ve kadınları güçlendirmek
Çocuk ölümlerini azaltmak
Anne sağlığını iyileştirmek
AİDS ve sıtma gibi hastalıklarla mücadele etmek
Çevresel sürdürülebilirliği sağlamak
Kalkınma için küresel bir işbirliği kurmak

Bu amaçların gerçekleştirilmesi için 2000-2015 yılları arasındaki süre belirlenmiştir. Görüldüğü gibi bu hedefler kalkınmanın ekonomik yönünden çok insani yönüne odaklanmaktadır. Ülkemiz ve gelişmiş ülkeler açısından bakıldığında bu amaçlar büyük bir getiri sağlayacak gibi görülmemektedir çünkü gelişmiş ülkelerde bu sorunların önemli bir kısmı uzun süredir çözüme kavuşturulmuştur. Ancak özellikle Afrika’da bu amaçlara ulaşılması çabaları insanların yaşam kalitesinin artmasına büyük katkıda bulunmuştur. 

2009 yılı iklim değişikliği politikası açısından kaybedilmiş bir senedir. Kyoto Protokolü 2012 yılında sona ereceğinden bunu izleyen seneleri kapsayan bir anlaşmanın 2009 yılındaki Taraflar Konferansı’nda, Kopenhag’da imzalanması beklenmekteydi. Ancak özellikle gelişmiş ülkeler bu konuda bir anlaşmaya varamadıklarından Kyoto Protokolü 2012 yılında sona erdi ve bu sözleşmenin bir devamı olmadı.

Birleşmiş Milletler hem İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin devam ettirilmesine, hem de Binyıl Kalkınma Amaçları’nın 2015 ötesine taşınmasını sağlayacak çalışmalara devam etti. 2015 Eylül - Aralık ayları arasında bu iki konuda da önemli gelişmeler sağlandı. 

Önce 24 Eylül 2015’te New York’ta toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Binyıl Kalkınma Hedefleri’ni 2016 - 2030 yılları arasında taşıyan ve genişleten Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarını kabul etti. Bu sefer amaçlar sadece Afrika’yı değil tüm dünyayı ilgilendiren bir niteliğe bürünmüştü. Belirlenen 17 amacı şu şekilde özetleyebiliriz:

Fakirliğe son
Sıfır Açlık
Sağlıklı ve kendini iyi hisseden insanlar
Kaliteli eğitim
Cinsiyet eşitliği
Temiz su ve hijyen
Temiz ve ulaşılabilir enerji
Düzgün iş ve ekonomik büyüme
Sürdürülebilir endüstri, buluş ve altyapı
Eşitsizliklerin azaltılması
Sürdürülebilir şehirler
Sorumlu üretim ve tüketim
İklim Eylemi
Sudaki yaşam
Karadaki yaşam
Barış, adalet ve kuvvetli kurumlar
Amaçların gerçekleştirilmesi için ortaklıklar

Ülkeler bu amaçların tümünü birlikte yerine getirmek için anlaştılar. Yani, “bizim ülkemizde sadece teknoloji ve endüstri önemli, bizi sıfır açlık ilgilendirmez” diyemezsiniz. Bu amaçların her birinin yerine getirilip getirilmediğini ölçen ve çoğunluğu sayısal olarak ifade edilebilen 169 da hedef var. Ülkeler bu hedefleri belirleyen göstergeleri ölçüp raporlamak zorundalar. Mesela Eşitsizliğin giderilmesi amacı altındaki hedeflerden biri 2030 yılına kadar ülkenin alt %40 gelir grubundaki insan gelirlerinin ülke ortalamasının üzerinde artmasını sağlamak. Ülkeler her sene bu konuda attıkları adımları raporlamak ve her senenin sonunda alt %40 gelir grubundaki insanların gelirlerinin ne kadar arttığını bildirmek zorundalar. Bu bir Afrika ülkesi için olduğu kadar bir Kuzey Avrupa ülkesi için de gerekli. Bu açıdan bakıldığında Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları sürdürülebilirlik kavramının boşalan içeriğini yeniden doldurmayı da görev edinmiş durumda. Sürdürülebilir kalkınma artık sadece üçüncü dünya ülkelerinin problemi değil tüm ülkelerin birlikte ulaşmayı amaçladıkları bir ideal haline gelmek zorunda.

Bu amaçlar içerisinde iklim değişikliğinin ayrı bir yeri bulunuyor. Amaçların yerine getirilebilmesi ancak iklim değişikliğinin dizginlenebilmesi ile mümkün olacak gibi görünüyor. Bu nedenle de ülkeler arasında bir işbirliği oluşturulması son derece büyük bir önem taşıyor. Atmosfere saldığımız sera gazları herhangi bir ülkenin üzerinde birikmeyip tüm dünyaya yayıldığından herkesin bu problemi çözebilmek için elini taşın altına koyması gerekiyor. Ancak gelişmişliklerini senelerdir atmosfere saldıkları sera gazlarına da borçlu olan çoğu ülke bu avantajlarından vazgeçmek istemiyor. Bunun yanında gelişmekte olan ülkeler de gelişmiş ülkeler ellerini taşın altına koymadan adım atmak istemiyorlar. Dolayısıyla ortada çözülmesi neredeyse imkansızlaşan bir problem oluşuyor.

Bilim insanları kısaca atmosferin ortalama sıcaklığı Sanayi Devrimi öncesine göre 2oC’den fazla artacak olursa insanlığın ve doğanın büyük zarar göreceğini söylüyor. Şimdiye kadar 1 dereceden fazla ısınmış olduğumuz düşünülecek olursa daha ne kadar karbondioksit salabileceğimiz de kolayca hesaplanabiliyor. 2 derece artışın altında durabilmemiz için yaklaşık 800 milyar tondan daha az karbondioksit salma hakkımız var. Senede yaklaşık 40-50 milyar ton arasında karbondioksit saldığımıza göre ne kadar acilen harekete geçmemiz gerektiğini görmek zor değil.

Buna karşılık ülkeler 2015 yılı boyunca bu değişimi engellemek için ne yapmayı planladıklarını beyan ettiler. 2015 yılı Aralık ayında Paris’te toplanan Taraflar Konferansı da bu beyanlar çerçevesinde bir anlaşmayı kabul etti. Paris Anlaşması dediğimiz bu iklim anlaşmasına göre ülkeler kendi başlarına beyan ettikleri katkıları 2030 yılına kadar yerine getirmeyi kabul ettiler. Mesela ülkemiz 2030 yılına kadar 2015 yılındaki karbondioksit salımlarını yaklaşık 2.5 katına artırmayı planladığını ve eğer dış finansal kaynak sağlanacak olursa bunu azaltarak sadece yaklaşık 2 kat artırabileceğini taahhüt etti.

Tüm ülkelerin beyanlarını topladığımız zaman, herkes sözünü tutacak olsa bile dünyanın en az 2.7 derece ısınacağı hesaplanıyor. Buradan da ülkelerin bu beyanları uyumlu bir biçimde geliştirmedikleri ve esas hesabın iklim değişikliğini durdurmak olmadığı kolayca anlaşılabiliyor. Ayrıca gelişmekte olan ülkelerin bu hedefleri tutturabilmeleri için ihtiyaç duyulan kaynağın sağlanması için de senelik 100 milyar dolarlık bir fon oluşturulması konusunda anlaşma sağlandı. Ama anlaşmanın imzalandığı günden bu yana Yeşil İklim Fonu adı verilen bu fonda biriken paranın tamamı 10 milyar dolar civarında. Yani gelişmiş ülkeler de burada verdikleri yardım sözünü yerine getirmekten çok uzaklar.