21 Nisan 2021 Çarşamba

Sıcak günlerde azalan enerji üretimi

“Dünya 4 derece ısındığında ne yapacaksınız?” diye sorduğumda pek çok kişi panik olmuş gibi görünse de aslında zihninin arkasında “açar klimayı evde otururum” fikri bulunduğundan kendini gerçekte fazla kötü hissetmiyor. O noktada “peki elektriğin aynı şekilde klimanızı çalıştıracağına emin misiniz?” dediğimde ise  çoğu kişi inanmaz gözlerle bakarak “neden çalıştırmasın ki?” diyor. İşte esas problemimiz burada, başımıza gelecek belanın büyüklüğünü ne kadar anlatırsak anlatalım, kişilerin beyni bu denli büyük bir değişikliği hayal edemeyebiliyor. Ama biz gene de bir deneyelim.

Öncelikle sizlere hep ortalama sıcaklıkların artışından söz ediyoruz. Mesela küresel ısınmanın ciddi boyutlara ulaşmadığı geçen yüzyılın ortasında, İstanbul’un ortalama yaz sıcaklığı 29 dereceydi. Bu, yazın serin günler 26 derece, sıcak günler de 32 derece olurdu anlamına geliyor. Her yaz da 26 dereceden serin ve 32 dereceden sıcak birkaç gün bulmak olasıydı. Bugün ortalama sıcaklık 30 dereceye çıktı, yani sadece 1 derece arttı. Oysa sıcaklığın 35 derece olduğu günleri normal kabul eder olduk. 35 derecenin üzerine çıktığında “aşırı sıcak oldu” demeye başladık. Kısacası, ortalama sıcaklık 1 derece arttığı zaman en sıcak günlerin sıcaklığı normalden 3 derece daha sıcak olmaya başladı. Ortalama sıcaklık 4 derece arttığında ise uç sıcaklıklar 8-10 derece artabilir. Bunun bizim açımızdan anlamı da şu: İstanbul’da ortalama sıcaklık 4 derece artarak 33 derece olduğunda, havanın 40 derece olduğu bir günü normal karşılamak durumunda kalacağız. Hava 45 derece olduğunda “aşırı sıcak” kabul edilecek.

İşte derdimiz 33 veya 35 derece olan günlerle değil, bu 45 derece olan günlerle, çünkü o günlerde serin kalabilmek için herkes klimalara yüklenecek. Bildiğiniz gibi klimalar da elektrik ile çalışıyor. Ülkemizde elektrik enerjisinin en fazla tüketildiği zamana bakacak olursak bu genellikle Temmuz ayının son haftasına, yani serinletme ihtiyacının en yüksek olduğu döneme denk geliyor. Bu probleme bir de enerji üretimi açısından bakacak olursak karşımıza çok da istenmeyen bir durum çıkıyor.

Fosil yakıtlardan elde edilen enerji genelde yanma sırasında elde edilen sıcaklık ile dışarıdaki havanın sıcaklığı arasındaki fark en fazla olduğunda en yüksek değerine ulaşır. Bunun ötesinde çoğunuzun rastlamış olduğu gibi, sıcak günlerde otomobilin motoruna fazla yüklenecek olursanız, motor kendini soğutamamaya başlar ve su kaynatabilir. Aynı problem hem kömür ve doğal gaz yakarak enerji üreten termik santrallerde hem de nükleer santrallerde vardır. Yani, bu santraller kendilerini soğutmak için çevrelerindeki bir su kaynağına ihtiyaç duyarlar. Yazın sıcak günlerde bu su kaynağının sıcaklığı da yükseleceği için termik ve nükleer santrallerin de enerji verimleri düşer. 

Dünya ortalama 4 derece ısındığında nükleer ve termik santrallerin verimlerinin bugüne kıyasla ortalama %3.3 azalacağı öngörülüyor. Kötümser hesaplarda ise bu azalmanın ortalamada %6.5 olabileceği düşünülüyor. Bunu şöyle düşünebiliriz, bir kömürlü termik santralde aynı miktarda kömür yakıyoruz, ama ürettiğimiz elektrik enerjisi %6.5 daha azalıyor. Bu da kömürlü termik santrallerden üretilen enerjinin %6.5 daha pahalıya gelmesi anlamına geliyor.

2019 yazı tüm Avrupa’nın sıcak hava dalgası ile kavrulduğu bir zamandı. Bu sırada Fransa’daki nükleer santrallerin verimi %8 azaldı. Eğer enerji üretimi ortalamada %6.5 düşecek olursa bu çok sıcak günlerde düşüş %9-13 aralığında gerçekleşebilir anlamına geliyor.

Unutmayın, yazının başında dediğimiz gibi, dışarısı 45 derece olduğu için siz klimalara yüklenerek serinlemeye çalışıyorsunuz ama enerji üretimini dayandırdığınız termik ve nükleer santrallerin enerji çıktısı da tam o gün %13 azalıyor. Yani arz azalırken talep arttığı için kısıntılar kaçınılmaz hale gelir.

Peki, neden güneş ve rüzgar enerjisinde ısrar ediyoruz? Çünkü özellikle yoğunlaştırılmış güneş enerjisi sistemleri en yüksek verime en sıcak günlerde ulaşıyor, yani talep artarken arzı da artıyor. Rüzgar enerjisi ise sıcaklıktan çok fazla etkilenmiyor. Güneş panellerinden elde edilen enerjide azalma görülse de bu termik ve nükleerdeki azalmaya oranla daha az. Yani enerji sistemlerimizi yenilenebilir kaynaklara yöneltecek olursak bu darboğaza girdiğimiz günlerde ihtiyacımız olan enerjiye de sahip olabiliriz.

20 Nisan 2021 Salı

Hidrojenin yeşili işimize yarar mı?

Hidrojenin kahverengisi, grisi, mavisi ve yeşili varmış. Ben de hidrojeni renksiz, kokusuz bir gaz sanıyordum, ama öyle değilmiş sanırım. Şakası bir yana hidrojenin üretim yöntemlerini anlatan bu isimleri şöyle açıklayabiliriz:

  • Kahverengi hidrojen: Kadıköy’deki eski Hasanpaşa Gazhanesi, kömürden, havagazı dediğimiz yakıtı üretirdi. Bu üretimi ilk basamağında kesersek, yani kömürü su buharı ve oksijenle reaksiyona sokarsak bolca karbondioksit ve hidrojen elde ederiz.
  • Gri hidrojen: Doğal gazdan yüksek sıcaklıkta hidrojen elde etmek mümkündür. Hidrojen dışında yüksek saflıkta karbon elde edilir. Bu karbonu yakarsak karbondioksit çıkar, yakmayıp yerin altına gömersek de çok akıllıca bir hidrojen üretim yöntemi olur. Ama bugüne kadar karbonun yakılmayıp yerin altına gömüldüğü hiç görülmemiştir.
  • Mavi hidrojen: Kahverengi veya gri hidrojen üretimi sırasında çıkacak olan karbondioksidi tutup yerin altında saklayabiliriz. Böyle bir teknoloji endüstriyel ortamda yok ama “ya olursa” diye ummaya devam ediyor fosil yakıt şirketleri. 
  • Yeşil hidrojen: Güneş ve rüzgar enerjisinden elektrik elde edip bunu kullanarak suyu hidrojen ve oksijen olarak iki ayrı gaza ayırabiliriz. Tamamen temizdir ve doğaya hiçbir zararı yoktur.

Bu dört yöntemden ikisi iklim krizinin derinleşmesine katkıda bulunur, biri endüstriyel büyüklükte imkansızdır, sonuncusu da şimdilik lükstür. Neden mi? Önce kendimize şu soruyu soralım: “Hidrojene neden ihtiyaç duyuyoruz?”

Bu sorunun cevabı aslında oldukça basit. Bugünkü hayatımızı olduğuna yakın sürdürebilmek için. Yani, sabah gene evden çıkacağız, arabamıza binip işe gideceğiz, dönüşte hidrojen istasyonuna uğrayıp arabamızın hidrojenini dolduracağız ve hayat böyle sürüp gidecek. Ama en başta anlamamız gereken şey, bu yaşam biçiminin her bağlamda yanlış olduğudur. Bu şekilde yaşamaya devam edecek olursak bir sonraki adımda başka bir soruna çarpacağız, ardından bir başkasına ve bir diğerine. Şimdiki yaşam tarzımız sürdürülebilir değil. Hidrojen de bu hayat tarzını biraz daha sürdürmeye çalışmaktan başka bir işe yaramaz. Neden mi?

Otomobil bir önceki çağın aracıydı. Petrol boldu, şehirler henüz tıklım tıklım değildi, araçların hareket edebileceği yollar boştu ve park yeri bulmak kolaydı. Tüm bu faktörler biraraya geldiğinde Otomobil Çağı'nı yarattı. Çoğumuz otomobilin ne derece yanlış tasarlanmış ve sadece Otomobil Çağı'na uygun bir araç olduğunu düşünmedik bile. İçten yanmalı motorlar harcadıkları yakıttan elde ettikleri enerjinin sadece %15-17 arasını aracı bir yerden bir yere götürmeye harcarlar. Aracın ağırlığı bir ton civarında olduğuna göre araçta ortalama 1.5 yolcu olduğunda bu harcanan enerjinin sadece yaklaşık %1’lik kısmının sizi taşımaya kullanıldığı anlamına gelir. Yani 100 birim enerji harcıyoruz, ama bunun sadece 1 birimi gerçekten bizim istediğimiz işi yapmaya gidiyor, 99 birimi ise boşa. Düşünsenize, bir şirket sahibisiniz, 100 çalışanınız var ama bunlardan sadece biri iş yapıyor, siz gene de 100 kişiye maaş veriyorsunuz. Sanırım kimse böyle yanlış bir iş yapmak istemezdi. Bu arada, bu sayılar doğa kanunudur, yani daha verimli, en verimli dediğiniz bu sayılardır, bunlardan daha az verimli olabilirsiniz, ama aracınızın daha fazla verimli çalışmasını beklemeyin.

Peki benzin yerine hidrojen kullansak? Havaya karbondioksit salmazsınız, bu bir avantaj, tabii yeşil hidrojen kullanıyorsanız. Motorunuz da biraz daha verimli çalışır. Yani performansınız %1 yerine %4-5 aralığında olur. Bu gene de şirkette 95 kişinin boş oturup sadece 5 kişinin çalışması anlamına gelir. Bir de yeşil hidrojeni en baştan alırsak, en iyi ihtimalle %20 verimle çalışan bir güneş panelinden elde ettiğiniz hidrojenin verdiği enerjinin %95’ini çöpe atıyorsunuz. Peki neden bunların hepsi? Çünkü siz Otomobil Çağı'nı devam ettirme hayali ile yaşıyorsunuz ve başka bir dünyanın mümkün olmadığına kendinizi inandırmışsınız. Bunun yanlış olduğunu size uzun uzadıya anlatabilirim ama konumuz sadece hidrojen bugünlük.

Bu hidrojenin hiç mi kullanım alanı yok peki? Mutlaka olacaktır. Mesela uzun mesafe uçuşlarında karbondioksit salmaktan vazgeçmenin yolu öncelikle uzun mesafe uçuşlarından vazgeçmektir. Ama gene de mecbur olacağımız durumlar olacaktır. Bu durumlarda da hidrojen yakıtıyla uçan uçaklar bize çözüm sağlayabilirler. Metrodan ya da trenden indikten sonra sizi evinize götürecek toplu taşıma araçları ya da tek kişiyi taşımak için tasarlanmış araçlar hidrojenle çalışabilir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz, ama en başta yapmamız gereken şey Otomobil Çağı’nın artık bittiğini kabullenmektir. Sonrası daha sakin ve zevkli olacaktır.

İklim krizinde sınır aşan sular

Genelde sınır aşan sular konusu ülkemizde fazla konuşulmasını istemediğimiz bir konudur, ancak iklim krizi bu konuyu dünyada giderek daha tartışılır konuma taşıyor. Pakistan - Hindistan ve Mısır - Sudan - Etiyopya gibi bu konunun günlük politikanın önemli bir unsuru olduğu yerler bağlamında iklim krizini konuşmak gelecekte ülkemizin karşılaşabileceği sorunlar açısından da yol gösterici olabilir.

Nil Nehri’nin iki ana kolu vardır. Beyaz Nil güneyde, Viktorya Gölü’nden doğar. Mavi Nil ise Etiyopya’dan doğar ve daha çok mevsimsel muson yağmurları ile beslenir. Toplam akışın yaklaşık %80’i Mavi Nil’den gelir ancak bu akış mevsimsel olduğundan büyük değişiklik gösterir. Antik Mısır Medeniyeti Nil’deki akışın bu mevsimselliği üzerine kurulmuştur. Yalnız 1970’te Mısır’ın en güneyinde yapılan Asvan Barajı ile Nil Nehri’nin bu mevsimselliği tam anlamıyla giderilmiştir. 

Nil Nehri üzerinde bulunan tüm ülkeler 19. yüzyılda Batılı güçlerin sömürgeleriydi. Özellikle Mısır İngiltere’nin tekstil endüstrisinde ihtiyacı olan pamuğu ürettiğinden, tarlaların sulanması ancak nehirden alınan suyla mümkün olabiliyordu. Bu nedenle de İngiltere Nil Nehri’nin tüm akışına Mısır’ın adına el koymuş durumdaydı. 1959 yılında yapılan bir diğer anlaşmayla iki eski İngiliz sömürgesi olan Mısır ve Sudan Nil Nehri’nin sularını aralarında senelik 55.5 ve 18.5 milyar metreküp olarak paylaştılar.

Bu anlaşmaya iki farklı bağlamda bakmak mümkündür. Öncelikle yapılan anlaşma nehri kaynağında yer alan ülkelere hiçbir hak vermemektedir. Bu nedenle de bugün için uygulanması tamamen imkansızdır. Nehrin kaynağında bulunan, başta Etiyopya olmak üzere tüm ülkeler kendi ekonomik gelişmeleri için bu akarsuya ihtiyaç duymaktadır. Ama daha da kötü bir sorun, iklim değişikliğinden Nil Nehri’nin akışının da etkileneceği anlaşıldığında ortaya çıkmaktadır. Mısır ne olursa olsun kendi hakkı olarak gördüğü senelik 55.5 milyar metreküp suyu almak isteyecek olursa, nehrin akışının bu toplamın altına düştüğü senelerde önemli anlaşmazlıklar oluşacaktır.

Son yıllarda bu karmaşaya bir de Mavi Nil üzerinde Büyük Rönesans Barajı’nı inşa etmiş olan Etiyopya da katıldı. Etiyopya, Mısır ile Sudan arasında yapılan 1959 anlaşmasına taraf olmadığından barajda su tutmaya başlayınca ortalık karıştı ve gerginlik her geçen gün artıyor. Eğer taraflar arasında makul bir çözüm bulunmayacak olursa bu yüzyılın ilk büyük çaplı su savaşı Mısır/Sudan ve Etiyopya arasında gerçekleşebilir.

Yalnız bu savaşı engellemenin makul bir yolu var. Etiyopya toprakları düzenli olarak muson yağmurları aldığından, Etiyopya’nın ihtiyacı su değil barajdan elde edeceği düzenli elektrik enerjisi. Etiyopya bu yolla bölgenin en büyük elektrik enerjisi üreticisi olmak ve bu şekilde kalkınmak istiyor. Mısır’ın kişi başına düşen milli gelirinin Etiyopya’nınkinin yaklaşık dört katı olduğunu düşünecek olursak iki tarafın da aslında haklı olduğu bir durum ortaya çıkıyor. Ancak bunun ötesinde şöyle bir durum da söz konusu. Etiyopya’da yağmurlu sezonda hava genelde kapalı ve rüzgarsız oluyor, kuru sezonda ise tam tersi hem açık hava ve bol rüzgar görülüyor. Bu durumda da Etiyopya’ya yapılacak rüzgar ve güneş enerjisi yatırımları hem barajdan elde edilecek elektrik enerjisini hem de Mısır ve Sudan’a verilecek olan su miktarını dengeleyerek taraflar arasında sürdürülebilir bir çözümün yolunu açabilir.

Ancak burada bir noktanın da altını çizmekte büyük fayda var. Etiyopya ve Mısır dünya nüfus sıralamasında 12 ve 14. sırada bulunuyorlar. Yani kişi başına düşen milli gelir açısından bakıldığında sorun üretimden değil nüfusun fazlalığından kaynaklanıyor. Bunun üzerine bir de nüfus artış oranının bu iki ülke için %2.57 ve %1.94 olduğu düşünülürse problemin sadece Nil Nehri’nin sularının paylaşılması problemi olarak görülmemesi gerekiyor. İklim değişikliği ile birlikte Etiyopya’nın aldığı muson yağmurlarının rejimi de değişecek olursa, Etiyopya halkı Büyük Rönesans Barajı’nın topladığı suya da sulama için ihtiyaç duymaya başlayacaktır. Bu problemi bir enerji üretimi sorunu olmaktan çıkararak gerçek bir kuraklık problemi haline getireceğinden soruna daha geniş açılardan bakarak çözümler üretilmesi de gereklidir.

14 Nisan 2021 Çarşamba

Paris Anlaşması'nı Onaylamaya Ne Kadar Yakınız?

Son haftalar (Nisan 2021) ülkemizde iklim krizi bağlamında ilginç şeyler olmaya başladı. Temmuz ayı başına kadar da ilginç olaylar yaşamaya devam edeceğiz. Bu ilginç durum Paris Anlaşması çevresinde şekilleniyor, bu nedenle Paris Anlaşması’nı biraz daha anlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum.

1992’de Rio’da toplanan devletler küresel ısınmanın ciddi bir problem olduğuna ve durdurulması gerektiğine karar verdiler. Ülkemiz de dahil olmak üzere tüm ülkeler UNFCC adını verdiğimiz sözleşmeye imza koydular. Yalnız bu sözleşme bir düşünce yapısı ve dilekler bütününü içeriyordu. Bu bağlamda atılması gereken hukuki ve bağlayıcı kararların sonraki senelerde yapılacak toplantılarda alınmasına karar verildi.

Bu toplantı sırasında ülkemiz, diğer ülkelerden gelen uyarılara karşın, ısrarla zengin ve gelişmiş ülkeler grubunda yer almak istediğinden Ek 2 denilen gelişmiş, zengin ülkeler grubunda olduğumuz tescil edildi. Gelişmiş ve zengin ülkeler bu anlaşma bağlamında hem sera gazı salımlarını azaltmak hem de gelişmekte olan ülkelerin sera gazı salımlarını azaltmalarını sağlamak için maddi yardım yapma sorumluluğunu üstlerine aldılar.

Heyetimiz ülkeye dönünce atılan bu yanlış adım anlaşıldı ve ondan sonraki yaklaşık 9 sene bu yanlışı düzeltme çabasıyla geçti. 2001 yılında Marakeş’te yapılan toplantıda ülkemizin “özel durumu”, yani gerçekte gelişmiş ve zengin bir ülke olmadığı kabul edildi. Böylece gelişmiş ve zengin ülkelerin olduğu Ek 2 listesinden çıktık. Ancak hala AB aday ülkesi ve OECD üyesi olduğumuzdan gelişmiş ülkelerin yer aldığı Ek 1 listesinde kaldık. Ek 1 listesinden çıkmak için de 2019 yılında bir başvuruda bulunduk ama bu başvurumuz fazla ciddiye alınmadı çünkü 1992’de kendi ısrarıyla gelişmiş ve zengin ülke statüsü kabul edilen bir ülkenin 30 sene içerisinde hem gelişmiş hem de zengin bir ülke olmadığını tüm ülkelere kanıtlaması mümkün değil. Ayrıca bir tek ülke bile “hayır” dese bu kararı geçirmek mümkün değil. O nedenle de şimdilik ve yakın gelecekte Ek 1 denilen gelişmiş ülkeler listesinde yer almaya devam edeceğiz.

Biz Ek 1 konusuyla uğraşırken geri kalan ülkeler 1997 yılında Kyoto’da yapılan toplantıda sera gazı salımlarını nasıl azaltacaklarına dair bir anlaşmaya vardılar. Ancak bu anlaşmanın iki önemli problemi vardı. İlki, tüm azaltım sorumluluğunu gelişmiş ülkelere bırakması; ikincisi ise anlaşmanın, gelişmiş ülkelerin hiç hoşuna gitmemesiydi. Bundan dolayı da ABD anlaşmayı meclisinde oya bile sunmadı. ABD gibi büyük oyunculardan bir tanesi çekilince, 2008-2012 yılları arasında geçerli olacak Kyoto Sözleşmesi de beklenilen etkiyi yapmadı.

Bu uluslararası anlaşmaların kabul edilmesi bir büyük toplantıda gerçekleşmez. Heyetler arasındaki seneler süren görüşmelerde detaylar görüşülür ve devlet liderlerinin katıldığı son toplantıda son nokta konur sadece. 2009 yılında Kyoto Sözleşmesi’nin yerini alacak bir sonraki anlaşmanın Kopenhag’da imzalanması bekleniyordu. Ne yazık ki devletler burada bir anlaşmaya varamadılar. Gene de iki önemli karar alındı: İklim değişikliği kötü bir şeydi ve ısınmanın 2 derece ile sınırlanması gerekiyordu. Ayrıca bunun gerçekleşmesine gelişmekte olan ülkelerin de katkıda bulunmaları ve iklim krizine karşı uyum sağlamaları için Ek 2 ülkelerinin içine her sene 100 milyar dolar koyacakları Yeşil İklim Fonu oluşturulmasına karar verildi.

Kyoto Sözleşmesi’nin yerini alacak olan anlaşmanın temeli ancak 2014 yılında Lima’da atılabildi. Yalnız herkesin kabul edebilmesi için çok yanlış bir yöntem seçildi. Bu yöntemle tüm ülkelere iklim krizini durdurmak için ne yapmaya niyetli oldukları soruldu. 30 Eylül 2015’e kadar ülkeler bu Niyet Beyanlarını Birleşmiş Milletler’e sundular. 2015 yılının Aralık ayında da Paris’te bu anlaşma kabul edildi. 

Paris Anlaşması’na göre küresel ısınmayı 2 derecenin oldukça altında ve mümkünse 1.5 derecede tutmamız gerekiyordu. Ancak ülkelerin niyet beyanlarının toplamı bu hedefe ulaşabilmekten son derece uzaktı. Gene de ülkemiz ve bizimle aynı kategoride sayılamayacak Güney Sudan, Eritre, Yemen gibi ülkeler dışında herkes bu anlaşmayı onayladı.

Biz, 2015’te Birleşmiş Milletler’e sunduğumuz Niyet Beyanı’na uygun davranmamıza rağmen Yeşil İklim Fonu’ndan destek almakta ısrarcı olduğumuz için bu seneye kadar imzalamamak için direndik.

Bu sene oluşan önemli değişiklik Avrupa Yeşil Mutabakatı’ydı. Buna göre ülkemiz eğer Paris Anlaşması şartlarına uyarak sera gazı salımlarına bir sınırlama getirmeyi kabul etmezse, Avrupa Birliği’ne yapacağımız ihracata ciddi bir vergi yükü geliyordu. Bunun üzerine bir de Ek 2 ülkelerinin Yeşil İklim Fonu’na aslında pek de bir bağış yapmamış oldukları anlaşılınca rüzgar birden Paris Anlaşması’nı mecliste onaylamaktan yana dönmeye başladı.



Benim düşüncem Paris Anlaşması’nın Avrupa Birliği yaptırımlarının yürürlüğe girmeye başlayacağı Temmuz 2021’e kadar Meclis’te onaylanacağı yönünde ve olaylar da o yönde ilerliyor. Önümüzdeki birkaç ay ülkemizde bu bağlamda önemli gelişmelere sahne olacak gibi görünüyor. Biz de bir yandan Paris Anlaşması’nın imzalanmasına destek olurken diğer yandan da bekleyip göreceğiz gelecek günlerin neler getireceğini.


13 Nisan 2021 Salı

Neden Paris Anlaşması Değil?

 Bilim diyor ki: 

Atmosferdeki karbondioksit oranı milyonda 350 molekülün (ppm) üzerine çıkacak olursa iklim değişikliğinin zararlarını görmeye başlarız.

Ortalama sıcaklık artışı 2 dereceyi aşacak olursa yeryüzüne geri dönülemeyecek hasar vermeye başlarız.

Şu andaki seviyede atmosfere sera gazlarını salmaya devam edersek en fazla 10 sene içerisinde ortalama sıcaklık artışının 2 dereceyi aşmasına yetecek kadar karbondioksit atmosfere salınmış olacak.

Bu bilimsel yaklaşım bugün için doğru, geçmişte sadece üçüncü maddedeki 10 sene daha uzun bir süreydi, ama bilimin uyarısı onun dışında aynıydı, kısacası, eskiden çok vaktimiz vardı, şimdi vakit kalmadı. Peki bu duruma nasıl geldik?

O noktada ne derece ciddi olduklarını bilmiyorum ama 1992 yılında devletler Rio’da toplandıklarında bilimin dedikleri karşısında paniğe kapılmışlardı. Rio’da alınan kararlar iklim krizinin şu andaki durumuna gelmemesi için gerekli olan yaklaşımı içeriyordu. Türkiye de dahil olmak üzere tüm devletler bu yaklaşımı kabul ederek onayladılar. Ancak Rio’dan ayrıldıktan ve gerekli hesapları yaptıktan sonra alınması gereken önlemler alındığında özellikle kuvvetli lobilere sahip fosil yakıt şirketlerinin ne kadar kayba uğrayacakları anlaşıldı. Sıra Rio’da alınan kararları yaptırımları olan bir anlaşmaya çevirmeye geldiğinde çoğu gelişmiş ülke ya toptan yan çizdi ya da yapması gerekenin çok altında taahhütler aldı. Ayrıca 1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü 11 sene sonra yani 2008’de başlayacak dönem için bu taahhütleri öngörüyordu.

Bunun ötesinde Kyoto Protokolü “piyasa mekanizmaları” adını verebileceğimiz sürüyle kaçış mekanizmasına da izin veriyordu. Aslında bilimin söylediği basit. Isınmayı 2 derecenin altında tutmak için ne yapılması gerekiyorsa, onu yapmak zorundasınız. Piyasa, ekonomi, büyüme, borsa ve aklınıza bu bağlamda daha ne geliyorsa, bu hedefin yanında ikincildir. Oysa Kyoto Protokolü azaltım hedefini ilk sıraya koymadı. Ayrıca en büyük oyuncu olan ABD de taraf olmayınca başlangıçtan dişsiz doğmuş oldu. 

“Ama” dedik, “en azından bir anlaşmaya varıldı, bizim de bunu desteklememiz gerekiyor, çünkü dişsiz de olsa bir anlaşma, olmayan bir anlaşmadan iyidir.” Böylece 2009 yılına kadar kendimizi kandırarak geldik. 2009 Aralık’ta Kopenhag’da süresi 2012 sonunda bitecek Kyoto Protokolü’nün sonrasında azaltıma nasıl devam edeceğimizi belirleyecektik. Kopenhag görüşmelerinden bir anlaşma çıkmadı. “Ama” dedik, “en azından bazı ülkeler azaltıma devam etme sözü verdiler, 2 derece ısınmanın bir limit olmasında anlaştılar ve daha da önemlisi, gelişmekte olan ülkelere iklim yardımı sağlamak için Yeşil İklim Fonunda her sene 100 milyar dolar toplamaya söz verdiler.”

2014 Lima’ya kadar da kendimizi bununla avuttuk. Zaten hava yavaş yavaş ısınıyor olsa da krizin ciddi etkilerini görmüyorduk. 2014’te Çin müzakerecisi Xie Zhenhua ilginç bir fikirle ortaya çıktı. Madem herkes birbirinin ne yapması konusunda hemfikir olamıyordu, o zaman tüm ülkeleri kendi kararlarını almak için serbest bırakmak en doğrusuydu. Böylece Paris Anlaşması’nın temel fikri doğdu. Tüm ülkelere iklim krizine engel olmak için ne yapmak istedikleri sorulacak ve ertesi sene Paris’te bu bazda bir anlaşma imzalanmasına çalışılacaktı.


Bu fikir işe yaradı ve Paris’te bir anlaşma, hem de uzun süreli bir anlaşma imzalandı. Artık 2030 yılına kadar kimse bu ateşe çomak sokup karıştırmayacaktı. Sadece, arada devletler toplanıp durumun nasıl olduğuna bakıp, verdikleri taahhütleri ekonomi ve büyüme hedeflerini fazla etkilemeyecek şekilde güncelleyecek, birbirlerinin sırtını sıvazlayıp ayrılacaklardı. Ne 350 ppm ne de ısınmanın 2 derecenin altında tutulması bu anlaşmanın gerçekçi bir parçasıydı. İmzalandığı gün bile ısınmanın herkes sözünü tutsa bile 2.7 dereceden az olmayacağı belliydi.

“Ama” dedik, “artık bir anlaşma var, bundan sonraki her değerlendirmede ülkelere baskı yapıp önlemlerini sıkılaştırmalarını talep edebiliriz.” Aradan 5 seneden fazla zaman geçti. Ülkelerin büyük çoğunluğu sözlerini tutma noktasında olmamalarına rağmen bir de göz boyama amaçlı “net-sıfır” salım yapacakları seneleri birbiri ardına ilan ediyorlar.

“Ama” diyoruz, “bakın Çin 2060 yılında net sıfır olacakmış.” Bu sözlere rağmen Çin gerek ülkesinde, gerekse de dışarıda kömür yatırımlarına devam ediyor. ABD kesin bir hedef açıklamış değil. Brezilya Başkanı “Bana 1.5 milyar dolar vermezseniz Amazon Ormanlarının yanmasına izin veririm” diyor. Avustralya hala kömüre dayanmaya devam ediyor. Bir tek AB biraz direniyormuş gibi görünüyor ama onların hedefleri bile 2 derecenin altında kalma planı ile uyumlu değil.

Bu durumda siz kendinizi 30 senedir devletler ve şirketler tarafından kandırılmış hissetmiyor musunuz? Paris Anlaşması bu son kandırma seansının adıdır. Ciddi ve yeterli olmaktan son derece uzaktır. Gene de imzalanmalı mıdır? Kesinlikle, evet. Ancak imzaladıktan sonra “2030’a kadar rahatız, gerekli olanı yaptık” demek yanlıştır. Neden mi?

Türkiye 1992 yılında Rio’da varılan anlaşmaya göre sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin altına indirecekti. Eğer biz Paris Anlaşması’nı meclisten geçirip onamayacak olursak karşımızda gene 1990 seviyesinin altına düşme kanuni zorunluluğu kalır. Ancak Paris Anlaşması’nı meclisten geçirdiğimiz an, bizimle birlikte tüm devletler 2015’te verdiğimiz taahhütle bağlanırlar. Bu taahhüte göre de 2030 yılına kadar Türkiye sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin 6 kat üzerine çıkartabilir. Yani Paris Anlaşması’nın meclisten geçmesi bizim için gerçek bir azaltım değil serbestçe artırım yapma izni almak anlamına gelir.

Şimdi Paris Anlaşması neden gündeme geldi peki? Çünkü AB “eğer Paris Anlaşması’nı meclisten geçirmezseniz benimle ticaret yapamazsınız” kartını kullandı. Bizim de ihracatımızın yarısı AB’ye olduğundan sanayicilerimiz bu tehdide kayıtsız kalamadı. Özellikle Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı saf değiştirerek “Paris Anlaşması’nı imzalamalıyız” diyenlerin tarafına geçti. Benim görüşüm Haziran ayı sonuna kadar bu anlaşmanın mecliste onaylanacağı. Ancak unutmayalım, ülkemizin Paris Anlaşması’nı imzalaması ya da imzalamaması iklim krizi açısından bir anlam taşımaz. Hatta eğer bu anlaşmayı imzalamış olmamıza dayanarak kömür yatırımlarında “serbest kaldık” kartını kullanacak olursak bu anlaşma ters etki bile yapabilir. Bu nedenle Paris Anlaşması’nın meclisten geçmesi bir hedef değildir. Önemli olan sera gazı salımlarını gerçekçi olarak azaltmak ve ciddi bir net-sıfır salım hedefi koymaktır.

12 Nisan 2021 Pazartesi

Karbon Vergisini Fosil Yakıt Şirketleri Neden İstemiyorlar?

 İklim krizinin en önemli nedeni kömür, petrol ve doğal gazı çevreye ve iklime verdikleri zararı bile bile yakmamızdır. Bir restoran sahibi, mekanından çıkan çöpü çöp kutusuna bıraktığında belediye gelip bunu toplar ve buna karşılık da restoran sahibi belediyeye belirli bir vergi verir. Siz gidip o restoranda yemek yediğiniz zaman yediğiniz yemeğin fiyatının içine restoran sahibinin verdiği çevre ve temizlik vergileri de dahildir. Ancak aynı şeyi fosil yakıt şirketleri için söylemek mümkün değildir. Onların sattıkları ürünün fiyatına satılan ürünün doğaya verdiği zararın maddi karşılığı dahil değildir. Ekonomide bu kavrama dışsallık diyoruz.

Bir üretici üçüncü kişilere bir maliyet oluşturuyor ya da bir fayda sağlıyor ancak bunun karşılığını finansal olarak almıyor ya da ödemiyorsa, buna dışsallık diyoruz. Her ne kadar tanımda “maliyet ya da fayda” deniyor olsa da günlük hayatta çoğunlukla üreticilerin neden oldukları maliyetlerin karşılığını ödememelerine dışsallık adını veriyoruz. Fosil yakıt tüketiminde de gerek üreticiler, gerekse de tüketiciler bu dışsallığın bedelini ödemediklerinden yüksek bir dışsallık oluşmaktadır.

Fosil yakıt kullanımından kaynaklanan iklim krizinin finansal karşılığı kolaylıkla hesaplanamayabilir. Ancak şunu biliyoruz ki iklim krizi durumunda, fosil yakıt kullanımından kaynaklanan sağlık sorunları ve yanlış taşımacılık uygulamaları devletlere her yıl önemli maddi zarar vermektedir. Bu zararın her yıl tüketilen fosil yakıt miktarına oranlanarak bir fosil yakıt vergisi türetilmesi mümkündür.

PNAS’de bu yıl yayımlanan bir çalışmada, ABD için benzer bir hesap yapılmıştır. Ekonomide fosil yakıtın fiyatını (Q’) ve satış miktarını (p’) arz ve talebin dengede olduğu nokta belirler. Ancak bu noktayı belirlerken yukarıda sözünü ettiğimiz dışsallıklar hesaba katılmaz. Oysa bu dışsallıkların bedelini (MEC Marginal External Cost) hesaba katacak olsak, satış miktarı (Q*) düşerken satış fiyatı (pb*) da artacaktır. İklim krizi açısından baktığımızda bu fosil yakıtlar daha pahalıya satıldığından daha az satılacak ve bu şekilde de sera gazı salımları azalacak anlamına gelir. Ayrıca iklim krizinin neden olduğu problemler arttıkça dışsallıkların da bedeli artacak, bu da satış miktarının düşmesine yol açacaktır, ya da en azından ekonomi bize bunu söylüyor. Peki, bunu neden yapamıyoruz?


Bu grafikte dışsallıkların içselleştirilmemesinden, yani atmosfere saçılan sera gazları ve kirlilikten dolayı üreticilerin bir bedel ödememesinden dolayı fosil yakıt şirketlerinin kazancını (PI) görebiliyoruz. Bu kazancın ABD için senede 62 milyar dolar olduğu düşünülmektedir. Yani ABD hükümeti basit de olsa bir karbon vergisi alacak olsa fosil yakıt şirketleri yıllık 62 milyar dolar kaybedecekler. Bu miktar da vergi olarak ceplerinden çıkacak değil. Sadece sattıkları ürün miktarını azaltmak zorunda kaldıklarından bu parayı kaybedecekler. Ancak bu aynı zamanda ülke bütçesinden çıkan ve fosil yakıtların verdiği zararı karşılamak için harcanan paranın bir kısmıdır. ABD hükümeti aslında yıllık 568 milyar doları tüm bu zararlar için harcamaktadır. Bu harcamanın %11’i fosil yakıt şirketlerinin kasasına gidiyor kabul edilebilir. Bu miktar doğal gaz ve petrol şirketlerinin kazançlarının %18’ine, kömür şirketlerinin ise tüm gelirlerinden fazlasına karşılık gelmektedir. 

Bu çalışmadan gördüğümüz üzere bir karbon vergisi konulması halinde kömür şirketleri en büyük zarara uğrayacak olan gruptur. Ancak bildiğimiz gibi, kömür de hem iklim krizine hem de insan sağlığına en fazla zarar veren fosil yakıttır. Gene de karbon vergisine karşı savaşı en şiddetle sürdüren de kömür endüstrisidir çünkü olası bir karbon vergisinden en fazla zarar görecek olanlar onlardır.

Ülkemizde, benzer bir yaklaşımla, fosil yakıt şirketleri her yıl 4.8 milyar doları bu dışsallıkların karşılığı olmadığı için kazanıyorlar. Fosil yakıtların neredeyse tamamı dışarıdan geldiğinden de her yıl 4.8 milyar dolar karbon vergisi koymadığımızdan yurtdışına gidiyor demektir. İklim krizine ve insan sağlığına olan etkileri de buna ilave edersek her bağlamda zararda olduğumuz kolayca görülebilir.

7 Nisan 2021 Çarşamba

Net Sıfır Ne Ki?

Devletler, 2015 yılında iklim krizine çözüm getirebilmek için, Birleşmiş Milletler Paris İklim Anlaşmasıyla 2°C'nin çok altında, ideal olarak küresel ısınma için sanayileşme öncesi seviyelere göre 1,5°C ısınmayı bir tavan olarak belirledi. Dünya liderleri ayrıca yüzyılın ikinci yarısında sera gazı emisyonlarını dengeleme konusunda anlaştılar. Bu sınır insan faaliyetlerinden yayılan tüm sera gazlarının toplamının net sıfır olmasını öngörüyor. Bu hedefi yerine getirebilmek için, her geçen gün daha fazla ülke, kurum ve şirket “net sıfır” hedeflerini duyuruyor. 

Ülkelerin ve şirketlerin bu bağlamdaki iyi niyetlerini görebilmek güzel, ancak “net sıfır” için yapılan planları karşılaştırmak oldukça zor ve burada kullanılan tanımlar da fazlasıyla gevşek. "Net sıfır" etiketlerinin ardındaki ayrıntılar çok farklıdır. Bazı ülkelerin hedefleri yalnızca karbondioksite odaklanır. Diğer ülkelerin hedefleri tüm sera gazlarını kapsar. Şirketler, yalnızca doğrudan kendi  kontrolleri altındaki salımları dikkate alabilir veya tedarik zincirlerinden ve ürünlerinin kullanımından veya elden çıkarılmasından kaynaklanan salımları dahil edebilir. Bundan dolayı da saha kenarından izleyen bizler için konu çoğu noktada elmalarla armutları kıyaslama noktasına kadar gelebilir.



Konuya daha fazla dalmadan bir noktayı ortaya koymakta büyük fayda var. Şu anda devletlerin ve şirketlerin verdikleri taahhütler ile küresel ısınmayı 2°C'nin çok altında tutmamıza imkan yok. Christiana Figueres son kitabında şu andaki taahhütlerin yerine getirilmesi durumunda dahi Dünya’nın 3 - 3,5°C ısınacağı öngörüsünde bulunuyor. Gerekli olan çok daha sert önlemler almak. Bu önlemlere göre 2°C ısınmanın altında kalabilmek için 2030 yılına kadar gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını kesmeleri ve gelişmekte olan ülkelerin ise en az yarıya düşürmeleri gerekiyor. Bunu uluslararası ortamda bu açıklıkla konuşmamamız için de sayfaların altına küçük yazı ile şunlar yazılıyor: “Bu azaltımın dünya ekonomisi için ne denli zor olduğunu bildiğimizden, tüm ülkelerin 2050 yılında karbondioksit salımlarını “net sıfır” yapmaları, 2060 yılında da tüm sera gazı salımlarını “net sıfıra” düşürmelerini bekliyoruz. Arada oluşacak olan farkı da şu anda var olmayan ama gelecekte keşfedileceğini umduğumuz karbon tutma ve saklama teknolojileri ile kapatmayı umuyoruz.” Kısaca, dünya ekonomisi zarar görmesin diye azaltım planları çok sert uygulanmayacak ve umutlar var olmayan bir teknolojiye bağlanacak. Bunu şimdilik bir kenara bırakalım isterseniz, çünkü konumuz “net sıfır”. 

“Net sıfır” kavramından bilim insanlarının anladıkları şu: Atmosferdeki sera gazlarının oranı bağlamında Dünya için tehlikeli sınırı epey zaman önce geçtik. Şimdi ülkelerin saldıkları sera gazlarının toplamı ile ormanların emdiği vs. sera gazlarının toplamı sıfır olacak olursa kurtulma şansımız olur. Çünkü dünyadaki en büyük karbondioksit yutağı okyanuslarda bulunur ve biz karadaki net salımımızı sıfır yaparsak okyanuslar orta ve uzun vadede atmosferdeki karbondioksidi emerek eski haline döndürme şansına sahip olurlar.

Gelelim “net sıfır” söylemine: Avrupa Birliği “net sıfır” dediği zaman bu “net sıfır” Çin’in “net sıfır” kavramı ile aynı mı? Öncelikle neyi sıfırladığımızı sorgulamamız gerekiyor. Karbondioksidi mi yoksa tüm sera gazlarını mı? Karbondioksidi sıfırlamak diğer sera gazlarını sıfırlamaktan çok daha kolay olduğundan çoğu ülke “net sıfır” ile karbondioksit salımlarını sıfırlamayı kabul ediyor.

Eğer sera gazı salımlarını sıfırlamaktan bahsediyorsak bu, sera gazlarının hiç salınmaması anlamına geliyor. Oysa “net sıfır” tam olarak bu değil. Saldıklarımızla yutakların emdiklerinin farkını almamız gerekiyor. Peki, yutakların ne kadar sera gazı emdiklerini doğru hesaplıyor muyuz? Mesela bir ağaç diktiğimiz an o ağacın 20 sene boyunca emeceği karbondioksidi mi hesaba katıyoruz yoksa o sene emeceği karbondioksidi mi? Hesabımız içerisinde enerji verimliliği ne kadar yer tutuyor? Mesela 1 milyon kişinin araba ile işe gitmesi yerine toplu taşıma kullanmasını yutak olarak mı hesaplıyoruz?

Daha da kötüsü, ülkemizde hiç azaltım yapmadan Afrika’daki bir ülkede diktiğimiz ağaçları mı yutak olarak kabul ediyoruz? Hatta daha da ileri gidelim, bu diktiğimiz ağaçların emdiği karbondioksidi çifte muhasebe yöntemiyle hem Afrika’daki bir ülke hem de ağaçları diktiren ülke yutak hesaplarına kullanıyor olmasınlar?

Kısacası bu “net sıfır” konusu kötü niyetli kullanıma çok açık bir konu. Tabii, daha herhangi bir azaltım hedefi belirlememiş bir ülkenin vatandaşları olarak başka ülkelerin azaltım planlarını eleştirmek büyük ihtimalle bizlere düşmeyebilir, ama o konuda da uğraşlarımız devam ediyor.