24 Nisan 2018 Salı

İklim değişikliğinin neresindeyiz?

Hayattaki çoğu problemimiz “şimdi” ve “burada” temelli problemlerdir. “Şimdi ve burada”dan en az birinin olmadığı önemli bir problem düşünmemiz oldukça zordur. Oysa iklim değişikliği “şimdi ve burada”dan ziyade “gelecekte ve başka yerde” şeklinde algılanan bir problemdir. ABD’de yapılan bir araştırma çoğu kişinin ülkenin önemli kesiminin iklim değişikliğinden etkileneceğine inandığını gösteriyor. Ama aynı kişilere “Peki siz iklim değişikliğinden etkilenecek misiniz?” diye sorulduğunda bu kişilerin çoğunluğu etkilenmeyeceklerine inanıyor. Bu, insanların iklim değişikliğine bakışlarını açıklamaya yeterli. “Evet, öyle bir problem olduğuna inanıyorum, ama benim daha önemli problemlerim var ve beni etkileyeceğini düşünmüyorum.” 

Bunun yanında ülkemiz insanı gördüğü değişiklikleri de küresel bir değişimle bağdaştırmıyor. “Evet, artık kar yağmıyor çünkü bu kadar yüksek bina diktiler” veya “Evet, bizim dereye baraj yaptıklarından bu yana hava çok ısındı” sıkça duyduğumuz yorumlar oluyor. Bir türlü yaktığımız kömür, petrol ve doğal gaz ile bunun sonucu olarak ortaya çıkan küresel ısınmayı bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde birleştiremiyoruz. Bunu yapamayınca da iklim değişikliği bizler için havada kalan bir kavram oluyor. Havada kalan bu kavramdan günlük yaşamımızı, kararlarımızı ve politikalarımızı etkilemesini beklemek gerçekçi olmuyor. 

Oysa ülkemiz Dünya’da belki de iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek yerlerden biri olan Akdeniz Havzasının doğusunda yer alıyor. Uzun süredir gündemimizi dolduran Arap Baharı ve Suriye sorununu yaratan ögelerden biri bölgede uzun süredir yaşanan kuraklık. Bölgemizde bu tür iklim değişikliği problemlerinin gelecekte de sıklığını artırması bekleniyor. Artan sıcaklıklar yanında azalan ve azalmaya da devam edecek olan yağışlar artık bölgemizin gerçeği haline gelmiş durumda. 

İklim değişikliği problemini yaratan ise Endüstri Devrimi’nin başından bu yana yakmakta olduğumuz kömür, petrol ve doğal gaz. Bu yakıtların yanması ile oluşan karbondioksit Dünya’yı sarmalayarak enerji dengesini bozuyor ve tüm atmosferin ısınmasına yol açıyor. Atmosfere salınan karbondioksit dışında iklimi etkileyen daha pek çok unsur var, ama bunların toplamı bile karbondioksidin etkisine yetişemiyor. Bu nedenle probleme bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamız olarak bakmamız yeterlidir. Bu yakıtları kullanmayı durdurup biraz da endüstriyel hayvancılıktan vazgeçsek iklim değişikliği problemini çözmüş oluruz. Konu bu kadar basit. 

Ayrıca unutmamamız gereken önemli bir nokta da kömür, petrol ve doğal gazın bir sonu olduğu. Yani hiç bitmeyecekmiş gibi yakıp tükettiğimiz ve gezegenimizin atmosferini ısıttığımız bu fosil yakıtlar kısa sürede bitecek ve bunun sonunda da önceden önlem alınmazsa Dünya ekonomisi içinden çıkılmaz bir kargaşaya sürüklenecek. Ama bu “şimdi” ve “burada” gerçekleşmeyeceğinden kafamızı kuma gömmeye devam edebiliyoruz. Gezegenimizin sürdürülebilirliği açısından konuya baktığımızda ise tükendiğinde ekonomileri krize sürükleyecek bir kaynağı tüketerek gezegendeki bizler de dahil tüm canlı yaşamanı tehlikeye sokacak bir gelecek yaratıyoruz. 

Durumun ne derece vahim olduğunu çok basit bir örnekle anlatayım. Kutuplarda eridiğinde tüm Dünya’daki deniz seviyesini 80 metre yükseltecek kadar buz var. Bugün yaktığımız kadar kömür, petrol ve doğal gaz yakacak olursak bu yüzyılın sonuna varmadan o buzulların tamamını erime noktasına kadar ısıtmış olacağız. Dünya nüfusunun neredeyse yarısı gelecekte sular altında kalacak bu bölgelerde yaşıyor ve oralarda üretilen besinleri tüketiyor. Bu felaketin sonuçlarını düşünmek bile istemeyiz. 

Peki neler yapıyoruz? Aslında ne ülkemiz ne de diğer ülkeler bu konuda fazla bir şey yapıyor. Hemen herkes bu problemin farkında ama sonuca etki edebilecek ülkelerde iklim değişikliği problemi güvenlik ve ekonomi gibi konularla kıyaslandığında halkın kafasında yeterli yer almıyor. Halk bir problemi öncelik sırasında en tepeye taşımazsa üstteki yöneticiler de bu problemi çözmek adına gereken adımları atmak istemezler, özellikle de bu adımlar kişilerin rahatını bozabilecek adımlarsa. 

Bu noktada ülkeleri de üçe ayırmakta fayda var. Başta ABD ve İngiltere gibi iklim değişikliğinin tarihsel olarak nedeni olan ve bu değişiklikten çok da etkilenmesi beklenmeyen ülkeler var. Bu tür gelişmiş ülkelerin ellerinden gelen tüm çabayı iklim değişikliğinin etkilerini durdurmaya yöneltmeleri gerekir. Bir de gerek tarihteki salımlarıyla gerekse de bugünkü yapılarıyla iklim değişikliğine neden olmamış ama bu değişiklikten çok kötü etkilenecek ülkeler var: Tuvalu veya Bangladeş gibi. Bu ülkelerin kendilerini koruyacak ekonomik kapasiteleri de olmadığından iklim değişikliğinin daha büyük sorumluluğunu taşıyan gelişmiş ülkelerin etkilenecek bu ülkelere yardım etmesi gereklidir. 

Bir de ülkemiz gibi tarihi sorumluluğu olmayan ama gelişmişlik düzeyi ile problemin çözümüne katkı yapması beklenen ülkeler var. Bu ülkelerin üzerine iki ana sorumluluk düşüyor. Bunların ilki, geçmişte olmadıkları gibi, bugün de problemin bir parçası olmamayı seçmek. Günümüzde özellikle yenilenebilir kaynaklardan enerji üretmenin maliyeti kömür, petrol ve doğal gazdan enerji üretmenin maliyetinin altına düştü. Eğer devlet desteği olmayacak olsa kömürlü termik santraller rüzgar santralleri ile fiyat bazında baş edemezler. Bu durumda yeni bir kömürlü termik santral yapımına izin vermek çözümün değil problemin bir parçası olmayı seçmektir. Yapılan her kömürlü termik santralin en az 50 sene kullanım ömrü olduğu düşünülecek olursa karşımızdaki problemin gereksizliği ortaya çıkar. Daha pahalı ve zararlı bir şeyi 50 sene boyunca neden desteklemeye devam edelim? 

Ama bizim gibi iklim değişikliğinin etkileri açısından ciddi risk altındaki ülkeler karbon salımlarını azaltmaya yönelik çabalardan çok daha fazlasını başımıza gelecek olan sorunların bertaraf edilmesine harcamak zorundalar. Hani elimizde 100 birim para varsa, bunun 10-20 birimini sera gazı salımlarımızı azaltmaya kullanıyorsak 80-90 birimini iklim değişikliğinin etkilerine uyum yönünde kullanmalıyız. 

 Ülkemizde de dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi iklim değişikliği daha önemli bir gündem maddesi olmadığından azaltım ya da uyumdan hangisi öncelikli olmalı türü bir tartışmaya bile daha yeni yeni girişiyoruz. Umarım bu yolda yakın zamanda daha hızlı adımlar atmaya başlarız, yoksa gelecek bölgemiz açısından çok parlak görünmüyor.

18 Nisan 2018 Çarşamba

Paris Anlaşması kapsamında ülkeler tarafından belirlenen katkılar sürdürülebilir kalkınma hedeflerine yardımcı oluyor mu?

Paris Anlaşması küresel ısınmanın durdurulabilmesi yolunda varılan en önemli anlaşmalardan biri. Çoğu uluslararası anlaşmada olduğu gibi bu anlaşma da ne yazık ki ülkelerin iyi niyetine dayanıyor. Bu iyi niyet çerçevesinde 2015 yılında ülkeler 2030 yılına kadar küresel ısınmanın azaltılması amacıyla neler yapacaklarını belirleyip Birleşmiş Milletler’e sundular. Ancak bu sistemin çalışabilmesi herkesin sorumluluklarını yerine getirmesiyle mümkün. Burada karşımıza çıkan en önemli sorun da bu sorumlulukların nasıl ölçülmesi gerektiği.
Sorumlulukların ölçülmesinden kasıt herkesin sera gazlarının azaltımı açısından üzerine düşeni yapmayı niyet beyanlarına ne derecede yansıttıklarının belirlenmesini anlamalıyız. Yoksa ülkelerin bir kısmının herhangi bir azaltıma gitmeden diğerlerinin kısıntılarından faydalanmaları mümkün (free rider problem). Bu verilen sözlerin ne kadarının yerine getirildiğinin ölçülmesi ise daha sonra karşı karşıya kalınacak bir problem ve aslında gelecekte daha kolay yerine getirilebilir. Ancak bugün verilen sözlerin ülkelerin gerçekte yapabilecekleri ve yapmaları gerekenlerle kıyaslanarak değerlendirilmesi çok daha zor bir problem olarak karşımıza çıkıyor.
Bu değerlendirmeyi yapmanın çeşitli yöntemleri teklif ediliyor. Bu yöntemlerden biri Maryland, Harvard ve Duke Üniversitelerinden bilim insanları tarafından Nature Climate Change dergisinde yayınlandı. Bu yöntem ülkelerin azaltım planlarını Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SDG) ile karşılaştırarak değerlendiriyor.
Bildiğiniz gibi, BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, tüm insanlığın sürdürülebilir bir biçimde yaşamasını ve gelişmesini hedefleyen 17 ana konuyu kapsıyor. Bu ana konuların hepsinin ülkelerin verdiği niyet beyanlarıyla ilişkisini kurmak hayli zor bir çalışma olduğundan yazarlar bu hedeflerden gıda güvenliği (SDG2), hava kalitesi (SDG3), enerjiye ulaşım (SDG7) ve okyanuslardaki hayatın sürdürülebilirliği (SDG14) başlıklarını ele almışlar.
Ele alınan hedeflerden elde edilen sonuçlara bakacak olursak: Sera gazlarının azaltımını sağlamak için alınması beklenen önlemlerden biri orman alanlarının ve biyo-yakıt amaçlı bitkilerin üretiminin artırılmasıdır. Bu önlem net sera gazı salımlarını azaltsa da besin kaynağı üretmek için kullanılacak tarım alanlarını azaltacağından küresel gıda fiyatlarında artışa yol açacaktır. Bunun doğal sonucu da gıda güvenliğinde bir azalmadır (SDG2). Ayrıca gıda güvenliğindeki bu azalma sadece yerel değil küresel bir etki yaratabilme yetisine sahiptir.
Fosil yakıtların kullanımı atmosfere sera gazlarının salınması yanında kükürt dioksit ve azot oksitler gibi havayı kirleten bileşiklerin de yayılmasına neden olur. Niyet beyanları fosil yakıt kullanımını azaltmaya yönelik olduğundan bunların doğal bir etkisi de hava kalitesinin artması (SDG3) olacaktır. Ülkeler planlarında ne derece fosil yakıt azaltımına ağırlık verirlerse bu hedef bağlamındaki kazanımları da o denli yüksek olur.
Enerjiye ulaşımı (SDG7) alternatifler üreten politikalardan bağımsız olarak sadece fosil yakıt bağımlılığını azaltma olarak ele alacak olursak (yani fosil yakıtlardaki azalmaya paralel olarak yenilenebilir kaynaklarda bir artış üretmeyecek olursak) enerji fiyatlarının artacağı ortadadır. Fosil yakıtlardan daha fazla uzaklaşan ülkelerde enerji fiyatlarındaki artış daha fazla olacaktır. Ancak yüksek enerji fiyatları özellikle gelişmekte olan ülkelerin kırsal kesimlerinde önemli etkilere yol açacaktır. Fosil yakıtlardan daha geleneksel biyo-yakıt çeşitlerine geri dönüş özellikle kapalı mekanlarda sağlık sorunlarının artmasına yol açabilir. Ayrıca fosil yakıtları üreten ülkelerin bu yakıtların fiyatlarındaki azalmadan dolayı önemli ekonomik kayıplarla karşı karşıya kalacakları da açıktır. Bu kayıplar bu ülkelerin tüm SDGleri gerçekleştirme yolundaki çabalarını da zorlaştıracaktır.
Dünya nüfusunun önemli bir kısmı denizlerden yakalanan besinle varlığını sürdürmektedir. Atmosferdeki karbondioksit oranının artması denizlerin asitlilik oranlarını da artıracağı için buralardaki canlı yaşamının varlığını tehdit edecektir (SDG14). Sera gazlarında bir azaltıma gitmek herhangi bir ülkenin denizlerden elde edeceği besin miktarını doğrudan etkilemese de tüm ülkelerin tüm denizlerden faydalanma oranlarını artıracağından küresel bir fayda sağlayacaktır.
Görüldüğü gibi, sera gazlarının azaltımı sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından bakıldığında her zaman istenen sonuçlara ulaşılmasını kolaylaştırmayabilir. Paris Anlaşması’na uyumun sürdürülebilir kalkınma hedefleri ile birlikte yürütülebilmesi için alınacak önlemlerin sadece sera gazı azaltımı değil çok daha geniş bir kapsamda değerlendirilmesi gereklidir.

6 Nisan 2018 Cuma

Biyo-enerji temelli karbon yakalama ve saklamanın gezegenin sınırlarına çarpması

1962’de Rachel Carson Silent Spring (Sessiz Bahar) kitabını yayımladığında belki de insanlığın gelişmesinin doğanın kaynaklarının sınırlarına kadar dayandığını ilk kez gözlerimizin önüne sermişti. Özellikle tarımda kullanılan aşırı gübre ve tarım ilaçlarının doğadaki canlılara verdiği zararları gören kişiler büyümenin sürdürülebilirliği konusuna kafa yormayı hızlandırdılar. Sanırım 1972’de Club of Rome; Dennis ve Donella Meadows, Jorgen Randers ve William Behrens’den daha ne kadar büyüyebileceğimizi ele alan bir rapor istediğinde, ortaya çıkan Limits to Growth’un (Büyümenin Sınırları) aradan geçen bunca yıl sonra bile kıymetini koruyacağını tahmin edemezdi. Ama bu rapor sayesinde büyüme ve gelişme konusuna kafa yoran tüm bilim, iş ve düşünce insanları sınırları belli bir gezegende sınırsız büyümenin mümkün olamayacağının farkına varmışlardı.

Büyümenin Sınırları, şu andaki durumumuzdan başlayarak Dünya kaynaklarını en fazla ne kadar tüketebileceğimiz üzerine bir yaklaşım kurgulamıştı. Bu kurgunun içerisine her zaman yeni gelişebilecek teknolojileri ve malzemeleri koyabileceğimiz için oluşan resim insanlık açısından umutsuz bir gelecek çizmiyordu. Bundan dolayı da sürdürülebilirlik kavramına fazla kafa yormadan büyümeye devam ettik. Yalnız büyümemizin önünde bir sınır göremiyor olsak da üzerinde yaşadığımız gezegen karşımıza doğal sınırlarını koymakta gecikmedi.

Gezegenin karşımıza çıkarttığı ve gerçekten önemli bir tehlike olarak algıladığımız ilk sınır ozon tabakasındaki incelmeydi. Eğer kloroflorokarbon denen kimyasal gazları kullanmaya 1987 Montreal Protokolü ile veda etmemiş olsaydık bugün dünyada çok daha fazla insan sağlık sorunları ile uğraşmak zorunda kalacaktı. Montreal Protokolü gezegenimizin de sınırları olduğunu ilk defa algılamamızı sağladı.

2000’lerin başında bir grup bilim insanı gezegenimizin başka hangi sınırları olabileceğini ortaya koymaya çalıştılar. Johan Rockstrom ve arkadaşlarının 2009’da yayınlanan makalesi hala kısmen tartışılsa da çoğu uluslararası anlaşmanın temel felsefesini oluşturmayı başardı. 

Bu çalışma sürdürülebilir gelişme kavramına Büyümenin Sınırları yaklaşımının tam tersi bir bakıştan ulaşmaya çalışıyor. Biz ne kadar büyümeye çalışırsak çalışalım, büyümek için kullanacağımız ham maddelerden bağımsız olarak gezegenin önümüze koyduğu sınırlar var ve eğer sürdürülebilir gelişme istiyorsak o sınırların içerisinde kalmaya gayret etmek zorundayız. Ayrıca daha önceki çalışmalardan farklı olarak bu sınırları sadece kavramsal olarak değil değersel olarak da belirliyorlar. 

Gezegenimizin sınırlarının başında iklim değişikliği geliyor. Atmosferdeki karbondioksit oranı 350 ppm seviyesini aşacak olursa gelişmemize sürdürülebilir bir biçimde devam etmemiz mümkün görünmemektedir. Bir diğer önemli sınır da biyoçeşitliliğin kaybı. Kutup ayılarındansa arıların kaybı bizim için çok daha büyük önem taşıyor. Dünyadaki biyoçeşitliliği bu hızda kaybetmeye devam edecek olursak insanlığın devamını sağlayacak besinleri üretmekte de zorlanacağımız kesindir.

Okyanuslarda yaşayan planktonlar dünyadaki canlı kütlesinin yarısını oluşturuyor ve denizlerdeki yaşamın ilk basamağı. Bu basamak olmazsa bunlarla beslenen diğer balıklar da olmaz. Bu planktonların yaşaması ise denizlerin ne kadar asitli olduğuna bağlı. Atmosferdeki karbondioksit miktarı arttıkça denizlerin asitliliğinin de artması gezegenimizin sınırlarından bir diğeri.

Karşımıza çıkan ilk sınır olan ozon tabakasındaki incelme artmaya devam etmese de gözden kaçırmamamız gereken bir sınır. Ayrıca atmosferde artmakta olan toz ve aerosoller de çoğu sanayi bölgesinde yaşamı güçleştiriyor.

Tarım, yaşamımızı sürdürmemiz için son derece önemli bir çaba ve bu çabanın başarıya ulaşması suyun varlığına bağlı. Ancak artan nüfusla birlikte kişi başına düşen temiz su da azalıyor. Yakın gelecekte temiz su kaynaklarındaki bu azalma önemli bir sınır olarak karşımıza çıkacak.Tarım yapmak için artırmaya çalıştığımız alanlar da gezegenin en önemli sınırlarından bir diğerini oluşturuyor, çünkü artık hem daha az verimli alanlara doğru yayılıyoruz, hem de bazen çok daha gerekli olan orman alanlarını kaybediyoruz. Ayrıca tarım yapabilmek için kullandığımız gübrenin içeriğindeki azot ve fosfor tatlı ve tuzlu su kaynaklarında geri dönülemez bir hasar yaratıyor. Son olarak da gerek tarımsal kaynaklarda kullanılan zararlı ilaçları, gerekse de türlü fabrikanın atıklarından doğaya karışan ve tam olarak etkilerini bilemediğimiz maddeler dünyada yaşamın devamını ciddi anlamda zorlaştırıyor.

Kısacası, eğer sürdürülebilir bir yaşam istiyorsak bu dengelerin sadece birini değil tümünü gözetmek zorundayız. Bu sınırlardan bir tanesinin aşılması bile geri dönülemez hasarlara neden olabilir.

İklim değişikliği uluslararası arenada bu sınırlar arasında en fazla ilgi gören konu. 2015 yılında kabul edilen Paris Anlaşması iklim değişikliğine çözüm bulma amacı taşıyor. Bu anlaşmaya göre tüm devletler ellerinden geldiğince önlem almaya çalışacaklar. Ancak özellikle gelişmiş ülkelerin bu yöndeki taahhütleri atmosfere salınan karbondioksidi azaltmanın yanında atmosferden karbon yakalama teknolojilerine dayanıyor. Şimdi size yakalanan bu karbonun ne yapılacağı konusundaki problemlere hiç değinmeden (ki asıl problem orada) bu yakalama teknolojilerinin gezegenin diğer sınırlarını nasıl etkileyeceğinden bahsedeceğim.

Bu teknolojilerin en fazla sözü edileni biyo-enerji kaynaklı karbon yakalama ve saklama yöntemi. Yani elektrik santrallerinde yakıt olarak tarlalardan yetiştirdiğimiz organik maddeyi kullanacağız. Bu organik madde havadan karbondioksit emerek büyüyecek. Santralde bunu yakacağız, çıkan karbondioksidi de yakalayıp saklayacağız. Eğer becerebilirsek bu teknoloji hem karbondioksit azaltmaya, hem de enerji üretmeye yarayacak. Bu tür teknolojilere Negatif Salım (Negative Emission) teknolojileri adı veriliyor. Nature Climate Change dergisinde yayınlanan bir çalışma (Heck ve ark. Şubat 2018) bu teknolojiye bir de gezegenin diğer sınırları açısından bakıyor:

Öncelikle şunu bilmemizde fayda var: Atmosfere yılda ortalama 40 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Negatif salım teknolojilerinin faydası bu sayıyı ne kadar azalttıkları ile orantılı olmalı. Heck ve arkadaşlarının çalışmasında eğer tüm gezegensel sınırların korunmasına dikkat edecek olursak bu yolla yılda ancak 0.11 milyar ton CO2 emebileceğiz. Hiç yoktan iyidir denebilir, ancak 40 milyar tonla kıyaslandığında 0.11 milyar ton gelecekle ilgili planlarımızı üzerine bina edebileceğimiz bir miktar değildir.

Çeşitli gezegensel sınırları zorlamayı veya geçmeyi göze alacak olursak yılda 6.3 milyar ton CO2 bu yöntemle emilebilir. Bunu başarabilmek için üç ana sınırı aşmamız gerekiyor. Tarımsal gıda üretimini tehlikeye sokmadan biyo-enerji üretebilmek için şu anda tarıma uygun olmayan arazilerde bitki yetiştirebilmeliyiz; ki bu da orman alanlarının ve meraların zarar görmesi anlamına geliyor. Şimdiye kadar tarım yapılmamış alanların varlığının başlıca sebebi burada tarımın verimli olmamasıdır. Verimi artıracak gübre kullanımı da azot ve fosfor tüketimini son derece yükseltecektir. Son olarak bu alanların çoğunda sulama yapılması gerektiğinden zaten kıt bir kaynak olan tatlı suyu bu amaçla kullanarak bir gezegensel sınırı daha ihlal etmiş oluruz.

Kısacası, Paris Anlaşması bir takım hayali azaltım mekanizmalarına fazlasıyla bel bağlıyor. Bu hayali yöntemlerdense daha akılcı olan enerji ihtiyacımızı yenilenebilir kaynaklardan sağlamaktır.