28 Nisan 2022 Perşembe

Nükleer Enerji Tehlikelidir Ama Kömür Daha Tehlikelidir

Bu hafta Çernobil nükleer santralindeki kazanın üzerinden 36 yıl geçti. Ülkemizde de bir nükleer santral yapımı sürerken son 36 yılda yaşadığımız iki büyük kazayı ve bu kazaların enerji üretimindeki güvenlik sorunlarıyla ilişkisini ele almak istiyorum.

11 Mart 2011 günü Japonya’nın 70 kilometre doğusunda, okyanusun altında modern zamanların en şiddetli depremlerinden biri meydana geldi. Bu depremin yarattığı tsunaminin yüksekliği 40 metreyi buldu. Bu şiddetteki bir depremin ardından her yerde beklenebileceği gibi elektrik hatları ciddi zarar gördüğünden elektrikler kesildi. Ülkemizde elektriklerin sık kesilmesine alışkın olsak da nükleer santrallerin çalıştığı ülkelerde elektriklerin fazlaca kesilmemesi gerekiyor çünkü bu santrallerin garip bir özelliği var. Bu santralleri kendi ürettikleri değil dışarıdan sağlanan elektrik ile soğutuyoruz.

Nükleer santraller aslında birer termik santraldir. Sadece kömür veya doğal gaz yerine yakıt olarak nükleer enerji kullanırlar. Sonuçta da kömürlü ya da doğal gazla çalışan santralleri nasıl soğutmamız gerekiyorsa nükleer santralleri de soğutmamız gerekir. Yalnız alışık olduğumuz termik santraller gibi nükleer santraller kendi ürettikleri enerji ile soğutma sağlayamazlar, soğutma enerjisinin dışarıdan sağlanması gerekir. Fukuşima'daki Daiichi santrali de benzer bir yapıdadır. Deprem olduğu anda güvenlik sistemleri devreye girdi ve santralin elektrik üretimini durdurdu. Bunun bizim açımızdan anlamı ısı üreten nükleer reaksiyonların durdurulmasıdır. Ancak nükleer yakıt gene de sıcaktır ve uzun süre soğutulması gerekir. Santral durduğunda yakıtın bulunduğu dev su tanklarındaki suyun sürekli olarak pompalanarak soğutulması gerekir. Elektrik kesildiği için bu pompalar jeneratörlerle çalıştırıldı. Bu jeneratörler denizden gelebilecek bir dalga için 10 metre yükseklikte duvarlarla çevriliydi. Ama gelen tsunaminin yüksekliği 16 metre olunca, jeneratörler devre dışı kaldı. Sistemin aynı zamanda bataryaları vardır. Yalnız bu bataryalar birkaç saat çalışabilecek enerji barındırır. O süre içerisinde santrale elektrik sağlanabilirse sorunsuz çalışmaya devam edebilir. Ne yazık ki böylesi büyük bir depremden sonra elektrikler de uzun süre geri gelmedi ve bataryalar da tükendi. Nükleer yakıtı soğutacak bir şey kalmayınca da etrafındaki su kaynamaya başladı ve basınç artınca büyük bir patlama yaşandı.

Fukuşima’da yaşanan felaketin nedeni santrallerin temel tasarımındaki bir özellikten kaynaklanmaktadır. Bu özelliğin bir felakete dönüşmemesi için de çok sayıda önlem alınır ama bu önlemler dünya tarihinde görülen en büyük depremlerden biri için yeterli olmamıştır. Tohoku depreminin büyüklüğü 9,1 değil de 8,5 olsaydı Fukuşima Daiichi hala çalışıyor olabilirdi.

Aslında Fukuşima Daiichi kendi ürettiği elektriği kapanma sırasında soğutma için kullanabiliyor olsaydı gene sorunsuz kapanabilirdi. Çernobil nükleer santralinde denenen de tam olarak buydu. Çalışma durduktan sonra yapılan bir deney sırasında oluşan bir arızadan dolayı Çernobil santrali patladı. Yapılan deney de tam olarak Daiichi santralindeki kapanma sorununu çözmek için tasarlanmış bir deneydi. Yani bu deney başarılı olmuş olsa ne Çernobil ne de Fukuşima Daiichi patlardı.

Bu bize nükleer enerji konusunda çok önemli bir mesaj veriyor. Bu teknoloji daha tam hakim olabildiğimiz bir teknoloji değil ya da en azından bu kadar fazla miktarda enerji üretebilecek kadar hakim olamıyoruz. Bu nedenle de nükleer santrallerin gerek yapımında gerekse de kullanımı sırasında çok dikkatli davranmamız gerekiyor.

Yalnız, şimdiye kadar karşılaştığımız üç büyük nükleer kazayı düşünecek olursak konu tam da uçakla ulaşıma benziyor. Uçaklar aslında diğer taşıma araçlarına kıyasla çok daha güvenilir aletler. Ancak bir kaza olduğunda kendilerine manşetten yer bulduklarından toplumda uçak kazaları bir korku yaratıyor. Benzer şekilde oluşan nükleer kazalardaki uzun süreli can ve mal kaybı, kömürlü termik santrallerin çevresinde yaşanılan kayıpların beş yüzde biri. Yani, kömürlü termik santrallerden yayılan kirleticiler nedeniyle yeryüzünde 500 kat daha fazla insan ölüyor. Ancak zamana yayılmış ve çoğu kanser ve KOAH gibi nedenlerle oluşan bu ölümleri kanıksadığımızdan fazla ses çıkartmıyoruz. Oysa kömür, nükleer enerji ile kıyaslandığında çok daha fazla can ve mal kaybına yol açıyor.

Bundan dolayı birincil çözüm yolumuz enerjiyi hiç kullanmamaktır. Tüm dünya her geçen gün inanılmaz miktarda enerjiyi boşa harcıyor. Bunu durdurmadığımız müddetçe hiçbir üretim metodu bize çözüm olmayacaktır. Enerji üretmek için de rüzgar ve güneşe güvenmek zorundayız. Ancak bu sistemlerin kesintisiz enerji sağlamak için oldukça gelişmesine ihtiyaç var. Bu gelişmeler sağlanana kadar da enerji jargonunda çokça kullanılan bir terim olan “baz yükü” sağlayabilmek için termik santrallere ihtiyacımız olabilir. İşte tam bu noktada unutmayalım, kömür en kötüdür ve nükleer bile kömürden iyidir.   


21 Nisan 2022 Perşembe

İklim Krizini Durdurmak Kimin Sorumluluğu?

Bu soru sıkça soruluyor: “İklim krizini durdurmak kimin sorumluluğu?” Bu soruya nasıl cevap verirsem vereyim, cevap kısa, yani “devletin” ya da “bireylerin” şeklinde olursa, mutlaka birileri buna itiraz ediyor. Bundan dolayı da bu soruya kısa değil uzun cevabı vermeye çalışacağım.

Yeryüzünde yaşayan insanları ve onların kurdukları kurumları kabaca üç gruba ayırabiliriz: Bireyler, kamu ve şirketler. Şu anda karşı karşıya olduğumuz kriz bu üç grubun birlikte yarattıkları bir problemdir ve bu problemin çözümü gene bu üç grubun da sorumluluklarını üzerlerine almasıyla bulunabilir.

Öncelikle unutmamamız gereken nokta, az sayıda istisna haricinde tüm kamu kurumlarının zaman içerisinde bireylerin yarattıkları ve sürdürdükleri yapılar olduğudur. Cumhuriyet, meşruti monarşi, demokraksi, belediye, bakanlık ve hatta muhtarlık bile bizim kendi aramızda vardığımız anlaşma sonunda var olmuştur ve var olmaya da devam eder. Biz birgün bu yapıların değişmesine karar verecek olursak değiştiririz. Ancak bu değişiklik elbette kolay değildir. Yalnız seyrek de olsa insan toplulukları bu tür değişiklikleri başarmışlardır. Bu değişikliği sağlayabilmek için öncelikle değişikliğin mümkün olduğuna inanmak gerekir. Bizler şu anda içinde yaşadığımız idari sistemlerin çoğunlukla değiştirilmez olduğuna inandığımız için bireyle devlet arasında bir fark görüyoruz ve özellikle bizim içinde yaşadığımız coğrafyada bu his daha da koyulaşıyor. Bir tarafta bizler varız, diğer tarafta da “devlet”, sanki “devlet” bizler olmadan da kendi başına var olabilen bir olguymuş gibi. Oysa devleti oluşturan bizleriz ve devlet bizim toplam irademizin bir bileşimi sadece.

Diğer tarafta da şirketler var. Aynı devlette olduğu gibi şirketleri de bizden uzak ve kendi kendilerine var olan olgularmış gibi kabulleniyoruz. Çoğumuz bu şirketlerde çalıştık, şirketlerin ürettiklerini satın aldık, bazen hisselerine sahip olduk, o şirketlere mal sattık, kısacası o şirketlerin varlığının bir parçası olduk, her zaman. Gün gelir bu şirketleri de devletleri de bir yapay zeka yönetmeye başlarsa o zaman korkmamız gerekir, ama bugün için ortada sadece biz, bizim oluşturduğumuz ve bize bağımlı olan yapılar var. Dolayısıyla da sorunu çözecek olan bizleriz.

Yalnız, “sorunu çözecek olan bizleriz” dediğim zaman bunu “kişiler evlerini çok ısıtmazlarsa” veya “toplu taşıma kullanırlarsa” ya da “daha az hayvansal gıda tüketirlerse” şeklinde algılamayın sadece. Bunları elbette yapmalıyız ama bunları yapmak sorunu çözmeye yetmez, hatta sorunu çözme yolunda minik adımlardır. Bireyler olarak asıl gerçekleştirmemiz gereken devleti ve şirketleri iklim krizini çözecek şekilde zorlamaktır. Çünkü gerek devletler gerekse de şirketler bizden bir tepki gelmedikçe harekete geçmezler ya da bizden ne yönde bir tepki gelirse o yönde harekete geçerler. Bugün için devlet ekonomi, dış politika, güvenlik ve mülteciler gibi konulara yoğunlaşıyorsa bunun nedeni halkın önemli bir çoğunluğunun da o konulara yoğunlaşıyor olmasıdır. Ayrıca bu sadece bizim devletimiz için değil diğer çoğu devlet için geçerlidir. Bizler ne zaman ki iklim krizini en önemli konumuz olarak ortaya koyarız, devlet de o zaman bu konuya gereken ciddiyetle eğilir. Bu nedenle birey olarak öncelikli görevimiz iklim krizi konusunu gündemde tutmak ve bu konuyu fazlasıyla önemsediğimizi her seviyedeki kamu yetkilisine ve politikacıya göstermektir.

Şirketlerin bu yönde dikkatini çekmek ise nispeten daha kolaydır. Ürünleri satın alınmayan şirketler hızla davranış biçimlerini değiştirirler. Yalnız, ne yazık ki bugünkü tercihlerimizi belirleyen şey iklim ve çevre kaygılarının oldukça ötesinde maddiyattır. Bundan dolayı da çoğu şirket yeryüzüne verdikleri zarara bakmadan üretim yapmaya devam etmektedir.

Sonuçta, iklim krizini sadece biz durdurabiliriz. Bunu yapmak için de kendi hayat tarzımızı değiştirmenin ötesinde gerek üretim gerekse de idari sistemi değiştirmek için çaba sarf etmek zorundayız. Oy verdiğiniz partinin milletvekiline en son ne zaman yazıp iklim krizinin sizin için en önemli unsur olduğunu ve onun bu konuda bir şeyler yapmasını beklediğinizi söylediniz? “İşe yaramaz” dediğinizi duyar gibiyim. İşte esas sorunumuz da burada zaten, değişimin mümkün olduğuna inanmadıkça değiştirebilmek mümkün değildir. Düşünün bir günde bir bakana ya da bir şirketin genel müdürüne bu şekilde milyonlarca istek geldiğini. Emin olun ertesi gün bir gün önceki rahatlığında davranamayacaktır. Değişim mümkün, yeter ki biz yeterince inatçı olalım.


17 Nisan 2022 Pazar

Güneş'in iklime etkisi artıyor

Dünya’nın atmosferini ve dolayısıyla da iklimini etkileyen en önemli faktör Güneş’tir. Güneş’in yaydığı enerjide oluşabilecek değişiklikler Dünya’nın iklimini ciddi biçimde değiştirebilir. Bu nedenle gözümüzün Güneş’in üzerinde olması gayet doğaldır çünkü Dünya’daki yaşam Güneş’e bağlıdır. Buradaki güzel haber ise Güneş’in gayet dengeli ve kararlı bir yıldız olmasıdır. Milyarlarca yıllık sürede Güneş giderek parlaklığını artırır ancak bu bizim günlük hayatımıza bir etkisi olamayacak kadar küçük bir artıştır. Güneş’in insanlığa iki değişik yolla etkisi olabilir: Buzul çağları ve Güneş lekelerindeki değişiklikler.

Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesinde oluşan döngüsel değişiklikler farklı mevsimlerde Dünya’ya ulaşan enerji miktarını değiştirir ve bu da buzul çağlarına yol açar. Buzul çağları genelde 80 bin sene sürer ve ardından en az 20 bin sene süren ılıman dönem gelir. Bu döngü en azından son 3 milyon senedir bu şekilde devam etmektedir. Dünya’nın yörüngesine bağlı olarak şimdiki ılıman dönemin uzun süreceği ve bir sonraki buzul çağının bundan 50 bin sene sonra başlayacağı düşünülmektedir.

Bunun ötesinde Güneş’in üzerinde çoğu zaman minik lekeler olur. Bu lekeler Güneş’in manyetik alanındaki değişimler sonucu oluşur ve M.Ö. 200 yılından beri insanlar tarafından gözlemlenmektedir. Galilei 1609’da teleskobu bulduğundan bu yana da düzenli olarak bu lekeler kayıt altında tutulmaktadır. Güneş lekeleri arttığı zaman Güneş’ten Dünya’ya gelen enerjinin miktarı artmakta, azaldığında da azalmaktadır. Geçmişte bu lekelerin hiç görünmediği uzun dönemler olmuştur. Mesela 1645-1715 arası dönemde Güneş lekeleri neredeyse hiç görülmemiş ve Kuzey Yarım Küre bir Mini Buzul Çağı yaşamıştır. 1715 sonrasında Güneş lekeleri tekrar ortaya çıkmış ve Dünya alışılmış ortalama sıcaklığına geri dönmüştür.

Güneş lekeleri 11 senelik bir döngü içerisinde azalıp çoğalırlar. Bazı dönemler bu lekelerin sayısı çok fazladır ama 5,5 sene sonra Güneş’te neredeyse hiç leke kalmaz. Şimdi size bir soru sorayım: Sadece sıcaklıklara bakarak yakın geçmişte hangi sene en fazla leke olduğunu, hangi sene de neredeyse hiç leke görülmediğini söyleyebilir misiniz? Cevabın “hayır, söyleyemiyoruz” olduğunu tahmin ediyorum çünkü Güneş lekelerinin iklim üzerindeki etkisi iklimin kendi değişebilirliğinden öte bir sonuç doğurmaz. Yani, bu lekeler hiç hesaba katılmasa da bir sene diğerinden daha sıcak ya da daha serin olabilir. Elbette yüz yıl gibi uzun dönemler boyunca Güneş lekeleri çok artacak ya da çok azalacak olursa bunların iklim üzerine toplam bir etkisi olacaktır. 

Güneş’ten Dünya’ya doğru her saniyede, metrekareye ortalamada 341,55 Joule enerji gelir. İklim jargonunda enerji birimi olan Joule yerine güç birimi olan Watt kullanılır. Yani “Güneş’ten gelen enerji (güç) 341,55 W/m2’dir” denilir. Bu miktar Güneş lekelerinin artıp azalmasıyla birlikte 341,68 W/m2 ile 341,43 W/m2 arasında, yani 0,25 W/m2 değişir. Bu, Dünya’ya gelen enerji miktarında %0,073 değişime karşılık gelir. Bunun ne derece önemli olduğunu sadece bu sayıya bakarak anlamanız çok kolay değildir. O nedenle iklim üzerinde bugün etkili olan diğer unsurlarla karşılaştırmak gerekir.

Son IPCC raporuna göre iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının atmosferi ısıtma etkisi yukarıdaki birimleri kullanarak 2,72 W/m2’dir. Bu değer Güneş lekelerinin yok olmasının yarattığı en kötü soğutma etkisinin on bir katıdır. Yani sera gazları Dünya’yı o denli fazla ısıtıyor ki tüm Güneş lekeleri kaybolacak bile olsa biz bunu soğuma olarak değil sadece daha az ısınma olarak algılarız.

NASA görevi gereği Güneş’i incelemektedir. Diğer ülkelerden bilim insanlarının da katkı verdikleri araştırmalar sonucunda Güneş lekelerinin 1980’den bu yana azalmakta olduğu görülmüştür. Son 15 senede şu anda içinde yaşadığımız Güneş lekesi döngüsünün daha da zayıf olacağı tahmin edilmekteydi. Bunun anlamı Güneş’ten gelen enerji miktarının geçmiş yıllara oranla hafifçe azalacağıdır. 

Ancak Güneş son 18 ayda kendisinden beklenmeyen bir biçimde aktifleşti. Yalnız bunu 2012 gibi felaket filmlerinden edindiğiniz kötü hislerle değerlendirmeyin lütfen. Güneş 1980 yılından bu yana normalden biraz daha sakindi, şimdilerde normal durumuna geri dönüyor gibi görünüyor. Peki bu iklim açısından ne anlama geliyor?

Kısaca, Güneş aktif olup Dünya’ya daha fazla enerji gönderdiği dönemlerde yeryüzü hafifçe daha fazla ısınır. Tam tersi yeryüzü daha az enerji aldığında da hafifçe serinler. 1980’den bu yana “hafifçe serinleyen” bir dönemden geçiyorduk. NASA ve bilim insanlarının son aylardaki gözlemleri ise Güneş’in bu sakin dönemi sonlandırıp daha aktif bir döneme başladığını gösteriyor. Yani Güneş’in desteği ile biz küresel ısınmanın kötü etkilerinden nispeten korunuyorduk, şimdi Güneş desteğini çekti ve yeryüzü artık iklim krizi ile başbaşa kalıyor. Güneş lekelerinin 2025’te en yüksek sayıya ulaşması bekleniyor, bu da bizi çok daha sıcak yazlar bekliyor anlamına geliyor ne yazık ki.


10 Nisan 2022 Pazar

Yalanlar, yalanlar

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Birleşmiş Milletlerin iklim değişikliğinin bulunduğu durumu karar vericilere anlatmak için bir araya getirdiği bilim insanlarından oluşur. Bu panel düzenli aralıklarla iklim değişikliğine dair değerlendirme raporları yayımlar. Bu raporlar iklim değişikliğinin bilimsel temelleri, etkileri ve uyum sağlama yöntemleri ile azaltım için yapılması gerekenler şeklinde üç bölümden oluşur. Bu hafta IPCC’nin Altıncı Değerlendirme Raporu’nun Üçüncü Bölümü yayımlandı. Dünyadaki Ukrayna - Rusya savaşı ve ülkemizdeki ekonomik problemlerin yanında bu rapor basında kendisine fazla yer bulamadı. Oysa hepimiz açısından son derece mühim noktalara işaret eden bu raporu okumak ve mümkün olduğunca anlamaya çalışmak geleceğimiz için oldukça önemli.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres aslında raporu sunumu sırasında çok kısa biçimde özetledi: “Bu problemi çözmek için devletler ve şirketler çok şeyler yaptıklarını söylüyorlar ama yapmıyorlar. Onlar yalan söylüyorlar.” Konu bu kadar basit. İnsanları oyalamak için imzalanan Paris İklim Anlaşması Dünya’yı felakete götürecek bir ısınmayı engellemekten çok uzak, dahası ülkeler bu anlaşma bağlamında verdikleri sözleri bile yerine getirmiyorlar. Sözlerini yerine getirmemenin ötesinde insanları uyaranları radikal ve vatan haini olarak nitelendiriyorlar. Gutierres sözlerinin sonuna asıl radikal olanların iklim krizini durdurmak için harekete geçmeyen devletler olduğunu da ekledi.

Yüzde 65’ini karbondioksidin oluşturduğu sera gazlarındaki artış, azalmayı bırakın hızla devam ediyor. Sadece, son on yıl içerisinde artış hızı biraz azalmış gibi görünüyor. Kendi içinde bu bile oldukça iyi bir haber sayılsa da devletlerin ve şirketlerin yavaş yavaş sera gazı salımlarını azaltmalarını bekleyecek zamanımız kalmadı artık. Sera gazı salımları her yıl yüzde 1,3 artarken, ısınmayı 1,5℃’de tutabilmek için yapmamız gereken bu salımları önümüzdeki 8 yıl içerisinde yüzde 43 azaltmak. “1,5℃ o kadar da kıymetli değil, biz 2℃ ısınma ile de idare ederiz” diyorsanız, 2030 yılında sera gazı salımları yüzde 27 azalmış olmak zorunda. Çevrenizdeki kamu kurumlarının ya da özel kuruluşların bu konuda ciddi adım atmasını bırakın, adım attığını görüyor musunuz? Kesinlikle hayır.

İklim krizini engelleyecek adımları atmak günlük hayatımızdan “azıcık” değişiklik yaparak varabileceğimiz bir hedef değil. 1,5℃ hedefini tutturmak için sera gazı salımlarımızı her sene ortalama yüzde 6,7 azaltmak zorundayız. Bir sonraki arabamızın elektrikli olması bu hedefe varmak için yetmez çünkü hala elektrik enerjimizin önemli kısmını kömürlü termik santrallerden sağlıyoruz. “Çocuklar büyüdüğünde daha merkezi bir yere taşınıp her yere yürüyerek giderim” yetmez çünkü bu krizde çocukların büyümesini bekleyecek kadar vaktimiz kalmadı. “Hemen, şimdi” değil, bundan otuz yıl önce harekete geçmiş olmamız gerekiyordu. 

Akılcı çözümler var. Bu çözümler için yeni bir Einstein çıkmasını beklememize gerek yok, ama günlük hayatımızdaki rahatı bir kenara bırakarak birlikte çaba sarf etmemiz gerekiyor. Artık ne eskisi gibi yaşayabiliriz ne de eskisi gibi iş yapabiliriz. Hepimiz dört elle bu çözümlere sarılmak zorundayız çünkü alternatif bugüne kıyasla cehennemi andıran bir dünyada yaşamak olacak.

Bir başka alternatif de gelecekte bulunacak mucizevi çözümlere güvenmek olabilir. IPCC raporu bunlardan da söz ediyor. Mesela bu mucizevi yöntemlerle 2100 yılına kadar atmosferden 1000 milyar ton karbondioksit yakalayıp bunu yerin altında saklarsak 1,5℃’nin altında kalabiliriz. Bu teknoloji var mı? Ben yalancı değilim, var. Senede 10 bin ton karbondioksidi bu yöntemlerle yakalayıp yerin altına gömebiliyoruz. Daha fazlasını yapmaya devletler son yirmi senede büyük kaynak ayırdılar ama ölçeği büyütmek hiç de kolay değil. Hem de bu yöntem en başta daha fazla petrol üretebilmek için kullanılan bir yöntem, yani sakladığımız her bir birim karbondioksit yerine üç birim karbondioksit çıkartacak kadar petrol üretiyoruz. İşte bundan dolayı hepimize yalan söylüyorlar. 

Böyle gelmiş olabilir ama böyle gitmesi hiçbirimizin işine gelmiyor, devletler ve şirketler hariç. Çünkü onlar çocuklarını ve torunlarını değil önümüzdeki üç - beş senede neler kazanacaklarını düşünüyorlar. Yuvamız Dünya için yapılan bu savaşta doğru tarafta durmayı başarmamız ve yalanlara kanmamamız gerekiyor, yalanlar ne denli çekici olsalar da.