29 Eylül 2012 Cumartesi

2030 yılına kadar iklim değişikliği ülkemizde 850.000 kişiyi öldürecek!

Orijinal yayın: 29.09.2012 T24 İnternet Gazetessi
İspanya merkezli araştırma kuruluşu DARA'nın geçtiğimiz hafta açıkladığı İkinci İklim Hassasiyeti Raporu medyada geniş ilgi uyandırdı. Özellikle “2030 yılına kadar dünyada 100 milyon insan iklim değişikliği nedeniyle hayatını kaybedecek” başlığı sanırım çoğu kişinin ilgisini bu rapora çekmeyi başardı.
DARA raporu aslında bilimcilerin yıllardır yaptıkları çalışmaların bir özeti olarak kabul edilebilir. Raporun temel dayanağı indisli bilimsel dergilerde bu alanda bugüne kadar yapılmış çalışmalar. DARA bu çalışmalara dayanarak gerek dünya gerekse de tüm ülkeler için iklim hassasiyetini incelemiş. İklim hassasiyetini belirlemek için de aşağıda sözünü edeceğimiz 34 parametre kullanılmış.
Bu parametrelerin toplamından ülkemiz için ortaya çıkan sonuç hiç iç açıcı değil. Bu rapora göre 2030 yılına kadar ülkemizde 850 bin kişi hayatını kaybedecek, 2030 yılında iklim değişikliğinden direkt olarak etkilenen insanların sayısı 4 milyonu aşacak ve bu sorunların üstesinden gelebilmek için harcamamız gereken para tüm Gayrı Safi Milli Hasılamızın %1,7'si seviyesine gelecek. Tüm bu sorunlar gene de ülkemizi iklim değişikliğinden ciddi ölçüde etkilenecek ülkeler grubuna sokuyor. Her parametrenin etkisi öncelikle aşırı - şiddetli – fazla – ortalama – az olacak şekilde beş kategoride değerlendiriliyor. Bizi ilgilendirecek parametrelere tek tek bakacak olursak:
  • Kuraklık (fazla): Kuraklık nedeniyle senelik ek zararımız 35 milyon dolardan 65 milyon dolara çıkıyor.
  • Sel ve toprak kaymaları (ortalama): Sel ve toprak kaymalarında senede ortalama 10 can kaybı, 100 milyon dolar maddi hasar ve 35.000 kişinin etkilenmesi bekleniyor.
  • Biyolojik çeşitliliğin azalması (şiddetli): Biyolojik çeşitliliğin azalmasından, yani şu anda yetişen bazı bitkilerin ve hayvanların yetişememesinden doğması beklenen zarar senede 7 milyar dolar olacak.
  • Çölleşme (şiddetli): Verimli tarım arazilerinin çölleşmesinden dolayı senelik kaybımız 950 milyon dolar olacak.
  • Üretim verimliliği (ortalama): İklim değişikliği nedeniyle verimlilik kaybının maddi karşılığının 1,25 milyar dolar olması bekleniyor.
  • Deniz seviyesindeki değişiklik (ortalama): 2030 yılında senede ortalama 85 km3 toprak kaybedeceğiz, bu senede 750 milyon dolar zarara sebep olacak.
  • Su kıtlığı (şiddetli): Yağışların azalmasından dolayı su ihtiyacımızı karşılamak bize 5,5 milyar dolara mal olacak.
  • Sıcaktan ölümler (fazla): Senede sadece sıcaktan can kayıpları 550 olacak.
  • Menenjit (ortalama): 2030 yılında fazladan 150.000 menenjit vakası görülmesi bekleniyor.
  • Tarım (fazla): İklim değişikliğinin 2030 yılında senelik 2 milyar dolar tarımsal ürün kaybına sebep olacağı düşünülüyor.
  • Balıkçılık (ortalama): Denizlerin sıcaklığı ve asitliliğinin değişmesi balıkçılıkta senede 1,25 milyar dolar zarara sebep olacak.
  • Ormancılık (ortalama): İklim değişikliği ve karbon ekonomisinin ormanlarımıza olan zararının maddi boyutunun 1 milyar dolar olması bekleniyor.
  • Hidroelektrik santralleri (fazla): Yağış rejimindeki değişikliklerin etkisiyle üretimdeki kaybın maddi karşılığı 250 milyon dolar olacak.
  • Hava kirliliği (aşırı): Karbon yakıtlarına dönük teknolojilerdeki ısrarımız senede 35.000 insanımızın bu yolla hayatını kaybetmesine yol açacak, bu sayı bugün için bile 25.000 civarında.
  • İç mekan dumanı (fazla): Çok önemli görmediğimiz ve sadece soba zehirlenmelerinden ölümleri bağladığımız ısınma için kömür kullanımı, sebep olduğu çeşitli akciğer hastalıkları nedeniyle 15.000 kişinin hayatını kaybetmesine yol açacak.
  • İş kazaları (fazla): Petrol ve kömür çıkartmak için kazalarda ve çalışma koşullarından bugün de insanlar can veriyor ama bu sayı 2030 yılında 400'ü bulacak.
  • Cilt kanseri (fazla): İklim değişikliği nedeniyle görülen cilt kanseri vakalarındaki artış senede 250 kişinin ölümüne yol açacak.
Bu bilgilere dayanarak, 2030 yılında iklim değişikliğinin ekonomimize 20 milyar dolar ek yük getireceğini öngörmek mümkün. Benzer şekilde çoğu karbon yakıtlarına bağımlılığımızdan kaynaklanan senede 50.000 can kaybı beklentisi umarım devlet politikalarımızın daha az kömür ve petrole dayanacak şekilde ilerlemesine vesile olur.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kuzey Denizi'nin buzları neredeyse eridi!

Orijinal yayın: 26.09.2012 T24 İnternet Gazetesi

Önce size daha az kötü haberi vererek başlayayım: Kuzey Denizi'ndeki buz miktarı bu sene tarihte ölçülen en düşük seviyeye indi. Şimdi bunun neden ve sonuçları hakkında basit bilgiler verelim.

  • Güney Kutbu'nun aksine Kuzey Kutbu'nun altında kara parçası ya da adalar yoktur. Gezegenimizin kuzeyi tamamen açık olan bir denizdir.
  • Dolayısıyla Kuzey Kutbu'ndaki buzlar eridiğinde altından bir kara parçası değil okyanus çıkacak.
  • Eylül ayında Kuzey Kutbu'ndaki buzun alanı en düşük seviyeye iner (doğal olarak kuzey yarım küre yaz aylarının sonu). En düşük buz alanı normalde, yani bundan elli veya yüz sene önce 10 milyon km2 civarındaydı. Bu sene ise Eylül ayında buzun alanı 4 milyon km2 civarına düşmüştü. Kıyaslama açısından Türkiye'nin alanı kabaca 780,000 km2'dir. Yani bu sene Kuzey Kutbu'nda Türkiye'nin yüz ölçümünün sekiz katı kadar bir alandaki buz erimiştir.
  • Normalde Kuzey Kutbu'ndaki buzun kalınlığı 3m civarındadır. Yani gözünüzde buz dağları canlanmasın. Bu sebeple de bu buzun erimesi çok zor değildir.
  • Kuzey Kutbu'ndaki buz eridiği zaman altından okyanus suları çıkar.
  • Yukarıdan bakıldığında buz beyazdır, ışığı yansıtır, böylelikle de yüzeyin çok ısınmamasını sağlar. Kışın siyah, yazın beyaz giymemizin sebebi budur.
  • Buz eridiğinde Kuzey Kutbu'nda koyu lacivert renkli okyanus görünmeye başlar. Bu da o bölgenin güneşten gelen ısıyı daha fazla emip daha da fazla ısınmasına sebep olur.
  • Okyanus suları daha da ısındıklarında daha erimemiş olan bölgedeki buzların da daha hızlı erimesine yol açar.
  • Kuzey Kutbu'ndaki buzların tamamı eridiği zaman orada tekrar buz oluşmasını sağlamak imkansızdır. Yani bu çokça sözü edilen bir “devrilme noktasıdır”. Bu noktayı geçtikten sonra dünyanın eski sıcaklık düzenine dönmek mümkün değildir.
  • Buzların üzerinde kalan zavallı kutup ayıları benim fazla umursadığım bir konu değildir, sizin de olmamalı. Çünkü birileri dikkatinizi koyu lacivert ve ısıyı emip dünyayı daha da ısıtan okyanustan çekip kutup ayılarına vererek konuyu küçümsemenizi istiyor, bu dalavereye kanmayın.

Şimdi size bir grafik göstereceğim. Burada gazetelerde arada sırada çıkartılan “Kuzey Kutbu'ndaki erime azaldı (veya artık buz miktarı artıyormuş)” haberlerini nasıl yorumlamanız gerektiği konusunda bilgiler bulacaksınız.
Bu grafikte ne zaman kırmızı çizgiyle gösterilen dönemlerde olsak çıkar çevreleri “erime falan yok, her şey yolunda” yaygarasına başlarlar. Ama uzun zaman bu çizgiyi izleyecek olursanız buzun son otuz senede adım adım azalmakta olduğunu ve bu azalmanın da her geçen gün arttığını gözlerinizle göreceksiniz.
Ama kötü haber bu değil. Kötü haber şu: En kötümser olarak bildiğimiz bilimciler bile aslında durumun ne derece kötü olduğunu ve ne derece hızla kötüye gittiğini tahmin etmekte çok iyimser kalıyorlar.
Her yaz öncesi bilimciler o yaz sonunda Kuzey Kutbu'ndaki en düşük buz miktarının ne kadar olacağını belirlemek üzere modelleme çalışmaları yapıyorlar.

2008 ve 2010 yıllarında yapılan çalışmalardan göreceğiniz üzere, bu çalışmaları yapan grupların çoğu ortalamadan daha düşük buz alanları modelleyerek aslında kötümser bir senaryo çizmiş oldular. Bu da bilimcilerin belki de fazla kötümser oldukları fikrini bize vermeye başlarken 2012 yılı aslında kötümser değil iyimser olduklarını bize gösterdi:
2012 yılında modelleme yapan yirmi gruptan hiçbiri durumun bu derece kötü olabileceğini öngörmemişti. İklim konusundaki esas kötü haber budur. Bilimciler her ne kadar felaket senaryoları öne sürüyor olsalar da doğa aslında onların beklediğinden çok daha yüksek bir hareket ediyor. Bence hepimiz bu konuyu çok daha fazla ciddiye alıp hayat tarzımızı yakın gelecekteki yeni dünya düzenine göre ayarlamalıyız. Yoksa yeni dünya ile karşılaştığımızda kendimizi buna göre ayarlamamız mümkün olmayacak, haberiniz olsun.

14 Eylül 2012 Cuma

El Nino geliyor

Orijinal yayın: 14.09.2012 T24 İnternet Gazetesi
İnsanlık ilgilenmeye başladığından beri Güney Amerika'nın batı kıyısındaki okyanus sularının periyodik olarak ısınıp soğuması dikkat çekmiştir. Bu ısınıp soğuma o bölgede yaşayan balıkçılar için çok önemlidir. Peru açıklarındaki okyanus suyu soğuk olursa bu dipteki besleyici ve soğuk suyun yüzeye daha fazla çıktığını gösterir, bu da balıkçıların avlayabildiği balık miktarını arttıracağı için yüzler güler. Tam tersi eğer soğuk su yüzeye az çıkarsa bu sefer de tutulan balık miktarı azalır. Güney Amerika'nın batı kıyısındaki insanlar çoğunlukla balıkçılık ile geçindikleri için yüzyıllar boyu bolluklar ve kıtlıklar, bunlarla birlikte devletlerin yükseliş ve çöküşleri hep okyanusun yüzey sıcaklığındaki bu değişime bağlanmıştır. Suyun sıcaklığındaki artış genelde kendisini sene sonuna doğru gösterdiği için Hz. İsa'nın doğumuyla bağdaştırarak bu olaya El Nino (küçük erkek çocuk) denmiştir.
El Nino ilk başta sadece Peru kıyılarını etkileyen bir olay gibi görülse de kısa bir süre içerisinde Peru kıyılarında başlayan bir olayın dünyanın neredeyse her bölgesindeki iklim olaylarını ciddi biçimde etkilediği ortaya konmuştur. Mesela El Nino görülen yıllarda  ABD'nin orta bölgeleri, yani tarım üretiminin kalbi, normalden daha sıcaktır ve daha az yağış alır. Pasifik'te çok daha fazla tropik siklon görülür. Afrika'nın doğusundaki yağış miktarı artarken batısı daha az yağış alır ve kuraklık Doğu Afrika'dan Batı Afrika'ya taşınır. Güney Asya ve Avustralya'nın aldığı yağış miktarı ise ciddi anlamda azalır. Avrupa'da Alplerin kuzeyi daha yağışlı ve bulutlu olmasına karşın Akdeniz Havzası'nda özellikle kışlar ılıman ve az yağışlı geçer.
Diğer iklim olaylarında da olduğu gibi, “El Nino başladı” diyebilmek için Peru açıklarındaki okyanus yüzey suyunun üçer aylık ortalamalarına bakmak gereklidir. Bu ortalamalar iki aydır normal sıcaklığın üzerinde gidiyor. Eğer Eylül ayı ortalaması da normalin üzerinde olursa, ki olacak gibi duruyor, resmen “El Nino başladı” diyebiliriz. Ancak yapılan pek çok model bu sefer El Nino'nun çok sert olmayacağını ve 2013 yılının Ocak-Mart aralığında sona ereceğini gösteriyor. Gene de dünya genelinde El Nino'nun yarattığı etkiler 3-6 ay daha devam edeceğinden gelecek sene ve gelecek yaz için bir takım tahminlerde bulunmak fazla güç olmayacaktır.
Öncelikle Kuzey Amerika'nın orta kesimleri, Güney Asya, Avustralya ve Batı Afrika fazla yağış almayacağı için bu bölgelerde kuraklık, kuraklığa bağlı tarım üretiminde düşüş ve buna bağlı olarak da dünya gıda fiyatlarında ciddi bir artış bekleniyor gelecek yaz için. Özellikle Güneydoğu Asya'da azalan yağış çok su gerektiren pirinç tarımına zarar vereceği için bu bölge kaynaklı pirinçten başlayan ve diğer tahıllara yayılan bir kıtlık söz konusu olacaktır. Uzun yıllardır kıtlıkla savaşan Somali-Etiyopya-Tanzanya bölgesi yağış alacağı için buradaki sorunların kısa süreli de olsa unutulması beklenebilir. Ama buna karşılık ciddi politik karışıklık içerisinde olan Mali-Nijerya bölgesinde ise sorunlara bir de kuraklık eklenmesi bekleniyor.
Ülkemizde ise özellikle kış ve ilkbahar yağışlarında beklenen azalma gelecek yaz için gıda ürünleri fiyatlarında ciddi artışa sebep olacaktır. Özellikle Mayıs-Temmuz aralığında ülkemizin özellikle batısında zaten normalin 2-3 derece üzerinde seyreden sıcaklıkların bir 2-3 derece daha artması beklenebilir. Bu artışla beraber gelebilecek yoğun yağışlar ise sel riskini arttırıyor.
Peki derseniz ki “bu El Nino yüzyıllardır görülen bir olgu, 3-5 senelik döngülerle kendisini tekrarlıyor, bu sefer neden bu kadar haber olacak?” cevabımız basit olacak. Normal bir dünyada, yani sıcaklıkların zaten normalin 2-3 derece üzerinde seyretmediği bir dünyada sıcaklıklar bir - iki yaz ortalamanın 2-3 derece üzerine çıkacak olursa bu hepimizi bunaltır. Ama zaten bizim yarattığımız iklim değişikliği ile bizim yaşadığımız bölgeler ortalamadan 2-3 derece sıcak yazlar geçirirken bunun üzerine bir de El Nino etkisi bindiğinde insanın da doğanın da sınırlarını zorlayacak şartlar doğabiliyor. Bu sebeple artık başımıza gelen ve gelecek iklim felaketlerini “aman El Nino geliyor” veya “bakın güneş lekeleri de artıyor” türü konuya etkisi olan ama felaketlerin ardındaki esas sebep olmayan konularla açıklamaya çalışarak sulandırmaya bir son vermek gerekiyor.

11 Eylül 2012 Salı

Büyüyen Enerji İhtiyacımız

Orijinal yayın: 11.09.2012 T24 İnternet Gazetesi
Yeni yapılan bir açıklamaya göre Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel Müdürü Mehmet Uysal, Trakya ve Güneydoğu Anadolu’da yapılan sondajlarda çok ciddi miktarda kaya gazı potansiyeli tespit edildiğini belirterek, “Aksi halde dünya devi bir firma (Shell) birkaç metreküplük gaz için Türkiye’ye gelmezdi” demiş. Devamında Shell'in Diyarbakır Sarıbuğday-1 sahasında kaya gazı sondajına başladığını kaydeden Uysal, Güneydoğu’da ikinci sondajın başlayacağını, Trakya’da da ExxonMobil olduğu söylenen başka bir petrol devi şirketle anlaşma aşamasında olduklarını açıklamış.
Bunu okuyunca hepimiz korkunç mutlu oluyoruz. Ne de olsa enerjide dışarıya olan bağımlılığımızı azaltacak yöntemler üretiliyor ülkemizde. Ya da siz öyle sanıyorsunuz. Mesela kimse “Shell veya ExxonMobil bu kazılar sonunda gaz veya petrol üretmeye başlayacak olsa bu gaz ya da petrolün sahibi kim olacak? Veya eğer bizim sırtımızdan büyük paralar kazanmayacaklarsa bu şirketler ülkemize neden geliyorlar” diye sormuyor. Hatta daha vahimi, dünyanın geleceği açısından o gazı yakmak ne derece doğru sorusunu soran sanırım benim gibi “çılgın” kabul edilen “radikal çevreci” azınlık. Hepimiz ömür boyu enerji ihtiyacımız olduğu ve bunu petrolle doyurmamız gerektiği masalına inanarak büyümüşüz. Şimdi tersini söyleyen biri “radikal çevreci, ne dediğini ve hesabını bilmeyen çılgın” oluyor. Aslında problemlerimizin çözümünün daha az tüketim olduğundan bahsetmeden size enerji neden bu kadar pahalı ve bunu yerel çabalarla nasıl çözeriz konusunda bir iki ipucu vermeye çalışacağım.
Öncelikle, eğer hayat tarzımızı ciddi biçimde değiştirmemekte kararlıysak, enerji hepimiz için ciddi bir ihtiyaçtır. Hepimiz de bu ihtiyacın devlet tarafından giderilmesini beklemekteyiz. Devletin ise herkesin bu ihtiyacını karşılayacak kadar elektrik üretilmesi için yapılması gereken yatırımları yapacak kaynağı yok. O zaman karşımıza iki temel yol çıkıyor, önce yanlış yolu anlatayım:
Devlet özel sektöre kendisi için enerji üretmesini söylüyor. Özel sektör de bunu kabul ediyor, ama bir şartla, diyor ki; “ürettiğim enerji için bana satın alma garantisi vereceksin, şu fiyattan”. Devletin de eli bağlı olduğu için kabul ediyor. O zaman özel sektör devlet bankasına gidip enerji yatırımı yapmak için kredi alıyor, bu enerji yatırımını gerçekleştiriyor, devletten aldığı krediyi ortalama 3-5 sene içerisinde (iyimser bakışla) ödeyip, sonraki senelerdeki kazancını direkt olarak kar yazıyor. Biz de enerjiyi özel sektörün yatırımını 3-5 senede çıkartıp üzerine en az 20 sene daha kazanmayı öngördüğü yüksek fiyattan satın alıyoruz. Bu metot HES'lerde, termik santrallerde ve her türlü yenilenebilir santrallerden enerji üretiminde işe yaradı, bir tek nükleer santralde devletin uzun vadede ödemeyi vadettiği enerji fiyatını kimse kabul etmediği için nükleer santral ihalelerinde başarılı olunmadı. Bu sistemin arkasında nelerin dönüp kimlere nasıl krediler ve fiyatlar verilebileceğini siz de tahmin edebilirsiniz.
Gelelim biz “çılgın, radikal çevrecilerin” teklifine (ki bu yıllardır Almanya ve ABD'de başarıyla uygulanan bir sistem):
Devlet krediyi özel sektör yerine vatandaşa versin ve vatandaş, eğer imkanı varsa, enerjisini kendisi üretsin. Yani eğer yeni bir bina yapıyorsanız, bunun bir yüzünü güneş enerjisinden elektrik üretecek bir sistemle donatın ve en azından gündüzleri kendi elektriğinizi kendiniz üretin, sadece akşamları devletten elektrik satın alın. Benzer şekilde rüzgar santralleri kurmak da mümkün. Elektriğe ödeyeceğiniz faturayı devlete kredi borcu olarak ödüyorsunuz (dedim ya, aldığınız krediyi 3-5 senelik elektrik faturası olarak ödemeniz makul, çünkü özel sektör zaten senelerdir böyle yapıyor) ve devlete de yük olmuyorsunuz. Bu sistem için gerekli olan iki şey var, birincisi devletin özel sektöre verdiği şartlarda vatandaşa da kredi vermesi, ikincisi de evdeki elektrik sayaçlarının bu sistemi destekleyecek sayaçlarla değişmesi. Bunların her ikisi de her an basit kararlarla yapılabilecek şeyler.
Biliyorum arka plandan “peki akşamları devlet elektriği nasıl üretecek?” diyorsunuz. Özel sektör yatırımını 3-5 senede değil 10-15 senede çıkartacak olursa, ki dünyanın gelişmiş ülkelerindeki beklenti bu yöndedir, hem enerji üretimimiz katlanır, hem de kullandığımız enerji ucuzlar.
Bunu neden yapmıyoruz sorusunun cevabı basit, sistemde dönen resmi rant o derece büyük ki devlet bu konuya el uzatmak istemiyor. Yani devlet parasının önemli bir kısmını bizden doğrudan vergi alarak değil bize enerji satarak kazanıyor, bundan vazgeçmesi de çok zor.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Sera gazları salımı hesaplaması konusunda nasıl kandırılıyoruz?

Orijinal yayın: 01.09.2012 T24 İnternet Gazetesi
Bir kaç sene önce hem Almanya'da büyük bilgisayar üreticilerinden birinde çalışıp hem de bireysel olarak sera gazı salımlarını azaltmaya yönelik çalışmalar yapan bir arkadaşla Türkiye'de sohbet ederken şaka yollu “Peki ama Türkiye'ye gidip gelirken uçakla uçmandan dolayı saldığın karbondioksitten dolayı suçluluk duymuyor musun?” dediğimde bana “o benim değil ki, şirketin salımı” dedi. Bu mantığa göre benim Alman arkadaşım ayrı bir varlık, çalıştığı şirket ise daha başka bir varlık olarak hesaba katılıyor. Ama burada ciddi bir soru veya sorun çıkıyor karşımıza: Şirketler neden sera gazı salarlar atmosfere? Durduk yerde sadece iş olsun diye değil. Şirketler mal veya hizmet, ne üretirlerse üretsinler, bu üretimi yapabilmek için atmosfere sera gazı salarlar. Biz de bu şirketlerin ürettikleri mal veya hizmetleri satın aldığımıza göre aslında şirketler bu sera gazı salımlarını bizim için yapmış olurlar.
Aldığımız her üründe ve her hizmette bunların bize üretilmesi ve ulaştırılması için atmosfere sera gazı salındığını hesabımızın içerisine katmadan adaletli bir sera gazı salım hesaplaması yapamayız. Şu anda dünyanın geri kalanına karşı Avrupa Birliği ve Amerika atmosfere sera gazı salımı açısından aslında gayet çevreci bir görüntü sergiliyorlar. 1990-2009 aralığında ülkemizin sera gazı salımı %97,9 artmışken ABD sadece %7,2 artış gösteriyor, AB ortalaması ise %26,3 azalmış. Bu resme bakınca “bak  adamlar çevreye ne denli önem veriyorlar ve bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyorlar” denilebilir. Ama işin aslı öyle değil.
Gelişmiş ülkeler üretimde kendilerine ek kar sağlamayacak olan tüm üretim alanlarını son yirmi sene içerisinde az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere kaydırdılar. Mesela Avrupa Birliği artık neredeyse çimento üretmiyor. Çimento üretim usulleri gereği çok fazla enerji gerektiren, çevreyi fazla pisleten ama bunların karşısında fazla da kar getirmeyen bir madde olduğu için AB çimento üretimini bırakıp bu sektörü bizim gibi ülkelere devretmiş durumda. Bunun sera gazlarına yansıması da onların salımlarının düşüp bizimkilerin yükselmesi halinde görülüyor. Mesela İngiltere'de bir ev yapmak isterseniz, evin çimentosu, demiri, tuğlaları, kapı pencereleri ve yer karoları yurt dışından geldiği için karbondioksit salmadığınızı düşünerek içiniz rahat edebilir. Evde karbondioksit salarak ürettiğiniz temel sistem daha yüksek kar marjına sahip olduğu ve az sera gazı saldığı için İngiltere'de üretilmesinde sakınca olmayan elektronik güvenlik sistemleri olacaktır. 
Bu nedenlerden dolayı, gerek bireyler, gerekse de devletler sera gazı salımlarını hesaplarken adil olmak istiyorlarsa hesabı ürettikleri mal değil tükettikleri mal üzerinden yapmak zorundadırlar. Ancak çoğu kuruluş ve devlet bir kandırmaca içerisinde bilinçli olarak kişileri yanıltma yolunu seçiyor. Mesela İngilizlerin karbon hesaplama araçlarını incelerseniz (http://carboncalculator.direct.gov.uk/index.html) göreceksiniz ki bu hesaplama çok basit üç konuya dayanıyor. Eviniz nasıl ısınıyor, evinizdeki elektrikli aletler ne kadar elektrik yakıyor ve ne kadar seyahat ediyorsunuz? Bunun da batı kültürü açısından anlamı şu: Evinize izolasyon yaptırırsanız, daha az enerji tüketen yeni ev aletleri alırsanız ve tatile tren ya da otobüsle giderseniz dünyayı korumak için gerekli şeyleri yapmış olursunuz.
Bu bildiğiniz en adisinden kandırmacadır. Her sebze yemek yerine et yemeyi, hem de kırmızı et yemeyi tercih ettiğinizde dünyayı korumanın tersine bir adım atmış oluyorsunuz. İhtiyacınız olmamasına rağmen “ama bir alana ikinci bedava” denildiğinde ikinciyi de almayı seçiyorsanız bu da bir tercihtir. “Ama kırmızı bluzumu çok sık giymesem de bu ayakkabı onunla güzel durur” bir tercihtir. Bu tercihlerimiz bizi tüketim toplumu haline sokuyor, daha fazla tükettikçe doğayı daha fazla kirletiyoruz, ama sera gazı hesabı yapanlar tüm bunları yok sayarak sizleri sadece televizyonu bekleme modu yerine düğmesinden kapatmanın doğaya yeterli derecede yardımcı olacağına ikna etmiş durumdalar. Size bir sır vereyim mi? Eğer senede bir defa tatile uçakla gidiyorsanız ömrünüzün geri kalanında televizyonunuzu düğmesinden kapatmanız saldığınız karbondioksitin bedelini ödemeye yetmez.