15 Mart 2024 Cuma

Arı popülasyonu neden azalıyor?

Tozlayıcılar ya da polen taşıyıcılar ekosistemlerin hayati bileşenleridir ve bitki üremesinde, biyolojik çeşitliliğin korunmasında, gıda üretiminde, ekosistemin işleyişinde ve insan refahında önemli rol oynarlar. Arılar bu tozlayıcıların en bilinenidir. Tozlayıcı popülasyonlarının korunması sağlıklı ekosistemlerin sürdürülmesi ve tarım ile gıda sistemlerinin yeterliliğinin sağlanması açısından çok önemlidir. Arılar ve diğer polen taşıyıcılar olmasa hepimize yetecek miktarda sebze ve meyve üretebilmek oldukça zorlaşır.

Son birkaç on yılda arı ve diğer polen taşıyıcı popülasyonlarındaki düşüş, birçok unsurun katkıda bulunduğu karmaşık bir sorundur. İnsanların yeryüzü üzerinde yarattıkları etki arttıkça bu unsurların toplam etkisi de doğanın kabullenebileceği seviyenin üzerine çıkmaktadır.

Tozlayıcı popülasyonlarındaki azalmanın başlıca nedenlerinden biri habitat kaybı ve parçalanmasıdır. Kentleşme, tarımsal genişleme ve arazi kullanımındaki değişim, polen taşıyıcıların yuvalanması, yiyecek arama ve üremesi için gerekli olan çayırlar, otlaklar ve ormanlar gibi doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesine ve parçalanmasına yol açmıştır. Eskiden tarlalar arasında bırakılan küçük aralıklar bile bu canlıların varlığına destek olurken bugün yaptığımız endüstriyel tarım insandan başka canlıların yaşamasına imkan tanımamaktadır.

Endüstriyel tarımın önemli destekçilerinden olan pestisitlerin, özellikle de neonikotinoidlerin ve diğer sistemik böcek öldürücülerin yaygın kullanımı, arı popülasyonlarındaki düşüşün başta gelen nedenlerindendir. Bu kimyasallar tarımda istenmeyen zararlıları kontrol etmek için kullanılır ancak arılar ve diğer polen taşıyıcılar da dahil olmak üzere varlığı istenen canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratır. Pestisitler arıların bağışıklık sistemlerini zayıflatır, yön bulma ve yiyecek arama yeteneklerini bozar ve hatta ölümlerine neden olabilir.

Endüstriyel tarımın bir diğer uygulaması olan geniş alanlarda tek ürünün ekildiği monokültür tarımı, çiçek çeşitliliğinin kaybolmasının başlıca nedenidir. Arılar ve diğer tozlayıcılar, nektar ve polen için çok sayıda ve çok çeşitli çiçeklere ihtiyaç duyarlar. Bu çiçek kaynaklarının kaybı, tozlaştırıcılar arasında yetersiz beslenmeye ve üreme başarısının azalmasına neden olabilir. 

İklim değişikliği sıcaklık artışının yanı sıra bitki türlerinin dağılımını ve bolluğunu etkiler, bu da tozlaştırıcılar için gerekli olan gıda kaynaklarının kullanılabilirliğini azaltır. Sıcaklık ve yağış düzenindeki değişiklikler, çiçeklenme ve tozlaştırıcı faaliyetinin zamanlamasını bozduğundan dolayı bitkiler ve tozlayıcılar arasında uyumsuzluklara yol açabilir. Bitkiler çiçek açtığı zaman arıların da orada olması doğanın alışılan işleyişidir. Bu ikisinden birinin gecikmesi ya da erken gelmesi tüm sistemin duraklamasına neden olur.

Artık her yana yayılmış olan araç emisyonlarından ve tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan hava kirliliği, çiçeklerin kimyasal bileşimini etkileyip polen taşıyıcılar için çekiciliğini azaltarak tozlayıcılar üzerinde dolaylı etkilere sahip olur. Kirletici maddeler aynı zamanda arıların koku alma duyuları ve yön bulma yeteneklerini de bozduğundan dolayı tozlama faaliyeti zorlaşır.

Bu yazı Anadolu Ajansı'nda Analiz olarak yayımlanmıştır.

5 Mart 2024 Salı

Avrupa'nın Yenilenebilir Enerji Üretimindeki Yavaşlığı

Avrupa'nın önde gelen enerji şirketlerinden biri olan Siemens Enerji’nin genel müdürü Christian Bruch’a göre, AB yetkilileri Çin'in "ucuz" rüzgar enerjisi ekipmanına erişimini kesmediği takdirde, Avrupa'nın rüzgar enerjisi sektörü de harap olmuş güneş enerjisi endüstrisiyle aynı kaderi paylaşacak. Bruch’a göre Avrupalı bir rüzgar enerjisi endüstrisinin olması isteniyorsa Çinli firmaların  Avrupa’da rahatça ucuz ürünler satması kalite kuralları konularak engellenmelidir.

Bir adım geri çekilerek bunu dikkatlice incelememiz gerekiyor. Bu incelemedeki en önemli sorumuz da “en çok istediğimiz şey ne?” olmalı. Yeryüzünün ve insanlığın başındaki en büyük belanın iklim krizi olduğunu ve bu belanın çok kısa sürede çözülmesi gerektiğini gören biri olarak öncelikle bu belanın sebeplerine bakıyorum. İklim krizinin baş sorumlusu da enerji üretimi için yakılan kömür, petrol ve doğal gazdır. Dolayısıyla da önceliğimiz enerji sistemimizi fosil yakıtlardan arındırmak olmalıdır. Bunu yapmanın en kısa yolu ise enerji üretiminde rüzgar ve güneş gibi iki yenilenebilir kaynağa yüzümüzü dönmektir.

Enerji ihtiyacını yenilenebilir kaynaklardan gidermenin ötesinde, bunu hemen yapmak zorundayız. Yeryüzü ve insanlık için tehlikeli olacak sınırları aşmamak için önümüzde çok kısa bir süre kaldı, bu nedenle de başka endişeleri iklim krizinden daha öne çıkaracak lüksümüz artık kalmadı.

Bunları topladığımızda Çin’in son on sene içerisinde geleceği daha net biçimde öngörüp gerekli hazırlıkları daha önceden yapmaya başladığını görüyoruz. Avrupa her ne kadar iklim alanında öncü olarak görülse de iklim krizinin gereklerini hızlı biçimde algılayarak gerekli önlemleri almayı beceremedi. Bu yavaşlığı Rusya-Ukrayna savaşının başlarında bütün açıklığı ile ortaya döküldü. Rusya’dan aldıkları doğal gaza o denli bağlıydılar ki alternatifleri hızla devreye sokamadılar.

Avrupa ve Almanya sera gazı salımlarını azaltmak için iki basamaklı bir plan yapmıştı. Önce doğal gaz kullanarak kömür bağımlılığını azaltmak, sonra da yenilenebilir enerji kullanarak doğal gaz bağımlılığından kurtulmak. Bu tür planlar gayet mantıklıdır ancak bir de bu planların zaman kısıtı olmalıdır. Yani kömür bağımlılığından kurtulmak için hedef 2025, tüm fosil yakıtlardan kurtulmak için de hedef 2030 diyerek tüm kaynakları buna seferber ederseniz bu tür planların başarı şansı vardır. Otokratik Çin sistemi buna benzer bir yapıda çalışıyor. Avrupa’da bu sistemin çalışmaması için ana neden günün sonunda değişik sektörlerin parlamento üzerinde kurdukları baskı. Yenilenebilir enerji sektörüne yeterince kaynak ayrılmadığı için daha hızlı davranan Çin bu alanda liderliği ele geçirdi. Bu, Avrupa hantal yapısının otokratik ve hızlı Çin’e yenilmesidir.

Ancak sorun aslında bu değil. Bugün karşımızdaki soru şu: Çin’e karşı yenilenebilir enerji sektöründeki yenilgiyi kabullenip iklim krizi karşısındaki savaşı kazanmayı mı amaçlamak gerekiyor? Yoksa aslında iklim krizini durdurmak için savaşıyor olsak da yenilenebilir enerji sektörünü korumak mı önceliktir?

Benim tercihim bu yenilgiden dersler çıkararak iklim krizi savaşını kazanmaya odaklanmak olurdu. Kısacası, Çin akıllı hareket ederek rüzgar ve güneş enerjisi sistemlerinde bir egemenlik kurdu. Bizim gibi ülkeler de enerji üretimleri için hızla yüzlerini Çin’e dönerek bu ucuz üretimden faydalanmak zorundalar çünkü biz kömür, petrol ve doğal gaza döviz harcıyoruz. Bu harcamayı ne kadar sürede azaltabilecek olursak ülke ekonomisi açısından da o derece akıllı bir hareket yapmış oluruz. Bu konuya sadece ekonomi açısından bakanlar için mantıklı bir yaklaşım. Ama bunun ötesinde iklim krizi ile savaşta kaybedecek vaktimiz yok. Yani “Avrupa bu teknolojileri geliştirsin” ya da “biz bu teknolojileri geliştirelim” diye bakabilme lüksümüz bundan 20 sene önceydi. Biz de Avrupa da bu adımları 20 sene önce atmalıydı, atmadık. “Bugün bu teknolojileri geliştirmeye çabalamayalım” dememiz mantıklı değil fakat artık enerjimizi sadece bu teknolojileri geliştirmeye ayıracak lüksümüz kalmadı. Çinliler ucuza yenilenebilir enerji santralleri yapıyorlarsa, ne güzel, bizim acilen yenilenebilir enerjiye ihtiyacımız var. Avrupa gibi yapıp, yerli sanayiyi korumaya çalışmak yerine pragmatik davranıp enerji güvenliğimizi öne çıkartmak zorundayız.

Avrupa bu konuda ne yapacağına kendi karar verebilir. Ancak Avrupa’nın bu konuda alacağı kararlar bizim açımızdan da bağlayıcı olmamalı, bunu kabul etmemize imkan yok. Yani, “ben Çin’den rüzgar santrali almıyorum, benimle çalışan devletlerin de almasını istemiyorum” bugün için ne ülkemizin ne de iklimin yararına olan bir yaklaşımdır ve bu yaklaşıma her şart altında direnmemiz gerekir. 

Avrupa, iklim krizinden bizim kadar kötü etkilenmeyecek, dolayısıyla bizim en hızlı biçimde önlem alarak kendimizi korumamız gerekiyor. Hem enerji bağımsızlığı alanında hem de iklim krizine sağlamamız gereken uyum alanında. Bundan dolayı da şu soruyu sormakta fayda var: Avrupa bizden ithal ettiği ürünler bağlamında bize önce “bu ürün yenilenebilir enerji ile mi üretildi?” diye mi sorar yoksa önce “bu ürün Çin’den aldığınız rüzgar ve güneş santralinden üretilen yenilenebilir enerji ile mi hazırlandı?” şeklinde mi?  Bence bu sorunun cevabı açık, o nedenle de Avrupa ne yaparsa yapsın bizim hızla yenilenebilir enerji yatırımlarını artırmamız gerekiyor.


1 Mart 2024 Cuma

Biyoçeşitlilik Kaç Para Eder?

Biyoçeşitlilik, bir ekosistemdeki canlı türlerinin çeşitliliği ve bu türler arasındaki genetik çeşitlilik olarak tanımlanır. Biyoçeşitlilik, gezegenimizdeki yaşamın zenginliğini ve çeşitliliğini ifade eder. Bu çeşitlilik; bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar ve diğer organizmaları içerir. Biyoçeşitlilik, ekosistemlerin sağlığını ve işlevselliğini sürdürmek için çok önemlidir. Bir ekosistemdeki farklı türler, birbirleriyle karmaşık ilişkiler içinde bulunur ve birçok ekosistem hizmetini sağlar. Örneğin, bitkiler oksijen üretir, toprak erozyonunu önler, su döngüsünü düzenler ve habitat sağlarlar. Aynı şekilde, hayvanlar, tozlaşma, toprak havalandırması ve zararlıları kontrol etme gibi önemli işlevleri yerine getirir. Biyoçeşitliliğin korunması, insanların doğal kaynaklara erişimini ve yaşam kalitesini etkiler. Tarım, ilaç endüstrisi, turizm, ve diğer sektörlerde biyolojik kaynaklara dayalı olarak ekonomik fırsatlar sağlar. Ancak, insan etkinlikleri, habitat kaybı, iklim değişikliği, kirlilik ve türlerin yok olması gibi tehditler biyoçeşitliliği tehlikeye atar.

Biyoekonomi, biyolojik kaynaklardan elde edilen ürünler ve hizmetlerin ekonomik olarak değerlendirilmesi ve kullanılmasıyla ilgilenen bir kavramdır. Bu kavram, biyoteknoloji, tarım, orman yönetimi, gıda üretimi, ilaç endüstrisi ve çevre koruma gibi alanları içerir. Biyoekonomi, doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi ve kullanılması yoluyla ekonomik büyümeyi teşvik eder. Bununla birlikte, biyoekonomi aynı zamanda çevresel sürdürülebilirlik ve toplumsal refahın artırılmasını da amaçlar. Bu nedenle, biyoekonomi, doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde kullanılması ve biyolojik çeşitliliğin korunmasıyla ilgili ekonomik değerlendirmeleri de içerir. Biyoekonominin temel amacı, ekonomik büyümeyi desteklerken çevresel ve sosyal sorumluluğu da gözetmektir.

Biyoekonomi dediğimizde aklımıza sürekli biyolojik kaynakları kullanarak elde edilebilecek kazanç geliyor. Oysa üstlerine bir fiyat etiketi koymak kolay olmasa da esas biyolojik kaynaklar üzerine fiyat etiketi koyamadıklarımızdır. 

Biyoçeşitlilik, bitkilerin çiçeklerinin polenlerinin bir türden diğerine taşınmasını sağlayan farklı türlerin arasındaki etkileşimleri içerir. Bu, meyve ve tohumların oluşumunu sağlar ve çoğu bitki ürününün üretiminde kritik öneme sahiptir. Arılar, kelebekler, kuşlar ve diğer hayvanlar, bitkilerin polinasyonunda önemli rol oynar. Biyoçeşitliliğin azalması, polinatör türlerinin kaybına ve dolayısıyla tarım verimliliğinde düşüşe neden olabilir.

Biyoçeşitlilik, sulak alanlar, nehirler ve göller gibi su sistemlerinin temizlenmesine yardımcı olur. Farklı türler, suyun temizlenmesinde farklı roller üstlenir. Örneğin, sucul bitkiler, zararlı maddeleri emer ve suyu filtreler. Aynı zamanda, mikroorganizmalar sucul ekosistemlerde organik atıkları parçalar ve suyun temizlenmesine katkıda bulunur. Biyoçeşitliliğin azalması, su kalitesinin düşmesine ve su kaynaklarının kirlenmesine neden olabilir.

Biyoçeşitlilik, bitki örtüsünün büyümesi ve gelişmesi yoluyla atmosferden karbon emilimini artırır. Bitkiler, fotosentez süreci sırasında karbondioksidi emer ve oksijen üretirler. Ayrıca bitki örtüsü, karbonu toprakta depolayarak karbon döngüsünü dengelemeye yardımcı olur. Ormanlar, mangrov ormanları, çayırlar ve diğer ekosistemler, karbon emiliminde önemli bir rol oynar. Biyoçeşitliliğin azalması, karbon emilimini azaltabilir ve iklim değişikliğinin etkilerini artırabilir.

Biyoçeşitlilik, ilaç endüstrisi için önemli bir kaynaktır çünkü doğal çevredeki bitkiler, mantarlar ve mikroorganizmalar, çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan etkin bileşenler içerir. Ormanlar, yağmur ormanları ve denizler gibi çeşitli ekosistemler, biyoçeşitliliğin ilaç endüstrisine sağladığı potansiyel kaynaklardır. Biyoçeşitliliğin azalması, yeni ilaç keşfi ve geliştirilmesinde engeller oluşturabilir ve insan sağlığı için önemli tedavi seçeneklerinin kaybına neden olabilir.

Bu nedenlerle biyoçeşitlilik; polinasyon, su temizliği ve karbon emilimi gibi ekosistem hizmetlerinin sağlanmasında kritik bir rol oynar ve insanların sağlığı, refahı ve ekonomisi için önemlidir. Bu ekosistem hizmetlerinin korunması ve sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi, biyoçeşitliliğin öneminin vurgulanmasını gerektirir. 

Biyoçeşitliliğin korunması, biyoekonomi üzerinde bir dizi olumlu etkiye sahiptir. Mesela biyoçeşitliliğin korunması, biyolojik kaynakların sürdürülebilir kullanımını teşvik eder ve bu da yenilik ve inovasyonu destekler. Farklı bitki ve mikroorganizmalar, yeni ilaçlar, tarım ürünleri, biyoyakıtlar, biyoplastikler ve diğer biyolojik tabanlı ürünlerin keşfi ve geliştirilmesi için potansiyel kaynaklar sağlar. Ayrıca biyoçeşitliliğin korunması, ekosistem hizmetlerinin devamını sağlar. Polinasyon, su temizliği, toprak verimliliği, karbon emilimi ve diğer ekosistem hizmetleri, biyoçeşitliliğin sağlıklı ekosistemlerde varlığına dayanır. Bu hizmetler, tarım, su kaynakları yönetimi, iklim değişikliği ve diğer alanlarda ekonomik faydalar sağlar. Son yıllarda bu açıdan yaşanılan kayıplar özellikle tarımda ciddi kayıplara neden olmuştur.

Turizm ve rekreasyon sektörleri de biyoçeşitlilik kaybından etkilenir. Korunan doğal alanlar; doğa turizmi, kuş gözlemciliği, doğa yürüyüşleri ve diğer açık hava etkinlikleri için cazip yerlerdir. Ülkemizde fazla değerlendirilmese de bu tür turizm faaliyetleri, yerel ekonomilere önemli gelir sağlar ve iş imkanları yaratır. 

Biyoçeşitliliği korumak, sürdürülebilir tarım ve orman yönetimini teşvik eder. Çeşitli bitki ve hayvan türlerinin varlığı, zararlılarla mücadelede doğal düşmanlar ve hastalıklara karşı dirençli çeşitlerin kullanımı gibi entegre zararlı yönetimi tekniklerini destekler. Aynı şekilde, ormanların sürdürülebilir yönetimi, biyoçeşitliliğin korunmasına ve orman ürünlerinin uzun vadeli kullanımına odaklanır. Bugün çoğu üretimde doğal malzemelerin kullanılması ve sürdürülebilirlik tercih ediliyorsa, bunun sağlanması için orman kaynaklarının çeşitliliğinin de korunması gerekmektedir. Bundan dolayı biyoçeşitlilik odaklı işletmeler, biyolojik kaynaklardan elde edilen ürünler ve hizmetlerin sürdürülebilir üretimini ve tüketimini teşvik eder. Bu, doğal kaynakların verimli ve etkin bir şekilde kullanılmasını sağlayarak ekonomik büyümeyi ve istihdamı destekler.

Sürdürülebilirlikten bahsettiğimiz zaman çoğunlukla çevre ve doğa konularından bahsediyormuşuz gibi bir his doğuyor. Evet, çevrenin sürdürülebilirliği genel anlamda sürdürülebilirliğin başlıca temellerinden birini oluşturuyor. Ama doğanın bize sağladığı hizmetleri binlerce yıldır hep elimizin altında kabul ettiğimizden bunlara bir ekonomik değer biçmemişiz. Oysa Toroslardaki yörükler artık daha düşük sıcaklıkta da yaşamlarını sürdürebilen arıları satın alarak kiraz yetiştirmeye devam ediyorlar. Eskiden doğada serbestçe var olan bu canlılar artık parayla alınıp satıldığı için biyoekonominin bir parçası haline geldiler. Dolayısıyla doğada serbestçe var olan biyoçeşitliliği korumanın da maddi bir değeri oluşmaya başladı. İnşallah bu değer ödeyemeyeceğimiz bir seviyeye ulaşmadan gözlerimizi açıp biyoçeşitliliğin de değerli olduğunu kavrarız.

Bu yazı EkoIQ dergisinde yayımlanmıştır.

Son Buzul Erimeden

Gezegenimizdeki buzulları kabaca ikiye ayırabiliriz. İlki çoğumuzun aklına gelen kuzey ve güneyde kutupları kaplayan buzullar, diğeri de yüksek dağların tepelerindeki buzullar. Lisedeki coğrafya derslerinde 5000 metre yüksekliğin üzerindeki buzulların 12 ay erimeden kalacaklarını öğrenmiştik. Ancak bu, günümüzde pek doğru değil çünkü küresel ısınma nedeniyle vadiler ısındıkça onların tepesindeki buzullar da yavaş yavaş erimeye başlıyor.

Dağlık bölgelerdeki buzullar aşağılarda yaşayan çoğu insanın temiz su kaynağını oluşturuyor. Himalayalardaki buzullar Çin, Hindistan ve Orta Asya’daki altı nehrin ana su kaynağını oluşturuyor. Bu buzulların önümüzdeki yıllarda tamamen erimesinin yeryüzünün en büyük nüfusunu barındıran bu bölge için ne anlam taşıyacağını anlayabilmek çok da zor değil.

Benzer bir sorun ülkemiz için de geçerli. Fırat ve Dicle Doğu Anadolu’daki yükseklere yağan karın yavaş yavaş erimesiyle beslenen iki nehrimiz. Ancak yağış artık kar olarak değil de yağmur olarak düşmeye başladığında hem suyun akış rejimi değişiyor hem de bölgedeki toprak erozyonu önlenemez biçimde artıyor. Bu tür sorunlar her taraftaki yüksek dağlar ve çevresindeki bölgeler için geçerli. Bu buzullardaki su bittiği zaman oluşacak kuraklık büyük insan hareketliliğine de yol açacak.

Ama kutuplardaki buzullar çok daha büyük bir tehlike barındırıyor. Büyük dağların tepesine tekrar kar yağacak olursa susuzluk sorununu hafifletmek mümkün ama kutuplardaki buzulların oluşması binlerce, hatta milyonlarca yıl sürdüğünden o buzullar bir kez eridiler mi tekrar yerine koymak mümkün olmuyor.

Ayrıca gezegenimizin kuzey ile güneyi arasında önemli bir fark var. Güneyimizde epey büyük bir kara parçası ve onun üzerinde birkaç kilometre kalınlıkta buz tabakası var. Kuzeyimizde ise sadece deniz ve o denizin üzerinde birkaç metre kalınlıkta bir buz tabakası bulunuyor. Dolayısıyla kuzeydeki buzu eritmek son derece kolay, zaten son elli yılda kuzeydeki buzun yarısı da bu şekilde eriyip gitti. Kuzey Kutbu’nda buz kalmadığı ve oranın açık deniz olduğu günleri görmek için çok uzun süre beklemek gerekmeyecek.

Kötü haber Kuzey Kutbu’ndaki buzulların erimesi kuzey bölgelerin ısınmasını da artıracak. İyi haber ise, bu buz çok ince olduğundan erimesi deniz seviyesine ciddi bir etki etmez. Ama Antarktika ve Grönland üzerindeki buzullar böyle değil. Bu buzullar kara üzerinde olduklarından eridiklerinde doğrudan deniz seviyesini artırıcı etki yapıyorlar.

Antarktika ve Grönland’daki toplam buz miktarına baktığımızda bu buzulların erimesinin yeryüzündeki deniz seviyesini 80 metre civarında yükselteceğini görüyoruz. Bunun ne derece büyük bir felaket olacağını anlatmaya gerek yok sanırım. Ama, Taksim’in bir ada olup Çamlıca Adası’ndan Taksim Adası’na motorla gideceğimiz günleri bizler görmeyeceğiz çünkü özellikle Antarktika’nın bir kısmının erimesi öyle kolay değil.

Yalnız Grönland ve Antarktika’nın ortak bir özelliği var. Bu iki kara parçası da ortası kenarlara göre oldukça yüksek bölgeler. Dolayısıyla da sadece buzlar eriyerek suları denize akmıyor. Dev buz kütleleri de denize doğru kayabiliyorlar. Bunu engelleyen ise karanın bittiği yerde milyonlarca yıldır birikmiş olan buz kütleleri. Yükseklikleri birkaç yüz metre olan bu kütlelerin erimesini belgesellerde görüyoruz. Esas kötü olan bu kütleler eridikten sonra kara üzerindeki buzun aşağıya doğru kaymaya başlaması. Bu bağlamda Grönland ve Antarktika’nın batı kesimleri daha kritik durumda. Bu yüzyıl içerisinde bu iki bölgedeki buzulların tamamen eriyip denize karışmaları büyük bir sürpriz olmayacak. Doğu Antarktika’nın ise bu hızda erimesi beklenmiyor. Ancak Grönland ve Batı Antarktika’nın erimesi tüm dünyadaki deniz seviyesini yaklaşık on metre yükseltebilir. Ne yazık ki deniz seviyesindeki olası hızlı artışı gören nesil de bizler olabiliriz.

Kutuplar genelde bizden çok uzakta olduğundan onları tamamen hafızamızdan çıkartıyoruz. Arada penguenleri gösteren belgeseller gördüğümüzde “ay ne şirin” demekle yetiniyoruz sadece. Ama gerçekte gezegenimizin kutuplarında çok önemli değişiklikler oluyor ve bu değişiklikler küresel ısınmanın şiddetlenmesiyle birlikte artıyor. Bu erimeyi azaltmak için iklim krizini durdurmaktan başka çare yok. Etkilerinden kendimizi korumak içinse aklımızı kullanmamız gerekiyor, son buzul erimeden.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.