25 Mart 2022 Cuma

Tarımı göz ardı edemeyiz

İlişkilerin her geçen gün biraz daha karmaşıklaştığı bir gezegende yaşıyoruz. İlk başlarda hayatımız kolaydı. Bir tarla ve birkaç hayvanla hayatımızı geçirebiliyorduk. Oysa şimdi yaşam o kadar basit temellere sığmıyor. Bununla birlikte problemlerimiz ve onların düğümleri de gittikçe daha zor çözülebilir hale geldi.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2015 senesinde Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nı ortaya koydu. Bu amaçlar insanlığın 2015-2030 yılları arasında sürdürülebilir bir gelecek için atması gereken adımları ayrıntısıyla anlatıyordu. O noktada da bugün de çoğumuzun hemen gördüğü problem bu amaçlara ulaşmak için atılması gereken adımların pek çok noktada birbirleriyle çeliştiği oldu. Tüm amaçları birlikte ilerletmek içinse çok derin bir planlama gerekiyor çünkü içinde yaşadığımız gezegen ve bu gezegen içindeki tüm ilişkiler gittikçe daha bağlantılı hale geliyor.

İklim krizi bugün insanlığın ve yeryüzünün karşısındaki sorunların neredeyse en başında geliyor. Bu sorunu çözebilmek için sadece kömür, petrol ve doğal gaz kullanımına son vermek yetmiyor. Bugün bu yakıtların kullanımına son verecek olsak ve başımızdaki belanın önemli bir kısmını azaltacak olsak da ne sorunu tamamen ortadan kaldırabiliyor ne de şimdiye kadar verdiğimiz zararı geri çevirebiliyoruz. Bunun üstüne bir de çoğumuz hayat tarzımızda önemli değişiklikler yapmaya sıcak bakmadığımızdan hem bu hayatı yaşamaya devam edip hem de iklim krizi yok olsun istiyoruz. Tüm sürdürülebilirlik amaçlarını masaya koyup hepsine uyacak bir çözüm üretebilmemiz mümkün. Ama insanlar yaşam tarzlarını değiştirmek istemediklerinde üretilen çözüm doğru ve güzel olmaktansa yamalı bir bohçayı andırıyor. Bu yamalı bohçayla da bir sorunu düzeltmeye çalışırken başımıza kolayca bir başka sorun açabiliyoruz.

İklim krizini durdurmak için hemen petrol kullanan araçlardan vazgeçmemiz gerekiyor. Ancak gerek petrol gerekse de otomobil üreticileri buna sıcak bakmadıklarından bir ara çözüm olarak “biyoyakıt” denen bir çözüm ortaya atılıyor. Yani bir bitkiden araçlarda kullanılacak bir yakıt üretelim. Güzel ama yeryüzündeki tarım alanlarının önemli bir kısmını gıda üretimi için kullanıyoruz ve gene de her gün 821 milyon insan yatağa aç gitmek zorunda kalıyor. Gıda üretim sistemlerimizi değiştirerek ve israfı önleyerek bu rakamı azaltmak mümkün ama gene de tarlalarda besin yerine yakıt yetiştirecek olursak gıda fiyatlarındaki artışın önüne geçmemiz mümkün olmaz. Biyo-yakıtlar atmosfere saldığımız karbondioksidi azaltmak açısından bir çözüm yolu önerse de açlık sorununu artırması açısından da büyük bir sorunun ortaya çıkmasına neden oluyor. Biyo-yakıtları az miktarda ve gıda ile yarışmayacak biçimde üretmek mümkün, ama üretilen bu yakıtlar sadece toplu taşıma veya ambulans gibi mecburi ihtiyaçları karşılayacak seviyede olabiliyor şimdilik. Bu seviyeyi orta ve uzun vadede artırmak mümkün fakat yeryüzünün o kadar bekleyecek vakti kalmadı, bu alternatif teknolojileri üretmekte fazla geç kaldık.

Net sıfır karbona ulaşmak için düşünülen bir diğer çözüm de ormanları artırmak. İlk bakışta makul gözükse de “Peki bu orman alanlarını nereye doğru genişletmeliyiz?” dendiği zaman bulunan en gerçekçi çözüm tarım alanlarının orman alanına geri döndürülmesi oluyor. Çevreciler bu noktada haklı görünüyorlar. O alanlar zaten “zamanında” orman alanıydı, insanlar oraları ele geçirerek tarım alanı yaptılar, şimdi yapacağımız bu alanları ormana geri kazandırmak olmalı. Kendi içinde bakıldığında doğru bir düşünce gibi gözükse de artan nüfusu besleyebilmek için artık o tarım alanlarına ihtiyaç var. Şu anda ne tarım yapılabilen ne de ormanlık olan arazilerin de o durumda olmalarının bir nedeni var: Çünkü o bölgelerde besin veya ağaç yetiştirmek çok fazla emek gerektiriyor ve çoğu zaman da başarı getirmiyor. Özellikle daha önceki devirlerde orman arazisi olmamış yerleri ormana çevirmeye çalışmak ise başarı olasılığı daha düşük bir fikir.

Tarımdaki ürünleri değiştirmek ve daha az gübre kullanmak ise alınan ürünün azalmasına neden oluyor. Bu tür çözümleri geliştirmek ve uzun vadede kullanmak elbette akıllıca bir yöntem ama bugün kullanabilmek için daha az sera gazı salımına neden olacak bitkileri seçmeye ve daha akıllıca gübre kullanmaya onlarca yıl önce başlamış ve alışmış olmamız gerekiyordu. 

İklim krizine üreteceğimiz çözümleri planlarken hep aynı noktaya tosluyoruz. Bu çözümlerin çoğu iyi ve güzel ama bunları uygulamaya yıllar önce başlamamız gerekirdi. Bugün başladığımızda istediğimiz sonuçları alamadan iklim krizinin kötü etkileri çirkin yüzünü çoktan göstermiş olacak. Bu, “artık çabalamaya gerek yok” anlamına gelmiyor. Biz gene de elimizden gelen her alanda çözümler üretmeye çalışalım. Ama artık rahatımız kaçmadan bu krize çözüm getirmek gibi bir şansımız yok. İnsanlar açlıktan ölürken büyük motorlu aracımıza benzin sağlayabilmek için tarlaları kullanamayız. Başka çözüm yolu da kalmadı, artık o araçları park edip yürümemiz gerekiyor.

18 Mart 2022 Cuma

Harekete geçmek için daha fazla beklememeliyiz

Sayın Cumhurbaşkanımız Glasgow İklim Zirvesi sırasında Türkiye’nin Paris Anlaşması çerçevesindeki yeni iklim hedefini açıkladı. Buna göre ülkemiz 2053 yılında net sıfır karbon salan bir ülke haline gelecek. Benzer şekilde Avrupa Birliği de 2050’de net sıfır karbon salan bir bölge olacak. Çin ve Hindistan’ın belirlediği taahhütler ise biraz daha ileri zamanları işaret ediyor. Sera gazı salımları yüksek sayılabilecek ülkelerin çoğu net sıfır karbon salacakları tarihleri açıklıyorlar. Bu konu bağlamında iki ana unsura değinmeye çalışacağım.

İlkin bu net sıfır karbon kavramının bizim için ne anlama geldiğini anlamak gerekiyor. Bugün için ülkemizin sera gazı salımı yaklaşık 500 milyon ton civarında. Bildiğiniz gibi, tek tehlikeli sera gazı karbondioksit değil, o nedenle de diğer sera gazlarının etkileri üzerinden bir toplam yaparak bu rakama ulaşıyoruz. O nedenle de buna 500 milyon ton karbondioksit eşdeğeri demek daha doğru. Ormanlarımız tarafından emilen karbondioksit miktarı da yaklaşık 80 milyon ton. Bu iki rakam da bizim resmen Birleşmiş Milletler’e bildirdiğimiz oranlar, yani ülkemizin resmi beyanı.

Bugünkü koşullarda basit anlatımıyla net sıfır karbon salmak tüm enerji, sanayi, evsel ve tarım sektörlerinden salınan sera gazının 80 milyon tonu aşmaması anlamına geliyor. Bunu sağlayabilmenin iki temel yolu var: Ya sera gazı salımlarımızı azaltırız ya da ormanlarımızı artırırız. Aslında daha da doğrusu bu ikisinin birlikte yapılması. Ancak, orman alanlarını artırmak uzun süreli bir çözüm çünkü her ne kadar ağaçlara çok değer versek de bir ağaç o kadar da fazla karbondioksit emmiyor. Yetişkin bir ağaç, bir senede ancak 20 kiloya yakın karbondioksit emebiliyor ve yetişkin hale gelebilmesi de uzun seneler alıyor. Dolayısıyla, ağaçlarımıza çok iyi bakmak ve orman alanlarımızı genişletmek elbette en önemli görevlerimizden biri, ama ağaç sayısını artırmak bugünkü iklim krizi probleminin başta gelen çözümü değil.

İklim krizinin önüne geçebilmek için 500 milyon ton sera gazı salımımızı 80 milyon tona düşürmemiz gerekiyor. Bunu gerçekleştirmek için de yaklaşık 30 senelik bir zamanımız var. Basit ve doğrusal bir hesap yaparsak senede 14 milyon ton sera gazı salımını azaltmak gibi bir hedefimiz olmak zorunda. Eğer önümüzdeki 10 yıl bu konuda harekete geçmeyip, sonra çaba göstermeye başlarsak bu azaltım miktarı senede 21 milyon ton olacak. Dolayısıyla, ne kadar çabuk harekete geçersek yükümüz o derece hafifliyor. Avrupa Birliği 2050 yılında net sıfır olma sözü verdi ama onlar azaltıma 1992’de başladılar. Yani bu konuda oturmuş bir sistemleri ve bir planları var. Bizim ise ne bir sistemimiz ne de bir planımız var ve ne yazık ki bu konuda herkes birbirine bakıyor.

Bu bağlamda, yola nasıl çıkarız? İlk önce yapılması gereken şey bir yol haritası belirlemektir. Önümüzdeki 30 sene içerisinde 420 milyon to azaltım yapacaksak, önce bu azaltım planının senelere bölünmüş şekilde ortaya konulması gerekir. Elbette küresel dalgalanmalar bu planının zaman içerisinde değişikliklere uğramasına neden olacaktır. Bugün olduğu gibi, bölgemizin savaş ortamında olduğu günlerde, havanın aşırı sıcak veya aşırı soğuk olduğu zamanlarda plandan sapmalar olması doğaldır. Ama özellikle enerji üretimi ve sanayinin bu tür bir uzun vadeli planlamaya ihtiyacı vardır. Önümüzdeki 10, 20 veya 30 yıl içerisinde devlet planlamasının nasıl hareket edeceği güvenilir bir biçimde ortaya konmadan şirketlerin de bu konuda kalıcı adımlar atmaları beklenemez.

Ne yazık ki bu konudaki planlama devlet içerisinde bir yakan top oyununa dönüşmüş durumda. Kimse en önemli sorumluluğu almak istemiyor ve bir noktada da haklılar çünkü içinde yaşamakta olduğumuz başkanlık sistemi içerisinde kararlar başkanlık tarafından alınıyor ve bakanlıklar tarafından da uygulanıyor. Ayrıca burada alınacak kararlar çoğu bakanlığın görev alanlarını çapraz kestiği için hiçbir bakanlık da kendi başına hareket edebilme özgürlüğüne sahip değil. Durum böyle olduğunda da konu yukarıdan gelecek olan kararda tıkanıyor. Başkanlık ve ofisleri ise daha çok ekonomi ve dış politika ile yoğun biçimde meşgul olduklarından iklim krizi konusuna yönelmelerini beklemek bugünkü ortamda çok da gerçekçi görünmüyor.

İklim krizi her geçen anda şiddetini artırıyor ve yakın zamanda ülkemiz de bu sorunlardan şu anda olanın çok ötesinde nasibini almaya başlayacak. Ekonomi ve dış politika sorunlarından kafamızı kaldırıp iklim krizine yönelme vaktini bulduğumuzda almamız gereken önlemler çok daha sertleşmiş olacak. Bundan dolayı özellikle sanayimiz, bugün kendiliğinden harekete geçmeyecek olursa 10 sene sonra çok daha ağır fatura ödeyebileceğim bilincinde olarak pozisyon almaya başlamalıdır. Bildiğimiz gibi yaşamaya devam edecek olursak gelecekte alacağımız önlemler bize çok daha fazla sorun çıkartacak, o nedenle hemen harekete geçmek en doğrusu bence.


11 Mart 2022 Cuma

Büyü ya da Bilim

Çoğumuz ortaokul ve lisede temel fen bilgisi, fizik ve kimya okuduk. Bu dersleri sevelim ya da sevmeyelim, bize verilmesindeki esas amaç ileride karşılaşacağımız olaylara doğa kuralları çerçevesinden bakabilmemizi sağlamaktı. Ancak çoğumuz da bu dersleri alırken içimizden lanet okumuş olabileceğimizden fen bilgisi dersleri istenilen amaca fazla ulaşamadı. Günlük hayatımızda yaşadığımız çoğu olayda ve özellikle de sosyal medya ortamında kişilerin doğa olaylarındansa komplo teorilerine ya da doğa-üstü olaylara olan ilgi göstermesi bu başarısızlığın en önemli göstergesi.

Doğa ve yeryüzü ile ilgili olayları irdelerken eğitimimiz sırasında aldığımız temel bilgileri göz ardı etmek yanlış sonuçlara ulaşmamıza neden olabiliyor. Özellikle de karar mercilerine yakın kişilerin bu tür hatalar yapması çok vahim sonuçlar doğurabiliyor. Bu nedenle ben gayet basit bir kuralı anlatmaya çalışacağım: Enerjinin korunumu.

Eğitim sırasında hepimiz ezberden “potansiyel enerji ile kinetik enerjinin toplamı sabittir” diyerek problem çözmeye giriştik ama günümüzün çoğu problemi enerjinin korunumu kuralına dayanıyor ve olay potansiyel enerji ya da kinetik enerji kadar basit değil. Öncelikle bilmemiz gereken şey şu: Enerji yoktan var edilemez, var olan enerji de yok olmaz. Sadece bir formdan bir başka forma döner. Yeryüzünde kullandığımız enerjinin önemli bir kısmı Güneş’ten gelir, daha az kısmı atomun parçalanmasından oluşan nükleer enerjidir, daha da az kısmı çoğunlukla potansiyel enerji ve yeryüzünün derinliklerindeki atomun parçalanmasından meydana gelen jeotermal kaynaklardır.

Buradan şu sonucu elde ederiz: Kömür, petrol, doğal gaz, hidrojen, odun, buğday ve aklınıza daha ne geliyorsa bir enerji kaynağı değil bir enerji taşıyıcısıdır. Bunların önemli bir kısmı Güneş’ten gelen enerjinin kimyasal süreçler sonucunda depolanmasıyla oluşmuştur. Biz bunları “yaktığımızda” içlerindeki Güneş enerjisi ve diğer kimyasallar açığa çıkar. Petrolün içinde depolanmış enerji milyonlarca yıl önce bir anda Güneş’ten gelen enerjidir sadece. O zamanki bitkiler bu enerjiyi alıp oldukça düşük sayılacak bir verimle kimyasal bir reaksiyonda su ve karbondioksidi birleştirerek bugün petrol dediğimiz yapıya dönmesine yardımcı olmuşlardır. Biz petrolü yaktığımızda ise o enerji ile birlikte su buharı ve karbondioksit açığa çıkar. 

Bugün bizler çıkan enerjiyi istiyoruz ama çıkan karbondioksidi istemiyoruz. Sanayi şu anda bu çıkan karbondioksidi bir amaç için kullanmanın peşinde. Ama bunun basit bir cevabı var: Yapamazsınız! Daha karmaşık cevabı da: Yapabilirsiniz, ancak çok enerji harcamanız gerekir ve elimizde bu kadar çok karbondioksit olmasının nedeni zaten çok enerji harcamış olmamız ve elimizde o kadar bedava enerji olmaması.

Peki, bu kadar çok enerji harcamadan bir kimyasal yöntem veya mühendislik yöntemi bulsak da bu işi halletsek? Olmaz. Unutmayın, konumuz enerjinin korunumu. Enerji Güneş’ten geldi, petrolde depolandı, biz petrolü yaktığımızda o enerjiyi arabamızı hareket ettirmek için kullandık ve elimizde karbondioksit kaldı. Karbondioksit en düşük enerjili üründür. Bundan her ne yapmak isterseniz isteyin, enerji vermeniz gerekir. Bu noktada bir belamız daha var: Gerek bizim kullandığımız sistemler gerekse doğa mükemmel çalışmıyor. Mesela benzinli bir aracın motoru en fazla yüzde 16 verimle çalışır. Yani benzini yaktığımızda çıkan enerjinin sadece yüzde 16’sı motoru çalıştırmaya, yüzde 84’ü de havayı ısıtmaya gider. Bu doğa kanunudur. İstediğiniz kadar iyi bir motor yapın bunu aşamazsınız. Petrolün içindeki karbondioksidin yüzde yüzü havaya karışsa da enerjinin sadece yüzde 16’sı işimize yarar. Havaya karışan karbondioksidi toplamak istesek gene enerji harcarız. O karbondioksitten bir kimyasal üretmek isteseniz gene enerji harcamanız gerekir ve toplamda harcayacağınız enerji arabanızın motorunu çalıştırmak için gerekli olan enerjiden kat kat daha fazladır.

Kısacası, akıllı olup bir çözüm bulmaya çalışmanın bizi bir yere getirmeyeceğini anlamak zorundayız. Sorun bizim yeterince akıllı olmamamız değil doğanın bir takım kuralları olmasından meydana geliyor. Önce fosil yakıtlar kullanıp atmosferi kirletip, sonra da başka bir sistemle atmosferi temizlemek bize gerekli olandan çok daha fazla enerji harcanmasına neden oluyor. En baştaki sorunumuz da zaten enerjinin kısıtlı olmasıdır. Yani, petrol yakıp aracımızı çalıştırıp, sonra çıkan karbondioksidi toplayıp, daha kullanılabilir bir maddeye dönüştürmek için gerekli olan enerji, bizim aracımızı başka bir yöntemle çalıştırmamızdan çok daha fazladır.

Son bir problem daha var. Senede atmosfere 50 milyar ton karbondioksit salıyoruz. Hadi diyelim çıldırdık ve bu miktarda başka bir kimyasal ürettik. Besin hariç hangi kimyasaldan senede 50 milyar ton gerekiyor bize? Atmosfere saldığımız karbondioksit 50 milyar ton değil de 50 milyon ton olmuş olsa, mühendislik ve kimya bize kolayca yardımcı olabilirdi. Ne yazık ki şu andaki durumda tek çözüm bu 50 milyar tonu çok çok daha azaltmak. Eskiden insanlar büyüden medet umarlardı, şimdi de mühendislikten medet umuyorlar. Nasıl büyü maddeyi yoktan var edemezse mühendislik de beceremez. Hayatımızı kolaylaştırmasına müteşekkiriz ama bilim ve mühendisliği büyü gibi algılamaktan vazgeçip doğanın kurallarıyla sınırlandıklarını anlamamız gerekiyor.


4 Mart 2022 Cuma

Uyum ve Riskler

İklim krizinin varlığının ortaya döküldüğü yıllarda Birleşmiş Milletler hükümetlere bu konuda kesin ve doğru bilgi sağlamak için Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ni (IPCC) oluşturdu. Bu panel iklim biliminin çeşitli alanlarında uzman bilim insanlarından oluşur, gönüllülük usulüyle çalışır ve iklim bilimi alanında üretilen bilgileri derleyerek ilgililere raporlar sunar. İklim bilimi konusunda en uzman kişilerin çalışmaları sonucu oluşturulan bu raporlar, bu alandaki kesin ve en doğru bilgi olarak kabul edilir.

Bilim insanları 6-7 yıllık aralıklarla IPCC çatısı altında iklim değişikliği değerlendirme raporları hazırlarlar. Bu raporlar üç ana başlıktan oluşur. İlk başlık iklim değişikliği alanındaki bilimsel bilgiler ve elde edilen verilerdir. IPCC’nin Altıncı Değerlendirme Raporu’nun bu ilk bölümü 2021 yılının Ağustos ayında yayımlandı. Altıncı raporun iklim değişikliğinin etkileri, uyum ve riskleri içeren ikinci bölümü de bu hafta bizlerle paylaşıldı. Azaltım ile ilgili önlemleri ve politikaları içeren üçüncü bölümü de gelecek ay tamamlanacak.

Bir rapor yayımlandıktan bir sonrakine kadarki 6-7 senelik aralıkta iklim krizinin ne derece kötüye gittiği ve yakın gelecekte yaratacağı sonuçlar hakkında sürekli konuşup yazıyorum. Raporlar yayımlandıktan bir süre sonra içimde hep bir hesaplaşma oluyor: Bunca insan üzerimize doğru gelmekte olan felaketi neredeyse hiç umursamadan günlük yaşamına devam ediyor. Belki de ben bu konuyu abartıyorum. Belki bu felaket gerçekten insanların fazla umursamalarına değmeyecek boyutta. Sonra aradan zaman geçiyor ve sıra bir sonraki rapora geliyor. Her yeni rapor bana “sen az bile söylüyorsun ve biz gayet nazik ve politik olmaya çalışıyoruz ama durum aynen düşündüğün kadar kötü” diyor. Bu hafta yayımlanan rapor da bir istisna yaratmadı.

IPCC raporunun yeni yayımlanan bölümü kısaca bize şunu söylüyor: İklim krizini durdurmak için hızla harekete geçmediniz ve şimdi sizin de ekosistemin de diğer canlı türlerinin de başına felaketler gelmeye başladı. Siz bu şekilde devam ederseniz, hepinizin başına gelen belalar birkaç kat artacak. Bu felaketler çoğu yer ve zamanda sizin uyum kapasitenizi de aşacak. Ne yazık ki bu felaketlerden de en büyük zararı gelişme merdiveninde en alt basamakta olanlar görecek.

Raporun içeriğine kendi üslubu ile yaklaşacak olursak:
  • Kısa vadede 1,5°C'ye ulaşan küresel ısınma, çok sayıda iklim tehlikesinde kaçınılmaz artışlara neden olacak ve ekosistemler ve insanlar için çoklu riskler oluşturacaktır.
  • Raporda belirtilen 127 kilit risk için, değerlendirilen orta ve uzun vadeli etkiler, şu anda gözlemlenenden birkaç kat daha fazladır. 
  • İklim değişikliğinin etkileri ve riskleri giderek daha karmaşık ve yönetilmesi daha zor hale geliyor.
  • Küresel ısınma önümüzdeki on yıllarda 1,5°C'yi aşarsa, birçok insani ve doğal sistem, 1,5°C'nin altında kalmaya kıyasla ek ciddi risklerle karşı karşıya kalacaktır.
  • İklim krizinin etkilerini azaltmaya çalışan birçok girişim, dönüşümsel uyum fırsatını azaltan acil ve yakın vadeli iklim riskinin azaltılmasına öncelik veriyor.
  • Uygun koşullar, insan sistemlerinde ve ekosistemlerde uyum tedbirlerinin uygulanabilmesi, hızlandırılması ve sürdürülmesi için anahtardır. Bunlar, siyasi taahhüt ve takip, açık hedef ve önceliklere sahip kurumsal çerçeveler, politikalar ve araçlar, etkiler ve çözümler hakkında gelişmiş bilgi, yeterli finansal kaynakların seferber edilmesi ve bunlara erişim, izleme ve değerlendirme ve kapsayıcı yönetişim süreçlerini içerir.
  • Kapsamlı, etkili ve yenilikçi müdahaleler, sürdürülebilir kalkınmayı ilerletmek için sinerjilerden faydalanabilir ve uyum ile azaltım arasındaki öncelik yarışını azaltabilir.
  • İklim değişikliğinin insan ve doğal sistemleri zaten bozduğu kesindir. Geçmiş ve mevcut kalkınma eğilimleri (geçmiş salımlar, kalkınma ve iklim değişikliği), küresel iklime dayanıklı kalkınmayı ilerletmedi.
  • Daha da önemlisi, mevcut sera gazı emisyonları hızla düşmezse, özellikle de yakın vadede 1,5°C küresel ısınma aşılırsa, iklime dirençli kalkınma beklentileri giderek daha sınırlı hale geliyor.
  • Biyoçeşitliliğin ve ekosistemlerin korunması, iklim değişikliğinin kendilerine getirdiği tehditler ve bunların uyum ve hafifletmedeki rolleri ışığında, iklime dirençli kalkınmanın temelidir.
“Ümit var mı?” derseniz, ümit her zaman vardır, ama krizi yaratan unsurları kontrol altına almada yavaş hareket ettiğimiz müddetçe göreceğimiz zarar da artıyor. Bunu sadece ben değil, IPCC raporu da söylüyor.

1 Mart 2022 Salı

Kömürün sağlık etkisi

İklim krizi dendiği zaman hepimize çok şey biliyormuşuz gibi geliyor ama ne yazık ki filin çevresindeki körler gibi çoğumuzun bilgi alanı sadece en yakınımızda duran olgularla sınırlı. Geriye çekilip resmin tamamına bakabilmeyi ise çok azımız başarabiliyor. Durum böyle olunca da azaltımdan uyuma kadar her alanda gösterilen çabalar her ne kadar ciddi anlamda iyi niyetli olsa da kısıtlı kalıyor.

Son bir ay içerisinde İklim Şurası çalışmaları kapsamında değişik toplantılar vasıtasıyla konunun neredeyse tüm paydaşlarını dinleme fırsatını elde ettim. Kişileri dinlediğinizde hepsinin bildiği kadar, kendi alanlarıyla sınırlı olarak konuya destek vermeye çalıştıklarını görebiliyorsunuz. Kömürlü termik santral yapmaya devam etmemiz gerektiğini düşünen devlet yetkililerimizin bile kötü niyetli olmadığını biliyorum. Karbon Tutma ve Saklama adını verdikleri ve endüstriyel ortamda ölçeklenmesi kısa ve orta vadede imkansız bir teknolojinin var olacağına güvenerek “Karbonu atmosfere saçmayacak olsak da kömüre moratoryum getirmeli miyiz?” sorusunu soruyorlar. Çok haklı bir soru, atmosfere hiçbir gaz ve parçacık saçmayacaksak elbette kömürlü termik santraller kötü değil, özellikle de ülkemizde düşük kalitede de olsa linyit kömürü çıkıyorken.

Ne yazık ki kömürlü termik santrallerin bu şekilde kullanılmasının önünde iki büyük engel var. İlki nispeten kolay: Kömür yandığı zaman karbondioksit çıkar ve karbondioksit en başta gelen sera gazıdır, atmosferin ısınmasına yol açar. Karbondioksit çıkmayacak şekilde kömür yakıp enerji üretmek mümkün değildir çünkü enerjiyi üreten kömürün içindeki karbonun oksijenle birleşip karbondioksit oluşturmasıdır. Bu reaksiyondan çıkan karbondioksidi yakalamak mümkün müdür? Evet. Ama ortaya çıkan enerjinin ciddi bir kısmını bu yakalama işlemine harcamanız gerekir. Yani termik santralin verimi azalır ve üretilen elektriğin maliyeti artar. Zaten bugün bile kömürden elektrik üretmek yenilenebilir enerjiden elektrik üretmenin iki katı maliyete sahipken bir de karbondioksidi yakalamak için bu bedeli daha da arttırmak kömürün iyiden iyiye pahalı bir seçim olmasına yol açar. Hani “elektrik fiyatları neden bu kadar arttı?” diyoruz ya, elektrik üretimi kömür ve doğalgaz pahalılaştığı ve yurtdışından dövizle satın alındığı için daha yüksek bedele ulaştı. 

Diyelim termik santrallerde karbondioksidi yakaladık. Bu yakaladığımız karbondioksit gazlı içecek yapmakta işimize yarayabilir, ama bu ihtiyaç tüm karbondioksit üretiminin binde birinden azdır. Geri kalanı ise toprağın altına gömmekten başka çare yoktur. Ama gömdüğümüz bu gazın da en azından yüzlerce sene yerin altında kalması gerekir. Ülkemiz gibi deprem kuşağında yer alan bir ülkede bunu sağlamak mümkün değildir. Deprem olmasa bile bunu endüstriyel ölçekte yapmayı başaran bir ülke yoktur. Daha da kötüsü gelişmiş ülkeler bile bu çalışmalara ayırdıkları fonları da kısmaya başladılar, çünkü başarı ihtimalini çok düşük görüyorlar. Üstüne bir de bu teknoloji çalışsa bile kömürden elektrik elde etmenin maliyetini neredeyse ikiye katlayacak. Varın siz düşünün işin ekonomisini.

Ama ikinci sorun hepimizi çok daha yakından ilgilendiriyor. Ülkemizdeki çoğu termik santralin bacasında karbondioksit dışındaki maddeleri tutacak filtreler de kullanılmıyor. Bu filtre sistemleri pahalı olduğundan ve kömürün bir geleceği olmadığından elektrik üreticileri bu yatırımın altına girmek istemiyorlar. Girdikleri zaman ise bunu “temiz kömür” olarak sunuyorlar. Oysa kömürün asıl zararı olan karbondiokside hiç dokunmadan atmosfere salıyorlar, dolayısıyla “temiz kömür” lafını duyduğunuzda sakın aldanmayın, kömürün temizi olmaz.

Kömürün yanmasından çıkan diğer şeylerin neden zararlı olduğunu ise şöyle anlatmak mümkün. Diyelim bir nükleer santrali çalıştırmak için uranyuma ihtiyacınız var. Radyoaktif uranyum diğer tüm elementler gibi çevremize yayılmış durumdadır. Bahçedeki toprakla oynadığımızda elimize az da olsa radyoaktif uranyum da bulaşır. Ancak, hem bahçedeki toprakta bulunan radyoaktif uranyum oranı çok düşüktür hem de cildimiz o radyoaktif maddenin vücudumuzun içine girmesine izin vermez. Buna benzer şekilde yer altından çıkarılan kömürün içinde de az da olsa radyoaktif madde bulunur. Bunu bir tepe halinde yığsak ve çevresinde oynasak bize bir zarar vermez. Yalnız elektrik elde etmek için yaktığımızda bu radyoaktif elementler ince bir toz halinde atmosfere yayılır. Bizim hava kirliliği olarak kabul ettiğimiz bu toz nefes aldığımızda akciğerlerimize kadar girip akciğerin içine yapışır. Akciğerin yüzeyi ise ellerimiz gibi bu radyoaktif maddenin dışarıda kalması için değil, tam tersi vücuda kabul edilmesi için çalışır. Vücudun çeşitli yerlerinde ve en başta da akciğerlerde biriken bu radyoaktif madde mutasyonlara ve devamında da kansere yol açar. Sigara tüketimi ile kanser arasındaki ilişkinin benzeri termik santrallerin baca gazı için de geçerlidir. Bu baca gazlarından dolayı tüm dünyada her gün en az on bin kişi yaşamını yitirmektedir.

Şimdi gelelim esas konumuza: Günümüzde iklim krizinden dolayı her yıl çok sayıda insan ölüyor. Bu insanları haber kanallarının paylaşımlarından takip ederek üzülüyoruz. Avustralya’daki yangınlar, Bozkurt’taki sel felaketi, Pasifik’teki tayfunlar, Afrika’da açlıktan ölen insanlar bugün gözümüzün önüne taşınıyor. Gelecekte bunların tamamı daha da şiddetlenecek, buna kesinlikle eminiz. Ancak bunun yanında bizden saklanan gerçekler de var. Medya, varlığını bu tür olayları bize taşımasına borçlu. Bunun yanında her gün kömürlü bir termik santralden çıkan tozlar nedeniyle kanser olup ölenleri, tayfun geçtikten sonra çöken altyapı nedeniyle bulaşıcı hastalıklara kapılanları, yangınlarda ölen insanlar dışındaki doğanın sakinlerini pek fazla göremiyoruz. Oysa ihtiyacımız olan bütüncül bir bakış açısı. Onun için de filin etrafındaki tüm körlerin el ele tutuşup öğrendiklerini birbirlerine anlatmaları gerekiyor. İnşallah o günleri de fazla geç olmadan görebiliriz.