26 Nisan 2014 Cumartesi

Kuraklık var mı, yok mu?

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın “Kuraklık nedeniyle elektrik ithal etmeyi düşünüyoruz” açıklaması üzerine Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun “Sıkıntı yok” açıklamaları insanların kafasında kuraklığın varlığı konusunda ciddi bir soru işareti yarattı. Hatta bu soru işareti üzerine CHP de, mecliste “Hanginize inanalım” diye soru önergesi verdi. Bu soru önergesi üzerine bugün Bakan Yıldız “aslında ikimiz de aynı şeyi söylüyoruz” diyerek kafaları daha da karıştırdı. Aslında bu karışıklığa geçmişte olduğu gibi bir de Gıda, Tarım ve  Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker de görüş beyan ederek katılırsa durum olabilecek en karışık noktaya çıkmış olur. Ancak bakanların bu çelişkili açıklamaları hükümeti de rahatsız etmiş olacak ki bugün biraz daha uyumlu bir söyleme ulaşma çabası vardı.

Bizler her ne kadar arka planını bilmesek de kuraklık aslında bu üç bakanın da konusuna giriyor. Kuraklık önce meteorolojik kuraklık olarak başlıyor, yani yağan yağmur miktarı azalıyor. Bu Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nün bağlı olduğu Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu'nun görev alanına giriyor. Bu kuraklık uzun sürecek olursa ve sulama imkanları da yeterli olmazsa kuraklık tarım üretimini de etkileyerek tarımsal kuraklık halini alıyor ki bu da Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker'in sorumluluk alanı. Gene uzun süren kuraklık barajlardaki su seviyesini etkileyerek elektrik üretiminde azalmaya neden olursa bu da aslında Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın sorunu olmaya başlıyor.
Bu noktada iki önemli soru sormamız gerekiyor, ülkemizde kuraklık var mı ve bu kuraklık ne kadar zamandır sürüyor?
Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nün yayınladığı Standart Yağış İndeksi'ne göre son üç aylık dönemde ülkemizin %21.4'lük bölümü hafif kurak, %27'lik bölümü orta kurak, %9.3'lük bölümü şiddetli kurak, %8'lik bölümü çok şiddetli kurak ve %3.1'lik bölümü de olağanüstü kurak iklim şartları yaşıyor. Dolayısıyla Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nün verilerine göre ülkemizin %68.8'lik bir bölüme bir seviyede kuraklıkla boğuşurken tartışmamız gereken kuraklığın varlığı değil ancak boyutu ve etkileri olabilir.
Gene Meteoroloji Genel Müdürlüğü ile Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'na bağlı Tarla Bitkileri Merkez Araştırma Enstitüsü'nün ortak hazırladıkları Agrometrik Verim Tahmin Bülteni'ne göre 1 Ekim-31 Mart tarihleri arasında ülke genelinde yağışlar uzun yıllar ortalamalarına göre %28.1 oranında azalmış. Geçtiğimiz yıl ile kıyaslandığında ise azalma neredeyse %38. Özellikle kış aylarında beklenen yağışın gelmemesi buğday rekoltesinde önemli bir düşüş beklentisini de beraberinde getiriyor. Ülke genelinde buğday üretiminde beklenen verim kaybı şu an için %10.8. Raporda iller bazında bakıldığında Konya'da %32, Eskişehir'de %34 ve Kilis'de %64 verim kaybı öngörülüyor. Bu verim kaybının daha da artmaması için Mayıs ayında yağışların normal seviyelerde yağması gerekiyor. Mayıs ayında yağışların gene düşük seviyede seyretmesi yaz aylarında ülkemizde ciddi buğday ithalatı ihtiyacı doğmasına sebep olabilir.
Kuraklığın etkilediği bir başka alan da büyük şehirleri besleyen barajlardaki içme suyu miktarı. İSKİ verilerine göre (24 Nisan) İstanbul'daki barajların doluluk oranı sadece %31.37. Eğer suyu tasarruflu kullanmayacak olursak artan tüketim ve buharlaşma ile birlikte yaz aylarında ciddi su sıkıntısı içerisine giriyor olacağız.
İçme suyu barajlarındaki bu durum her şehirde kendisini aynı şekilde ortaya koymuyor. İstanbul barajlarının depolama kapasitesi 775 milyon m3 iken bu barajlarda sadece 240 milyon m3 su var. Ankara'nın 640 milyon m3'lük kapasitesinin 345 milyon m3'lük kısmı dolu. İzmir ise 270 milyon m3 kapasitesinin 219 milyon m3 ile doldurmaya yakın. Ama burada dikkat etmemiz gereken önemli konu şehirlerimizin nüfus/depolama oranları. Nüfusu İstanbul'un üçte biri civarındaki Ankara'nın içme suyu depolama kapasitesi İstanbul'a hayli yakın. Bu probleme bir de Marmara Bölgesi'ne düşen yağışın azalmasını da ekleyecek olursak uzun vadede İstanbul'un artmakta olan nüfusuna daha uzun süre içme suyu sağlayamayabileceği gibi bir sonuçla karşılaşıyoruz.
Son olarak Toprak, Su ve Enerji Çalışma Grubu'nun verilerine göre 23 Nisan itibariyle enerji üretiminde kullanılan barajlardaki doluluk oranları %51 seviyesinde. Bakan Yıldız'ın açıklamaları da aslında iki bakanın açıklamalarının örtüştüğü yönündeydi ki, haklılar. İki bakan da doluluk oranlarını benzer sayılarla ifade etti. Sadece bir bakan bunun yeterli, diğeri de yetersiz olduğu görüşünde, yani bardağın dolu tarafıyla boş tarafı problemi. Ama her iki bakanın da açıklamadıkları temel bilgi, enerji üretiminde kullanılan bu barajların geçen sene bugünlerde %74 dolu olduğuydu. Yani geçtiğimiz seneye oranla kuraklık barajlardaki su miktarını %31 azaltmış durumda. Bu da belki bu seneyi sorunsuz geçirmemize yeterli olabilir, ancak yaz sonunda barajlar neredeyse tamamen boşalmış olacağı için gelecek sonbahar ve kış yağış miktarları gene düşük seyredecek olursa 2015 yazında konuşacağımız esas konu siyaset olmayabilir.
Ülkemiz artan nüfusuyla her geçen gün su fakiri olmaya doğru hızla yol alıyor. Burada hepimize düşen ana görev ortada bir sorun yokmuşçasına kafamızı kuma gömmek değil, ortadaki problemin farkında olup el birliği ile çalışmak ve olabildiğince tasarruf etmektir. Gelecekte ülkemizi daha da kurak yıllar bekliyor.

7 Nisan 2014 Pazartesi

İklimi insan değiştirir, doğa değil!..

Zaman zaman iklim değişikliğinin doğal olduğunu ve bunun tarihte daha önce de gerçekleştiğini duyarsınız. Evet, doğru, dünyanın iklimi tarih boyunca hep değişmiştir, ama bugün yaşadıklarımız tarihte yaşanmış olanlardan farklıdır. Sizlere neden farklı olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle iklimin iki ana denge noktası vardır, birinde dünyada buzullar bulunur, diğerinde de kutuplarda bile buz bulunmaz. Bu iki denge noktasından hangisinde bulunduğumuzu dünyaya güneşten gelen enerji miktarı ve dünyanın coğrafyası belirler. Burada dikkat etmemiz gereken güneşten dünyaya gelen enerji miktarının ya da dünyanın coğrafyasının ne hızla değiştiğidir.
Modern insanın yaşam sürecinde, yani son 18,000 yıl boyunca güneşten dünyaya gelen enerji miktarı sabittir. Ama bu enerji miktarı 100,000 yıllık döngülerle azalır ve çoğalır. Azalmasına buzul çağı diyoruz. Buzul çağları 80,000 yıl sürer, sonra da içinde yaşadığımız ılıman dönem başlar. Ilıman dönem boyunca insanlığın böylesine gelişmesinin sebebi dünyanın sıcaklığının fazla değişmemesidir. İçinde yaşadığımız ılıman dönemin birkaç bin yıl içerisinde yerini bir soğumaya bırakması beklenmektedir. Dolayısıyla dünyanın ısınması ve soğuması onbinlerce yıl süren döngüler halindedir.
Dünyada bugün buz olmasının en önemli sebebi de kıta hareketleridir. Okyanus akıntıları Ekvator bölgesine gelen ısıyı kutuplara doğru taşır. Kutuplarda bu akıntıyı engelleyecek kara parçaları varsa kutuplar buz tutar, yoksa kutuplarda ve dünyanın geri kalanında buz olmaz. Bugün Güney Kutbu'nda Antarktika adını verdiğimiz kıta bulunmaktadır. Bu da Ekvator'dan güneye giden okyanus akıntılarının Güney Kutbu'na erişmesini engelleyerek oranın buzlarla kaplanmasına neden olmaktadır. Ekvator'dan kuzeye doğru çıkan ve adına Gulf Stream dediğimiz akıntı ise Kuzey Kutbu'na varmadan soğuyarak geri dönmektedir. Bunun sebebi de bu akıntının Asya ile Amerika arasından güneye akacak bir açıklık bulamamasıdır. Bu sebepten de içinde yaşadığımız zamanlarda Kuzey Kutbu da buzlarla kaplıdır. Geçmişte, milyonlarca yıl önce, gerek Güney gerekse de Kuzey Kutbu okyanus akıntıların serbestçe o bölgeye ulaşmasından dolayı buzdan arınmıştı. İnsan kaynaklı iklim değişikliği olmasa, gelecek milyonlarca senede de benzer bir durum ortaya çıkabilir. Ama unutmayalım, iklimi değiştiren kıta hareketlerinin oluşması milyonlarca yıl sürer.
Toparlayacak olursak, kıtaların hareketi iklim değiştirir, ama bu milyonlarca yıl süren bir değişikliktir, güneşten gelen enerji miktarının değişmesi iklimi değiştirir, ama bu da onbinlerce yıl süren bir değişikliktir. Dolayısıyla, eğer iklim birkaç yüz senede değişiyorsa bunun ne güneşten gelen enerjideki değişimle ne de kıta hareketleriyle alakası vardır.
O zaman iklimi değiştirebilecek daha kısa süreli olaylara bakmamız gerekiyor. Mesela 1815 yılında Avrupa neredeyse hiç yaz yaşamadı. Bu olayın sebebi o yıl Endonezya'da patlayan Tambora Yanardağı'dır. Yanardağlar patladığı zaman atmosfere toz ve gaz püskürtürler. Bu tozlar da güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasını engelleyerek dünyanın soğumasına neden olur. Yani yanardağ patlamaları dünyayı geçici olarak soğuturlar.
İklimi kısa süreli değiştiren diğer bir unsur da güneş lekelerinin sayısındaki değişikliktir. Güneşin yüzeyinde çoğu zaman kolayca görülebilecek lekeler oluşur. Bu lekelerin sayısı ne kadar fazlaysa dünyaya ulaşan enerji miktarı o denli fazladır, bu lekeler ne derece azsa, enerji miktarı da o kadar azalır. Mesela 1640-1710 arasında güneş lekelerinin sayısı son derece azalmıştır, bu nedenle de dünyanın ortalama sıcaklığı ciddi biçimde düşmüştür. Tarihten okuduğumuz İstanbul Boğazı'nın donması veya İkinci Viyana Kuşatması'nın havanın bozması nedeniyle (!) başarısızlıkla sonuçlanması o dönemden kalan iklimle ilgili bilgilerimizdir. 1710 yılından 1970 yılına kadar güneş lekelerinin sayısında ciddi bir değişim olmamıştır. 1970 yılından bu yana ise güneş lekeleri sürekli azalmaktadır. Yani güneş lekelerindeki azalma dünyayı soğutur ve aslında bu sebepten dolayı son 40 yılda dünyanın hafifçe soğuması gerekir.
Bu unsurlar dışında dünya iklimini etkileyen bir olgu yoktur. Bunlar dışında varlığı iddia edilen herhangi bir etkenin varlığı bilimsel olarak kanıtlanamamıştır. Ama elimizde dünyanın iklimini değiştiren ve gerek varlığı gerekse de etkileri bilimsel olarak kanıtlanmış çok önemli bir etken bulunmaktadır: İnsan yapısı sera gazları ve bunların başında gelen karbondioksit.
Dünyanın ortalama sıcaklığı son yüz senede 0.8 derece artmıştır. Bu sürede güneşten gelen enerji miktarı sabittir. Önemli bir kıta hareketi yoktur. Önemli bir yanardağ patlaması görülmemiştir, görülse bile bu dünyayı soğutacak bir etki yapacaktır, ısıtacak değil. Güneş lekelerinin sayısında son kırk senede bir azalma görülmüştür, bunun etkisi de dünyayı soğutma yönündedir. Ama buna karşılık son yüz senede atmosferdeki sera gazlarının miktarı %30 artış göstermiştir. Sera gazlarının miktarındaki artışın ortamın sıcaklığını arttırdığı kanıtlanmış bir bilimsel gerçek iken insandan başka dünyanın ısınmasına yol açan bir sebep aramaya gerek yoktur. Dünyanın iklimini biz değiştiriyoruz. 

1 Nisan 2014 Salı

Müşterekler problemi olarak iklim değişikliği

Tüm insanlığın müştereklerinin başında okyanuslar, atmosfer ve kutuplar gelir. İklim değişikliği bunların tamamını etkileyen en önemli olgulardan biri olduğundan zamanımızın en büyük müşterekler problemi iklim değişikliğidir.

Ekonomideki müştereklerin trajedisi problemi bireylerin kendilerine en uygun seçimleri yapmalarına rağmen bu seçimlerin toplamının topluluk için en doğru seçim olmamasına dayanır. Normal şartlar altında bu problemin giderek kötüleştiği, toplumun tüm bireyleri tarafından da algılanabileceği için çözüme ulaşmak nispeten daha kolay olabiliyor. Mesela, insanlar bir merada otlaması gereken hayvan sayısından çok daha fazlasını otlatmaya kalktıklarında hayvanların hiçbirinin doymadığını görüp aralarında anlaşarak meranın kaldırabileceği hayvan sayısı kadar hayvan yetiştirme yolunu seçebilirler.

Ancak konu iklim değişikliği olunca anlaşmazlığın boyutu da birkaç sebepten değişiyor. Öncelikle iklim değişikliğinin sonuçları şimdi ve burada görülemeyebiliyor. Mesela, dünyanın zengin ve doğal kaynaklara sahip ülkelerinden biri olan Kanada kuzey eyaletlerindeki kirli kumul petrolünü çıkartıp iklim değişikliği probleminin kötüleşmesine katkıda bulunabiliyor. Oysa Kanada iklim değişikliğinden şu anda zarar gören ülkelerden biri olsa eminim hükümetleri bu adımları atmadan bir kez daha düşünürdü. Ama bir yanda Kanada şu an için iklim değişikliğinden en az etkilenen ülkelerden biri olduğundan, diğer yanda da iklim değişikliğinin en kötü etkileri daha tam olarak görülmeye başlamadığından Kanada ve benzeri ülkeler iklim değişikliği problemini çok daha kötüye götürecek adımları atmaktan hiç kaçınmıyorlar.

Bunların haricinde iklim değişikliğinin temelinde ayrı bir problem yatıyor. İklim değişikliğinin nedeni bizim türlü faaliyetlerimiz sonucu, müşterek kullanmamız gereken atmosfere saldığımız sera gazlarıdır ve biz bu saldığımız sera gazlarından dolayı bir maliyetle karşı karşıya kalmıyoruz. Bacalarımızdan karbondioksit çıktığı an bizim için olay bitmiş oluyor, yani karbondioksit bir dışsallık haline geliyor. Ekonomik açıdan iklim değişikliği problemine bir çözüm bulmak istiyorsak dışsallık olarak gördüğümüz sera gazlarının atmosfere ve dolayısıyla hayatımıza verdiği zararı kabul ederek bu dışsallığı içselleştirmemiz gerekiyor.

Doğaya bıraktığımız bu atıkların bir kısmını doğa kendiliğinden temizleyebilmektedir ancak doğanın temizleyemeyeceği kısmını da temizleme sorumluluğu o atığı oluşturan kişilere düşmektedir. Yani, aldığımız nefesten ürettiğimiz karbondioksit doğa açısından temizlenebilir bir çıktı yaratırken çöpe attığımız içecek kutuları doğanın kendiliğinden temizleyebileceği bir çıktı oluşturmaz. Bu sebeple ürettiğimiz çöpün bir temizlenme veya geri dönüştürülme maliyeti vardır. Üretilen çöpün temizlenme veya geri dönüştürülme maliyetinin çöpü üreten kişi tarafından karşılanmasını sağlamak dışsallıkların içselleştirilmesine bir örnektir. Batı hukukunda kirletenin temizlemesi genel kabul gören bir ilkeyken aynı ilkenin sera gazlarına uygulanmaması problemin arkasında yatan ekonomik boyutu da gözler önüne sermektedir.

Ekonomik büyümenin gözden kaçan önemli boyutu müştereklerimize tecavüzün bedelini ödememesinde yatar. Yani bizler “yeter ki ucuz olsun” mantığıyla alışveriş yaptığımız müddetçe üreten şirketler de üretimlerinin doğaya verdiği zararı karşılamadan malları sadece üretim ve kar paylarıyla bize satacaklar. Oysa malın esas bedeli; üretim masrafı, doğaya verdiği zararın temizlenmesi ve kâr olsa problemlerin çözümünde önemli bir yol alınmış olur. Sera gazları ile kıyaslandığı zaman doğaya verilen diğer zararları hesaplayabilmek nispeten kolaydır. Fabrikalara atıklarını arıtma zorunluluğu getirebiliriz, evsel atıkların azaltılması için geri dönüşümü de teşvik eden yaratıcı çöp vergileri koyabiliriz veya bazı üretim metotlarını tamamen yasaklayabiliriz tıpkı ozon problemini çözmek için yaptığımız gibi. Ama en önemli müştereğimiz olan atmosferi korumak için alacağımız önlemler tüm dünya ekonomisini ciddi biçimde etkileyeceğinden bu yönde çok zor yol alıyoruz.

Sera gazı dışsallığının içselleştirilmesinin ne derece zor bir problem olduğunu geçip basit çözüm önerilerine bakacak olursak bunların başında karbon vergisi geliyor. Sera gazının temelde fosil yakıtların, yani, petrol, kömür ve doğal gazın yakılması sonucunda ortaya çıktığını biliyoruz. Ne kadar kömür yakılırsa ne kadar karbondioksit salınacağı da belli. Bu salınan karbondioksidi doğaya zarar vermeden temizlemenin de bedeli belli. O zaman yapılacak şey de basit, yakmak üzere satın alınacak olan her birim fosil yakıtın satış bedelinin üzerine bir de o yakıt yakıldığında ortaya çıkacak sera gazının temizlenmesi bedelini de ekleriz. Buna karbon vergisi diyoruz.

Burada iki önemli problem var, birincisi ülkemizin sisteminden kaynaklanıyor: “Bu toplanan vergilerin gerçekten sera gazlarını temizlemek için kullanılacağını ben nereden bileyim?” İkincisi ise daha temel bir sorun: Satın aldığımız neredeyse her ürünün üretiminde ciddi miktarda fosil yakıt tüketiliyor. Fosil yakıtlara vergi koymak bu ürünlerin tamamının fiyatının ciddi oranda artması anlamına geliyor. Bu iki ana problem karbon vergisinin uygulanması yolundaki engellerin başında geliyor.

Ama olayı karbon vergisine getirmeden de çözmek mümkün. Bunun için hepimiz günlük tüketimimizi yarı yarıya azaltmalı ve dünya nüfusunun da artışını durdurmalıyız, bu yeterlidir. Sizce hangi çözüm daha gerçekçi?

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Nisan 2014 sayısında bulabilirsiniz.