20 Mayıs 2022 Cuma

Tatlı Yalanlar

 Son zamanlarda bir soruyu sıkça duyar olduk: “İklim krizini önlemek için yapmanız gereken en önemli şey nedir?” Bu aslında epeyce sıkıntılı bir soru. Her ne kadar öyle görünmese de aslında içinde bir fikir de barındıran bir soru bu. Çaktırmadan size “yapacağınız bir şey iklim krizini çözmede çok etkili olabilir” mesajını veriyor. Ne yazık ki özelde iklim krizinin, genelde de insanlığın doğaya verdiği tüm zararın çözümünü öyle tek bir eylemle sağlayabilmek mümkün değil. Daha da ötesi, çok sayıda ufak çabalarla da sağlamak imkansız. Bu krizin bir tek çözüm yöntemi var: yaptığımız neredeyse her şeyi yapış şeklimizi, çoğunlukla çok da kolayımıza gelmeyecek biçimde değiştirmek.

Bu krizin nedeni bizim yaptığımız bir tek şey olsaydı, hatta bir tek değil de kolay sayabileceğimiz birkaç şey olsaydı, çözüm bulmak nispeten kolay olurdu. Mesela geçen yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan ozon tabakasındaki incelmenin nedeni klima, buzdolabı ve deodorantlarda kullandığımız bir kimyasaldı. Devletler hızla bir araya gelerek 1987 yılında imzaladıkları Montreal Protokolü ile bu soruna kısmen çözüm buldular. Doğa da yavaş yavaş dahi olsa kendisini tamir etmeye başladı. İçinde yaşadığımız zamanda bir çılgın çıkıp da bu zararlı kimyasalları yeniden üretmeye başlamazsa çocuklarımıza ve torunlarımıza ozon tabakasının incelmesi gibi bir problem devretmeyebiliriz.

İklim krizi ise bir tek kimyasalla değil hayatımızın neredeyse her noktasında kullandığımız enerji ile ilgili bir problem. İnsanlık kendini akıllı sandığı için doğada bolca bulduğu kömür, petrol ve doğal gazı yakarak enerji üreteceğini, bununla bir uygarlık geliştireceğini ve bunun bir bedeli olmadığını düşündü. Oysa bu eylemin oldukça kötü bir etkisi var. Kömür, petrol ve doğal gaz milyonlarca yıl boyunca Güneş’ten gelen enerjiyi saklamanın bir yöntemi sadece. Ama bu enerjiyi saklayabilmek için bitkiler atmosferde o zaman bolca bulunan karbondioksidi kullanıyorlar. Biz de milyonlarca yıl sonra bulduğumuz kömür, petrol ve doğa gazı yaktığımızda içinde saklı güneş enerjisini açığa çıkartıyoruz. Fakat bu güneş enerjisi ile birlikte bu enerjiyi saklamak için kullanılan karbondioksit de açığa çıkıyor. Ne yazık ki enerji çok işimize yarasa da karbondioksit son derece tehlikeli bir gaz ve atmosferin ısınmasına yol açıyor.

Yaşam biçimimiz ve artan nüfusumuz her geçen gün daha fazla kömür, petrol ve doğal gaz yakarak atmosfere daha fazla karbondioksit salmamıza neden oluyor. Politikacıların uzunca süredir “yapıyormuş” gibi yaptıkları anlaşmalar da bu artışı azaltma yönünde bir katkıda bulunmadığı için gezegenimiz gittikçe ısınıyor. Şimdiye kadar alınan hiçbir karar ve yapılan hiçbir anlaşma bu ısınmayı durduracak bir etkiye sahip değil. Bunun temel sebebi bizim seçtiğimiz politikacıların gezegenin geleceğindense bizlerden alacakları oyu daha fazla önemsemeleridir. Küresel ısınmayı durdurmak için atılması gereken adımları gerçekten atacak olsak hepimizin hayat biçimini ciddi şekilde değiştirmesi gerekiyor. Bunu bize zorunlu kılacak politikacılar da bir sonraki seçimde oy alamamaktan çekindiklerinden sadece “mış” gibi yapıyorlar. Gerçekte ise küresel ısınmanın gezegendeki yaşamı tehlikeli bir noktaya sürüklemesini durduracak gerçek önlemler asla alınamıyor. Burada politikacıları suçladığım düşünülmesin. Aslında suçladığım insanlığın büyük çoğunluğu. Biz istersek bu problemi çözmemiz mümkün ama rahatımız kaçmadan çözmemiz mümkün değil. Bizler ise konuyu rahatımız kaçmadan halletmek istiyoruz.

İşte bu noktada tatlı yalanlar devreye giriyor. İktisatçılar, politikacılar ve en önemlisi fosil yakıt şirketleri bu tatlı yalanları oldukça seviyorlar. Bizler bu tatlı yalanlara inandıkça, özellikle fosil yakıt şirketleri para ve güç kazanmaya devam ediyor. Ancak acı gerçeklerdense tatlı yalanlar daha çekici olduğundan sorunu gidermek yerine vakit geçirmeyi tercih ediyoruz. İklim krizi ilerledikçe en az elimizde olan ise vakit. Böyle devam edecek olursak çok kısa zaman içerisinde büyük sorunlarla karşılaşmaya başlayacağız. Bu nedenle olabildiğince çabuk biçimde bu tatlı yalanlardan kurtulmayı başarmalıyız.

Atmosferdeki kötü gazları toplayıp havanın tekrar soğumasını sağlayacak, yeterli büyüklükte bir teknoloji yok ve gezegenimizi kurtaracak bir sürede de olmayacak. Güneş ve rüzgardan başka, bolca kullanabileceğimiz bir enerji kaynağı yok. Ne bor ne hidrojen, ne de füzyon bizim derdimize çare olabilir. Bor ve hidrojen sadece enerjiyi depolamak için kullanılır, kendileri enerji kaynağı değildir. Füzyon enerjisi, yani kabaca, sudan enerji elde etmek ise onlarca yıl gelecektedir, o da en iyi ihtimalle. 1960 yılında füzyon enerjisinin 30 yıl içerisinde tüm dünyanın enerji ihtiyacını karşılayacağı söylenmişti. 2022’de hala 30 yıl içerisinde aynı hayalimiz var. Bu listeyi daha uzatmak mümkün ama sanırım aslını anladınız. Bu problemi giderebilmenin tek yolu var: Sayımızı, ihtiyaçlarımızı ve tüketimimizi azaltmak. Bunun dışında hiçbir çözüm gerçekçi değil. Hem ekonomilerimizi büyütüp hem nüfusumuzu 10 milyarın üzerine taşıyıp, hem böylesine fazla enerji tüketip hem de doğayı ve iklimi korumamız mümkün değil. Sorun bu kadar basit. Gerisi size anlatılan tatlı yalanlar.  


8 Mayıs 2022 Pazar

Döngüsellik


Döngüsel ekonomi dediğimizde çoğumuzun kafası “ekonomi” kelimesinden dolayı kavramın para ile ilgili olduğuna kayıyor. Döngüsel üretim desek, konu sadece üretim değil, tüketim ve kullanımı da fazlasıyla içeriyor. Döngüsel tüketim de üretimi kapsamıyor. Sonuçta aynı sürdürülebilirlikte olduğu gibi konuyu her yönüyle kavrayan bir kelime bulmak zor, o nedenle genel anlamıyla anlatacağım konuya “Döngüsellik” demek daha doğru olur sanırım.

Aslında bu bizim yabancı olduğumuz bir kavram değil. Çoğu artık aramızdan ayrılmış olan iki nesil önceye soracak olsak, bize bugün neler yapmamız gerektiğini gayet güzel anlatabilirler. Döngüsellik bizim bundan 50 - 70 sene önceki yaşam biçimimizin temelidir. İki savaş arası dönemde ve hemen sonrasında kaynaklar kısıtlı olduğundan insanlar bu kısıtlı kaynaklarla yaşamı sürdürebilmenin akıllıca bir yolunu bulmuşlardı. Bu akıllı yol, kaynaklar nispi olarak bollaşınca unutuldu. Hatta daha da kötüsü toplum içerisinde reklam endüstrisinin de desteğiyle “küçümsenmeye” başladı. Daha başlangıçta akil insanlar bizi uyarmaya çalıştılar ama biz dinlemedik. Hala da dinlememeye devam ediyoruz.

1972 yılında Roma Kulübü adındaki bir düşünce kuruluşu, konusunda uzman bilim insanlarından gelişme ve kaynaklar konusunda bir rapor hazırlamasını istedi. Ortaya çıkan rapor Büyümenin Sınırları (Limits to Growth) bundan elli sene önce bugün yaşamakta olduğumuz problemi tüm açıklığıyla ortaya koydu. Bu rapor üç ana düşünceye dayanıyordu:

  • Dünya dışında bir kaynağımız olmadığına göre kaynaklarımız kısıtlıdır.
  • İnsan nüfusu bu kısıtlı kaynakları umursamadan hızla artıyor.
  • Ekonomik gelişme ile birlikte bireyin kullandığı kaynak miktarı da artıyor.

Görüldüğü gibi, bu rapor büyümenin yaratacağı sosyal ve ekonomik problemlere değil, tamamen kaynaklar üzerine yoğunlaşmıştı. Sonuçlarından bir tanesi oldukça önemli: Eğer böyle devam edecek olursak 2070 yılına kadar dünyanın ekonomik sistemini ciddi bir çöküş bekliyor, çünkü o noktada geri kazanılamayacak pek çok kaynağın sonuna erişmiş olacağız.

Bu 50 sene önce verilmiş bir uyarıydı ve bugünden 50 sene sonra artık şimdiki gibi yaşamaya devam edemeyeceğimizi söylüyordu. Verilen 100 senelik sürenin yarısı problemi düzeltmekle değil daha onu kötüye sürüklemekle geçti. İkinci yarıda ise neler yapmamız gerektiğini ancak düşünmeye başladık. Yalnız biliyoruz ki bugün önemli kararlar alsak bile bu kararların uygulanmaya başlanıp sonuçlarının görülmesi oldukça uzun sürecek. Dolayısıyla, bugün orta yaş civarında olanlar açısından çok fazla sorun yok ama çocuklarımızı çok sıkıntılı bir gelecek bekliyor, hem çevresel ve sosyal sorunlar hem de kaynak kısıtları nedeniyle.

İşte bu sebeplerden dolayı sürdürülebilirlik ile döngüsellik el ele giden iki kavram. Yeryüzündeki varlığımızı sürdürebilmemiz gezegenimizin kaynaklarını dikkatli kullanmamıza bağlı. Elbette bilim kurgu türü düşüncelerle asteroid kuşağına gidip oradan çeşitli metalleri Dünya’ya taşımayı, ya da Jüpiter’in atmosferinden hidrojen alıp Dünya’da yakıt olarak kullanmayı düşünebiliriz ama ne yazık ki bunları önümüzdeki 50 sene içerisinde kolaylıkla işler hale getirebilmemiz pek de mümkün görünmüyor. O nedenle yeryüzünün bize sağladığı imkanlarla idare etmemiz gerekiyor. Bunu yapabilmek için de üretime ve tüketime bakış açımızı değiştirmemiz zorunludur.

Öncelikle, son 50 senede fazlasıyla şımardık. Markete gittiğimizde hepsi birbirine benzeyen domateslerden alıp evimize geliyoruz, buzdolabında bir hafta kaldığında bu domatesler çürümeye başlıyor ve bir kısmını yemeden çöpe atıyoruz. “Ben yapmam öyle şey” diyenleriniz mutlaka vardır ama ülkemizde üretilen gıda ürünlerinin yarısının yenmeden çöpe gittiği bir gerçek. Eskiden evlerde buzdolabı yokken bile bu kadar çok gıda çöpe gitmiyordu. Bu problemin iki temeli var. İlki domateslerin üretimi ile ilgili. Artık yakınlarda bir yerde yamru yumru ama dayanıklı domatesler üretmiyoruz. Bunun yanında eskisi gibi her gün ya da gün aşırı manava da gidilmiyor. Bu iki unsuru birleştirdiğimizde gittikçe daha fazla gıdanın gittikçe fazla kilometre yol kat ettiğini ve daha fazla kasalarda beklediğini görüyoruz. Bunlar gıdanın önemli kısmının tabağa ulaşmadan çöpe gitmesine yol açıyor.

Üzerine, bir de bozulan gıdayı çöpe döküyoruz ve çöp gene kilometrelerce taşınarak uzaklarda bir yere gidip depolanıyor ve eğer şanslıysak bir kısmı yakılarak enerjiye dönüşebiliyor. Ama topraktan aldığımızın önemli kısmını toprağa geri döndürecek bir sistemimiz yok. Her sene daha fazla enerji harcayıp, daha fazla gübre üretiyoruz ve toprağın bu gübreyle daha fazla ürün vermesini bekliyoruz. Oysa toprak artık yorgun ve esas ihtiyacı gübre değil dinlenmek ve bizim o çöplüklerde biriktirdiğimiz gıda atığının olabildiğince büyük kısmının toprağa geri gelmesi, yani kompost. Bizim sindirim atıklarımız da geçmişte olduğu gibi toprağa geri dönecek olsa çok faydalı olurdu ama öylesine fazla kimyasal madde ve ilaç tüketilen bir ortamda bunun toprağa yarardan çok zarar getirmesi olasıdır.

Modern yaşamın bir parçası olarak daha fazla hayvansal gıda tüketmeye başladık. Gene “etin kilosu kaç para, senin haberin var mı?” diyenleriniz mutlaka vardır, ama yeryüzünde üretilen ve tüketilen hayvansal gıdaya baktığımızda kişi başına düşen miktarda ciddi artış olduğunu görebiliyoruz. Hayvansal gıda üretimi kendi başına bir sorun yaratmıyor ancak başta konuştuğumuz gibi, sayımız çok artmış durumda. Hepimiz aynı biçimde hayvansal gıda ile beslenmek isteyecek olursak buna yeryüzünün kaynakları yetemiyor. Zengin ülkelerin fazlasıyla protein zengini bir menü seçmeleri de problemi daha da kötüleştiriyor çünkü bu ek proteinin önemli bir kısmı kendi ülkelerinden çok daha uzaklarda yetişip bir türlü toprağa geri dönemiyor.

Her gün yarısı çöpe atılacak gıdayı üretmek için de yeryüzünün kaynaklarının önemli bir kısmını tüketiyoruz. Tarımda bolca kullanılan petrol ise yakıldığında karbondioksit gazı olarak atmosfere salınıp sera etkisini artırıyor. Bu sarmaldan çıkmak zorundayız ve bunu sadece azımız hayatlarında değişiklik yaparak sağlayamayız. Çözümler var ve mümkün, yeter ki biz hayat tarzımızda değişiklik yapmayı kabul edelim. Daha fazla bitkisel ürünlerle beslenmek, daha az besinin çöpe gitmesine izin vermek, daha yerel yiyecekler tüketmek, olabildiğince çok kompost yapıp bunun toprakla buluşmasını sağlamak, kentlerde bahçeler kurarak kendi gıdamızı üretmek bugünden başlayarak yapabileceğimiz şeyler. Zaman içerisinde bunlara çok sayıda madde eklenecektir, eminim.

Döngüsellik başlığını görünce geri dönüşümden bahsedeceğimizi düşünmüşsünüzdür muhtemelen. Gıda ve tarım ürünleri, gömlekler ve cep telefonları kadar döngüsel üretim ve tüketimin bir parçası ancak ne yazık ki döngüsellik dediğimizde aklımıza ilk gelen unsur olmuyor. Ama unutmayın, cep telefonu olmadan yaşayabiliriz (diye umuyorum), yemek yemeden dayanmamız çok daha zor olur. O nedenle döngüselliğe giriş, tarım ve gıdadan başlamalı diye düşünüyorum.


6 Mayıs 2022 Cuma

Dünyadaki Toprakların Görünümü

1992 Rio Zirvesi şimdiye kadar çevre alanında atılmış en önemli adımlardan biridir. Bu zirve çoğumuzun bildiği İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin kabul edildiği toplantıdır. Bunun dışında iki önemli sözleşme daha kabul edilmiştir. Bunlardan biri daha önce sözünü ettiğimiz Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesidir. Bu üç sözleşme bağlamında düzenli olarak yeryüzünün durumunu anlatan raporlar yayımlanır. Son bir sene içerisinde iklim ve biyoçeşitlilik alanındaki raporlar yayımlandı ve sizlere bunları elimden geldiğince özetlemeye çalıştım. Bu hafta ise çölleşme ve toprak kullanımı hakkındaki Dünyadaki Toprakların Görünümü (Global Land Outlook) raporu açıklandı.

Raporu birkaç ana başlık altında toparlamak mümkün:

  • İnsanlar şimdiye kadar dünyanın kara alanının %70'inden fazlasını doğal halinden değiştirmiş durumdadır. Ekonominin yarısına yakınını oluşturan bu kaynaklardaki azalma gelecek açısından önemli riskleri beraberinde getirmektedir. Ayrıca çoğunluğu Afrika’da olmak üzere kara alanlarının yüzde 40’a yakın kısmı özgün niteliğini yitirmiş durumdadır. Ormanların kesilmesi, yer altı sularının aşırı kullanımı ve erozyon, meraların tarım alanlarına çevrilmesi bu kayıpların önemli kısmını oluşturmaktadır. Bununla bağlantılı olarak küresel bağlamda; memelilerin, kuşların, sürüngenlerin ve balıkların nüfusu son elli senede yüzde 68 azalmıştır.
  • Gıda sistemleri, ormansızlaşmanın %80'inden, sera gazı salımlarının yüzde 29'undan sorumludur ve karadaki biyoçeşitlilik kaybının en büyük nedenidir. Yeryüzündeki toprakların yüzde 40’ı tarımsal aktiviteye ayrılmıştır ve bu alanın yarısını da artık yorulmuş ve tarımsal özelliğini kaybetmiş topraklar oluşturmaktadır. Büyükbaş hayvan yetiştiriciliği, palmiye yağı ve soya üretimi ormanların kaybının en önemli sorumlularıdır. Daha çok toprağın üzerinde ne yetiştirildiği ile ilgilendiğimizden toprağın altındaki yaşam ve toprağın besleme kapasitesi fazlasıyla azalmış durumdadır. Çözüm daha fazla bitkisel beslenmeye yönelme ve ekolojik tarım yöntemlerine dönme ile sağlanabilir.
  • ​Ekosistemleri korumak ve eski haline getirmek, küresel ısınma hedeflerine ulaşmak için gereken kara tabanlı iklim çözümlerinin üçte birinden fazlasını sağlayabilir. İklim krizinin bir tek mucizevi çözümü yok. Sorunu çözebilmek için insanlığın neden olduğu tüm aktivitelerde değişikliğe gitmemiz gerekiyor. Arazileri mümkün olduğunca eski hallerine döndürebilmek ve elimizde olanları da bozulmadan korumak bu arazilerin kaybı ile oluşan sera gazı salımlarını da azaltacak ve yutak alanlarının da geri döndürülmesine yardımcı olacaktır. Elbette, tüm bunların başarılabilmesi için gıda sisteminde hayvansal ağırlıktan bitkisel ağırlığa geçiş yapılmasının yanı sıra gıda israfının önlenmesi de elzemdir. 
  • Arazi bozulması en çok doğaya yakın yaşayan, marjinal toplulukları tehdit ediyor. Ancak bu grupların da ekosistem restorasyonu ve korunmasına katkıda bulunacak çok şeyi var. Doğal alanlarında yaşamaya devam eden bu topluluklar bugün için kara alanlarının yaklaşık dörtte birine sahiptir. Nüfus olarak küçük bir grup olsalar da biyoçeşitliliğin yüzde 40’ı henüz bozuluma uğramamış bu alanlarda bulunuyor. Tüm dünyada sayıları 500 milyonu bulan bu grupları yerlerinden etmek yerine korumaya çalışmak, aynı zamanda kara alanlarının ve biyoçeşitliliğin de korunmasına yardımcı olacaktır.
  • Dünya, araziyi korumak ve eski haline getirmek ile "her zamanki gibi iş yapmak (Business as Usual - BAU)" arasında zor bir seçimle karşı karşıya kalıyor. Bugünkü iş ve tarım yapma yöntemlerimizle sera gazı salımlarının yüzde 17’si ormansızlaşma, yanlış tarım uygulamaları ve toprağın bozulumu ile ortaya çıkmaktadır. Bu şekilde yaşamaya devam edecek olursak çok da uzak olmayan bir gelecekte kendimizi besleyecek gıdayı üretebilmeyi de başaramayacağımızdan böcekler ve yosunlar gibi alternatif kaynaklara yönelmek zorunda kalacağız. Ülkemizin de içinde bulunduğu bölgede toprağın gittikçe fakirleşmesi alınan tarımsal ürün miktarını ve bu ürünün kalitesini de her geçen gün daha kötü biçimde etkiliyor. Böyle devam edemeyiz. Arazi bozulumunu ve kaybını önlemenin ötesinde, ekolojik tarım yöntemleri, yeniden ormanlaştırma ve meraları geri döndürme ile kaybettiklerimizi de geri alabilmemiz mümkündür. Ama esas çözüm bir yandan kayıplarımızı geri almaya çalışırken öte yandan elimizdekileri kaybetmemekte yatar.

Unutmayalım, cep telefonumuz olmadan yaşayabiliriz ama temiz su ve gıda olmadan uzun süre hayatta kalmamız imkansızdır. Yeryüzünün tüm kaynaklarını tüketip bozduktan sonra yosunlar ve böcekler gibi kaynaklardan beslenmeyi hayal etmek ancak bilim kurgu filmlerinde olabilen bir senaryodur. Benzer bir senaryo ile gerçek hayatta karşılaşacak olursak insan nüfusunun şu andaki seviyesinde tutunabilmesi mümkün değildir. Yeryüzündeki insan nüfusunun azalması elbette arzu edilen ve en makul çözümlerden biridir. Ancak bunun açlık, kitlesel ölümler ve savaşlarla değil, zamana yayılmış biçimde bizim alacağımız kararlar doğrultusunda oluşması doğru olan çözümdür. Yalnız biz böyle yaşamaya ve üretmeye devam edecek olursak doğanın bizim vereceğimiz kararı uzun süre bekleyecek halinin kalmadığını söylüyor Birleşmiş Milletler Raporu.


1 Mayıs 2022 Pazar

Oyun oynamayı bırakın artık

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin 6. Değerlendirme Raporu’nun üçüncü bölümünü sunan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres konuyu hiç olmadığı kadar açıklıkla ortaya koydu: “Devletler size yalan söylüyor.” Bunca toplantı, karar ve anlaşma sonrasında iklim krizini durdurmak için yapılan şeylerin toplamı sıfır olmasa da bunların etkisi problemin büyüklüğü karşısında sıfır kabul edilebilir. Bu sorunun büyüklüğünü birkaç nokta ile anlatabiliriz:

Bilim insanlarının düşünce yapılarını, düşündüklerini ve söylediklerini anlamak zorundayız. Günlük hayatımızda karşımıza türlü riskler çıkar ve bu risklerin gerçekleşme olasılığı oldukça düşük olduğundan umursamadan hayatımıza devam ederiz. Mesela asansöre binmek bir risktir. Sonuçta asansör mekanik bir cihazdır ve bu cihazda oluşabilecek türlü problemlerden dolayı insanların hayatını kaybetmesi riski vardır. Ancak bu risk küçük olduğundan çoğumuz bu durumu umursamayız. Bilim insanları ise size asla asansörün “kesinlikle güvenilir” olduğunu söyleyemez, çünkü “kesinlikle” kelimesi bilimde çok ayrı bir anlam taşır. “Kesinlikle” yüzde 100 demektir. “Kesinlikle” başka yolu yok demektir. Bilim insanları ise daha çok olasılıklar çerçevesinde düşünür ve olayları o şekilde ortaya koyarlar. Davranışlarında da asansöre binmeyi tercih ederler çünkü riskin davranış değişikliğine gerek bırakmadığına inanırlar.

Yalnız konu asansör gibi mekanik ve neredeyse tamamen ölçülüp denetlenebilen bir konu değilse bilim yorum yapmamayı tercih eder. Mesela, atmosfere yaydığımız karbondioksidin atmosferi ısıttığına emin miyiz? Kesinlikle evet. Atmosfere 1000 milyar ton daha karbondioksit saldığımızda atmosferin kaç derece ısınacağını biliyor muyuz? Aslında biliyoruz, ama burada bilim insanları çok iddialı konuşmak yerine temkinli davranmayı seçerler. Çoğunlukla “ısınma muhtemelen 2,5 ila 3℃ arasında olur” şeklinde bir yorum duyarsınız. Dönüp aynı bilim insanlarına “neden peki muhtemelen diyorsunuz?” diye soracak olursanız, “bildiğimiz çok şey olmasına rağmen bilmediğimiz çok şey de olduğundan temkinli konuşuyoruz” cevabını alırsınız. Normalde çoğumuz bu cevabın geleceğini bildiğimizden o soruyu sormayız ve bu noktada dururuz. Ama durmayıp bir soru daha sorsak ve “peki sizin hissiyatınıza göre bu bilmediğiniz şeyler ısınmayı seviyesini artırır mı azaltır mı?” desek, cevap büyük olasılıkla “artırır” olacaktır.

Kısacası, bilim insanlarının bizlere gelecekle ilgili söyledikleri çoğu şey aslında karşımıza çıkacak olan problemin neredeyse emin olduğumuz kısmıdır. Ancak problem karşımıza bundan kat kat kötü sonuçlar çıkartabilir ve ne yazık ki daha iyi bir sonuçla karşılaşma şansımız çok düşüktür. Bu nedenle bilim insanları “ısınmayı ortalamada 2℃’nin altında tutmalıyız” diyorlarsa bunu çok iyimser bir uyarı olarak almalıyız, aslında yapmamız gereken muhtemelen ısınmayı bugünkü seviyede (1,3℃) durdurmaktır. Dünya’nın 2℃’ye kadar ısınmasına izin verirsek başımıza oldukça büyük belalar açacağımız kesindir ve daha da büyük belalar açılması muhtemeldir ama bilim insanları temkinli davranarak bizi fazla korkutmuyorlar.

Bir diğer konu Paris Anlaşması’nın niteliğidir. Her ne kadar Paris Anlaşması’nın küresel ısınmayı 2℃’nin oldukça altında ve mümkünse 1,5℃ ile sınırlaması düşünülse de anlaşmanın yapısında ısınmayı yeterli biçimde azaltacak hükümler yoktur. Anlaşma Çin’in iklim müzakerecisi Xie Zhenhua’nın düşüncesidir. 2014 yılında Lima’daki iklim görüşmelerinin de anlaşma ile sonuçlanmayacağı belli olduğunda Xie bir anlaşma fikri ortaya atmıştır. Bu fikre göre devletler iklim krizini önlemek için kendi belirledikleri önlemleri bildirip bu bildirilen önlemlere göre de bir anlaşma yapılacaktır. Paris Anlaşması’nın özü budur. Devletlerin belirledikleri önlemler ısınmayı değil 1,5℃ ile durdurmak, neredeyse 3℃’ye artıracak seviyededir. Anlaşma süresi 2030 yılına kadardır ve sürenin yarısı geçmiş olmasına rağmen devletler hala ısınmayı nasıl olup da 1,5℃ ile sınırlayacakları konusunda bir fikir birliğine varamamışlardır. Tüm kol kıvırmalar sonucunda Glasgow’da varılan nokta “eğer herkes verdiği sözü tutacak olursa” ısınmanın 2,4℃ ile durdurulabilmesine izin vermektedir. 

Glasgow iklim görüşmeleri öncesinde ülkemiz de dahil olmak üzere çok sayıda devlet 2050 yılı ve sonrasına dair iklim hedeflerini açıklamışlardır. Mesela geçen sene bu zamanlarda İngiltere hükümeti 2035 yılına kadar sera gazı salımlarını 1990 seviyesine göre %78 azaltacağını ve 2050 yılında da net sıfır sera gazı salan bir ülke olacağını taahhüt etmiştir. Aradan daha bir sene geçmeden bu taahhüdü yerine getiremeyeceklerini söylemekle kalmayıp yeni kömür madenlerinin açılmasına izin verdiler. Diğer ülkelerin de tutumları benzerdir. Politika masasında verilen çoğu söz gerçeğe uymadığından herkes evine geri döndüğünde değişik bir yol çizmektedir. Dolayısıyla küresel ısınmanın 2,4℃ ile durdurulması bile artık bir mucize olmadıkça imkan dahilinde değildir. Bilim insanlarının yukarıda anlattığım düşünce ve davranış tarzlarını da hesaba katacak olursak yeryüzünü 2,4℃’nin oldukça üzerinde bir ısınma beklediği aşikardır.

Peki devletlerin taahhütleri bizi hedefe ulaştırmaktan bu derece uzaksa hala nasıl masada oturabiliyorlar? Guterres hiç de nazik davranmadan bunun cevabını verdi: “Yalan söylüyorlar.” Bu yalanların en önemlisi ise şu anda kendimizi fazla üzmeye gerek olmadığı, gelecekte geliştirilecek bir teknolojinin tüm bu problemleri hızla çözeceğidir. Gelecekte ortaya çıkacak teknolojilerin en önemlisi de karbonu yakalayıp ya kullanma ya da saklama teknolojileridir. Bunu kabaca ikiye bölecek olursak, termik santrallerden çıkan karbondioksidi tutma teknolojisi halen var, yeni bir çığır açılmasına hiç gerek yok. Ama bu teknoloji üretilen enerjinin fiyatını neredeyse %50 artırdığı için kullanılmıyor. Olduğu haliyle kömür ve doğal gazdan elektrik elde etmek zaten rüzgar ve güneşe göre pahalı. Bir de bunun üzerine %50 karbon tutma maliyeti eklenecek olursa kömür ve doğal gaz santralleri tamamen pahalı kalırlar. Asıl önemli nokta burada. Bu sektörler şu anda bile ancak devlet desteği ile rekabetçi konumda kalabiliyorlar. Karbonu tutacak yatırımı yapsalar ayakta kalamazlar. Unutmayın, ülkemizdeki çok sayıda kömürlü termik santral, bacasından çıkan partikülleri tutacak filtreyi taktırmanın maliyetine bile katlanmak istemiyor.

Bir diğer tarafta da teorik olarak tutulan bu gazların nerede depolanacağı sorunu bulunuyor. Dünyada her yıl 60 milyar ton sera gazı salınıyor. Depolama kapasitemiz ise bunun binde biri, yani derdimize ilaç olabilmekten çok uzak. Ayrıca bu depolanan gazların depolandıkları yerlerden kaçıp atmosferi ısıtmayacaklarının da bir garantisi yok. Kısacası, olduğumuz gibi yaşamaya devam edip, kömür, doğal gaz ya da hatta biyoetanol yakıp sonra çıkan gazları toplayıp yerin altına saklamanın kolay ve ucuz bir yolu yok, olmayacak da. Bunun bir çözüm olacağını size söyleyenler ve buna dayanarak şirketlerini yönetenler size yalan söylüyorlar. Bu problemi çözebilmemizin tek bir yolu var, o da oyun oynamayı bırakıp gerçek çözümlere yönelmek, bu çözümler ne kadar acı verici olsa da.