19 Ağustos 2014 Salı

Hava tahmini neden zordur?

Bir şeyin varlığı ya da geleceği konusunda herhangi bir tahmin yaptığınız zaman aslında dört sonuç oluşabilir. Ya siz olacak dersiniz ve olur (doğru pozitif), ya siz olmaz dersiniz ve olmaz (doğru negatif), ya siz olacak dersiniz ve olmaz (yanlış negatif), ya da siz olmayacak dersiniz ve olur (yanlış pozitif). Durum ne olursa olsun, doğru pozitif ve doğru negatifler, yani sizin olayları doğru bildiğiniz haller sizin ana başarınızı belirler. Siz olacak ve olmayacak şeyleri doğru tahmin edemiyorsanız gerisini düşünmeye bile gerek yoktur.
Burada “doğru bilmenin” derecesi önem kazanır. Mesela “yarın yağışlı olacak” dediğinizde %80 ihtimalle doğru tahminde bulunuyorsanız veya “yarın yağışlı olmayacak” dediğinizde %80 ihtimalle hava yağışlı değilse başarılı bir tahmin yaptığınız söylenebilir mi? Bu aslında zor bir soru ve yukarıda verdiğim iki örnek her ne kadar simetrik görünse de simetrik örnekler değiller.

Açıklayayım: “Yarın hava yağışlı olacak” dendiğinde ne yaparsınız? Eğer açık havada yapılacak işleriniz varsa ertelemeyi düşünürsünüz ve yanınızda şemsiyeyle dolaşırsınız. Ya yağmurlu dendiği halde yağmur yağmazsa ne olur? Planlarınızı ertelediğiniz veya tüm gün elinizde şemsiye taşıdığınız için bozulursunuz, belki bir iki gün söylenirsiniz, ama sonra bu olay unutulur gider.

“Yarın hava yağışlı olmayacak” dendiğinde ne yaparsınız? Piknik planlarınıza devam edersiniz ve yanınıza şemsiye almayı düşünmezsiniz. Ama ya yağacak olursa ne olur? Piknik sırasında sırılsıklam olup herkesi davet ettiğinize mi yanarsınız hava durumuna güvenip arkadaşlarınıza mahcup olduğunuza mı? Ne olursa olsun bu hatayı iki günde unutmanız kolay değildir.
Bu problemde yanlış pozitif tahmin (yağmur yağması) yanlış negatif tahminden (yağmur yağmaması) çok daha kötü sonuç doğurabilir. O zaman tahmini yapacak olan kişi sizce ne yapmalı? Ben olsam, her gün yağmurlu dememem için fazla bir nedenim olmayabilir. Ama o zaman da başka bir sonuçla karşılaşıyoruz, o da çocukluktan beri okuduğumuz yalancı çoban sendromu. Hani şu köyü kandırmak için “kurtlar sürüyü yedi” türü bir yalan söyleyip, sonra başka bir gün o olay gerçekleştiğinde kimseyi inandıramayan çoban olayı. Yani hava tahmini yapacak kişi uzun vadede yağış beklentisini abartırsa bir müddet sonra onu dinleyen insanlar bu tahmine inanmamaya başlar. Dolayısıyla yağış tahminlerini abartılı aktarmak çözüm olmadığı gibi doğru da değildir.
Hava tahmini konusunda iki tarafa da önemli bir görev düşüyor. Tahmini yapan kişiler bunu en iyi şekilde yapmak zorundalar. Bizler de bu tahminlerin sadece birer tahmin olduğunu ve hata payı olduğunu bilmek zorundayız.
Esas problemimiz de burada başlıyor. En azından benim görüşüme göre hatalı tahmin yapan kişi ve kurumlar hatalı tahmin yaptıklarını belirterek bu hatalı tahminlere yol açan sebepleri bütün noktalarıyla tespit etmeli daha sonra aynı hatayı tekrarlamayacakları yönünde bir açıklama yapmalıdır. Bu bir suçun kabulü falan değil, sadece tahminde neden yanılmış olunduğunun bir açıklaması olur. Böylece bir dahaki sefere hem o kişi ve kurumlara hem de tahminlerine olan güvenim artar. Ne yazık ki ülkemizde bu sık yapılmadığı için türlü tahminlere olan güvenimiz de tam olamıyor.
Bu yazıyı yazmamın esas sebebine gelirsek: Osmanlı zamanında sonra 1940'larda İstanbul'da bir hortum görülmüş ve Haziran ayının sonuna kadar da İstanbul'un Marmara kıyılarında başka bir hortum kaydedilmemiş (benim bildiğim ve meteorologların söylediği kadarıyla). Ancak İstanbul çevresinde son iki ayda iki hortum olayıyla karşılaştık ve tüm gözler bir kez daha meteorologlara çevrildi. “Efendim, koca meteorologlar nasıl olur da bu hortum olaylarını önceden tahmin edemezler?” Öncelikle bu hortum olayları bizim coğrafyamıza ABD'nin orta ve güney eyaletlerinde olduğu gibi sık görülen olaylar değildir. Bu sebeple de ne bunları önceden tahmin edecek- ki bu tahmin günler öncesinde değil ancak dakikalar öncesinde yapılabilir- teknik donanım, ne de deneyim ülkemizde mevcuttur. Eleştirilerimizi bunu bilerek yapmak zorundayız.
Ancak ülkemizde buna alternatif olarak ne yapılıyor? Son bir aydır her şiddetli fırtına uyarısında, aynı zamanda bir hortum beklentisi de ortaya konuyor. Peki kaç hortum uyarısı yapıldı ve kaçı doğru çıktı? Benim saydığım kadarıyla iki hortum oldu, ikisinde de bir uyarı yapılmadı, yani iki yanlış pozitif tahmin. Sonra iki hortum uyarısı yapıldı ve ikisinde de hortum olmadı, yani iki yanlış negatif tahmin. Her şiddetli fırtına sırasında bir hortum uyarısı yapabilirsiniz ve eminim sonunda tahmininiz tutar ama bu sizi yalancı çoban sendromundan kurtarmaz. Bu sebeple tahmin yapamayacağımızı bile bile hortum uyarısı yapmanın bir gereği bulunmamaktadır.
Daha da acısı, hadi diyelim uyarı yaptınız ve gerçekten hortum oldu, millet ne yapacak? Kimseye hortum sırasında neler yapılması gerektiği konusunda bir eğitim verdik mi şimdiye kadar? Hani şiddetli bir kar yağışı sırasında evden çıkmamamız ve mutlaka arabada kar lastiği takılı olması gerektiğini biliyoruz ama hortum olduğunda ne yapacağız?

1 Ağustos 2014 Cuma

Su Yönetimi

Dünyadaki ülkeleri toplam yenilenebilir su kaynakları açısından sıralayacak olursak ülkemiz yıllık 213.6 km3 su ile 40. sırada bulunuyor. Listede 173 ülke olduğunu düşünecek olursak bizim altımızdaki 132 ülke aslında durumumuzun fena olmadığını gösterebilir. Ancak listeyi biraz daha dikkatli incelediğimizde 4. sırada, bazı eyaletlerinde artık susuzluktan yazın hortumla araba yıkamanın yasaklandığı ülke ABD'yi görüyoruz. Bunun da bize verdiği en önemli ders, su zengini ya da yoksulu, tüm devletlerin suyu doğru yönetmeleri gerektiğidir.

Suyu doğru yönetmek deyince ne anladığımız ise çok daha karışık bir konu ve herkes bunu kendi bakış açısına göre değerlendiriyor. Ben de bu sebeple kendi perspektifimden su yönetimini anlatmaya çalışacağım. 

En kaba tabiriyle su yönetimi ülkemizin 213.6 km3 toplam yenilenebilir su kaynağı ile sürdürülebilir bir biçimde yaşamını sürdürmesinin planlanması demek. Bu planlamayı yapabilmek de aslında iki önemli bilgiye dayanıyor: Nerede ve ne kadar suyumuz olduğunu ve kimin, nerede ve ne zaman suya ihtiyacı olduğunu bilmek. Buna ek olarak, uzun vadeli planlar yapabilmek için nüfusumuzun ve ekonominin nasıl büyüyeceğini kestirmenin yanı sıra iklim değişikliğinin su kaynaklarını nasıl etkileyeceğini de hesaba katabilmeliyiz.

Ülkemiz dünyanın iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgelerinden birinde bulunmaktadır. Bugün için ülkemizin yenilenebilir su kaynağının önemli bir bölümünü Doğu Anadolu'daki, özellikle kar yağışlarıyla beslenen akarsular oluşturmaktadır. Bu akarsuları besleyen yağışlar iklim değişikliği ile az da olsa azalacaktır. Ancak daha önemlisi, bu yağışlar artık kar değil yağmur şeklinde düşecektir. Bundan dolayı da eriyen kar suları ile beslenen Fırat ve Dicle'ye güvenerek hazırlanan GAP sisteminin yakın bir gelecekten itibaren planlandığı şekilde çalışmayacağı göz önüne alınmalıdır. Ayrıca artan sıcaklıklar tüm doğal ve suni göl yüzeylerindeki buharlaşmayı da arttıracağı için bugün için hesaplanan yenilenebilir su kaynağının yakın bir gelecekte buharlaşmadan dolayı azalacağı öngörülmektedir.

Nüfusumuzun ne şekilde büyüyeceği üzerine gerçekçi tahminler olsa da bu tahminler demografik yapımızın, yani kimin nerede yaşayacağını belirlemekten uzaktır. Buna fazla planlı sayılmayan büyümemiz de eklendiğinde hangi sektörlere gereksinim duyulacağını ve nerelerde su ihtiyacı olacağını kestirmek son derece güçtür. İktidara gelecek hükümetlerin gerek ekonomik büyüme, gerekse de nüfus hareketleri üzerinde önemli bir etkisi olduğundan ve bu etki bir devlet değil hükümet politikası oluşturduğundan ilk genel seçimlerin ertesini görmek zor, 20 sene sonrayı planlamak ise neredeyse imkansız.

Ancak son yıllarda artan su ve enerji ihtiyacının bizlere öğrettiği; suyun ve enerjinin ihtiyaç duyuldukları yerlerde bulunamadığıdır. Doğal su kaynakları her geçen gün azalırken İstanbul'un nüfusu her geçen gün artmaktadır. İstanbul'un su havzalarının artan nüfusun ihtiyaçlarını sürdürülebilir bir şekilde karşılaması imkansızdır. Bu durum için üretilen çözümlerin başında “çok uzaklardan su taşınması” gelmektedir. Su yönetiminin günümüzde ve gelecekteki en önemli açmazlarından biri bu noktada oluşmaktadır. İstanbul'a Melen'den ve Istrancalar'dan su getirilmektedir, ancak bu su o yörelerde de bir ihtiyaç maddesidir. Dolayısıyla bu suyu kullanmak kimin hakkıdır? Yöre halkının mı, yüzlerce kilometre uzaktaki İstanbul'un mu? Melen'deki su da bu yaz olduğu gibi yeterli olmayacak olursa bir sonraki adımda İstanbul'a su taşımak için daha uzaktaki hangi kaynağa el atılmak zorunda kalınacaktır? O kadar uzak mekanlardan suyu İstanbul'a pompalamak için gereken enerji yükü her geçen gün artacağından suyun taşınacağı uzaklığın bir son limiti olacak mıdır? Ya da bunların tamamından vazgeçerek suyu insanlara taşımak yerine insanları suyun daha bol olduğu bölgeye taşımak daha uygun bir çözüm müdür? Yani, şehirleşmenin getirdiği sorunlarla gittikçe boğuşmayı daha fazla gerektiren bir İstanbul'da yaşamak yerine istenen imkanların sunulduğu, suyu daha bol bir bölgede yaşamak düşünülebilir mi? Büyük şehirlerin su ihtiyacı arttıkça üzerinde düşünerek cevap bulmamız gereken böylesi problemlerin sayısı da artmaktadır.

Fakat bunun ötesindeki önemli sorunumuz ülkemizdeki tatlı su kaynaklarının %70'inin tarımsal sulama için kullanılıyor olmasıdır. Tarım konusunda bir düzenleme ve su kaynakları açısından bir planlama olmadığından bu suyun önemli bir kısmı bilinçsizce boşa harcanmaktadır.

Burada amaç ne devleti ne de çiftçileri suçlamaktır. Çiftçiler binlerce yıldır alışılagelmiş biçimde tarım yapmaya devam etmektedirler. Ancak artık gerek iklim değişikliği, gerekse de sulama ihtiyacının artmış olmasından dolayı aynı şekilde tarım yapmak mümkün değildir. Bugün ülkemizin çoğu bölgesinde kullanılan sulama yöntemi bundan 6000 sene önce Sümer'de kullanılan yöntemden çok da farklı değildir. Su, künklerle tarlaya taşınır ve serbestçe tarlaya yayılır. Bu tür sulama hem tarlanın ihtiyacından fazla su almasına hem de bu suyun buharlaşma nedeniyle önemli oranda kaybına yol açmaktadır. Su yönetimi açısından önemli bir adım öncelikle tarlalara verilen suyun doğru biçimde ölçülmesi; sonrasında da bu suyun en verimli şekilde kullanılmasına olanak sağlayacak damla sulama gibi yöntemlerin önce teşvik edilmesi, ardından da zorunlu kılınmasıdır. Çünkü her ne kadar hoşumuza gitmese de artık Sümer’deki gibi suyun bol olduğu günler geçti.

Su yönetimi açısından bir diğer husus da bunun tarımla ilgili olan bölümdür. Ülkemizde suyun nerede ve ne kadar bulunduğuna fazla bakılmadan ürün deseni seçilmektedir. Suyu her an biraz daha azalan ve 90,000 adet ruhsatsız kuyu bulunduran Konya Ovası'nda hala ciddi bir su yükü getiren şeker pancarı üretimi yapılmaktadır. Konya Havzası'ndaki yer altı suyunun seviyesi her sene 3 metre azalmaktadır. Bildiğiniz gibi, yer altı suları barajlar gibi bir senelik yağmurlarla eski halini alamaz. Yani yeraltı sularını kaybettiğimizde o sular kısa bir zamanda yenilenemezler. Konya Havzası'nda kullanılabilir yer altı suyunun sonuna gelmeden alınabilecek önlemlerle olası tarımın daha sürdürülebilir olması başarılabilirdi, ancak şu anda gerek su gerekse de tarım planlamasında yapılan hatalar binlerce yıldır tarım yapılan bu bölgeyi tarımın bitmek üzere olduğu bir alan haline getirmiştir.

Bu problemin varlığında çiftçileri suçlamasam da kimi tarım faaliyetlerini de sorgulamamız gerekiyor. Çiftçiler de binlerce yıldır uygulanan bilinçsiz tarım yöntemlerinde ısrar ederek ne zaman su kullanımı ölçülmek ve denetlenmek istese karşı durarak çözümdense problemin parçası oluyorlar. Ülkemizdeki bu su problemi sadece devletin yanlış politikalarının bir sonucu değildir. Bu problemi birlikte yarattık, çözümü de birlikte bulacak olan bizleriz. Ülkemiz hala dünyadaki 132 ülkeden daha fazla yenilenebilir su kaynağına sahip. Yakın gelecekte iklim değişikliği ile bunun bir kısmını kaybedecek olsak da düzgün bir su yönetimi ile sürdürülebilir bir su düzenine kavuşmamız mümkün.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Ağustos 2014 sayısında bulabilirsiniz.