29 Ağustos 2019 Perşembe

Kutuplar eridiğinde geri dönülemez yola girmiş olacağız

Geçtiğimiz haftalarda iklimle ilgili kötü haberlerin önemli bir kısmı kuzeyden geldi. Önce Grönland’da şimdiye kadar hiç görülmemiş biçimde bir erime olduğu haberini okuduk. Sonra da Rusya’nın kuzeyinde sönmek bilmeyen yangınlar olduğunu duyduk. Hepimizin aklına aslında benzer şeyler gelmiştir: “Kuzeyin soğuk olması gerekmiyor muydu? Nereden çıktı bu yangınlar? Grönland’ın erimesi de nasıl oluyor?”

İklim değişikliği dünyanın her tarafını değişik biçimde etkiliyor. Bu etkiler gündelik yaşam içerisinde kolayca algılayabileceğimiz biçimde de olmayabiliyor üstelik. Kutup bölgeleri de kolayca anlayabildiğimiz ve alışık olduğumuz yerler değil. Oysa kutup bölgeleri belki de gezegenimizdeki tüm canlılığın geleceğini belirleyecek öneme sahip. Bundan dolayı da en azından bu bölgenin temel özelliklerini ve iklim değişikliğinin kutuplarda neden özellikle önemli olduğunu belirtmek istedim.

Öncelikle iki kutup bölgesinin birbirinden çok farklı özellikleri olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kuzey Kutbu bir okyanusla kaplıdır. Bir yanda Kanada ve Alaska, diğer yanda da Rusya’nın arasında sadece derin bir deniz vardır. Bu deniz senenin büyük bölümünde tamamen buzla kaplı olduğundan bize arada kara parçası varmış gibi gelir ama aslında denizin üzerinde ortalama kalınlığı sadece 3 metre olan bir buz tabakası bulunur. Buna karşılık Güney Kutbu üzerinde epey büyük kara parçası bulunur. Bu kara parçasının üzerinde de kalınlığı yer yer beş kilometreye yaklaşan çok kalın bir buz katmanı vardır.

Tropiklerde ısınan deniz suyu Gulf Stream dediğimiz bir akıntıyla Atlantik Okyanusu’nda kuzeye doğru hareket eder. Bu sıcak su akıntısı yanından geçtiği Avrupa’nın batı kıyısını da ısıtarak kuzeye çıkar. Güneyde ise Antarktika’yı kemer gibi saran bir soğuk su akıntısı bulunur. Bu soğuk su akıntısı tropiklerden gelen sıcak suyun Antarktika’ya ulaşmasına izin vermez.

Anlaşıldığı üzere, Dünya’nın iki kutbunun birbirine benzer davranmasını beklememeliyiz. Bu iki kutbun ortak özelliği üstlerindeki hava ısındığı zaman yüzeyden erimeye başlamalarıdır. Dünya’nın atmosferi kutuplar üzerinde daha ince olduğundan bu ince atmosferin sıcaklığının değişmesi de atmosferin daha kalın olduğu Ekvator bölgesine oranla daha kolaydır. Yani atmosferin her yerine fazladan %1 enerji versek, atmosferin daha ince olduğu kutupların sıcaklığı Ekvator’a oranla daha fazla yükselir.

Bunun dışında, daha soğuk olan hava her zaman daha az su buharı taşıyabilir. Daha az su buharı taşıyan havayı ısıtmak da daha çok su buharı taşıyan havayı ısıtmaktan daha kolaydır. Ayrıca sıcak havanın ısısının bir kısmı da deniz suyunu buharlaştırmaya harcanır. Oysa buzu eritmek suyu buharlaştırmaya kıyasla çok daha az enerji gerektirir. Bu nedenlerle atmosferin her noktasına eşit miktarda ısı versek, kutupların sıcaklığı Ekvator’un sıcaklığına oranla çok daha fazla artar.

Ama tüm bunların ötesinde hepimizin bildiği gibi, koyu renkler ısıyı emer, açık renkler ise yansıtır. Kuzey Kutbu’nu kaplayan 3 metrelik buz tabakası yer yer eridiğinde altından görünmeye başlayan deniz koyu laciverttir. Yani beyaz renk gidip yerini lacivert renk aldığında daha fazla ısı tutulmaya başlanır, bu da Kuzey Kutbu’nun Ekvator’a göre çok daha hızlı ısınıyor olmasının temel nedenidir. 

Grönland üzerinde ise eriyen su ufak göletler oluşturur. Bu ufak göletler buzun bembeyaz yüzeyini mavi havuzlarla kaplayarak yüzeyin daha da hızlı erimesine neden olurlar. Sibirya ve Kanada’nın kuzeyinde eriyen karların altından çıkan yeşil ormanlar da ortamın normalden fazla ısınmasına neden olur. Tüm bu unsurları birleştirdiğimizde kutupların ısınmasının orta enlemlere oranla ne derece daha tehlikeli olduğunu kolayca anlayabiliriz. Eriyen buzun altından lacivert deniz görünmeye başladığında o denizi tekrar dondurmak için kutuptaki havanın her geçen sene biraz daha soğuk olması gerekirken tam tersi durumla karşılaşıyoruz. Hava her geçen sene bir önceki seneden daha sıcak olduğundan daha fazla buzun donması yerine erimesiyle karşılaşıyoruz.

Kuzey Kutbu’ndaki buz miktarı Eylül ayında, yani uzun yaz mevsiminin sonunda kapladığı alanla belirlenir. Bu sene buzun kapladığı bu alanın tarihte ölçülmüş en düşük seviyeye düşeceği düşünülüyor. Bu da bize iklim krizinin artık kontrolden çıkmaya başladığını gösteren örneklerin belki de en önemlisidir.

23 Ağustos 2019 Cuma

Mutfaktaki Tercihlerimiz İklim Değişikliğini Nasıl Etkiliyor?

Uzun süren bir hazırlık döneminden sonra IPCC bu hafta “İklim Değişikliği ve Arazi” raporunu yayınladı. Bu rapor iklim değişikliği ile ilişkili çölleşme, toprak bozunumu, sürdürülebilir arazi kullanımı, gıda güvenliği ve toprağı işlemeyle alakalı sera gazı salımlarını ele alıyor. 

IPCC raporuna göre dünyadaki buzla kaplı bölgeler hariç karaların %70’i insanlar tarafından kullanılıyor. Tarım için kullanılan su miktarı ise tüm tatlı su kullanımımızın %70’ini oluşturuyor. Bu kadar çok toprak kullanmamıza ve bu kadar çok su harcamamıza rağmen ürettiğimiz gıdanın %25-30’u bozulduğundan çöpe gidiyor. Çöpe giden bu organik madde de çürüdüğünde atmosfere ayrıca sera gazı salınmasına neden oluyor. Tarım ve ormancılık genel olarak bakıldığında tüm sera gazı salımlarımızın %23’ünü oluşturuyor. Bu kadar büyük kaynaklar kullanılmasına rağmen hala dünyada yeterli beslenemeyen insan sayısı 821 milyon civarında. Buna karşılık aşırı kilolu insanların sayısı da 2 milyarı aşmış durumda. Bu problemin geneline baktığımızda doğru yolu bulmamız için ciddi değişiklikler yapmamız gerektiği de kolayca ortaya çıkıyor. 

Ekonomik sistemin çarkına dahil olması gereken insanlar günlük kalori ihtiyaçlarının çok ötesinde bir miktar karbonhidrat ve yağ ile beslendiklerinde toplumun genelindeki aşırı kilolu insan sayısı da giderek artıyor. Diğer unsurların yanında karbonhidrat beyni mutlu tuttuğu için bu kişiler sistem içerisinde üstlerine düşen görevi genelde ses çıkartmadan yerine getirip günlük yaşamlarına devam ediyorlar. Ekonomik sistemin onlardan fazla bir beklentisi olmadığından Afrika’nın büyük kısmı ve Güneydoğu Asya’da yaşayan milyonlar ise ihtiyaç duydukları besine ulaşmakta zorluk çekiyorlar. Dolayısıyla sera gazı salımlarımızın neredeyse dörtte biri beslenmemiz için harcansa da ne tam ne de düzgün beslenebiliyoruz, bunun ötesinde bir de ürettiğimiz besinin neredeyse üçte biri çöpe giderek ayrıca sera gazı salınmasına neden oluyor.

Bunların yanında besin üretimi sadece sera gazı salımına da yol açmıyor. Tarım önemli miktarda tatlı su kullanımı da gerektiriyor ve dünyanın pek çok noktasında bu su vahşi sulama yöntemleriyle neredeyse boşa harcanıyor ya da ülkemizde olduğu gibi pompalarla yenilenebilir bir kaynak olmayan yer altından çekiliyor. Aşırı kullanılan suni gübre yağmurlarla birlikte derelere, oradan da deniz ve göllere taşınarak oradaki ekosistemin zarar görmesine yol açıyor. Çoğu yerde kullanılan tarım ilaçları da benzer şekilde akarsulara ve yer altı sularına katılarak tüm canlılık açısından önemli bir tehdit unsuru oluşturuyor.

Herhangi bir besin ürününün tohum aşamasından midemize girene kadarki yolculuğunu ve bu yolculuğu sırasında doğaya verdiği hasarı ölçmek kolay bir çalışma değil, özellikle de sofraya oturduğumuzda tek yediğimiz şey ekmek değilse. Bir ülke mutfağının ayak izini ölçmek ise iyice karmaşık bir problem halini alıyor. Bu hafta Climatic Change dergisinde yayınlanan makalede Danimarkalı bir grup bilim insanı Danimarkalıların mutfağı üzerine bu çalışmayı yapmışlar.  

Yaşam Döngüsü Analizi konusu olan nesneyi üretime başlanan ham maddeden alarak tüketildiği ana kadar takip eder ve bu nesnenin çevreye verdiği etkiyi hesaplar. Genelde çevreye verdiği etki tüm çevresel etkisinin %1’inden az olan unsurlar hesaba katılmaz. Mesela, makarna için bir hesap yapacak olursak, bu hesabın makarna fabrikasında çalışan işçileri fabrikaya getiren servis aracının yaptığı karbondioksit salımını da içermesi gerekir. Ancak bu salımın etkisi toplam karbondioksit salımının %1’inden daha az olduğundan hesaba katılmaz. Ayrıca sadece sera gazı salımları değil, bu nesnenin üretim-tüketim arasındaki yolculuğunun denizdeki yaşama verdiği hasardan ozon tabakasının delinmesine kadar yaptığı tüm katkı etki kimyasal ve fiziksel bazda hesaplanır. Dolayısıyla bir besin maddesinin iyi ya da kötü olduğuna karar vermeden önce bu etkilerin tümünü hesaba katmakta büyük yarar vardır.

Danimarka mutfağı bol şeker, yağlı süt ürünleri, kırmızı et ve az miktarda meyve ve sebzeden oluşmaktadır. Etçil bir mutfak günde en az iki öğün et yiyen, vejetaryen hiç et yenmeyen, vegan mutfak ise vejetaryen eksi süt ürünleri ve bal olarak tanımlanıyor bu çalışmada. Etçil mutfakta beslenen bir kişinin senelik karbon ayak izi 1.83 ton olarak hesaplanmış. Danimarka mutfağı kişi başı, senelik 1.59 ton, ortalama Avrupa mutfağı 1.45 ton, vejetaryen mutfağı 1.37 ton, Akdeniz mutfağı 1.04 ton ve vegan mutfağı da 0.89 ton karbondioksit salımına neden oluyor.

Çok kaba bir hesapla, herkesin ortalama bir Avrupalı gibi besleneceğini kabul edip bu mutfağı vegana çevirecek olsak atmosfere senede 4.3 milyar ton karbondioksit salınmış olunur. Yalnız bu hesapta tüketilen tüm ürünler yerel olarak üretilmiş. Et Arjantin’den, tofu Kore’den geliyorsa hesaplarımızın tümüne bunları da eklememiz gerekir.

Sonuç olarak şunu unutmamalıyız: Kırmızı et tüketimi, beyaz et tüketiminden daha fazla karbon salımına ve kaynak kullanımına yol açar, özellikle bugünkü tarımsal ekonomi içerisinde. Beyaz et tüketimi de tahıl tüketimine oranla daha fazla sera gazı salımına neden olur. Tüm bunların içinde en temel çözüm daha az hayvansal gıda tüketmektir VE daha az gıdanın bozulması için çaba sarf etmektir VE daha fazla yerel besin satın almaktır.

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Yok Oluşa İsyan

Dünya’da hayat hep böyle değildi. Kimi zamanlar canlılar rahat bir yaşam sürerken bazen de büyük felaketler canlıların çoğunu yok etmiş. Hikayemizin başlarında, bundan 580 milyon yıl önce Kambriyan Patlaması denen bir süreçte canlılar dünyanın tamamına egemen olmuşlar, sonra da dünyadaki hayatta dönem dönem ciddi sorunlar yaşanmaya başlamış. 

İlk olarak yaklaşık 443 milyon yıl önce o zaman dünyadaki büyük kara parçası olan Gondwana kıtası güney kutbuna yerleşip buz tutunca deniz seviyesi hızlı bir biçimde düşmüş. Deniz kıyılarına yakın yerlerde yaşayan canlıların çoğu ciddi biçimde zarar görmüş. Bu yok olma olayında dünyadaki canlı türlerinin %86'sı dünya üzerinden silinmiş. 

Benzer bir küresel soğuma olayı yaklaşık 359 milyon yıl önce Devonyan döneminin sonunda yaşandığında dünyadaki tüm canlı türlerinin %75'i yok olmuş. 

Kendisini bir kez daha yenileyen hayat bu kez de Sibirya'da oluşan dev yanardağların etkisiyle 251 milyon yıl önce en büyük yok olma olayını yaşamış. Permiyan dönemindeki bu olayın temel sebebinin atmosferdeki H2S ve CO2 oranlarındaki ani ve ciddi artış olduğu düşünülüyor. Bu olayın sonunda dünyadaki canlı türlerinin %96'sı yok olmuştu. 

Bu olayların her birinden sonra canlıların kendisini yenileyip dünyaya egemen olması on milyonlarca yıl kadar almıştır. Permiyan yok olma olayında kendini toparlayan hayat, 200 milyon yıl önce Triasik dönemde Orta Atlantik çukurundan çıkan mağma ile atmosferdeki CO2 artınca türlerinin %80'ini kaybetmiş. Ama bu olay yeni gelişmekte olan dinozorların önünü açtı ve yeryüzünde bu dev hayvanların egemenliği başladı. Bu egemenliğe yaklaşık 65 milyon yıl önce Kretase döneminde Dünya’ya çarpan bir göktaşı son vermiş, dinozorlarla birlikte dünyadaki canlı türlerinin %76'sı yok olmuştur. 

Yukarıda kısaca saydığımız beş yok olma olayının her birinde dünyadaki canlı türlerinin en az %75'i yok olmuştur. Bu sebeple bu beş olaya beş ana yok olma olayı deniliyor. Yalnız bir noktada dikkatli olmak gerek! Bu olaylar sırasında canlıların %75’i değil, canlı TÜRLERİNİN %75’i yok oldu. Bunun anlamı canlıların belki de %99’unun öldüğü, ama herhangi bir türden z sayıda üye kalsa bile onların tekrar üremeye devam ettikleridir.

Canlıların yok olması denince hepimizin aklına her daim kutup ayıları geliyor. Ancak durum kutup ayılarından çok daha vahim, çünkü birileri konuyu hep kutup ayıları bağlamında ele alarak gerçeklerin üzerine kalın bir perde çekiyor. Kutup ayılarının yok oluş kavramının simgesi olarak kullanılması son derece sakıncalı bir yaklaşımdır çünkü problemi günlük hayatımızdan uzaklaştırarak aşina olmadığımız kutuplar gibi bir yere taşır. Bu şekilde de çevremizde yaşayan ve kayıp olduklarını fark bile etmediğimiz sürüyle canlı türü bu sis perdesi ardında kolayca kaybedilebilir. 

Nesli tükenmiş canlı türleri için yapabileceğimiz bir şey kalmadığı için onları bir kenara ayırıp kritik biçimde tehlikede olan canlılara bakacak olursak şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşıyoruz. Bu listedeki canlılar kutup ayıları gibi uç bölgelerde yaşayan sadece belgesellerde göreceğimiz hayvanlar değil. Mesela mavi yüzgeçli ton balığı artık tehlikededir. Bu balığın neslinin tükenmekte olmasının temel sebebi en sevilen suşi türlerinin bu balığın etinden yapılıyor olması. Eskiden Karadeniz ve Hazar Denizi'nde de avlanan ton balığı artık sadece Atlantik Okyanusu'nda bulunuyor, oradaki avlanma miktarlarıyla da neslinin 2022 yılında tükeneceği öngörülüyor. Benzer şekilde mersin balığı da Karadeniz'de bulunmuyor artık, dünya genelinde de sayıları çok azaldığı için bu listede yer alıyor. 

Bu örneklerden rahatça anlayabileceğimiz üzere dünya üzerindeki 7.6 milyar insan kendilerine yer açmak ve beslenmek için pek çok canlı türünün sonunu getiriyorlar. Bu yolun sonu artık gelmek üzere, bunu bilerek yaşamak zorundayız. IPCC raporlarına göre, şu andaki yaşam tarzımıza devam edecek olursak dünyadaki canlı türlerinin %75'i önümüzdeki 240 sene içerisinde yok olacak. Bunu daha anlaşılır bir şekilde söyleyecek olursak; insanlık, 400 sene içerisinde dünyadaki canlılara 65 milyon yıl önce çarpan meteorun verdiği kadar zarar vermiş olacak. O meteor çarptığı zaman dünyaya dinozorlar egemendi ve 10 km çapındaki bir kaya parçası egemen türün sonunu getirdi. Bu açgözlülükle devam edecek olursak dünyada şu anda egemen olan türün sonunun gelmesi için bir meteora ihtiyaç olmayabilir. 

Bilim insanları artık net bir biçimde beş büyük yok oluştan sonra ortaya çıkarttığımız altıncı yok oluş içinde yaşadığımız konusunda fikir birliğine varmış durumdalar. Biz günlük hayatımızı bu şekilde sürdürdüğümüz müddetçe hayatın bağlı olduğu canlı türlerini de kaybediyoruz. Bu kayıpların bir kısmı bilinçli bir şekilde gerçekleşiyor, mavi yüzgeçli ton balığından olduğu gibi. Bir kısmı da hiç istemememize rağmen özellikle kullanılan tarım ilaçları yüzünden oluşuyor. Özellikle arıların kaybı yakın gelecekte  içinde yaşadığımız ekosistemin en büyük sorunlarından biri olacaktır. Tüm bu canlı türlerini yok ettikten sonra mutlu bir şekilde yaşayabileceğimizi düşünmek ancak fazla bilim kurgu okumuş olanlarımızın hayal edebileceği bir şeydir. Diğerlerimiz ise bu kayıplara karşı isyan etmek zorundadır çünkü diğer canlılar gittikten sonra emin olun sıra bize gelecek. Bu isyan bir egemene karşı isyan değildir, bu biz de dahil gezegenimizdeki tüm canlıların yok oluşuna bir isyandır.