28 Eylül 2019 Cumartesi

Hava olaylarının şiddetindeki değişim iklim değişikliğinin bir sonucudur

Bilim konusunda bir şeyi çok iyi anlamamız gerekir: Bilim insanı çoğu konuda %100 emin değildir. %99 emin olduğunda %99.9 emin olmak için çaba gösterir. Siz “emin misin?” diye sorduğunuzda karşısında iki şapkası olan bir insan vardır. Bilim insanı olan şapkasını giydiğinde “kesin emin değiliz ama belirsizliği azaltmaya çalışıyoruz” cevabını verir. Gündelik yaşam şapkasını takacak olursa da “tabii ki eminiz” diyecektir. Mesela bir asansöre bindiğinizde o asansörün sizi sağ salim üst kata çıkartacağına emin misiniz? Şüphe ediyor olsanız zaten merdivenleri yürüyerek çıkardınız. Ama bu, dünyadaki asansörlerin hiç arıza yapmadığı ve yapmayacağı anlamına da gelmiyor. Bu nedenle teknik olarak “%100 eminim” demeseniz de gündelik anlamda “eminim” diyerek asansöre binersiniz.

Peki hiç sorgulamaya diğer taraftan başladınız mı? Yani “asansör doğal olarak güvenlidir ve ben asansöre güvenerek binerim, dolayısıyla asansörün güvenli olmayacağını düşünen biri bana bunu kanıtlamalı, o kanıtlayana kadar ben güvenli olduğuna inanırım” yaklaşımı neden doğal yaklaşımımız değil? İnsan hayatında genelde hep bu ikilem yaşanır ve biz kendimiz için doğal olan düşüncenin tehlikeli olandan sakınmak olduğunu düşünürüz. Bundan dolayı da bize gereken söz konusu “şeyin” tehlikeli “olmadığının” kanıtlanmasıdır.

Ne yazık ki bu genel yaklaşım ekonomik sistemin baskılarıyla çökmeye başlamıştır. Ekonomik sistem bazen tehlikeli olduğu apaçık ortada olan bir şeyden kazanç elde etmeye devam etmek istediğinden bizim o şeyin tehlikeli olup olmadığını araştırmamızı bile istemez. Araştırdığımızda da bizi “bu şeyin tehlikeli olduğuna emin misiniz?” şeklinde bir araştırma sorusuna mecbur bırakır. Bu araştırma şekli geçen yüzyılın ortalarında tütün kullanımı konusunda açık bir şekilde ortaya konmuştur. Eldeki tüm veriler tütün kullanımının sağlığa zararlı olduğu yönünde olmasına rağmen tütün endüstrisi bütün gücüyle “tütünün sağlığa zararlı olduğuna emin değilsiniz” sloganına sarılmıştır. Mahkemede görüşüne başvurulan bir bilim insanına “tütünün sağlığa zararlı olduğuna %100 emin misiniz?” sorusunu sorduğunuzda buna verilecek bilimsel cevap “%100 emin değiliz” olacaktır. Ama bu sorunun gündelik cevabı “eminim”dir. 

Oysa burada insanın ölümüne neden olabilecek kadar ciddi bir sorundan bahsediyoruz. Öyleyse soruyu neden böyle soruyoruz? Tütün mamullerini üreten kimsenin, ürettiği ürünün insan sağlığına %100 zararsız olduğunu kanıtlaması gerekmiyor mu? İşte burada kapitalist sistem sizin soruyu bu şekilde sormanıza izin vermiyor. Biri size diyor ki “gel şu uçurumdan atlayalım” ve siz “ölmeyeceğimize %100 emin misiniz?” yerine “ölme ihtimalimizin %100 olduğuna emin misiniz?” diye sorabiliyorsunuz ancak. Cevap “ölme ihtimaliniz %100 değil” olduğunda da siz buna güvenerek atlıyorsunuz. Bunun aptalca göründüğüne eminim ama ne yazık ki içinde yaşadığımız düzen bizi çoğu kez bu durumda bırakıyor.

İklim değişikliğinin bilimsel nedenleri alanındaki çalışmalar aslında 1896 yılında sona erdi. Svante Arrhenius (Greta Thunberg’in büyük büyük büyük amcası) atmosferdeki karbondioksit miktarını iki katına çıkartacak olursak dünyanın ortalama sıcaklığının da 5-6 derece artacağını bilimsel olarak ortaya koydu. Bundan sonra bilimsel konuşacak herhangi bir tanığı mahkeme sandalyesine oturtacak olsanız “atmosfere saldığımız karbondioksidin dünyayı ısıtacağına emin misiniz?” sorusuna vereceği cevap “evet” olacaktır. Bundan dolayı bu soru artık mahkemede sorulabilirliğini yitirmiştir.

Peki mahkemeye neden bu kadar taktık? Çünkü bundan 50 sene önce tütün sektörü kullanıcıların sağlık sorunlarından kolayca kaçabilirken bugün artık durum tam tersine dönmüştür. Bugün de kömür, petrol ve doğalgaz üreticileri sorumluluktan kolayca kaçarken 50 sene sonra durum tersine dönecektir. Bugün mahkemede “Antalya’da görülen hortumun iklim değişikliği nedeniyle meydana geldiğine emin misiniz?” sorusu sorulduğunda bilim insanları mecburen “tam emin değiliz” demek zorundadırlar. Ama burada bilim insanlarının asıl cevabı “eminiz” olmalıdır. Yalnız fosil yakıt sektörü sorunun oluşturulma şeklini kontrol altına aldığından başka türlü cevap vermek mümkün değildir. Bu iklim bilimi ile fosil yakıt üreticileri arasında yürütülen gizli bir savaştır ve çoğu iklim bilimci de bu savaşta normal bilimsel düşünceyi kullanarak kolayca tuzağa düşürülmektedir. Bunun en önemli nedeni sorunun sorulma şeklidir. Tehlikeli bir durumla karşı karşıya kaldığımızda o tehlikeyi yaratması neredeyse kesin olan bir olgu karşısında hala “bu olgunun tehlikeyi yarattığına emin misiniz?” diye sormak yerine “bu olgunun tehlikeyi yaratmadığına emin misiniz?” diye sorulacak olsa bilim insanları çok daha rahatlıkla cevap verebilecek durumda olacaklardır.

Bundan 50 sene sonra bir petrol şirketi mutlaka bir mahkemede “siz karbondioksit salan bir ürünü üretip satarak bu kasırganın oluşmasına ve bu kasırganın da 100.000 kişinin evsiz kalmasına neden oldunuz” suçlamasıyla karşı karşıya kalacaktır. Bu suçlamadan kurtulmanın tek yolu “bu kasırganın iklim değişikliği nedeniyle oluştuğunu kanıtlayamazsınız” savunmasıdır. Bu savunma da hukuktaki suçlu bulunana kadar suçsuzdur düşüncesinin bir karşılığıdır, yalnız bilim böyle çalışmaz.

Bilim der ki: İklim değişikliği dünya atmosferinin ısınmasına neden olur. Isınan atmosferdeki tüm moleküller bu ısıyı eşit biçimde paylaşırlar. Bu moleküllerin hareketlerinden oluşan hava olayları da bu moleküllerin her birinin hızına, yani ısı enerjisine bağlıdır. Siz bu ısı enerjisini artırdığınız zaman molekülün hızı değişecek, belki de bu değişim bundan bir ay sonra binlerce kilometre uzakta bir kasırganın şiddetlenmesine neden olacaktır. Buna “kelebek etkisi” denildiğini biliyorsunuz. Bundan dolayı da kanıtlanması gereken o kasırganın oluşumunda bu kelebeğin kanatlarını çırpmasının ya da bir molekülün hızının artmasının herhangi bir etkisi olamayacağıdır. Mahkemede “atmosferdeki tüm moleküllerin hızlarının az da olsa artmasının bu kasırganın oluşmasında bir etkisi olmadığına emin misiniz?” diye sorulduğunda bilimsel cevap “kesinlikle emin değiliz” olacaktır. Yani iklim değişikliğinin hava olaylarının oluşmasına etki etmediğini göstermeniz imkansızdır. Ama ne yazık ki kapitalist sistem sizi soruyu diğer yönden sormak zorunda bırakınca problemin ne derece büyük olduğunu görmekte zorluk çekiyorsunuz. Şimdilik şu bilin yeter: Hava olaylarının şiddetindeki değişim iklim değişikliğinin bir sonucudur. 

27 Eylül 2019 Cuma

Seller ve Altyapımız

Dünya'nın atmosferi bizim kömür, petrol ve doğalgaz yakarak salınmasına neden olduğumuz karbondioksit nedeniyle ısınıyor. Bu ısınmanın etkilerini iklim değişikliği olarak adlandırıyoruz. Dünya ne kadar çok ısınırsa denizlerden o kadar fazla su buharlaşıyor. Bu su buharı atmosferde kalmayacağından bir noktada kar veya yağmur olarak toprağa geri dönüyor. Kolayca anlayacağımız üzere iklim değişikliği pek çok bölgenin hızla ısınmasına neden olsa da her yere düşen yağışın azalmasına ve Dünya'nın kuraklaşmasına neden olmayacak. Yalnız gelecekte toplam yağış fazla azalmayacak olsa da dağılımı ve şekli önemli değişiklikler gösterecek.

Eskiden “yaz yağmuru bu, ıslatır, geçer” derdik. Artık günümüzde yazın yağan yağmurdan çekinmeye başladık çünkü yaz yağmurları sağanak şeklinde yağmaya başladı. Bir yağmurdan bir sonraki yağmura olan süre gittikçe artıyor ve sonunda gelen yağış kısa süreli sağanak şeklinde oluyor. Bu tür yağışlar, daha da şiddetlenerek, gelecekteki normalimiz haline gelecek. Yani eskiden karşılaştığımız ıslatıp geçen yaz yağmurları mazide kaldı ve bu yaz sağanaklarına alışmak zorundayız. Bundan sonra eskiden bir yazda düşen yağış artık iki saatte düşüyor olacak. Önemli olan ise bu durum karşısında hazırlıklı olabilmek.

Ülkemizin çoğu bölgesi iklim değişikliği nedeniyle alışılanın ötesinde yağış alacak. Bu durumdan en fazla etkilenen de denize yakın kesimler olacak. Doğal olarak yaz yağmurları daha çok denizden buharlaşan su ile beslendiğinden özellikle deniz kıyısı bölgelerde ani ve şiddetli yağışların görülmesi olasılığı gittikçe artmaktadır. Çoğumuz şehirlerde yaşadığımız için pek fark etmiyoruz ama şehirler karaların çok küçük bir kısmını kaplar. Şehirlerin dışında uzun kuraklıklar sonunda susuz kalan toprak ani yağışlarda suyu fazla ememediğinden düşen yağışın önemli bir kısmı yer altına sızmadan akışa geçer. Şehirlerin büyük kısmı da yollar ve betonla kaplı olduğundan  yağmurun toprağın altına sızma şansı zaten yoktur. Bundan dolayı şehirlerde ve kırsal kesimdeki yağış doğaya fazla zarar vermese de insanların kurduğu altyapıya büyük hasar verebilme kudretine sahiptir.

Bu durum karşısında yapılması gereken en önemli şey doğaya saygı duymaktır. Doğayı ıslah edemezsiniz, doğa sizi eninde sonunda ıslah eder. Bu nedenle doğayı kontrol etme sevdamızı bir kenara koyarak doğanın hışmından nasıl korunabileceğimizi düşünmeye başlamamız gerekiyor. 2009 yılında yaşadığımız Ayamama felaketi doğayı ıslah edebileceğimize inanmamız nedeniyle meydana gelmiştir. Ayamama Deresi binlerce yıldır sakince denize akan bir dereydi. Ama çevresindeki yapılaşma artınca bu dereyi “ıslah etmemiz” gerekti. “Islah etmek”ten anladığımız ise derenin normal yatağını bir kanalın içine almaktır. Bu kanalın genişliğini ve derinliğini hesap ederken öncelikle ekonomi, sonra da meteoroloji işin içine girer. En kolay çözüm kanalı olabildiğince geniş ve derin yapmaktır ama bu hem pahalıya mal olur hem de kıymetli arazilerin kaybına. O zaman meteorologlara dönüp sorarız “Bu dereden 100 yıllık bir sürede geçmiş en fazla su miktarı ne kadardır?” diye. O dereden sadece 100 yılda bir geçebilecek kadar suyu hesaplayıp kanalı buna göre tasarlarız eğer işimizi ciddi yapıyorsak. “100 yıla kim öle kim kala, bu dere 20 sene taşmasa bize yeter” diyorsak daha fazla arazi kazanırız, kanal da daha ucuza mal olur.

Burada iki önemli problemimiz var. İlki biraz teknik: Çoğu dere için elimizde 100 senelik akış değerleri yok. Dolayısıyla elimizdeki kısıtlı veriden en fazla ne kadar su akmış olabileceğinin tahminini yapmaya çalışırız ve bu tahmin bazen doğru çıkmayabilir.

İkinci problem ise çok daha önemli. Geçmiş 100 yılı düşünerek yaptığınız herhangi bir plan gelecekteki 100 yılda çalışmayacaktır. Ne düşen yağış miktarı, ne deniz seviyesi, ne de rüzgar hızı geçmişteki gibi olacak. Dolayısıyla da planlama yaparken meteorolojiye danışma çağı artık ne yazık ki geçti. Artık meteorolojinin verdiği cevapları bölgesine göre 2, 3, 5 veya 10 ile çarpmamız gereken bir çağa girdik. Bu cevapları kaçla çarpmamız gerektiğini öngörmek de bize apayrı bir görev veriyor.

Bunun yanında büyük şehirlerimizin bir problemi daha var. Bu şehirlerin içme suyu bazı durumlarda yüzlerce kilometre öteden getirilirken bu şehirlere düşen yağmur suyu da kanalizasyon ile birlikte taşındığından hem taşkınlara yol açıyor, hem de çoğu zaman şehrin su kaynaklarına katkıda bulunmadan deşarj ediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki maddi sıkıntılar nedeniyle hatalı planlanan altyapıları geçen zaman içerisinde de kimse ayırmaya cesaret edemediğinden sorun neredeyse çözülemez hale gelmiş. Oysa atık suları yağmur suyundan ayrı toplayacak olsak hem şehirlerin su ihtiyacına destek oluruz, hem de taşkınları engelleyebiliriz. Yalnız böylesi bir altyapı çalışması için çoğumuzun yaşadığı sokağın kazılması gerekiyor. Her yağmur yağdığında “ah şu altyapı” demek çoğumuza kolay geliyor. Ancak biri gelip yaşadığımız sokağı üç ay kapatacak olsa çoğumuz rahatımız bozulduğu için yeri yerinden oynatırız. Ne yazık ki altyapı sorunlarını çözmenin başka bir yolu da yok.

Sonunda bir de iyi haber var: 2050’de yaşayacak şehirli nüfusun yaşayacağı yerlerin yarısı henüz inşa edilmedi. Buraların inşasında eskiden beri yapılan hatalar tekrarlanmazsa her yağan yağmur sele veya taşkına dönüşmez. Çözümler var, yeter ki geçmişte yapılmış hataları tekrar etmekte ısrarcı olmayalım. Özellikle iklim değişikliğinin şehircilik problemlerine eklenmesi gelecekte hayatımızı çok daha zorlaştıracağı için şehir planlamasını çok dikkatli biçimde yeniden düşünmeliyiz.