14 Aralık 2015 Pazartesi

Yeni İklim Değişikliği Düzeni

Dünya tarihinde ilk defa 150 ülkenin liderleri bir anlaşmayı görüşmek üzere bir araya geldiler. Bu kadar çok lideri Paris’e getiren konu iklim değişikliği ve bu günümüzde insanlığın karşılaştığı en önemli problem. Bu problemin temelinde insanlar var ve çözümü de insanların yaratması gerekiyor.
1776 yılında James Watt ilk buhar makinasını icat ettiğinden bu yana insanlar yeraltından kömür, petrol ve doğal gaz çıkartarak bunu makinalarda yakıt olarak kullanıyorlar. Bu yakıt kaynağı çok ucuz gibi göründüğünden neredeyse limitsizce kullanılıyor. Bu kaynağın başlangıçta görülmeyen ancak son otuz senedir ortaya çıkmaya başlayan bir zararı var: Kömür, petrol ve doğal gaz (yani fosil yakıtları) yandığı zaman atmosfere karbondioksit salıyor. Karbondioksit ise dünyanın uzayla olan ısı alışverişini bozarak atmosferin ve dünyanın yüzeyinin ısınmasına yol açıyor. Bu nedenle karbondiokside sera gazı diyoruz.
Bilim insanları fosil yakıtların endüstride kullanılmasından bu yana geçen 250 senede dünyanın ortalama yüzey sıcaklığının 1 oC arttığını ölçerek ortaya koyuyorlar. Bu çoğumuza fazla görünmeyebilir ama unutmamamız gereken bugünkü ılıman iklimimizle yaşadığımız yerlerde mamutların gezindiği buzul çağı arasında ortalama sıcaklık farkının sadece 5 oC olduğudur. Eğer endüstrimiz şu anda olduğu gibi fosil yakıtları kullanıp sera gazı salmaya devam edecek olursa torunlarımızın yaşayacağı dönemde sıcaklığın 5 oC daha yüksek olması şaşırtıcı olmayacak. Bugünden 5 oC daha düşük ortalama sıcaklıkların buzul çağı gibi bir döneme işaret ettiğini düşünecek olursak 5 oC daha yüksek ortalama sıcaklıkların ne kadar kötü bir cehennemi getireceğini hepimiz kolaylıkla hayal edebiliriz.
İşte 150 ülkenin liderleri Paris’te böyle bir geleceği engellemesi umulan bir anlaşmayı görüşmek için toplandılar. Bu geleceği engellemenin kesin yolu atmosferdeki sera gazlarını yok edip 250 sene öncesine dönmek. Ancak bu gerçekte mümkün olamayacağı için kendimize daha gerçekçi limitler koymamız gerekiyor. 1992 yılında Rio de Janerio’da toplanan dünya liderleri ilk olarak sera gazlarının yol açtığı küresel ısınmanın insanlığın geleceğini tehlikeye atmaması konusunda anlaşmaya vardılar. Bu amaca yönelik olarak da her senenin sonunda küresel ısınma konusunda yapılacakları gözden geçirmek için uluslararası bir toplantı yapılmasına karar verdiler. Bu yıl Paris’te bu toplantıların 21.si yapılıyor. 2009’da Kopenhag’da yapılan toplantı sonunda küresel ısınmanın 2 oC ile sınırlanması prensip kararı alınmıştı. Bu yıl da bu yolda 2030 yılına kadar yapılması gerekenler ele alınıyor.
250 yıldır dünya ekonomisi fosil yakıtlara dayanarak büyüdüğünden hemen bugün bu yakıtlardan vazgeçilebilmesi mümkün görünmüyor. Bu nedenle de dünya ülkeleri küresel ısınma ile mücadele için ellerinden geleni yapmakta hevessiz görünüyorlar. Geçen yıl Lima’da yapılan toplantıda 2 oC hedefine ulaşabilmek için ülkelerin yapmayı kabul ettiklerini 2015 yılı içerisinde açıklamaları istenmişti. Açıklanacak belgelere niyet edilen ulusal olarak belirlenmiş katkılar (Intended Nationally Determined Contribution – INDC), kısaca niyet beyanları diyoruz.
Ükemiz de dahil olmak üzere neredeyse tüm dünya ülkeleri Paris toplantısı öncesinde Niyet Beyanları’nı açıkladılar. Paris toplantısında konuşulan ve üzerinde anlaşılması gereken iki ana başlık bulunmaktadır. Bunlar her ülkenin bu beyanlara nasıl uyacağı ve geliştireceği ile bu beyanları yerine getirmek için gerekli olan finansman kaynağının nasıl sağlanacağıdır.
Üzerinde karara varılan temel konu ülkelerin niyet beyanlarını topladığımız zaman bizi 2 oC’lik bir ısınmadan koruyamayacağıdır. Bu nedenle ülkelerin bugünle 2030 arasında periyodik olarak toplanarak 2 oC’lik hedefe ulaşmak için niyet beyanlarını gözden geçirmeleri ve düzeltmeleri gerekmektedir. Bu gözden geçirme süreleri beş yıl olacaktır. Yani devletlerin 2015 yılında vermiş oldukları niyet beyanlarını 2020 yılında gözden geçirerek daha da sıkılaştırmaları ve 2030 yılında dünyayı 2 oC’lik bir sıcaklık artışından koruyacak sera gazı azaltımı yoluna girilmiş olması gerekmektedir.
Bu azaltımların yerine getirilmesi içinse maddi kaynağın gelişmiş ülkeler tarafından sağlanması zorunludur. Ancak böylesi büyük bir kaynağın sağlanması meclislerin onayını gerektirdiğinden özellikle Amerikan Meclisi’nden bu anlaşmanın geçmesi zor görünmektedir. Bu nedenle de finansmanın maddi kaynak şeklinde değil teknoloji transferi olarak sağlanması daha olası görünmektedir.
Paris’te yapılacak olan anlaşma 2020-2030 yılları arası dönemi kapsayacağından bu noktadan sonra tek tek ülkeler tarafından onaylanması gerekecektir. Bu onay süreci yukarıda belirttiğim iki sorunun ne derece çözüme kavuşacağı konusunda yol gösterici olacaktır. Yani her ne kadar Paris’te bir anlaşma imzalanacak olsa da bu anlaşmanın şartlarının kesinleşmesi uzun sürecektir.
Ülkemiz açısından bakıldığında verilen niyet beyanının son derece zayıf kaldığı görülmektedir. Öncelikle ülkemiz 2030 yılına kadar kesinlikle gerçekçi olmayan bir biçimde %7 büyüyeceğini öngörerek bir enerji ihtiyacı belirlemiş ve sonra da bu enerji ihtiyacını özellikle en kirli fosil yakıt olan kömürle gidereceğini gidereceğini kabul etmiştir. Ülkemizin son senelerde %3.5-4.0 aralığında büyüdüğünü hatırlayacak olursak öncelikle büyüme beklentilerinin ne derece gerçeklikten uzak olduğu anlaşılabilir. Öte yandan tüm dünya yenilenebilir enerji kaynakları olan rüzgar ve güneşten faydalanma yolunda ilerlerken düşük verimli linyit kömüründen enerji üreterek büyümek de benzer şekilde gerçekçi değildir. Bu iki ana noktada ülkemizin en kötü ihtimalde olabilecekten de daha kötü bir senaryo yarattığını kabul edebiliriz. Niyet beyanında ise bu kötünün de kötüsü olan senaryodan %21 azaltım yapmayı hedeflediğimiz açıklanmaktadır. Bunun da anlamı şudur: Eğer son 15 yıldır ilerlediğimiz yolda 15 sene daha ilerleyecek olursak hiçbir şey yapmamıza gerek kalmadan sera gazı azaltım hedeflerimizi tutturmuş olacağız.
Yalnız devletimiz buna ek olarak niyet beyanında belirttiği hedefleri tutturmak için gelişmiş ülkelerden maddi yardım istemektedir. Gerek hedeflerin çok düşük olması gerekse de bu düşük hedeflere ulaşmak için bile maddi destek aranması bizi iklim değişikliği konusunda dünyada en kötü ülkelerden biri haline getirmiştir.
Yine de önümüzdeki yıllar bize yeni bir dünya düzeni getirecektir. Tüm dünya ülkeleri verdikleri sözlerin tümünü yerine getirseler bile bu yüzyılın sonuna kadar dünyamız 2.7 oC daha ısınacaktır. Bu nedenle yakın gelecekte hepimize önemli görevler düşmektedir. Devletlerin Paris’te masadan bir anlaşma ile kalkmaları son derece önemlidir. Bu anlaşma kabul edildiğinde ülkeler artık fosil yakıtların kötü olduğunu ve bunlara dayalı ekonomik büyümenin de sonuna gelindiğini kabul etmiş olacaklardır. Bunun ülkeler açısından anlamı artık yeni bölgelerde petrol bulmak için kuyular veya kömür bulmak için madenler açılmasının kurallara aykırı olmasıdır. Yani eskiden aktivistler ülke kanunlarına karşı savaşırken artık uluslararası anlaşmaları arkalarına alarak hareket edebileceklerdir.
Sadece aktivistlerin değil hepimizin üzerine düşen görev gelecek yıllarda öncelikle bu anlaşma şartlarının yerine getirilmesine önem vermek ve bizi devletlere her an dünyayı 2 oC’nin altında tutmanın onların ve bizlerin sorumluluğu olduğunu hatırlatmaktır.
Başta söz ettiğimiz noktaya geri dönecek olursak, aslında hedef 2 oC’lik bir artış değil hiç artış olmamasıdır. 2 oC’lik artış bile bizleri ciddi tehlikelerle karşı karşıya bırakacaktır. Ülkemiz küresel ısınmadan en fazla etkilenecek yerlerden biridir ve bunun bilinciyle belki de sera gazlarını azaltmaya verdiğimizden fazla önemi yakın gelecekte küresel ısınma
ile birlikte karşımıza çıkacak sorunları gidermek için önlemler almaya da vermeliyiz. Ortalama sıcaklık artışı ne kadar fazla olacak olursa başımıza gelecek problemlerin boyutu da o denli büyüyecektir. Dolayısıyla bir yandan problemin oluşmasını engelleyecek önlemler almak, diğer yandan da eğer problem oluşacak olursa etkilerinden korunmak için çabalamak gereklidir. Bu iki çabanın da birlikte yürümesi gerekmektedir. Ama iyi haber, problemin oluşmasını engelleyecek, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek gibi önlemler, bizleri aynı zamanda ileride oluşabilecek iklim felaketlerinden korumaya da yardımcı olacaktır. Yani bizler çabaladığımız müddetçe iklim değişikliği üstesinden gelemeyeceğimiz bir problem değildir.

Yazının orijinaline Sustineo web sitesinden ulaşabilirsiniz.

1 Aralık 2015 Salı

Yeni başlayanlar için iklim görüşmeleri

2015 yılının Aralık ayında Paris'te Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UN Framework Convention on Climate Change – UNFCCC) Taraflar Konferansı'nın (Conference of the Parties – CoP) yirmi birincisi yapılacak. Bu konferansın sonunda dünya ülkeleri arasında bir iklim değişikliği anlaşması imzalanması bekleniyor. Her ne kadar iki cümleyle bunu anlatmaya çalışsak da aslında bu konu üzerinde sayfalarca yazabiliriz. Ancak bu yoğun gündemin içinde ve bu kadar kısa sürede yazılacakların tümünü okumak mümkün olamayacağı için en azından görüşmelere kısa bir başlangıç yapmak istedik.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi nedir? 1992 yılında tüm dünya ülkelerinin liderleri Brezilya'nın Rio de Janeiro şehrinde toplanarak iklim değişikliğinin kötü bir şey olduğu konusunda hemfikir oldular ve bu değişikliğin durdurulması için mümkün olan şeylerin yapılması gerektiğine karar verdiler. Burada imzaladıkları anlaşma bugüne değin 196 ülke tarafından kabul edildi ve meclislerinden geçirilerek yasalaştı. Ülkemiz de bu anlaşmayı kabul eden ülkelerden biridir. Burada önemli nokta, bu anlaşmanın bir yaptırımı olmamasıdır. Ancak bu anlaşmaya taraf ülkeler daha sonraki yıllarda toplanarak anlaşmaya yaptırım gücü getirmeyi de kabul etmişlerdir. 

Bu anlaşmaya taraf ülkeler ilk defa 1995 yılında Birinci Taraflar Konferansı'nı toplamışlardır. Taraflar Konferansı 1995 yılından bu yana düzenli olarak her yılın Aralık ayında değişik bir ülkede toplanır. Bu yıl yirmi birincisi düzenlenecek olan Taraflar Konferansı Fransa'nın başkenti Paris'te toplanacaktır. Taraflar Konferanslarının en önemli amacı iklim değişikliğini önleyecek bir uluslararası anlaşmaya zemin hazırlamaktır. Ancak bu tür uluslararası anlaşmaları imzalanabilecek hale getirmek çok uzun süre aldığından her anlaşmanın hazırlanması en azından birkaç sene sürmektedir. Mesela hazırlıkları 1992 yılında Rio'da başlayan anlaşma ancak 1997 yılında Kyoto'da imzalanabilmiştir. 1997 yılında Kyoto'da imzalanan anlaşmanın yürürlüğe girmesi ise tüm ülkelerin meclislerinden geçme zorunluluğundan dolayı 2005 yılını bulmuştur. 

Kyoto Anlaşması 2008 - 2012 tarihleri arasında gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını azaltmalarını gerektiriyordu. Bu anlaşma 2012 yılında sona ermeden önce yeni bir anlaşmanın imzalanarak yürürlüğe girmesi gerekiyordu. Yalnız bu yoldaki çabalar 2009 yılında Kopenhag'da yapılan Taraflar Konferansı'nda başarısızlıkla sonuçlandı ve Kyoto Anlaşması'nı devam ettirecek bir anlaşmaya varılamadı. Ancak Kopenhag'da devletler önemli bir karar alarak küresel ısınmanın bilim insanlarının koyduğu limit olan iki derece ile sınırlanması konusunda fikir birliğine vardılar. 

2009 yılından beri süren yoğun çabalar sonunda 2014 Aralık ayında Peru'nun başkenti Lima'da toplanan 20. Taraflar Konferansı yeni bir anlaşmanın temellerini attı. Geçtiğimiz bir yılda ise bu atılan temeller üzerine Paris'te Aralık ayında toplanacak olan konferansta imzalanması beklenen bir anlaşma taslağı ortaya konuldu. Dolayısıyla 1997 yılında Kyoto dan sonra ilk defa 2015 yılında Paris'te taraflar masaya ellerinde bir anlaşma taslağı ile oturacaklar. Bu da Aralık ayına ümitle bakmamıza imkan veren en önemli sebep. Eğer bu anlaşma taslağı kabul edilecek olursa Paris'te tüm devletlerin yetkilileri tarafından imzalanarak yürürlüğe girecek. İmzalanacak olan anlaşma devletlerin 2015-2030 yılları arasında iklim değişikliğini önlemek için atacakları adımları belirleyecek.

Yalnız bu anlaşma hususunda hepimizin bilmesi gereken birkaç önemli nokta var. Bu önemli noktaların başında şu geliyor: Bu tür bir anlaşmanın anlam ve önem kazanabilmesi için dünyada atmosfere sera gazı salan ülkelerin neredeyse tamamının bu anlaşmayı kabul etmeleri gerekiyor. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri'nin veya Çin'in taraf olmadığı bir anlaşmanın fazla bir anlamı da olmayacak. Bu sebeple uzun zamandır en önemli çaba bu “büyük kirleticileri” bir masa etrafında oturtup aynı anlaşmaya “evet” dedirtmek için harcandı. Doğal olarak herkesin “evet” diyeceği anlaşma da ülkelere çok fazla yükümlülük getirmeyecek bir anlaşma olmak zorundaydı. Yani bir yandan anlaşmanın iklim değişikliğini engelleyecek kadar kuvvetli olması öte yandan da ana kirleticilerin “hayır” diyemeyeceği kadar da yumuşak olması gerekiyordu. Bundan dolayı da karşımıza çıkacak olan anlaşma esasında fazlaca yumuşak maddeler içeren bir anlaşma olacaktır. Yumuşak maddelerden oluşacak olmasının temel sebebi bu anlaşmaya en başta Amerika Birleşik Devletleri'nin “evet” demesi gerekliliğidir. Ancak Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu Amerikan Meclisi daha aylar önce bir yaptırım getiren iklim anlaşmasını kabul etmeyeceklerini baştan söylemişti. Dolayısıyla Paris'te karşımıza çıkacak olan anlaşma Amerikan Meclisi'nden geçmesini gerektirecek yaptırımları bulunmayan bir anlaşma olacaktır Bu mantıktan dolayı temelde dünya 1992 yılına geri dönmüş bulunmaktadır, yani dünya ülkeleri iklim değişikliğini durdurmak için ellerinden geleni yapacaklarına tekrar söz verecekler. Bugünkü anlaşmanın Rio'da yapılan anlaşmadan ana farkı her ülkenin 2030 yılına kadar neler yapacağını resmi olarak belirliyor olmasıdır.

2015 yılı boyunca dünya ülkelerinin çoğu kısaca Niyet Beyanı dediğimiz Ülkeler Tarafından Belirlenen ve Niyet Edilen Katkıları (Intended Nationally Determined Contribution – INDC) açıklamışlardır. Bu katkıları belirlemekte tüm ülkeler özgürdürler. Katkı belirleme sürecinde bir ülkenin diğer bir ülkeyi zorlaması söz konusu değildir. 

Paris'te varılacak anlaşmada iki tane önemli nokta var. Bu noktalardan birincisi, bu niyet beyanlarının ne derece ciddiye alınıp üzerinde tartışma olmadan kabul edileceğidir. Yani ülkelerin niyet ettikleri katkıların üzerinde tartışma olmadan kabul edilip edilmeyeceğini Paris'teki tartışmalar gösterecektir. İkinci önemli husus da bu katkıların ne derece yaptırma tabi olacağıdır. Yani 2030 yılına kadar devletler verdikleri sözü tutmayacak olurlarsa bunun bir yaptırımı olacak mıdır? Bu görüşme sürecinden anladığımız niyet edilen katkıların daha sıkılaştırılmasının az da olsa mümkün olduğu, ancak bu katkılar yerine getirilmeyecek olursa bir yaptırımın söz konusu olamayacağı yönündedir.

Bu anlaşmalarda insanlığı ilgilendiren önemli nokta ise tüm devletlerin verdikleri tüm sözleri yerine getirmeleri durumunda bile çıkan sonucun bizi iklim değişikliğinin kötü etkilerinden koruyup korumayacağıdır. Bilim insanları bunu iklim değişikliğini iki derece ile sınırlamak şeklinde belirlemişlerdir.  Bilim insanlarının devletlerin niyet beyanları değerlendirmeler verilen bu sözlerin bizi güvenilir hudutlar içerisinde tutmaya yetmeyeceği şeklindedir. Bu nedenle tüm dünya vatandaşlarının üzerine düşen görev kendi devletlerine baskı uygulayarak bu katkıların çok daha sıkı hale getirilmesini sağlamaktır Çünkü iklim değişikliğinin gölgesi altındaki geleceğimiz devletlerin kararına bırakılamayacak kadar önemli bir konudur.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Aralık 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Kasım 2015 Pazar

Ülkelerin İklim İçin Niyet Beyanları

Aralık ayında Paris'te yapılacak olan iklim zirvesinden (UNFCCC 21. Taraflar Konferansı) iklim değişikliğini önleme yolunda kalıcı ve bağlayıcı bir anlaşma çıkması hepimizin en büyük umudu. Geçtiğimiz sene Lima'da yapılan 20. Taraflar Konferansı sonunda varılan anlaşma gereği dünya ülkelerinin tümünün 30 Eylül 2015 tarihine kadar Ülkenin İklim İçin Niyet Beyanı dediğimiz belgeleri Birleşmiş Milletler'e sunmaları gerekiyordu. 30 Eylül tarihinde Niyet Beyanlarını vermiş olan ülkelerin sera gazı salımları tüm dünya ülkelerinin sera gazı salımlarının %90'ını oluşturuyordu. Bu bağlamda Lima kararlarının uygulanmasında önemli bir başarı sağlandığı söylenebilir.

Ülkemizin ve diğer ülkelerin Niyet Beyanlarını incelemeden önce genel anlamıyla bu belgelerin ne anlama geldiğini incelemek faydalı olacaktır.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne (UNFCCC) taraf olan ülkeler her yılın Aralık ayında değişik bir yerde toplanarak ülkelerin bu konudaki durumlarını gözden geçirirler. Bu toplantıların üçüncüsü 1997 yılında Kyoto'da yapıldı ve 2008-2012 yılları arasında sera gazı salımlarının azaltılmasını öngören bağlayıcı bir anlaşma imzalandı. Kyoto Protokolü'nün geçerlilik süresi 2012'de biteceği için 2009'da Kopenhag'da toplanan 16. Taraflar Konferansı'nda 2012 yılı sonrasında alınacak önlemler kararlaştırılmaya çalışıldı ama bir başarı sağlanamadı. O tarihten bu zamana kadar da dünya ülkeleri bu konuda bir anlaşmaya varmaya çalışıyorlar.

Ne yazık ki, o zamandan bugüne aldığımız yol pek de iç açıcı değil. Son toplantıda alınan karar tüm dünya ülkelerinin 2015-2030 arasında neler yapmak istediklerini beyan etmeleri yönündeydi. Buna verilen resmi isim Intended Nationally Determined Contributions (INDC), yani Ülkeler Tarafından Belirlenerek Niyet Edilen Katkılar. Biz kısaca Niyet Beyanları veya INDC diyerek devam edeceğiz. İsminden de anlaşıldığı üzere öncelikle bu beyanları ülkeler kendileri hazırlıyorlar ve üzerlerinde başka bir kontrol mekanizması bulunmuyor. Bu da ülkelerin istediklerini söyleyebilecekleri anlamına geliyor. Ayrıca ülkeler bir de buna “niyet ediyorlar”, yani söz vermiyorlar ya da kendilerini bununla bağlamıyorlar. Dolayısıyla Paris'e giden yolda üzerinde tartışmanın geçeceği temel belgeler herkesin sadece neler yapmak istediğini yazdığı ve bunu taahhüt etmediği, sadece buna niyeti olduğunu söylediği belgeler. Haklısınız, herhangi birimiz bu tür bir belgeyle kanuni herhangi bir anlaşmaya girmezdik. Bir düşünün, ben sizin evinizi almak istiyorum ve bu eve az bir miktar ödemeye niyetliyim dese biri ve sizin de pazarlık şansınız olmasa satar mıydınız evinizi??

Dünya ülkelerinin verdikleri beyanlar genelde üç kategoriye ayrılabilir. Kesin bir hedef verenler, mesela 2030'da sera gazı salımlarımızı 1990 seviyesine göre %50 azaltacağız gibi; artıştan azaltım verenler, mesela 2030'da önlem almayacak olsak (buna Business As Usual – BAU deniyor) salacağımız sera gazı miktarından %30 azaltım yapacağız diyenler ve bir hedef belirlemeden sadece azaltma niyetleri olduğunu söyleyenler.

Ülkemiz aslında nasıl bir beyanda bulunacağını senelerden beri yayınladığı çeşitli raporlarda belirlemişti. Bizim resmi söylemimiz gelişmekte olan bir ülke olmamızdan ötürü enerji ihtiyacımız olduğu ve enerjimizi yerli kaynak olan kömüre dayanarak kazanacağımız yönündeydi. 30 Eylül günü açıkladığımız Niyet Beyanı'nda da bunu görmek mümkün:

2015 yılında 477 milyon ton olan CO2 eş değeri toplam sera gazı salımlarımızın önlem almayacak  olursak 2030 yılına kadar 1175 milyon tona çıkması beklenmektedir. Ancak alınması planlanan önlemlerle bu miktarın 1175 milyon tondan en fazla %21 az olmasına niyet edilmektedir.

Yani 2030 yılındaki sera gazı salımlarımız 1175 milyon ton CO2 eş değeri ile 929 milyon ton CO2 eş değeri arasında olacaktır. Buna göre ülkemiz iklim değişikliğini önlemek için sera gazı salımlarını 2015 değerlerine göre en iyi ihtimalle %95, en kötü ihtimalle de %146 arttırmaya niyet ettiğini açıklamıştır.

Bu açıklama ile ilgili olarak bir temel problemden ile bir önemli ve olumlu noktadan söz edebiliriz.

Öncelikle, iklim değişikliğini önlemek için esasında salımlarımızı azaltmamız gerektiği gerçeğine değinmeyeceğim bile. Ancak, bu yıl 477 milyon ton olan salımlarımızı nasıl olup da 2030 yılında 1175 milyon tona çıkartacağımızı anlayabilmemiz gerekmektedir.

Ülkemizin gelecekteki sera gazı salımlarını hesaplayabilmek için öncelikle ülkemizin yakın gelecekte ne hızda büyüyeceğini tahmin etmemiz gerekiyor. WWF ve İstanbul Politikalar Merkezi'nin geçen ay yayınladığı çalışmada detaylı biçimde açıklandığı üzere IMF ve OECD gibi uluslararası kuruluşların öngörülerine göre ülkemizin 2030 yılına kadar %3.45 büyümesi bekleniyor. Bu büyüme oranı kullanılarak sera gazı salımları hesaplandığında 2030 yılında 787 milyon ton CO2 eş değeri sera gazı salacağımız görülüyor. Yani ülkemiz için gerçekçi beklenti 787 milyon ton iken Birleşmiş Milletler'e 1175 milyon ton bildirimde bulunmamızın mantığını anlayabilmek için biraz daha çaba sarf etmek gerekiyor. Diyelim senede ortalama %3.45 değil de devletimizin istediği gibi %5 büyüdük. O zaman da 2030 yılında salacağımız toplam sera gazı miktarı 851 milyon ton CO2 eş değeri oluyor, buna göre de 1175 milyon tondan gene de çok uzağız. Ancak eğer Sayın Cumhurbaşkanımızın planladığı gibi 2023 ve ötesinden dünyanın ilk on büyük ekonomisi içerisinde yer almak istiyorsak, o zaman bugünden 2030 yılına kadar her sene %7.5 büyümemiz gerekiyor. 15 sene boyunca istikrarlı bir şekilde yılda %7.5 büyüyecek olursak gerekli olan enerji ihtiyacından dolayı sera gazı salımlarımız 1175 milyon tonu bulacaktır. Dolayısıyla, ülkemiz önüne gelecek yıllarda dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olma hedefini koymuş ve bu hedefe sera gazı salarak varmayı hedeflemektedir.

Dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olabilmek için bizden üstteki Endonezya, Hindistan, Meksika, Avustralya, Kanada, Rusya ve Güney Kore'yi geride bırakmamız gerekmektedir. Bunun ne derece gerçekçi göründüğünü sizlere bıraktıktan sonra bu noktayla ilgili şunu da göz önüne almalıyız. Önümüzdeki 15 yıl boyunca Birleşmiş Milletler'e verdiğimiz niyet beyanını gerçeğe çevirmek için tek yapmamız gereken özel bir şey yapmamak. Yani son 10 senedeki büyüme performansımıza devam edecek olursak herhangi bir önlem almadan verdiğimiz taahhütleri yerine getirmiş oluyoruz. Bu da niyet beyanımızın ne derece ciddiyetten uzak olduğunun önemli bir göstergesidir.

Ufak bir parantez açarsak, ülkemiz iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek ülkelerden biridir. Bu nedenle ben asıl ağırlığımızı iklim değişikliğini önlemekten çok etkilerinden korunmaya vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde hazırlanmış bir niyet beyanını vermiş olsak ve genel anlamıyla “biz azaltmak için elimizden geleni yapacağız ama asıl hedefimiz ve yatırımımız kendimizi iklim değişikliğinin etkilerinden korumak üzerinedir” diyecek olsak çok daha ciddiye alınacak bir belge oluşturmuş olabilirdik.

Son olarak bu niyet beyanının çok önemli bir faydası artık masada üzerinde tartışılabilecek bir belge olmasıdır. Politika üretirken artık bu belgeye dayanarak iyileştirmeler talep etmek veya önermek mümkün olacaktır. Bugüne kadar “iklim değişikliğini azaltma konusunda biz bir beyanda bulunmuyoruz” diyen devletimiz bilime aykırı bir sayı vermiş olsa da artık elimizde bir hedef vardır ve bu hedef her zaman için geliştirilebilir.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Kasım 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Ekim 2015 Perşembe

IPCC 5. İklim Değişikliği Değerlendirme Raporu

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi olarak 5. İklim Değişikliği Değerlendirme Raporu'nu detaylarıyla ele almak için IPCC'nin bilim insanlarını üniversitemize davet ettik. 9 - 10 Eylül tarihlerinde üniversitemizde yapılan ve ilk günü basına özel yapılan iki günlük toplantıda iklim değişikliği tüm yönleriyle ele alındı. 

IPCC 1988 yılında Birleşmiş Milletler'e bağlı olarak Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve BM Çevre Programı (UNEP) tarafından kurulmuştur. Amacı hükümetlere ve karar vericilere iklim değişikliği konusunda bilgi sağlamaktır. IPCC için gönüllü çalışan binlerce iklim bilimci bu amaca yönelik olarak iklim değişikliğinin her açısıyla ilgili yapılan tüm bilimsel makaleleri toparlayarak 6 – 7 yıllık aralıklarla değerlendirme raporları hazırlar. Bu raporları hazırlamak için bilim insanları üç ayrı grup olarak çalışırlar. Bu grupların ilki (WG1) iklim değişikliğinin bilimsel temelleri, ikincisi (WG2) iklim değişikliğinin etkileri ve üçüncüsü de (WG3) iklim değişikliğini durdurma yolları üzerinde çalışarak rapor hazırlamaktadır. Sonunda bu üç grubun da yazarları bir araya gelerek tüm raporun bir sentezini yaparlar.

Aralık ayında Paris'te düzenlenecek olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan ülkeler konferansında önümüzdeki 15 yılda dünya ülkelerinin iklim değişikliği konusunda neler yapacağına karar verilecek. IPCC'nin bilim insanları da bu toplantı öncesinde son değerlendirme raporunu tanıtmak için bizlerle birlikte oldular. 

Toplantı IPCC Başkan Yardımcısı (ve gelecek ay yapılacak seçimlerde IPCC başkanlığına aday olan) Prof. Jean-Pascal Ypersele'nin video konferans ile yaptığı açılış konuşmasıyla başladı.

Sentez Raporu konusunda bilgi vermek üzere raporun teknik sorumlusu Prof. Leo Meyer söz aldı. Meyer'in üç noktanın özellikle üzerinde durdu:

1. İklim sistemi üzerindeki insan etkisinin varlığı tartışmasızdır ve artık etkiler görünmeye başlamıştır.
2. İklimi bozmaya devam ettiğimiz müddetçe etkiler artacak, şiddetlenecek ve geri dönülemez hale gelecektir.
3. Ancak müreffeh ve sürdürülebilir bir gelecek yaratmak için gereken kaynaklar elimizde bulunmaktadır. 

Daha sonra birinci çalışma grubu adına söz alan raporun baş yazarlarından Roxana Bojariu iki ana başlık altında raporu anlattı. Bunların ilki iklim değişikliğinin şu ana kadar nasıl ilerlediği, ikinci kısmı da gelecekte bizi nelerin beklediği üzerineydi. Başlıklar halinde anlatacak olursak:

1. İklim sisteminin ısınmış olduğu kesindir. 1950'lerden bu yana iklimde gözlenen değişikliklerin birçoğu on yıllardır, hatta binlerce yıldır eşi görülmemiştir. Atmosfer ve okyanus ısınmış, deniz seviyesi yükselmiş, kar ve buz miktarları azalmış ve sera gazlarının konsantrasyonları artmıştır.
2. Toplam ışınımsal zorlama, yani dünyaya gelen enerjiyle dünyadan çıkan enerji farkı pozitiftir ve bu iklim sisteminin enerjisinin artmasına yol açmıştır. Toplam ışınımsal zorlamaya 1750 yılından beri en büyük katkıyı karbondioksidin atmosferdeki konsantrasyon artışı neden olmuştur.
3. Iklim sistemi üzerindeki insan etkisi açıktır. Bu, atmosferde artan sera gazı konsantrasyonlarından, pozitif ışınımsal zorlamadan, gözlenen ısınmadan ve iklim sisteminin daha iyi anlaşılmasıyla bellidir.
4. Sera gazlarının salımının devamı iklim sisteminin tüm bileşenlerinin daha da ısınmasına ve iklimin tüm bileşenlerinde değişikliklere neden olur. İklim değişikliğinin sınırlanması için, sera gazı salımlarında önemli ve sürekli indirim gerektirir.

İkinci grup adına da Prof. Lucka Bogataj ve Doç. Dr. Barış Karapınar konuştular. İklim değişikliğinin etkileri konusunda Bogataj şunları aktardı:

1. İklim değişikliğinin etkileri tropiklerden kutuplara, kıtalardan denizlere ve zengin ülkelerden fakir ülkelere kadar her yerde görülmektedir. Bu etkilerin yoğunluğu bölgeye göre değişebilir.
2. Raporda belirtilen etkiler önümüzdeki 30 yılda iklim değişikliğini azaltma çabalarımıza bağımlı değil iken, daha sonra görülecek etkiler karşılaşacağımız salım senaryosuna bağlı olarak değişecektir.
3. İklim değişikliğine çeşitli alanlardaki uyum şansımız ise daha iyimser görünüyor. Doğru eylemleri seçmek önemli ölçüde uyum sağlamamıza yardımcı olabilir.
4. Bu noktada geniş resme bakarak faydalarının gerçekçi tahminlere dayandığı, esnek ve kapsayıcı uyum stratejileri geliştirilmesi üzerine odaklanmak önemli ve gereklidir.

Besin üretimi konusunda ise şu noktalar vurgulandı:

1. Gıda maddeleri üretiminde öngörülen değişiklikler bölgeye ve ekin türüne göre çok değişebilir.
2. Bölgemizde beklenen azalma ortalamadan daha büyüktür ve ancak geçen zamanla tüm bölgelerdeki azalma da artar.
3. Uyum önlemleri, daha dayanıklı çeşitlerinin geliştirilmesini, iklim değişikliğinden daha az etkilenen ürünlere geçilmesini, su kullanımında verimin arttırılmasını ve bitkilerin üretim zamanlamasındaki değişiklikleri içermektedir.
4. Bu önlemlerin önemli bir kısmı bağımsızdır ama kamunun karar verme süreçlerini de gerektirebilir.
5. Bölgemizin gıda güvenliği ve iklim değişikliğinin tarım üzerindeki etkisi bireysel veya ulusal araştırma programlarının çabaları ile başarıya ulaştırılamaz. Büyük ve devletler arası eş güdümlü çabalar gereklidir.

Son olarak üçüncü grubu temsilen yazarlardan Prof. Nebojsa Nakicenovic video konferans ile sunumunu yaptı ve soruları cevapladı. Nakicenovic'in önemli gördüğü noktaları şöyle sıralamamız mümkün:

1. İklim değişikliğini 2oC'de sınırlamak için alınması gereken önlemler elimizde bulunmaktadır. Bunun için 2050 yılına kadar küresel olarak sera gazı salımlarını % 40-70 oranında azaltmalı ve 2100 yılına kadar da sıfıra ya da sıfırın altına düşürmeliyiz (yani kuracağımız sistemler havadan CO2 emebilmeli).
2. Uyum önlemleri ve sera gazı salımlarının önemli oranda ve sürekli indirimi bir arada iklim değişikliği risklerini sınırlayabilir.
3. Sera gazı salımlarının azaltılması önemli teknolojik, ekonomik, sosyal ve kurumsal sorunlar yaratmaktadır.
4. Hırslı bir azaltım aslında uygun fiyatlıdır ve büyümeyi geciktirir fakat imkansız hale getirmez (normal büyüme beklentisi %1.6–3.0 aralığından sadece %0.06 daha düşük olur). Tahmini maliyetler daha iklim değişikliğinin azaltılmasından doğacak olan faydaları hesaba katmamıştır.
5. Ancak azaltımın geciktirilmesi ısınmanın 2oC ile sınırlandırmasını önemli biçimde zorlaştırır.

Bu nedenle azaltımı sağlamak için şu dört ana eyleme önem ve öncelik vermemiz gerekir:

1. Enerjinin çok daha verimli kullanılması.
2. Bugün elimizdeki teknolojilere yenilerini de ekleyerek düşük karbonlu veya karbonsuz enerji üretimine geçilmesi.
3. Orman kayıplarının azaltılıp yeni ormanlar yetiştirilmesiyle karbon yutaklarının geliştirilmesi
4. Hayat tarzımızın ve davranışlarımızın değişmesi.

Paris toplantıları öncesinde almamız gereken ana mesajı özetleyecek olursak: İklim değişikliği insanlığın kendi başına açtığı önemli ve tehlikeli bir bela ve eğer kafamızı kuma gömecek olursak karşımıza çıkacak risklerin boyutları çok daha büyük olacak. Ancak bu problemi yok edemesek de riskleri azaltmak ve uyum sağlamak için gerekli olan teknolojiler elimizde var ve aslında çok da pahalı değil. Lucka Bogataj'ın dediği gibi, “iklimi kurtarmak bankaları kurtarmaktan daha ucuz!”

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Ekim 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Eylül 2015 Salı

Karbon Tutma ve Depolama


Sanırım bu yılın sonuna kadar her yazıya aynı şekilde başlayacağız: 2015 yılının Aralık ayında Paris'te Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin 21. Taraflar Konferansı yapılacak. Bu konferansta iklim değişikliğinin önlenmesi ve etkilerinin azaltılması için devletler tarafından 2020 yılından sonra alınacak önlemler kararlaştırılacak. 

Haziran ayı boyunca çevremizde sorulan soru hep aynıydı: “Ne zaman gelecek bu yaz?” Temmuz ayının ortasından sonra da soru tam tersine döndü: “Ne zaman serinleyeceğiz?” Bu iki soru aslında iklim değişikliğinin ne olduğunu bize tam olarak gösteriyor: Beklenenden serin veya beklenenden sıcak günler, beklenenden uzun süren kuraklıklar veya beklenenden daha yoğun gelen yağışlar. Bir yerde ve bir zamanda yaşayan bizler için artık beklentilere göre hareket etme devri geçmişte kaldı. Artık yeni bir dünyada yaşıyoruz ve bizler her ne kadar “ne zaman gelecek bu yaz?” desek de 2015 yılının ilk yarısı dünyanın ölçülen en yüksek ortalama sıcaklığı yaşadığı altı ay oldu. Biz atmosferdeki sera gazlarının miktarını arttırmaya devam ettiğimiz müddetçe de dünyanın ortalama sıcaklığı artmaya devam edecek.

Bugün atmosferdeki karbondioksit oranı 404 ppm, yani havadaki milyon molekülden 404 tanesi karbondioksit. Endüstri devriminden önce bu oran 280 ppm'di. Her geçen sene de 2-3 ppm artmakta. Bilim insanlarının küresel ısınmanın insanlığa zarar vermemesi için koydukları limit ise 350 ppm, yani biz tehlike sınırını aşalı epey oldu. Demek ki bizim en kısa zamanda atmosfere bu gazları salmayı bırakmamız ve doğanın bu gazları emmesine yardım etmemiz gerekiyor.

Mantığın burada bize emrettikleri ile iş dünyasının istekleri çeliştiğinde iş dünyasının istekleri daha ağır basıyor. Yani iş dünyası bize sera gazı salmayı bırakmak istemediklerini, bunun yerine atmosfere salacakları karbondioksidin bir kısmını tutacaklarını söylüyor. Daha sonra tutulan bu karbondioksit depolanacağı alana taşınacak ve sonra da uzun süre saklanacak. Aralık ayında Paris'te yapılacak toplantının ana tartışma konularından biri de bu. 

Karbon tutma ve depolama (Carbon Capture and Storage - CCS) denen bu yöntem konusunda görüşmelerden önce ön bilgiye sahip olmamızda büyük fayda vardır.

Belirttiğimiz gibi CCS üç ana adımdan oluşuyor: Karbondioksidin tutulması, taşınması ve depolanması.

Karbon tutma yöntemi ancak büyük endüstriyel kaynaklara uygulanabilir yöntemdir. Büyük ölçekte CO2 kaynakları fosil yakıtların ya da biyokütlelerin yanmasını, yüksek CO2 salımlı endüstrileri, doğal gaz üretimini, sentetik yakıt endüstrilerini ve fosil yakıt bazlı hidrojen üretim tesislerini kapsar. Elde edilen CO2 sıkıştırılarak jeolojik yapılara (kullanılmış petrol veya doğalgaz kuyuları veya derin tuz formasyonları gibi), okyanuslara, mineral karbonatlar içerisine konulabilir ya da daha sonra endüstriyel işlemlerde kullanılması için taşınabilir. Yani arabanızın saldığı karbondioksidin tutulması söz konusu değildir. Bu da iş dünyasının çözüm olarak önerdiği bu yöntemin aslında ancak kısıtlı bir alanda uygulanabileceğinin en temel göstergesidir.

Ana konumuza dönersek, yakıt olarak kullandığımız kömür, petrol veya doğalgaz yandığında atmosfere karbondioksit salınır. Yalnız, yanma sonrasında bacadan çıkan gazın çoğunluğu gene havada olduğu gibi azottur; karbondioksit oranı da %3-15 arasındadır. Bu baca gazını taşıyıp depolayacak olursak kullanacağımız enerjinin önemli bir kısmı aslında zararsız olan azot gazını taşıyıp saklamaya kullanılacaktır. Bu nedenle önce baca gazından karbondioksidi ayırmak gerekmektedir. Bugünkü teknolojilerle bacadan çıkan karbondioksidin %85-90'lık bir bölümü tutulabilmektedir. Yalnız bu gazı tutabilmek için de %35-40 oranında daha fazla enerji harcamak gerekecektir. Yani bu yöntem fosil yakıtlardan kazanılacak olan enerjinin verimini önemli oranda azaltacaktır. Ayrıca bu yöntemi eski termik santrallere uygulamak çok zordur ve ancak yeni yapılacak fosil yakıt santrallerinde yukarıda bahsettiğim verimlere ulaşmak mümkündür. Buna karşın yeni fosil yakıt santralleri yapmak da bizleri ortalamada 40-50 sene bu kirli teknolojiye mahkum edecektir.

Ama gene de çıkan baca gazından karbondioksidi ayırmak en gelişmiş olan teknolojidir ve sınırlı şekilde de olsa endüstriyel kullanımı vardır. Tutulan bu gazı taşımaya sıra geldiğinde teknolojimiz yeterlidir, ancak tutulacak tüm karbondioksidi taşıyacak altyapı bulunmamaktadır. Yani, bir kömür santrali yapmakta ısrarcı olduğumuzda bu santralden çıkan karbondioksidi tutmamız mümkündür, fakat bu gazı depolayacağımız yere taşımak için gerekli olan boru hatlarını sıfırdan yapmamız gereklidir. Bunun da ne kadar büyük bir ön yatırım gerektirdiğini kolayca tahmin edebilirsiniz. Ülkemiz açısından bakıldığında tutulan gazın boru hatları ile taşınması en uygun çözümdür. Okyanus derinliklerinde depolama imkanı olan devletler tutulan gazı tankerlerle de taşıyabilirler. Tanker taşımacılığı, eğer taşınacak mesafe bin kilometreden fazla ise daha avantajlı olmaktadır.

Son problem ise aslında en büyüğüdür. Tutulan bu karbondioksidin bir daha yeryüzüne çıkmayacak şekilde depolanması gerekmektedir. Bunu yapmak da teorik olarak mümkündür. Ancak bu, gazı bir daha atmosfere çıkmayacak biçimde depolamanın bedelini fosil yakıtlardan üretilen enerjinin bedelinin birkaç katına çıkartacaktır. Üretilen enerji bu denli pahalı olacak olursa da yenilenebilir enerji kaynaklarının fosil yakıtlarla rekabetini bırakın, kıyaslandıklarında fosil yakıtlardan son derece ucuz kalacaklardır. Dolayısıyla, evet, fosil yakıtlardan sera gazı çıkmayacak (veya çok az çıkacak) biçimde enerji üretmek mümkündür, ama bu üretilen enerjinin maliyeti piyasa koşullarında yenilenebilir enerji kaynakları ile rekabet edemez.

O zaman piyasa koşulları oyundaki bazı kuralları esnetme yolunu seçecektir, bugün de konuşulan konu budur. Yani, sonsuza kadar değil de 100 sene veya 1000 sene çıkmayacak şekilde karbondioksidi depolasak olmaz mı? Bu tahmin edeceğiniz gibi çok daha ucuza mal olur ve fosil yakıtların rekabet gücünü sürdürmesine yeter, ama çevresel problemimizi bugünden alıp 100 sene geleceğe taşır. Ayrıca bir problem daha içerir: Bu gazlar depoladığımız yerden sızacak olurlarsa çevreye ve insanlara zarar verirler. Bu olay bundan 30 sene sonra ortaya çıkacak olursa kanunen kimi sorumlu tutup muhatap alacağız. Meksika Körfezi'ndeki petrol kuyusundan petrol sızıp körfez çevresindeki yaşamı tehdit ettiğinde BP'ye faturayı kesmek bile çok kolay olmamıştı. Bundan 30 sene sonra bugünkü şirketlerin kanuni varlıklarını sürdürebileceklerini nasıl garanti altına alabiliriz? Bu nedenle de şirketlerin bu kaçamak yolu seçmeleri gayet olasıdır. Gelecekte çok da güvenilir olmayacak bir yerde karbondioksit depolayıp sonra da 30 seneye kim öle kim kala demek özellikle ülkemiz için alışılmadık bir düşünce biçimi değildir. Ayrıca ülkemiz gibi depremlerin sıkça görüldüğü bir coğrafyada bu depolardan karbondioksit sızmaya başladığında bunu “mücbir sebep” olarak nitelemek de şaşırtıcı olmayacaktır.

Dolayısıyla, gerek teknolojisi gerekse de mali ve kanuni yönleriyle karbon tutma ve depolama çözüm olarak ortaya koyabileceğimiz bir yöntem değildir. Aralık ayındaki iklim toplantıları sırasında bu konunun hepimizi kurtaracak en önemli çözüm olarak ortaya konulacağını göreceksiniz. Umarım bu yazıyı hatırlarsınız. 

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Eylül 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

İklim Değişikliği Tehdidi Altındaki Ortak Geleceğimiz

2015 yılının son ayında Paris'te Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin 21. Taraflar Konferansı yapılacak. Bu konferansta iklim değişikliğinin önlenmesi ve etkilerinin azaltılması için devletler tarafından 2020 yılından sonra alınacak önlemler kararlaştırılacak. Bu konferansın ve yapılacak anlaşmanın hazırlıkları geçen seneki 20. Taraflar Konferansı'ndan beri sürmekte. Bu hazırlıklar kapsamında 7-10 Temmuz 2015 tarihlerinde Paris'te İklim Değişikliği Tehdidi Altındaki Ortak Geleceğimiz (Our Common Future Under Climate Change) toplantısı yapıldı. Bu toplantı Paris'te yapılacak olan Taraflar Konferansı öncesi iklim değişikliğinin bilimsel yanının konuşulacağı son büyük toplantı olma özelliğini taşıyordu.

İki binden fazla bilim insanının katıldığı bu toplantı ile ilgili olarak yazacaklarım biraz teknik olabilir, ama önümüzdeki senelerde bu konuyu detaylarıyla öğrenmek zorunda kalacağımız için bu yazıyı bir ısınma turu olarak göreceğinizi düşünüyorum.

Dört gün süren, yüzlerce bildirinin sunulduğu ve bine yakın poster sunumu olan bir toplantıyı özetlemek kolay olmayacak ama genel anlamda ele alınan konuları ve bu konuların sene sonunda varılması umulan anlaşma ile ilgisini üç ana başlık altında değerlendirebiliriz:

- İklim değişikliğine buhar makinesinin icadı ile birlikte atmosfere yayılan başta karbondioksit olmak üzere tüm sera gazlarının neden olduğunu biliyoruz. Bu sera gazlarının en önemli etkisi atmosferin ve dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığını arttırmaktır. Endüstri Devrimi'nden bu yana dünyanın ortalama sıcaklığı 0.8 °C artmıştır ve atmosferde artmakta olan sera gazı miktarıyla birlikte dünyanın ortalama sıcaklığı da artmaya devam edecektir. Doğanın düzeninin insan uygarlığını tehdit edecek ölçüde bozulmaması için bu sıcaklık artışının 2 °C'yi aşmaması gerektiği konusunda politikacılar bile artık hemfikir olmuşlardır.

Burada cevaplamamız gereken soru insanlığın tercihlerinin, yani gelecekte ne kadar sera gazı salınacağının dünyanın ortalama sıcaklığını ne kadar arttıracağıdır. Sosyal bilimciler bu soruya cevap üretmek için dört ana senaryo tasarlamışlardır. Bu senaryoları çok iyimser (RCP 2.6), iyimser (RCP 4.5), kötümser (RCP 6.0) ve çok kötümser (RCP 8.5) olarak tanımlayabiliriz. Dünyanın ortalama sıcaklığının 2 °C'nin altında kalabilmesi için tüm dünyanın sera gazı salımlarının RCP 2.6 senaryosuna uygun olarak ilerlemesi gerekmektedir. Bunun yanında en kötü senaryo olan RCP 8.5'a uygun olarak ilerleyecek olursak ortalama sıcaklıkların 5 – 7 °C artabileceği öngörülmektedir. Bu artış ise bildiğimiz hayat tarzının sonu anlamına gelmektedir. Bu senaryoların tasarlandığı 2007 yılından bugüne kadarki gelişmeye bakıldığında ise salımların RCP 8.5 senaryosundan bile fazla arttığı görülmektedir.

Durum böyleyken iklim görüşmelerinde devletlerin küçük iyileştirmeler yaparak ortalama sıcaklık artışını 2 °C'nin altında tutmaları imkansızdır. Hedefe ulaşılması için tüm dünyadaki sera gazı salımlarının 2020 yılına kadar en yüksek seviyeye vardıktan sonra azalması ve hatta 2050 yılından sonra eksiye geçmesi gerekmektedir. Salımların eksiye geçmesinden kastedilen ise doğanın emebileceğinden az sera gazı salarak doğanın atmosferdeki sera gazı miktarını azaltmasıdır.

- Sera gazı salımlarındaki bu azaltımın ve gelecekteki eksi salımların sağlanması için birçok öneri vardır ancak bunlardan ikisi öne çıkmaktadır: Karbon tutma ve saklama ile biyoyakıt kullanımı.

Karbon tutma ve saklama sistemleri (Carbon Capture and Storage - CCS) büyük miktarda fosil yakıt kullanan ve atmosfere karbondioksit salan fabrikaların ve enerji santrallerinin saldıkları sera gazlarını daha salınmadan yakalayarak depolamaya ve sonra da çoğunluğu yeraltında bulunan alanlarda saklamaya dayanır. Bu konudaki ilk problem kolayca aklınıza geldiği üzere bu sistemlerin arabalar gibi dağınık çalışan nesnelere uygulanamamasıdır, yani sadece büyük işletmelerde çalışabilir. Ancak dünyadaki sera gazı salımının büyük kısmı bu işletmelerden kaynaklandığına göre CCS sistemlerinin önemli iyileştirme sağlayacağı düşünülebilir.

Karbon tutma ve saklama sistemlerinin ilk bölümü, yani karbonun tutulması kısmı denenmiş bir teknolojidir. Kullanılan yakıta ve üretilen karbondioksidin basıncına bağlı olarak değişik yollarla bu gazın baca gazından ayrılması mümkündür. Ancak burada karşımıza iki temel problem çıkar. Öncelikle karbon tutma teknolojileri daha ancak tasarımdan büyük sistemlere geçme aşamasındadır. Bu sistemlerde de henüz yaygın bir kullanımı yoktur. Aynı zamanda karbon tutmak için kullanılması gereken enerji miktarı tesislerin enerji ihtiyaçlarını yaklaşık %30-%40 oranında arttırmaktadır. Bu enerji ihtiyacı da daha fazla kömür, petrol veya doğalgaz yakarak karşılanmaktadır. Bunun dışında bu sistemlerin kurulması önemli bir yatırım maliyeti gerektirmektedir. Bugün için bu ek maliyetin fosil yakıtlara verilen devlet desteği ile sağlanması öngörülmektedir. Bu devlet desteği fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına ve bu kaynaklardan üretilen enerjinin yaygınlaştırılmasına verilecek olsa çok daha sürdürülebilir bir sisteme ulaşabiliriz.

Karbon tutma kısmı şimdiye kadar büyük ölçekte denenmiş olsa da karbon saklama kısmının güvenilir bir şekilde hayata geçirilmesi daha ancak test aşamasındadır. Tutulan karbonu saklamak için şimdilik öngörülen alanlar tükenmiş petrol ve doğalgaz yatakları ile derin denizlerdir. Burada hepimizin aklına gelen temel soru teknolojinin de ulaşıp tükendiği noktadır: Bu saklanan karbondioksidin bir yolunu bulup dışarı sızmayacağını nasıl garanti edebilirsiniz? Şimdiye kadar bu konuda harcanan büyük paralara ve emeğe rağmen bu sorunun çözümüne yaklaşmak mümkün olmamıştır. Gelecekte de bu garantinin verilebileceği son derece şüphelidir. Yani karbon saklamayı deneysel olarak bile tam olarak becerememişken bu teknolojinin büyük ölçekli üretim sistemlerinde kullanılabileceğini düşünmek bir hayaldir. Ancak bir yanda ABD ve Çin diğer yanda da Avrupa Birliği, iklim değişikliğini durdurma üzerine yaptıkları planları bu teknolojinin iki ayağının da yaygın kullanımı üzerine bina etmektedirler.

Karbon tutma ve saklama teknolojileri konusunda ürkütücü bir gerçek de BP Alternatif Enerjiler, Karbon Tutma Teknolojileri Grubu'ndan G. Hill'in konuşması sırasında ortaya çıktı. Tutulan bu karbondioksidin endüstriyel açıdan temel kullanım alanı verimliliği azalan petrol ve doğalgaz kuyularına enjekte edilerek daha fazla petrol ve doğalgaz elde edilmesi olarak görülüyor. Yani bu karbondioksit boşalmış kuyulara gönderilerek dibinde kalmış petrolün de çıkartılmasında kullanılacak, sonra da çıkan petrol ve doğalgaz yakılacak. Devletten alınan destekler kullanılarak karbondioksit tutulup başka kuyulara enjekte edilecek ve orada kalan petrol de çıkartılarak fosil yakıt ekonomisinin olabildiğince uzun süre yaşaması sağlanacak.

- Fosil yakıt endüstrisinin devamı için planlanan bir diğer sistem ise biyoyakıtlar. Hatta bir adım daha ileri giderek biyoyakıtlarla çalışan elektrik santralleri kurup, bu santrallerden çıkan karbonun tutulup yeraltında depolanması da atmosferdeki sera gazı miktarını azaltmak için kullanılması planlanan teknolojilerin başında geliyor.

Biyoyakıt konusunda ise karşımıza iki ana problem çıkıyor. Bunlardan ilki dünyanın azalan temiz su kaynakları. Bildiğiniz gibi biyoyakıt tarımının çoğu ciddi anlamda suluma gerektiriyor. Bu yakıtları üretmek karlı bir yatırım olduğundan ülkemizde olduğu gibi besine yönelik tarım üretimindense biyoyakıt üretimine yönelmek özellikle yeraltı su kaynaklarının tüketilmesine yol açıyor. Biyoyakıtların ikinci ana problemi ise doğal olarak 1 milyar insanın her gece yatağa aç yattığı bir dünyada her geçen gün biyoyakıtlara ayrılan tarım arazilerinin alanının artması çok yakın gelecekte sürdürülebilir olmaktan çıkacak olmasıdır.

Aralık ayındaki iklim görüşmelerine doğru gidilirken çoğu ekonomik açıdan değerlendirilmiş olan senaryolar gündemde önemli yer işgal ediyor. Bu senaryoların iki temel problemi bulunuyor. Bunların ilki eldeki verilere ve taahhütlere dayanarak geliştirilmiş olmaları. Burada ekonomistleri suçlayamayız çünkü çalışma alanlarının doğası içerisinde verilere bağlı tahminlerde bulunuyorlar ve bu verilerin en önemlilerinden birisi insanın doğası gereği rasyonel davranacağı. Ancak iklim bilimciler olarak biliyoruz ki insanlar en azından iklim değişikliğinin etkilerinin anlaşıldığı son yirmi senedir pek de rasyonel davranmıyorlar. Bu da ekonomistlerin ortaya koyduğu iyimser senaryoların gerçekleşme ihtimalinin pek de yüksek olmadığını bizlere gösteriyor.

Ama daha önemli bir temel sorun iklim değişikliğine getirilen çözüm önerilerinin sistem yaklaşımından son derece uzak olması. Getirilen önerilerin neredeyse tamamı sadece kendi alanları konusundaki problemleri çözmeye çalışıyor ama durum böyle olunca bir alanda çözülen bir problem bir başka alanda önemli zararlara yol açabiliyor, biyoyakıtlardan enerji üretmenin dünya gıda piyasasında yol açtığı fiyat dalgalanmaları örneğinde olduğu gibi.

Sonuç olarak Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri'nin konuşulduğu oturumda soru sormak için söz alan bir sosyoloğun dediği gibi, gelecek için konan bu hedeflerin tümünün aynı anda gerçekleşmesi imkansız değil, ama şu anda içinde bulunduğumuz paradigma içerisinde bu mümkün değil. İklim değişikliğinin insanlığın ve doğanın geleceğini tehdit etmediği sürdürülebilir bir dünya istiyorsak ufak ayarlamalar yapmak yeterli olmayacaktır. Bize gerekli olan bir paradigma değişikliğidir.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Ağustos 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Sürdürülebilirlik Hedefleri ve İklim Değişikliği

2015 yılı iç içe geçmiş iki önemli konuda, yani sürdürülebilirlik hedefleri ve iklim değişikliği alanında dünyada önemli politik adımların atılmasının beklendiği bir yıl. Her ne kadar yılı ortalamış olsak da bu iki konuda da asıl önemli toplantılar yaz ortası başlıyor ve sene sonuna kadar sürüyor.

Bu görüşmeler konusunda bilmemiz gereken şeylerin başında bu konuların bir tek toplantıda karara bağlanamayacağıdır. Her ne kadar en son toplantıda devlet yetkilileri anlaşmaları imzalasalar da bu anlaşmaların hazırlanması yıllar süren bir çabanın sonucudur. 2015 yılı içerisinde yapılacak olan üç önemli toplantı da daha önce aynı konuda yapılmış olan hazırlık toplantılarının karar bağlanacağı toplantılar olacaktır.

Üçüncü Uluslararası Kalkınmanın Finansmanı Konferansı 13-16 Temmuz 2015 tarihleri arasında Etiyopya'nın başkenti Adis Ababa'da yapılacak. Bu toplantı tüm dünyadan devlet başkanı, başbakan, ekonomi, kalkınma veya dışişleri bakanları seviyesinde bakanlarla hükümet dışı örgüt ve iş dünyası temsilcilerini bir araya getirecek. Bu toplantının sonunda 2015 sonrası kalkınma gündeminin hayata geçirilmesi için gerekli olan finansal yapının kurulması ve katkıların belirlenmesi üzerine bir anlaşma imzalanması bekleniyor.

Adis Ababa toplantısının hazırlık çalışmaları Ekim 2014'te başladı. Hükümet yetkilileri, sivil toplum ve iş çevreleri arasında Mart 2015'e kadar süren görüşmeler  sonunda Ocak, Nisan ve Haziran aylarında da, imzalanması beklenen anlaşmanın taslakları ortaya konuldu. Adis Ababa'da ise bu taslaklara son halini verecek olan görüşmelerin yapılarak sürdürülebilir kalkınmanın finansmanını sağlaması beklenen bu anlaşmanın imzaya açılması öngörülüyor.

Burada sürdürülebilir kalkınma konusunda küçük bir parantez açmamız gerekiyor. Özellikle son yıllarda bu kavramın anlamı pek çok nedenden dolayı aşındırılmış gibi görünüyor. Öncelikle ülkemizde kalkınma kavramı nedense sadece ekonomik büyümeye karşılık olarak algılanmakta. Bu nedenle de sürdürülebilir kalkınma yerine sürdürülebilirlik kavramı kullanılmaya çalışılıyor. Ekonomik büyümenin temel nedeni de nüfus artışı olarak görülüyor. Yani bir ülke, nüfus artışından daha hızlı bir biçimde ekonomik büyüme sağlayacak olursa vatandaşların refahının arttığı, aksi halde de bireylerin yoksullaştığı düşünülüyor. Ancak burada problemin temeli çoğumuzun gözünden kaçmakta. Dünya kapalı bir sistem. Yani dünya dışından kaynak ithali ve dünya dışına kaynak ihracı en azından yakın bir gelecekte mümkün olmadığına göre her anlamda büyümenin sınırları gezegenimizin sınırları ile belirleniyor. Bu nedenle de sonsuza kadar hem nüfusumuzun artması hem de bu nüfusun ekonomik seviyesinin gelişmesi mantıksal olarak mümkün görülmüyor. Sürdürülebilirlik ise bir yandan insanların yaşam koşullarının iyileştirilmesini öte yandan da bu çabanın doğanın bize sağladığı kaynakların tükenmesine neden olmadan devam ettirilebilmesini öngörüyor. Bu iki noktayı da başarabilmek için hepimizin kabullenmesi gereken ana husus; dünyanın toplam nüfusunun doğanın besleyebileceği seviyenin altında tutulması gerektiğidir. Gözden kaçmaması gereken diğer bir nokta da İngilizce'de “Sustainable Development” dediğimiz kavramı Türkçe'ye çevirdiğimizde hemen “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramını sahiplenildiği. Oysa “development” “kalkınma” anlamına gelmiyor, kelime karşılığı daha çok “gelişme”. Bu gelişmeyi de sadece ekonomik değil aynı zamanda kişisel gelişme olarak da algılamak zorundayız. Yani kişilerin sadece ceplerinde daha fazla para olması gelişmişlik değildir. Ancak bu kavramların çoğu ekonomi tarafından esir alındığından bizim algıladığımız sürdürülebilir kalkınma kavramıyla Birleşmiş Milletler'in sürdürülebilir kalkınma kavramları örtüşmeyebiliyor.

Tüm bu belirsizlikler nedeniyle özellikle Birleşmiş Milletler son yirmi yıl içerisinde sürdürülebilir kalkınmayı tanımlamaya ve sürdürülebilir kalkınma sağlamak için hedefler koymaya çalışıyor. Bu hedeflerin ilki yeni yüzyılın ilk 15 senesi için planlanan Millenium Development Goals, yani Binyıl Kalkınma Hedefleri idi. Bu yıl ise 2015 sonrası kalkınma hedeflerinin neler olması gerektiği konusundaki çalışmalar neredeyse sonuna gelmiş durumda. Bu hedefler uluslararası çevrelerde post-2015 sustainable development goals (SDGs) (2015 sonrası sürdürülebilir kalkınma hedefleri) olarak adlandırılıyor.

Birleşmiş Milletler'in sürdürülebilir kalkınma hedefleri üzerine “açık çalışma grubu” Temmuz 2014'te çalışmalarını tamamlayarak 17 küresel sürdürülebilir kalkınma hedefi ve bunların ölçülmesi için 169 ölçüt tavsiyesinde bulundu. BM Genel Sekreteri de yayımladığı sentez raporunda bu hedefleri teyit etti. Bu hedefler tüm ülkelerde uygulanabilir bir biçimde açlık ve fakirliği ortadan kaldırırken ekonomilerin büyümesini, çevrenin korunmasını, kalıcı barışın sağlanmasını ve iyi yönetişimin geliştirilmesini sağlayacak bir sistem önerisinde bulunuyorlar.

25-27 Eylül 2015 tarihleri arasında devlet başkanları ve yetkilileri New York'taki Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi'nde bir araya gelerek bu hedefleri ve hedeflere giden yoldaki gelişme durumunu değerlendirebilmeyi sağlayacak olan beklenen ölçütleri karara bağlayacak. Bu hedefler Adis Ababa'daki toplantıda belirlenecek olan finansman kaynakları ile birlikte önümüzdeki 15 yıl boyunca bizlere sürdürülebilir kalkınmanın bir yol haritasını çıkartmış olacak.

İnsanlığın sürdürülebilir gelişmesinin karşısındaki en önemli engellerin başında küresel iklim değişikliği geliyor. Bu yılın belki de en önemli toplantısı 30 Kasım ile 11 Aralık tarihleri arasında Paris'te yapılacak olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği toplantısı olacak. Bu toplantı aynı zamanda Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan ülkelerin (COP) yirmi birinci toplantıları oluyor. Geçen yıl Peru'nun başkenti Lima'da yapılan yirminci toplantıda tüm dünya devletlerini içine alan ve hukuki bağlayıcılığı olan bir anlaşmanın Paris'e hazırlanması için bir mutabakat kararı alınmıştı. Lima toplantısından bu yana süregelen bir dizi toplantıda yeni iklim anlaşmasının temelleri atılmaya çalışılıyor. Ancak Paris'e giden yol epey dikenli olacağa benziyor.

Öncelikle atmosfere en fazla sera gazı salan ülkeler sıralamasında ilk iki sırada bulunan ABD ve Çin'in bu anlaşmayı imzalamaları ve yürürlüğe koymaları gerekmekte. ABD açısından anlaşmanın imzalanmasında fazla bir sıkıntı olacağı düşünülmüyor, ancak bildiğiniz gibi uluslararası bir anlaşmanın hukuki bağlayıcılığı ve ülke içerisinde kanuni geçerliliği olabilmesi için meclisin de onayı gerekiyor. Amerikan Meclisi ise Başkan Obama'nın aksine cumhuriyetçilerden oluştuğu ve cumhuriyetçiler de daha baştan herhangi bir anlaşmayı onaylamayacaklarını söylediklerinden anlaşmanın yapısı ve geleceği az çok belirlenmiş oluyor.

Dünya açısından bu anlaşmadan bekleyebileceğimiz temel faydalar bu noktada son derece kısıtlı gibi duruyor. Bugün için Aralık ayında Paris'te bir anlaşmaya varılması olasılığı epey yüksek görünüyor. En son toplanan G7 zirvesinde de “fosil yakıt kullanımının yüzyılın sonuna kadar azaltılarak gelecek yüzyıla fosil yakıt kullanmayan bir dünya olarak girme” gibi kağıt üzerinde son derece güzel görünen bir karar alındı. Ancak bilim insanları küresel sıcaklıklardaki ortalama artışın 2 Co'nin üzerine çıkmaması gerektiğini ısrarla söylüyorlar. 2 Co limiti ise fosil yakıtların yüzyılın sonunda değil bugünden itibaren hızla azaltılmasını ve neredeyse 2050 yılında bugünkü miktarın beşte birine düşmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Yani bilimin gerekleri ile büyük ekonomilerin kararları çok uyumlu değil. Bu da gelecek aylarda Paris'te çıkabilecek bir sonuç için fazla ümitli olmamıza neden oluyor. Ama gene de bir umut işte...

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Temmuz 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Mayıs 2015 Cuma

Nükleer Enerji ve Türkiye

Ülkemiz her geçen yıl gerek nüfus gerekse de ekonomik açıdan daha da büyümektedir. Bu büyümenin en doğal sonuçlarından biri gittikçe artan enerji ihtiyacıdır. Her türü ile enerji, hayatımızın büyük bir parçasını egemenliği altına aldığından, bu enerji ihtiyacını karşılayabilmek devletin planlaması açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Bu planlamanın iç ve dış politikayı ilgilendiren pek çok unsuru bulunmaktadır. Bu yazı bağlamında bu politik unsurlardan ziyade konunun teknik yanlarını ele alınacaktır.

Enerji ihtiyacını karşılayabilmenin iki temel yolu var. Bunların biri enerji arzını arttırmak diğeri de enerji talebini azaltmaktır.

Ekonomiyi küçültmeden ve vatandaşları kısıtlamadan enerji talebini azaltabilmenin tek yolu enerji verimliliğini arttırmaktır. Ülkemizde enerjinin çoğunluğu devlet ve endüstri sektöründe kullanıldığından başta “Aman evdeki televizyonunuzu düğmesinden kapatın.” türü kamu spotlarındansa özel sektörün ve özellikle de devletin enerji tüketimini kontrol altına alması gerekmektedir. Sanayinin gelişimini teşvik etmek doğru bir politika olabilir ancak bununla birlikte sanayiye verilen enerjinin aslında bir bedeli olduğu ve aynı işi üretmek için daha az enerji tüketen işletmelerin de teşvik edileceği bir sistem kurulması gerekmektedir. Sanayide enerji verimliliğini sağlamak önemli bir gelir kalemi olmadığı müddetçe enerjiyi doğru kullanabilmemiz mümkün olmayabilir.

Enerjiyi doğru kullanmadığımız zaman karşımıza çıkan temel sorunlardan biri de doğal olarak daha fazla enerji üretmek için potansiyel artırımı olacaktır. Bizler öğrenciyken derslerde öğretilen ülkemizin su zengini bir ülke olduğu ve enerji ihtiyacını barajlardan kazandığıydı. Ancak günümüze geldiğimizde hem ülkemizin su zengini olmadığını hatta aslında su fakiri olmaya doğru hızla yol aldığını, hem de barajlardan elde ettiğimiz enerji oranının tüm elektrik enerjisi üretiminin yaklaşık %20'sini ancak bulduğunu görüyoruz. Ayrıca geçen zaman içerisinde yağış rejimlerindeki değişimle barajlardan kazanabileceğimiz enerjinin azalmasının yanında bir de bu barajların doğaya verdikleri zarar görüldüğünden barajlara güvenerek enerji planlaması yapabilmek doğru bir çözüm olmamaktadır.

Küresel iklim değişikliğinin nedenlerinin başında bizlerin atmosfere saldığı sera gazları gelmektedir. Bu sera gazlarının en önemlisi ise karbondioksittir. Karbondioksit bizim yaktığımız fosil yakıtlardan; yani kömür, petrol ve doğalgazdan dolayı atmosfere salınmakta ve küresel ısınmaya yol açmaktadır. Fosil yakıtların da en önemli kullanım amacı elektrik enerjisi üretimidir. Ülkemizdeki elektrik enerjisi üretiminin yaklaşık %70'i fosil yakıtlar kullanılarak yapılmaktadır. Bu miktarın çoğu yurtdışına bağlı olduğumuz doğalgazın termik santrallerde yakılması ile sağlanmaktadır. Kömür yakan termik santrallerde bile çoğunlukla kendi ülkemizden çıkartılan düşük verimli linyit kömürü yerine ithal kömür kullanılmaktadır. Linyit kömürü kullanıldığında ise bunun küresel ısınmaya kötü etki etmesinin yanı sıra hem çıkartılırken yaşanan maden kazaları hem de yandığında çıkan diğer zararlı maddeler nedeniyle istenmeyen etkilerinin hayli fazla olduğu görülmektedir.

Ancak devletimiz artan enerji ihtiyacını karşılamak için ilk olarak yerel kömürle çalışan termik santraller yapımına öncelik vermiştir. Bu tercih çevre kirliliği açısından bakıldığında en kötü çözümdür. Bunun alternatifi olarak ithal kömürle çalışan termik santraller ve doğal gaz santralleri görülmektedir. Hidroelektrik santralleri yapımında ise çevre etki değerlendirme raporu istenmesi zorunluluğu kaldırıldığından bu yana özellikle yurtdışından bulunan kredilerdeki azalma bu sektörün de durağanlaşmasına yol açmıştır. Ayrıca 2012-2014 arasında yaşanan ciddi kuraklık bu tesislerdeki enerji üretiminin sürdürülebilirliği açısından önemli soru işaretleri de oluşturmuştur.

Tüm bu olumsuzlukların yanında aslında karşımızda önemli iki sorun bulunmaktadır. Bunların ilki ve en önemlisi küresel iklim değişikliğidir. Bu değişiklik dünya üzerindeki yaşamı ciddi anlamda tehdit ettiğinden diğer tüm sorunlar karşısında çok daha büyük ağırlık taşımaktadır. Yani konu dünyadaki yaşamın geleceği ise gerisi teferruattır. Bu nedenle ne durumda olursak olalım, fosil yakıt tabanlı sistemler üretmekten uzak durmamız gerekmektedir. Bunun en önemli sebebi, kömürle çalışan bir termik santral kurulduğunda bu santralin ömrü kadar, yani en az 40-50 sene bu santralde kömür yakılarak atmosfere karbondioksit salınacağı gerçeğidir. Ekonomik açıdan elimizdeki kömürle çalışan termik santralleri kapatamasak bile en azından yatırım planlarımıza yenilerinin yapılmaması gereğini koymak zorundayız. Dünyanın geleceğini hiç düşünmesek bile petrol, kömür ve doğalgaz üretimi sürdürülebilir değildir. Yakın gelecekte miktarları azalıp talebe bağlı olarak fiyatları arttığında üretilecek olan elektriğin de bize olan maliyeti gün geçtikçe artacaktır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın fosil yakıtlara dayanan elektrik üretim sistemlerini terk etmemizin vaktinin çok geçtiği görülebilir.

Bu durumda devletin enerji sağlama sorumluluğunu yerine getirmek için yenilenebilir enerji kaynaklarından enerji üretimine destek vermesi en doğru çözümdür. Fosil yakıtların aksine yenilenebilir kaynaklardan, yani güneş ve rüzgârdan elde edilen enerjinin maliyeti gelişen teknolojilerle birlikte her geçen gün düşmektedir. Güneş ve rüzgâr enerjisi doğanın bize sunduğu kaynaklar olduğundan çok uzun süre tükenmeden bize enerji sağlayabilirler.

Güneş ve rüzgâr kaynaklı yenilenebilir enerjinin bu denli büyük avantajlar getirmesinin karşısında enerji sağlamada devlet tekelinin kırılmasına neden olmalarından dolayı devletimiz bu yenilenebilir enerji türlerine çok da sıcak bakmamaktadır. Oysa enerji ihtiyacı bizden çok daha fazla ama yenilenebilir enerji kapasitesi bizim çok altımızdaki Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleri enerjilerinin çoğunu bu kaynaklardan sağlayacak altyapıyı kurarak önemli bir adım atmış durumdalar. Kıt yenilenebilir kaynaklara sahip ülkelerin bile bu yolda bizden ileri olmaları “yenilenebilir kaynaklardan ihtiyacımızın tamamını karşılayamayız” argümanının da ne denli hatalı olduğunu gözler önüne sermektedir.

Tüm bu seçimlerle karşılaşan devletimiz bir nükleer santralin temelini atmış, diğeri için de anlaşmaları tamamlamış durumdadır. Dünyanın karşılaştığı en büyük sorunun küresel iklim değişikliği olduğu perspektifinden konuya yaklaştığımızdan nükleer santraller atmosfere fosil yakıtla çalışan termik santrallerden çok daha az zarar verirler. Bu nedenle, yenilenebilir kaynaklardan yeterli miktarda elektrik üretmemek ve ürettirmemekte ısrarcı olan devletimiz açısından önümüze fosil yakıtlar veya nükleer enerji seçimi sunuluyorsa benim seçimim nükleerden yana olacaktır.

Unutmamamız gereken son bir noktayı geçtiğimiz ay birlikte yaşadık. Elektrik üretim ve dağıtım sistemimizde yaşanan arızayla birlikte ülkenin önemli bir kısmına elektrik enerjisi verilemedi. Bu aslında neden nükleer enerjiye ihtiyacımız olduğunu değil aslında neden dağıtılmış sistemlerle herkesin mümkün olduğu ölçüde kendi elektriğini üretmesi gerektiğini gösteren bir kanıttır. Elektrik enerjisi üretimini merkezileştirmek bu şekilde yaşanacak sorunları sadece arttırır. Ülkenin her yerinde güneş ve rüzgârdan kendi enerjimizi üretebilecek olursak merkezi sistemlerde oluşabilecek arızalara karşı da dayanıklılığımız o derece artar. Bu da sürdürülebilir bir sistem oluşturmamız için atılacak en önemli adımlardan biridir.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Mayıs 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Su Problemi

Mart ayının ortası itibariyle, İstanbul barajlarında doluluk oranı %95. Geçtiğimiz yıl aynı dönemde barajların doluluk oranı sadece %36 idi. Bu artışın biri doğal, diğeri de bizden kaynaklanan iki sebebi var. İlki bildiğiniz gibi; özelde Marmara Bölgesi, genelde de ülkemiz bu kış geçen kışa oranla çok daha fazla yağış aldı ve bu yağış barajları doldurdu. Ama aynı zamanda geçen yazdan beri Melen ve Sakarya'dan İstanbul'a taşınan su da barajların doluluk oranında önemli bir rol oynadı.

Buna rağmen İstanbul'un artık kendi su ihtiyacını kendi su kaynaklarından karşılayamadığını unutmamalıyız. Bir kış boyunca ne kadar yağmur yağacak olursa olsun, Istrancalar'dan ve Melen'den gelen su olmayacak olsa, İstanbul gene susuz kalabilir. Bu nedenle de bizlere düşen en önemli görev suyumuzu dikkatli kullanmaktır. Geçen yaz yaşadığımız susuzluk şimdilik geçmiş olabilir, ama gelecek  her sene benzer kuraklıklarla karşılaşmamız olasıdır.

İstanbul'a su bugün için uzaklardan geliyor. Bu çözüm bugün için günü kurtarmaya yeterli olabilir, ancak unutmamamız gereken iki konudan ilki suyun geldiği o bölgelerin de kuraklıktan dolayı sorun yaşayabileceğidir. Bildiğiniz gibi, iklim değişikliği küresel bir sorundur. İstanbul'un yağış almadığı bir yılda Edirne veya Bolu'da yağışın azalmayacağını düşünmek doğru bir mantık olamaz.

Diğer bir sorun ise suyun sahibinin kim olduğuyla ilgilidir. İstanbul'a içme suyu sağlamak için suyu Melen'den getiriyoruz, ancak o suya Melen bölgesinde de ihtiyaç olduğunda suyu oradan alıp İstanbul'a taşımanın hukukla ne derece bağdaştığını da su hakkı bağlamında tartışmamız da gerekmektedir. Bugün bile İstanbul'a su aktarımında sorunlar yaşanmayıp suyun bize geldiği bölgelerde sık su kesintilerine rastlanması en hafif tanımıyla o bölgelerde yaşayan kişilerin memnuniyetsizliğine yol açmaktadır.

Dolayısıyla İstanbul'un (ve diğer şehirlerimizin) su problemini azaltmanın en kolay yolu sahip olduğumuz suyu dikkatli kullanmaktan geçiyor. Her ne kadar barajlar bu sene dolu olsa da biz gene de suyumuzu yazın kuraklık olacakmış gibi dikkatli kullanacak olursak ve bunu bir alışkanlık haline dönüştürebilirsek ilerde karşılaşacağımız kuraklıklara da hazırlıklı oluruz. Ülkemizin bulunduğu coğrafyada iklim değişikliği ile birlikte su, petrol kadar kıymetlenebilir; bunun bilincine vararak yaşamaya başlamak zorundayız. Sorunun çözümü ise sadece diş fırçalarken musluğu kapatmakla bitmiyor ne yazık ki. Modern şehirlerimiz kurulduğundan bu yana su azlığı ciddi bir problem olmadığından tüm sistemlerimizi suyun hep olacağı üzerine kurmuşuz. Bu nedenle de bir gün suyun azalacak olması karşısında alınabilecek basit önlemler dedelerimize doğal gelseler de bizim neslimiz için karmaşık sistemler gibi algılanabiliyorlar.

Suyun sürdürülebilir kullanımı için öncelikle kullanılmış suyun cinsini iyi algılamamız ve suyu buna göre ayırabilmemiz gerekmektedir. Bu alanda da yapılmış en önemli hata çok eskilere dayanmaktadır.

Yağmur suyu aslında temiz sudur. Şehirlerdeki kanalizasyon sistemi yağmur suyunu pis su olarak kabul ederek kanalizasyon sistemine dahil etmektedir. Bunun çok önemli iki sakıncası vardır. İlki, hızlıca kavrayabileceğimiz üzere, yağmur suyunun toplanarak yeniden kullanılabilmesi yerine kanalizasyona atılarak arıtma sistemine dahil edilmesi ve çoğu yerde arıtılarak (hatta bazen de arıtılmadan) doğaya bırakılmasıdır. Oysa yağmur suyunu kanalizasyona karıştırmadan ayrıca toplayacak olsak hem bu suyun kullanımını arttırırız, hem de boşu boşuna arıtma maliyetine katlanmamış oluruz. İkinci olarak da yoğun yağışlarda bu sistem taşmalara yol açıyor.

Burada doğal olarak en başta maliyet olmak üzere çoğu konuda itiraz ettiğinizi duyar gibiyim. Ama lütfen şunu unutmayın, eskiden evlerimizde sarnıçlar vardı. Yağmur suyu bu sarnıçlarda toplanıp sonradan kullanılırdı. Yani bu imkansız bir sistem değil. Sadece kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Biz hangi noktada yağmur suyunu sarnıçlarda toplamayı bırakıp kanalizasyona atmaya başladık? Bu da şehirlerimizin modern altyapılarının kurulduğu yıllara gidiyor. Biri pis su, diğeri de yağmur suyu için iki farklı toplama sistemi kurgulamak masraflı olduğundan altyapı alışkanlığımız hep bu iki su türünü ortak toplamak üzerine kurulmuş. Bu toplanan su da başlarda arıtılmadan derelere, göllere veya denize bırakıldığından problemin bir çevresel maliyeti de oluşmamaktaydı. Atık suların arıtılarak doğaya bırakılması nispeten yeni bir uygulama olmakla beraber, bu atık su arıtma yükünü pis su ve yağmur suyu ayrımına giderek azaltmayı denemek yerine alışkanlıklardan gelen toplu kanalizasyon sistemlerine devam edildi.

Bugün için İstanbul'un ve diğer büyük şehirlerin su probleminden bahsederken konuştuğumuz konuların başında şehirlerin su toplama havzalarına doğru genişlemelerinden dolayı su kaynaklarının azalmasıdır. Ancak buradaki ana sorun şehrin genişlemesi değil, bu genişleyen bölgelerde nüfusun artmasının yanı sıra düşen yağmurun ayrı toplanmayıp kanalizasyona katılmasıdır. Çoğu şehrin içme suyu ihtiyacı yeraltı sularından ziyade yağmur sularının toplandığı barajlardan karşılanmaktadır. Bu nedenle de yağmurun düştüğü yerin beton veya çimen olması fazla önemli değildir. Önemli olan yağmur suyunun atık su ile karıştırılmadan toplanabilmesidir. Yağmur suyunu atık sudan ayrı toplamak şehrin eski mahallelerinin altyapısının baştan düzenlenmesini gerektirmektedir. Ancak yeni yapılan bölgelerde altyapıyı bu iki değişik tür suyu ayrı şekilde toplamamamız için bir neden yok.

Su kullanımında bir diğer problem de evde ürettiğimiz atık suyun arıtılmasında başlamaktadır. Bizim düşündüğümüzün aksine evsel atık suda temizlenmesi en zor olan kısım biyolojik değil kimyasal olarak kirlenmiş olan kısımdır. Kimyasal kirliliğin büyük kısmını da lavabolara dökülen sıvı yağlar ve aşırı kullanılan deterjanlar oluşturmaktadır. Bu nedenle evlerin altyapılarında biyolojik atık suyu arıtıp bahçe sulama suyu olarak kullanmak mümkündür. Evlerdeki kimyasal atıkları da azaltmak atık suyun arıtma maliyetini azaltmanın yanı sıra arıtım sonunda elde adilen suyun da kalitesini arttıracaktır. Yalnız burada gene maliyet sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Eski evlerin altyapılarını bu şekilde düzenlemek önemli bir yatırım maliyetini beraberinde getirmektedir. Evlerde kullanılan suyun maliyeti ise bu yatırım maliyetini uzun vadede karşılamadığından bu yatırım bugün için makul bir alternatif değildir. Ancak kentsel dönüşüm düşüncesiyle yenilenen tüm konutlarda yeni atık su sistemlerinin kurulmaması için bir sebep bulunmamaktadır.

Suyumuzun kıymetini susuzluk çektikçe daha iyi anlamaya başlıyoruz. Gene de musluklardan akan suyun maliyeti cebimizi yakmaya daha başlamamış olduğundan suyu tasarruflu kullanmak dediğimizde aklımıza en başta dişimizi fırçalarken musluğu kapatmak geliyor. Oysa iklim değişikliğinin yağış rejimlerine olan etkisiyle içme ve kullanım suyu sağlayabilmek her geçen gün zorlaşacak ve suyun fiyatı da buna bağlı olarak artacaktır. Bu nedenle de su altyapımızı baştan düşünmemiz gereken bir döneme giriyoruz. Umarım felaketler yerine mantıktan çıkarımlar yaparız.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Nisan 2015 sayısında bulabilirsiniz.

1 Mart 2015 Pazar

Küresel ısınma mı küresel iklim değişikliği mi?

Küresel ısınma ve küresel iklim değişikliği uzman olmayan insanlar tarafından birbirlerinin yerine kullanılabilen kavramlar. Üzerinde yaşadığımız dünyanın iklimi değişiyor ve bu değişimin nedeni atmosferin ısınması. Bu nedenle iki kavramı ortak olarak kullanmakta fazla bir sakınca yok. Ancak bazı dönemlerde ikisini aynı anlamda kullanmak kafa karışıklığına yol açabiliyor. Yaşadığımız sertçe sayılabilecek kışın ardından, özellikle de soğuk geçen günlerin nedenini anlatabilmek için bu iki kavramın benzerliklerine ve farklarına açıklık getirmek istedik.

Öncelikle, biri kötüye kullanmadığı müddetçe iki kavram arasında önemli bir anlam farkı yok. Kötüye kullanmaktan da kastımız, “küresel ısınma var dendiği halde nasıl oluyor da hava bu kadar soğuk oluyor?” gibi söylemlerdir. Bu söylemlerden korunmak için bilim insanları ısınma yerine iklim değişikliği demeyi tercih ediyorlar.

2014-2015 kışında ABD'nin doğu kıyısı son yüz yılın en soğuk kışlarından birini geçirdi. New York ve Boston bir metreyi aşan kar altında kaldı, Erie Gölü neredeyse tamamen dondu. Ancak, yayınlanan raporlara göre ABD geneli gene de bu kışı ortalamanın üzerinde bir sıcaklıkta geçirdi, çünkü doğu kıyısı kış şartları ile mücadele ederken batı kıyısına kış neredeyse uğramadı. Doğu ve batının ortalaması alındığında ise normalin üzerinde sıcaklıklar ortaya çıktı. ABD'nin ne doğu ne de batı kıyısı normaldi bu kış; her iki kıyıda da normallere göre “değişik” bir kış geçirildiği söylenebilir. Bu “değişik” kışın nedeni de aşağıda açıklayacağımız gibi iklim değişikliğidir.

Dolayısıyla genelde bakıldığında, dünyanın bazı bölgeleri bazı seneler ısınırken aynı bölgeler bazı seneler serinler. Gene bazı bölgeler ortalamadan sıcakken başka bazı bölgeler ortalamadan daha serin olabilirler. Ancak dünyanın tamamının senelik ortalamasını aldığımızda her geçen sene biraz daha ısınmakta olduğunu görüyoruz.

Lima'daki iklim görüşmeleri sırasında İngiliz Meteoroloji Ofisi'nin yayınladığı bir grafik dünyanın her geçen sene nasıl daha da fazla ısındığını gözler önüne seriyor. Bu grafik son 150 senedeki sıcaklıkların 1961-1990 yılları arasındaki sıcaklıklar ile farkını gösteriyor. Geçirdiğimiz 2014 yılı son 150 yılda yaşadığımız en sıcak yıl olarak en sol üst köşede yer alıyor. 2014 yılının ardından 2010, 2005 ve 1998 en sıcak yıllar olarak sıralanıyorlar. Tarihte ölçtüğümüz en sıcak 20 yılın tamamı 1990 yılından bu yana yaşanmış. Burada aklınıza “ya ölçümlerden önceki yıllar, onlar daha sıcak olamaz mı?” diye bir soru gelecek olursa şöyle bir cevap verebiliriz: Her ne kadar modern termometrenin tarihi birkaç yüzyıl geriye gitse de sıcaklık ölçmek için kullandığımız metotlarla son milyon yılın ortalama sıcaklıklarını belirleyebiliyoruz. Bu belirlememize göre son milyon yılda 2014 yılından daha sıcak bir yıl yaşanmış olması ihtimali çok düşük.

Küremizin böylesine ısındığını gösterdikten sonra, sıra yaşadığımız garip kışı açıklamaya geldi. Aklımızda hep yağan kar kalsa da 1 Şubat günü gerek çöl kumlarının getirdiği toz bulutu gerekse de sıcaklıkların son yüz yılda ölçülen en yüksek ikinci değere ulaşması bir yanda kışı bir yanda da baharı aynı ayda yaşamış olduğumuzun göstergesiydi.


“Hangisi normal?” diye soracak olursanız cevap ne yazık ki “ikisi de” olacak. Küresel ısınma atmosferin sıcaklığını arttırıyor. Bu da bizim 1 Şubat gibi sıcak ve çöl tozları ile dolu bir havayı daha sık göreceğimiz anlamına geliyor. Ancak çoğunuzun dikkatini çekmiştir; Soğuk hava dalgaları artık çocukluğumuzda alıştığımız gibi “Balkanlar üzerinden” gelmiyor ülkemize. Son yıllarda daha sıklıkla “Sibirya üzerinden” gelen soğuk hava dalgalarıyla gelen soğuk havaya alışmaya başladık. Bu “yeni” soğuk hava türünün sebebi de önümüzdeki senelerde daha sıklıkla duyacağımız polar vorteks.

Polar vorteks –bir diğer adıyla kutbi girdap- kutuplara yerleşmiş soğuk hava parçaları olarak özetlenebilir. Kutuplar, dünyanın diğer yerlerine göre en soğuk yerlerdir ve atmosferin yüzeye yakın katmanlarının sıcaklığı kış aylarında -60 dereceleri bulabilir. Kutuplarda atmosferin dikey katmanları arasındaki sıcaklık farkları da çok fazladır. Buna bağlı olarak, kutuplarda saatteki hızı 150km’yi aşabilen soğuk rüzgarlar oluşur. Dünyanın dönmesine bağlı olarak oluşan koriolis kuvvetinin etkisiyle bu hızlı rüzgarlar (siklonlar) batıdan doğuya doğru bir girdap içinde dönerler. Bu çok soğuk rüzgarlar bir girdabın -polar vorteksin- içinde adeta hapsolmuştur ve soğuk hava kütlesi güney enlemlere, yani bizim yaşadığımız yerlere, çok sık inmez.



Kutupların üstünde oluşan polar vorteksin alçak enlemlere hareketini engelleyen bir hava akımıdır. Bu hava akımına jet akımı (jet stream) denir. Jet akımı, kutup bölgesindeki soğuk hava ile orta enlemlerdeki sıcak havayı birbirlerinden ayıran bir yol olarak düşünülebilir. Jet akımı genel anlamda batı-doğu doğrultusunda eser. Fakat jet akımı enlemlere paralel şekilde hareket etmez, dalga şeklinde inişli çıkışlı bir yapısı vardır. Bu da aynı enlemdeki iki farklı bölgenin biri çok soğukken diğerinin aynı anda ılık olmasına sebep olabilir. Yazımızın başında bahsettiğimiz ABD'nin doğu kıyısı ile batı kıyısı arasındaki büyük sıcaklık farkının da sebebi budur.

Polar vorteks, kutuplardaki soğuk havanın kutuplarda kalmasını sağlar. Kutuplar ne kadar soğuksa bu hava kutuplarda o kadar güçlü tutunabilir ve bizim yaşadığımız yerlere pek etkisi olmaz. Ancak kutupların, iklim değişikliğinin etkisiyle ısınmasına paralel olarak polar vorteksin gücü de zayıflar ve jet akımının izlediği yol aşağı enlemlere kayar. Böylece kutuplardaki soğuk hava aşağılara sarkarak Amerika, Avrupa ve Asya’ya kadar inebilmeye başlar. Jet akımının dalga şeklinde olması sebebiyle her kışı soğuk geçirmiyoruz; ama polar vorteksin zayıfladığı zamanlarda jet akımının alçalan kısmı bulunduğumuz yere denk gelirse kutuplardan gelen aşırı soğukları hissetmemiz kaçınılmaz oluyor. Bu kış sıcak günlerin ardından yaşadığımız soğukların sebebi de bu kutuplardan aşağıya sarkan soğuk hava dalgalarıdır. Bundan sonraki senelerde de bu hava sistemleri ile yaşamak zorunda kalacağız.

Unutmayın, sıcak günlerin ardından “Sibirya üzerinden gelen soğuk hava dalgalarının” nedeni kutupların fazla ısınmasından dolayı kutup girdabının soğuk havayı kutuplarda tutamamasıdır. Önümüzdeki yaz aylarında da oluşacak şiddetli fırtınalar, hortumlar ve sağanak yağışlar da benzer şekilde küresel ısınma nedeniyle hem atmosferin enerjisinin hem de buharlaşmadan dolayı su buharı miktarının artmasından kaynaklanmaktadır. 

İçinde yaşadığımız dünya her geçen gün alıştığımız dünyadan biraz daha uzaklaşıyor. Buna alışmaya çalışmaktansa küresel ısınmayı durdurmaya çabalamak da bu değişikliklerin daha da kötüye gitmesini engellemek için yapmamız gereken en önemli şeydir.

Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Mart 2015 sayısında bulabilirsiniz.