Sanırım bu yılın sonuna kadar her yazıya aynı şekilde başlayacağız: 2015 yılının Aralık ayında Paris'te Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin 21. Taraflar Konferansı yapılacak. Bu konferansta iklim değişikliğinin önlenmesi ve etkilerinin azaltılması için devletler tarafından 2020 yılından sonra alınacak önlemler kararlaştırılacak.
Haziran ayı boyunca çevremizde sorulan soru hep aynıydı: “Ne zaman gelecek bu yaz?” Temmuz ayının ortasından sonra da soru tam tersine döndü: “Ne zaman serinleyeceğiz?” Bu iki soru aslında iklim değişikliğinin ne olduğunu bize tam olarak gösteriyor: Beklenenden serin veya beklenenden sıcak günler, beklenenden uzun süren kuraklıklar veya beklenenden daha yoğun gelen yağışlar. Bir yerde ve bir zamanda yaşayan bizler için artık beklentilere göre hareket etme devri geçmişte kaldı. Artık yeni bir dünyada yaşıyoruz ve bizler her ne kadar “ne zaman gelecek bu yaz?” desek de 2015 yılının ilk yarısı dünyanın ölçülen en yüksek ortalama sıcaklığı yaşadığı altı ay oldu. Biz atmosferdeki sera gazlarının miktarını arttırmaya devam ettiğimiz müddetçe de dünyanın ortalama sıcaklığı artmaya devam edecek.
Bugün atmosferdeki karbondioksit oranı 404 ppm, yani havadaki milyon molekülden 404 tanesi karbondioksit. Endüstri devriminden önce bu oran 280 ppm'di. Her geçen sene de 2-3 ppm artmakta. Bilim insanlarının küresel ısınmanın insanlığa zarar vermemesi için koydukları limit ise 350 ppm, yani biz tehlike sınırını aşalı epey oldu. Demek ki bizim en kısa zamanda atmosfere bu gazları salmayı bırakmamız ve doğanın bu gazları emmesine yardım etmemiz gerekiyor.
Mantığın burada bize emrettikleri ile iş dünyasının istekleri çeliştiğinde iş dünyasının istekleri daha ağır basıyor. Yani iş dünyası bize sera gazı salmayı bırakmak istemediklerini, bunun yerine atmosfere salacakları karbondioksidin bir kısmını tutacaklarını söylüyor. Daha sonra tutulan bu karbondioksit depolanacağı alana taşınacak ve sonra da uzun süre saklanacak. Aralık ayında Paris'te yapılacak toplantının ana tartışma konularından biri de bu.
Karbon tutma ve depolama (Carbon Capture and Storage - CCS) denen bu yöntem konusunda görüşmelerden önce ön bilgiye sahip olmamızda büyük fayda vardır.
Belirttiğimiz gibi CCS üç ana adımdan oluşuyor: Karbondioksidin tutulması, taşınması ve depolanması.
Karbon tutma yöntemi ancak büyük endüstriyel kaynaklara uygulanabilir yöntemdir. Büyük ölçekte CO2 kaynakları fosil yakıtların ya da biyokütlelerin yanmasını, yüksek CO2 salımlı endüstrileri, doğal gaz üretimini, sentetik yakıt endüstrilerini ve fosil yakıt bazlı hidrojen üretim tesislerini kapsar. Elde edilen CO2 sıkıştırılarak jeolojik yapılara (kullanılmış petrol veya doğalgaz kuyuları veya derin tuz formasyonları gibi), okyanuslara, mineral karbonatlar içerisine konulabilir ya da daha sonra endüstriyel işlemlerde kullanılması için taşınabilir. Yani arabanızın saldığı karbondioksidin tutulması söz konusu değildir. Bu da iş dünyasının çözüm olarak önerdiği bu yöntemin aslında ancak kısıtlı bir alanda uygulanabileceğinin en temel göstergesidir.
Ana konumuza dönersek, yakıt olarak kullandığımız kömür, petrol veya doğalgaz yandığında atmosfere karbondioksit salınır. Yalnız, yanma sonrasında bacadan çıkan gazın çoğunluğu gene havada olduğu gibi azottur; karbondioksit oranı da %3-15 arasındadır. Bu baca gazını taşıyıp depolayacak olursak kullanacağımız enerjinin önemli bir kısmı aslında zararsız olan azot gazını taşıyıp saklamaya kullanılacaktır. Bu nedenle önce baca gazından karbondioksidi ayırmak gerekmektedir. Bugünkü teknolojilerle bacadan çıkan karbondioksidin %85-90'lık bir bölümü tutulabilmektedir. Yalnız bu gazı tutabilmek için de %35-40 oranında daha fazla enerji harcamak gerekecektir. Yani bu yöntem fosil yakıtlardan kazanılacak olan enerjinin verimini önemli oranda azaltacaktır. Ayrıca bu yöntemi eski termik santrallere uygulamak çok zordur ve ancak yeni yapılacak fosil yakıt santrallerinde yukarıda bahsettiğim verimlere ulaşmak mümkündür. Buna karşın yeni fosil yakıt santralleri yapmak da bizleri ortalamada 40-50 sene bu kirli teknolojiye mahkum edecektir.
Ama gene de çıkan baca gazından karbondioksidi ayırmak en gelişmiş olan teknolojidir ve sınırlı şekilde de olsa endüstriyel kullanımı vardır. Tutulan bu gazı taşımaya sıra geldiğinde teknolojimiz yeterlidir, ancak tutulacak tüm karbondioksidi taşıyacak altyapı bulunmamaktadır. Yani, bir kömür santrali yapmakta ısrarcı olduğumuzda bu santralden çıkan karbondioksidi tutmamız mümkündür, fakat bu gazı depolayacağımız yere taşımak için gerekli olan boru hatlarını sıfırdan yapmamız gereklidir. Bunun da ne kadar büyük bir ön yatırım gerektirdiğini kolayca tahmin edebilirsiniz. Ülkemiz açısından bakıldığında tutulan gazın boru hatları ile taşınması en uygun çözümdür. Okyanus derinliklerinde depolama imkanı olan devletler tutulan gazı tankerlerle de taşıyabilirler. Tanker taşımacılığı, eğer taşınacak mesafe bin kilometreden fazla ise daha avantajlı olmaktadır.
Son problem ise aslında en büyüğüdür. Tutulan bu karbondioksidin bir daha yeryüzüne çıkmayacak şekilde depolanması gerekmektedir. Bunu yapmak da teorik olarak mümkündür. Ancak bu, gazı bir daha atmosfere çıkmayacak biçimde depolamanın bedelini fosil yakıtlardan üretilen enerjinin bedelinin birkaç katına çıkartacaktır. Üretilen enerji bu denli pahalı olacak olursa da yenilenebilir enerji kaynaklarının fosil yakıtlarla rekabetini bırakın, kıyaslandıklarında fosil yakıtlardan son derece ucuz kalacaklardır. Dolayısıyla, evet, fosil yakıtlardan sera gazı çıkmayacak (veya çok az çıkacak) biçimde enerji üretmek mümkündür, ama bu üretilen enerjinin maliyeti piyasa koşullarında yenilenebilir enerji kaynakları ile rekabet edemez.
O zaman piyasa koşulları oyundaki bazı kuralları esnetme yolunu seçecektir, bugün de konuşulan konu budur. Yani, sonsuza kadar değil de 100 sene veya 1000 sene çıkmayacak şekilde karbondioksidi depolasak olmaz mı? Bu tahmin edeceğiniz gibi çok daha ucuza mal olur ve fosil yakıtların rekabet gücünü sürdürmesine yeter, ama çevresel problemimizi bugünden alıp 100 sene geleceğe taşır. Ayrıca bir problem daha içerir: Bu gazlar depoladığımız yerden sızacak olurlarsa çevreye ve insanlara zarar verirler. Bu olay bundan 30 sene sonra ortaya çıkacak olursa kanunen kimi sorumlu tutup muhatap alacağız. Meksika Körfezi'ndeki petrol kuyusundan petrol sızıp körfez çevresindeki yaşamı tehdit ettiğinde BP'ye faturayı kesmek bile çok kolay olmamıştı. Bundan 30 sene sonra bugünkü şirketlerin kanuni varlıklarını sürdürebileceklerini nasıl garanti altına alabiliriz? Bu nedenle de şirketlerin bu kaçamak yolu seçmeleri gayet olasıdır. Gelecekte çok da güvenilir olmayacak bir yerde karbondioksit depolayıp sonra da 30 seneye kim öle kim kala demek özellikle ülkemiz için alışılmadık bir düşünce biçimi değildir. Ayrıca ülkemiz gibi depremlerin sıkça görüldüğü bir coğrafyada bu depolardan karbondioksit sızmaya başladığında bunu “mücbir sebep” olarak nitelemek de şaşırtıcı olmayacaktır.
Dolayısıyla, gerek teknolojisi gerekse de mali ve kanuni yönleriyle karbon tutma ve depolama çözüm olarak ortaya koyabileceğimiz bir yöntem değildir. Aralık ayındaki iklim toplantıları sırasında bu konunun hepimizi kurtaracak en önemli çözüm olarak ortaya konulacağını göreceksiniz. Umarım bu yazıyı hatırlarsınız.
Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Eylül 2015 sayısında bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder