Mart ayının ortası itibariyle, İstanbul barajlarında doluluk oranı %95. Geçtiğimiz yıl aynı dönemde barajların doluluk oranı sadece %36 idi. Bu artışın biri doğal, diğeri de bizden kaynaklanan iki sebebi var. İlki bildiğiniz gibi; özelde Marmara Bölgesi, genelde de ülkemiz bu kış geçen kışa oranla çok daha fazla yağış aldı ve bu yağış barajları doldurdu. Ama aynı zamanda geçen yazdan beri Melen ve Sakarya'dan İstanbul'a taşınan su da barajların doluluk oranında önemli bir rol oynadı.
Buna rağmen İstanbul'un artık kendi su ihtiyacını kendi su kaynaklarından karşılayamadığını unutmamalıyız. Bir kış boyunca ne kadar yağmur yağacak olursa olsun, Istrancalar'dan ve Melen'den gelen su olmayacak olsa, İstanbul gene susuz kalabilir. Bu nedenle de bizlere düşen en önemli görev suyumuzu dikkatli kullanmaktır. Geçen yaz yaşadığımız susuzluk şimdilik geçmiş olabilir, ama gelecek her sene benzer kuraklıklarla karşılaşmamız olasıdır.
İstanbul'a su bugün için uzaklardan geliyor. Bu çözüm bugün için günü kurtarmaya yeterli olabilir, ancak unutmamamız gereken iki konudan ilki suyun geldiği o bölgelerin de kuraklıktan dolayı sorun yaşayabileceğidir. Bildiğiniz gibi, iklim değişikliği küresel bir sorundur. İstanbul'un yağış almadığı bir yılda Edirne veya Bolu'da yağışın azalmayacağını düşünmek doğru bir mantık olamaz.
Diğer bir sorun ise suyun sahibinin kim olduğuyla ilgilidir. İstanbul'a içme suyu sağlamak için suyu Melen'den getiriyoruz, ancak o suya Melen bölgesinde de ihtiyaç olduğunda suyu oradan alıp İstanbul'a taşımanın hukukla ne derece bağdaştığını da su hakkı bağlamında tartışmamız da gerekmektedir. Bugün bile İstanbul'a su aktarımında sorunlar yaşanmayıp suyun bize geldiği bölgelerde sık su kesintilerine rastlanması en hafif tanımıyla o bölgelerde yaşayan kişilerin memnuniyetsizliğine yol açmaktadır.
Dolayısıyla İstanbul'un (ve diğer şehirlerimizin) su problemini azaltmanın en kolay yolu sahip olduğumuz suyu dikkatli kullanmaktan geçiyor. Her ne kadar barajlar bu sene dolu olsa da biz gene de suyumuzu yazın kuraklık olacakmış gibi dikkatli kullanacak olursak ve bunu bir alışkanlık haline dönüştürebilirsek ilerde karşılaşacağımız kuraklıklara da hazırlıklı oluruz. Ülkemizin bulunduğu coğrafyada iklim değişikliği ile birlikte su, petrol kadar kıymetlenebilir; bunun bilincine vararak yaşamaya başlamak zorundayız. Sorunun çözümü ise sadece diş fırçalarken musluğu kapatmakla bitmiyor ne yazık ki. Modern şehirlerimiz kurulduğundan bu yana su azlığı ciddi bir problem olmadığından tüm sistemlerimizi suyun hep olacağı üzerine kurmuşuz. Bu nedenle de bir gün suyun azalacak olması karşısında alınabilecek basit önlemler dedelerimize doğal gelseler de bizim neslimiz için karmaşık sistemler gibi algılanabiliyorlar.
Suyun sürdürülebilir kullanımı için öncelikle kullanılmış suyun cinsini iyi algılamamız ve suyu buna göre ayırabilmemiz gerekmektedir. Bu alanda da yapılmış en önemli hata çok eskilere dayanmaktadır.
Yağmur suyu aslında temiz sudur. Şehirlerdeki kanalizasyon sistemi yağmur suyunu pis su olarak kabul ederek kanalizasyon sistemine dahil etmektedir. Bunun çok önemli iki sakıncası vardır. İlki, hızlıca kavrayabileceğimiz üzere, yağmur suyunun toplanarak yeniden kullanılabilmesi yerine kanalizasyona atılarak arıtma sistemine dahil edilmesi ve çoğu yerde arıtılarak (hatta bazen de arıtılmadan) doğaya bırakılmasıdır. Oysa yağmur suyunu kanalizasyona karıştırmadan ayrıca toplayacak olsak hem bu suyun kullanımını arttırırız, hem de boşu boşuna arıtma maliyetine katlanmamış oluruz. İkinci olarak da yoğun yağışlarda bu sistem taşmalara yol açıyor.
Burada doğal olarak en başta maliyet olmak üzere çoğu konuda itiraz ettiğinizi duyar gibiyim. Ama lütfen şunu unutmayın, eskiden evlerimizde sarnıçlar vardı. Yağmur suyu bu sarnıçlarda toplanıp sonradan kullanılırdı. Yani bu imkansız bir sistem değil. Sadece kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Biz hangi noktada yağmur suyunu sarnıçlarda toplamayı bırakıp kanalizasyona atmaya başladık? Bu da şehirlerimizin modern altyapılarının kurulduğu yıllara gidiyor. Biri pis su, diğeri de yağmur suyu için iki farklı toplama sistemi kurgulamak masraflı olduğundan altyapı alışkanlığımız hep bu iki su türünü ortak toplamak üzerine kurulmuş. Bu toplanan su da başlarda arıtılmadan derelere, göllere veya denize bırakıldığından problemin bir çevresel maliyeti de oluşmamaktaydı. Atık suların arıtılarak doğaya bırakılması nispeten yeni bir uygulama olmakla beraber, bu atık su arıtma yükünü pis su ve yağmur suyu ayrımına giderek azaltmayı denemek yerine alışkanlıklardan gelen toplu kanalizasyon sistemlerine devam edildi.
Bugün için İstanbul'un ve diğer büyük şehirlerin su probleminden bahsederken konuştuğumuz konuların başında şehirlerin su toplama havzalarına doğru genişlemelerinden dolayı su kaynaklarının azalmasıdır. Ancak buradaki ana sorun şehrin genişlemesi değil, bu genişleyen bölgelerde nüfusun artmasının yanı sıra düşen yağmurun ayrı toplanmayıp kanalizasyona katılmasıdır. Çoğu şehrin içme suyu ihtiyacı yeraltı sularından ziyade yağmur sularının toplandığı barajlardan karşılanmaktadır. Bu nedenle de yağmurun düştüğü yerin beton veya çimen olması fazla önemli değildir. Önemli olan yağmur suyunun atık su ile karıştırılmadan toplanabilmesidir. Yağmur suyunu atık sudan ayrı toplamak şehrin eski mahallelerinin altyapısının baştan düzenlenmesini gerektirmektedir. Ancak yeni yapılan bölgelerde altyapıyı bu iki değişik tür suyu ayrı şekilde toplamamamız için bir neden yok.
Su kullanımında bir diğer problem de evde ürettiğimiz atık suyun arıtılmasında başlamaktadır. Bizim düşündüğümüzün aksine evsel atık suda temizlenmesi en zor olan kısım biyolojik değil kimyasal olarak kirlenmiş olan kısımdır. Kimyasal kirliliğin büyük kısmını da lavabolara dökülen sıvı yağlar ve aşırı kullanılan deterjanlar oluşturmaktadır. Bu nedenle evlerin altyapılarında biyolojik atık suyu arıtıp bahçe sulama suyu olarak kullanmak mümkündür. Evlerdeki kimyasal atıkları da azaltmak atık suyun arıtma maliyetini azaltmanın yanı sıra arıtım sonunda elde adilen suyun da kalitesini arttıracaktır. Yalnız burada gene maliyet sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Eski evlerin altyapılarını bu şekilde düzenlemek önemli bir yatırım maliyetini beraberinde getirmektedir. Evlerde kullanılan suyun maliyeti ise bu yatırım maliyetini uzun vadede karşılamadığından bu yatırım bugün için makul bir alternatif değildir. Ancak kentsel dönüşüm düşüncesiyle yenilenen tüm konutlarda yeni atık su sistemlerinin kurulmaması için bir sebep bulunmamaktadır.
Suyumuzun kıymetini susuzluk çektikçe daha iyi anlamaya başlıyoruz. Gene de musluklardan akan suyun maliyeti cebimizi yakmaya daha başlamamış olduğundan suyu tasarruflu kullanmak dediğimizde aklımıza en başta dişimizi fırçalarken musluğu kapatmak geliyor. Oysa iklim değişikliğinin yağış rejimlerine olan etkisiyle içme ve kullanım suyu sağlayabilmek her geçen gün zorlaşacak ve suyun fiyatı da buna bağlı olarak artacaktır. Bu nedenle de su altyapımızı baştan düşünmemiz gereken bir döneme giriyoruz. Umarım felaketler yerine mantıktan çıkarımlar yaparız.
Yazının yayınlanmış halini EKOIQ Nisan 2015 sayısında bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder