17 Ekim 2024 Perşembe

Atmosferdeki Sera Gazlarını Azaltmanın Tek Yolu Salımları Azaltmaktır

Şirketler ve devletler Paris Anlaşması kurallarına uygun olarak karbon azaltım ve net sıfır taahhütleri veriyorlar. Bunları yerine getirebilmenin elbette en temel yolu herkesin, neden olduğu karbon salımını olabildiğince hızlı azaltması. Ancak çoğu zaman verilen sözlerin arka planında bu salımları hemen ve hızla azaltma değil salınan karbondioksit karşılığını bir şekilde satın alabilmek yatıyor. Yani çoğu kurum azaltma yükünün altına girmektense başkalarının azaltımlarını satın almanın maddi açıdan daha kolay bir çözüm olduğuna inanıyor.

Başkalarının azaltımı dediğimizde ise karşımıza iki yol çıkıyor: Ya işini çok daha verimli yapıp atmosfere daha az karbon salan bir kurumdan salma izniyle gerçekte saldığı karbon arasındaki farkı satın alabilirsiniz ya da bir şekilde salınacak olan karbonu yakalayıp saklarsınız veya üretimde kullanırsınız. Bunların ilki için bir karbon piyasası gerekli ve karbon piyasasında bir fiyat oluşması için de karbon salımının merkezi otorite tarafından kısıtlanmış olması gerekiyor. Bu sistem dünyanın çoğu yerinde henüz çalışır durumda değil. Çalışmasında da karbon salımlarının gerçekten azaldığını görmek çok zor. Buna alternatif olarak ağaç dikmeyi deneyebilirsiniz ama dikmeniz ve 20 sene boyunca sağ kalmasına dikkat etmeniz gereken ağaç miktarı neredeyse yeryüzünün önemli bir kısmını kaplayacak sayıda, yani bu çözüm de güzel, ama gerçekçi değil.

Karbon yakalama ve depolama (CCS) ile karbon yakalama ve kullanım (CCU) teknolojileri, küresel sera gazı emisyonlarını azaltmak için ortaya atılan yöntemler arasında yer alıyor. Özellikle Paris Anlaşması’nın getirdiği net sıfır hedefleri doğrultusunda şirketler ve hükümetler bu teknolojilere umut bağlıyor. Ancak, bu teknolojilerin hem teknik hem de ekonomik açıdan ciddi zorluklarla karşılaştığını görmekteyiz. Hatta, bu çözümler başarısız olduğunda, şirketlerin net sıfır hedefleri de ciddi bir tehlike altında kalacak gibi görünüyor. BECCS (Biyokütle Enerji ile Karbon Yakalama ve Depolama) gibi daha sofistike yaklaşımlar bile bu sorunu çözmekte yetersiz kalabilir.

CCS, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlardan enerji üreten tesislerin bacalarından çıkan karbondioksidin yakalanması ve yer altına gömülmesini amaçlar. CCU ise bu karbondioksidin yakalanıp başka alanlarda kullanılmasını hedefler. İlk bakışta bu teknolojiler, atmosfere karbondioksit salmadan fosil yakıtlardan enerji elde etmenin bir yolu gibi gözükebilir. Ancak, bu yaklaşımların başarısız olmasının nedenleri  fazladır.

Birincisi, karbon yakalama teknolojileri yeterince olgunlaşmış değil. Bugün için kullanılabilir durumda olan karbon yakalama sistemleri çok pahalıdır ve enerji verimliliği düşüktür. Yani, karbon yakalama işlemi esnasında ciddi miktarda enerji harcanmaktadır, bu da sistemin ekonomik olarak sürdürülebilirliğini azaltır. Ayrıca, karbonun depolanması konusu hala büyük bir sorun teşkil etmektedir. Yer altına karbonu depolamak için güvenli ve uzun vadeli çözümler bulunmuş değildir. Karbondioksidin yer altında sızıntı yapmadan ne kadar süreyle saklanabileceği konusu büyük bir soru işareti olarak durmaktadır.

İkincisi, CCU teknolojisi, yakalanan karbondioksidin endüstriyel süreçlerde yeniden kullanılmasını öngörür. Ancak, karbondioksidin kullanım alanları oldukça sınırlıdır ve bugüne kadar önemli bir ekonomik başarı elde edilememiştir. Örneğin, yakalanan karbondioksidin sentetik yakıt üretiminde veya kimyasal süreçlerde kullanılması gibi yöntemler şu anda fosil yakıt kullanımını ve atmosfere salınan karbonu önemli ölçüde azaltma potansiyeline sahip değildir. Karbondioksidin endüstriyel kullanım kapasitesi, dünyada salınan 40 milyar ton CO2’nin yanında son derece sınırlı kalmaktadır.

Biyokütle enerji ile karbon yakalama ve depolama (BECCS) sistemi, CCS ve CCU’nun bir adım ötesine geçerek daha yenilikçi bir yaklaşım önerir. BECCS, biyokütleden elde edilen enerjinin kullanılması ve bu süreçte oluşan karbondioksidin yakalanıp depolanması üzerine kuruludur. Bu sistem teorik olarak, karbondioksidi atmosferden çeken bitkilerin fotosentez yoluyla elde ettiği karbonu yakalamayı ve depolamayı öngörür. Ancak, BECCS de pek çok açıdan büyük riskler taşımaktadır.

Birincisi, BECCS’in ölçeklenebilirliği büyük bir sorun teşkil eder. Dünyadaki enerji ihtiyacını karşılamak için yeterli miktarda biyokütlenin üretilmesi, tarım alanlarının genişletilmesini ve bu alanlarda büyük miktarlarda su, gübre ve enerji kullanılmasını gerektirir. Bu da gezegensel sınırları aşan bir ekolojik yüke yol açabilir. Tarım için daha fazla alan yaratmak, ormansızlaşma ve biyoçeşitlilik kaybı gibi ekolojik felaketleri beraberinde getirebilir. Özellikle Amazon ormanları gibi biyolojik çeşitliliği yüksek bölgelerde bu tür bir biyokütle tarımı, geri dönülmez ekolojik hasarlara neden olabilir.

İkincisi, BECCS’in teknik olarak uygulanabilirliği hala tartışmalıdır. Biyokütlenin verimli bir şekilde enerjiye dönüştürülmesi ve bu süreçte karbonun yakalanması, son derece pahalı ve enerji yoğun bir süreçtir. Ayrıca, biyokütlenin üretimi esnasında salınan diğer sera gazları (metan gibi) da dikkate alındığında, BECCS’in net karbon negatif olma potansiyeli oldukça düşüktür.

Paris Anlaşması çerçevesinde pek çok şirket 2050 yılına kadar net sıfır karbon hedefi belirlemiş durumda. Ancak bu hedeflerin çoğu, CCS ve benzeri teknolojilere dayandırılmaktadır. Yukarıda bahsedilen sorunlar göz önüne alındığında, CCS teknolojilerinin başarısız olması durumunda bu hedeflere ulaşmak neredeyse imkânsız hale gelecektir.

Birçok şirket, mevcut fosil yakıt altyapısını devam ettirip karbon yakalama ve saklama teknolojileri ile bu sorunu çözeceğini düşünmektedir. Ancak bu yaklaşım, net sıfır hedeflerinin gerçekçi olmadığı anlamına gelir. CCS ve BECCS’in başarısızlığı, şirketlerin kısa vadeli çıkarlarını uzun vadeli sürdürülebilirlik hedeflerine tercih ettiklerini gösterir. Eğer bu teknolojiler çalışmazsa, şirketler karbon ayak izlerini azaltmak yerine büyük bir itibar kaybına uğrayabilir ve yasal düzenlemelerle karşı karşıya kalabilirler.

CCS ve BECCS gibi teknolojilerin başarısız olma olasılığının yüksek olması, fosil yakıt bağımlılığımızı sürdürmenin riskli olduğunu ortaya koyuyor. Karbon yakalama ve depolama teknolojilerine bel bağlamak yerine, temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek en mantıklı çözüm olacaktır. Güneş, rüzgar ve hidroelektrik gibi enerji kaynaklarının gelişimi, karbon ayak izimizi azaltmanın en güvenli ve ekonomik yoludur.

Bu teknolojilerin maliyetleri her geçen gün düşmektedir ve enerji verimliliği artmaktadır. Fosil yakıtlardan temiz enerji kaynaklarına geçiş, hem iklim değişikliği ile mücadelede hem de ekonomik sürdürülebilirlik açısından kritik bir rol oynamaktadır. Enerji dönüşümü, kapitalist sistemin bugüne kadar oluşturduğu fosil yakıt temelli büyüme modelinden uzaklaşmamızı ve iklim krizine kalıcı çözümler üretmemizi sağlayacaktır.

CCS, CCU ve BECCS gibi teknolojiler, teorik olarak karbon salımlarını azaltmanın bir yolu olarak sunuluyor. Ancak, bu teknolojilerin ekonomik, teknik ve ekolojik sınırları, bunların gerçek anlamda bir çözüm olmadığını gösteriyor. Şirketlerin net sıfır hedefleri bu teknolojilere dayandığı sürece, iklim krizine karşı verilen mücadelede başarısızlık kaçınılmaz olacaktır. Bunun yerine, sürdürülebilir ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yaparak, daha gerçekçi ve etkili çözümler üretmek zorundayız.


14 Ekim 2024 Pazartesi

Milton Kasırgasının Sonuçları

Milton Kasırgası, 2024 yılında Atlantik kasırga sezonunda ortaya çıkan ve dikkatleri üzerine çeken olağanüstü bir doğa olayı olarak öne çıktı. Kasırga, yalnızca gücüyle değil, aynı zamanda izlediği olağandışı rota, hızla güçlenmesi ve çevresel faktörlerin etkisiyle uzmanlar arasında büyük bir endişeye yol açtı. Milton’un sahip olduğu özellikler, onu hem nadir hem de özel bir kasırga haline getirdi. 

Milton’un özel olmasının en belirgin sebeplerinden biri, kısa sürede kat ettiği güçlenme yolculuğuydu. Kasırga, başlangıçta nispeten zayıf bir fırtına olarak gelişti. Ancak, inanılmaz bir hızla yoğunlaştı ve yalnızca 10 saat içinde minimal seviyedeki bir kasırgadan, kategori 5 düzeyine ulaşan dev bir kasırgaya dönüştü. Bu tür bir hızda güçlenme, kasırgalar arasında oldukça nadir görülen bir durumdur. Milton, saatte 290 km’ye ulaşan rüzgar hızlarına sahip oldu ve barometrik basıncı, Meksika Körfezi’nde yılın bu döneminde kaydedilen en düşük değerlerden birine ulaştı. Basınç seviyesi bir kasırganın genel gücünün bir göstergesidir ve Milton’un potansiyel gücünün en şiddetli kasırga seviyesine çok yakın olduğunu gösterdi.

Milton böylesine güçlü bir kasırga olabilmek için gereken tüm koşulları taşıyordu. Kasırganın bu kadar hızlı ve şiddetli bir şekilde güçlenmesi, küresel iklim değişikliği ile de doğrudan ilişkilendirilmektedir. Okyanus yüzey sularının olağandan daha sıcak olması, bu gibi kasırgaların enerji toplamasına katkı sağlıyor. Özellikle de Atlantik Okyanusu’nun orta kesimlerindeki deniz suyu sıcaklıklarının aylardır çok yüksek olması adeta böylesi bir kasırganın gelişinin habercisiydi.

Milton’un izlediği rota da onu diğer kasırgalardan ayıran bir diğer önemli özellikti. Kasırga, Meksika Körfezi’nde doğu yönünde ilerledi ve nadiren görülen bir patika izledi. Kasırgalar genellikle Meksika Körfezi’nde batıya veya kuzeye doğru hareket eder, ancak Milton’un doğuya doğru yönelmesi, 1848 yılından bu yana kaydedilen en güçlü kasırga rotalarından biri olmasının da nedeniydi. Tampa gibi 3 milyonun üzerinde nüfusa sahip bölgelerde böylesine güçlü bir kasırganın görülmemiş olması, Milton’un oluşturduğu tehdidi daha da büyüttü. Tampa, yaklaşık 100 yıldır büyük bir kasırganın doğrudan etkisine maruz kalmamıştı, bu da şehrin kasırgaya karşı yeterince hazırlıklı olmama riskini ortaya çıkardı.

Milton’un bu kadar güçlü olmasının arkasında yatan en önemli sebep, deniz suyu sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde olmasıydı. Kasırga, Meksika Körfezi’nin güneybatısındaki Campeche Körfezi’nde oluştu. Başlangıçta, bu hava kütlesinin bir kasırgaya dönüşmesi beklenmiyordu, ancak suyun yüzey sıcaklığı yaklaşık 30.5 dereceye ulaştığında, Milton hızla güç kazandı. Normalden yaklaşık 1 derece daha yüksek olan bu sıcaklık kasırganın enerji toplamasını da hızlandırdı.

Deniz suyu sıcaklıklarının bu denli yüksek olmasının nedeni büyük ölçüde insan kaynaklı küresel ısınmadır. Milton, bu sıcak sulardan enerji toplayarak devasa bir kasırgaya dönüştü. Bu durum, gelecekte iklim değişikliğinin kasırgalar üzerinde nasıl bir etki yaratacağını daha net bir şekilde görmemizi sağlayabilir. Küresel ısınma, denizlerin sıcaklığını artırdıkça kasırgaların hem sıklığının hem de şiddetinin artma potansiyeli vardır.

Milton Kasırgası, yalnızca nadir görülen rotası ve olağanüstü gücüyle değil, aynı zamanda iklim değişikliğinin kasırgalar üzerindeki potansiyel etkilerini göstermesi açısından da önemlidir. Bilim insanları, gelecekte benzer kasırgaların daha sık ve daha güçlü olacağını öngörmektedir. Deniz suyu sıcaklıklarının artması, kasırgaların güç kazanmasını kolaylaştırırken, insan kaynaklı iklim değişikliği bu süreci hızlandırmaktadır. Milton, bu anlamda gelecekteki olası felaketlerin habercisi olabilir.

Florida açısından bakıldığında Helene Kasırgası’nın hemen ardından yakın bir bölgeyi hedefleyen Milton Kasırgası oluşan hasarın da artmasına ve uzun süreye yayılmasına neden oldu. İlk kasırgada zarar gören ve özellikle zararlı kimyasallara sahip olan tesislerden çıkan maddeler ikinci kasırgayla kalıcı olarak daha geniş alanlara yayıldı. Bundan sonra da büyük kasırgalar ve sellerin ardından bu tür zararlı maddelerin uzun vadeli etkilerine daha fazla dikkat etmemiz gerekiyor.

Sonuç olarak, Milton Kasırgası, sadece mevcut hava koşullarıyla değil, aynı zamanda küresel iklim dinamikleri ve insan kaynaklı faktörlerle de beslenen, özel bir kasırga olarak tarihe geçti. Ne yazık ki bizlerin hataları neden olduğumuz iklim değişikliği ile birleştiğinde çok daha kötü sonuçlara yol açıyor.


8 Ekim 2024 Salı

Türkiye'deki İklim Değişikliği ve Sigorta Sektörü

Küresel iklim değişikliği; dünya genelinde sıcaklıkların artmasına, hava olaylarının şiddetlenmesine ve ekosistemlerin bozulmasına neden olan bir olgudur. İklim değişikliğinin ana nedenleri arasında fosil yakıtların yakılması, sanayi faaliyetleri, tarım ve arazi kullanımı gibi unsurlar yer almaktadır. Doğal süreçler iklimi etkileyebilse de son yüzyılda gözlemlenen hızlı değişimin neredeyse tamamen insan kaynaklı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Küresel iklim değişikliğinin en büyük nedeni fosil yakıtların (kömür, petrol ve doğal gaz) yakılmasıyla atmosfere salınan karbondioksit (CO2) ve diğer sera gazlarıdır. Fosil yakıtlar; enerji üretimi, ulaşım, sanayi ve ısınma gibi modern yaşamın birçok alanında yaygın olarak kullanılır. Bu süreç, atmosferdeki karbondioksit miktarını hızla artırarak, dünyanın ısıyı tutma kapasitesini yükseltir. Karbondioksit, sera etkisi yaratarak yeryüzünden yayılan ısının uzaya kaçamadan atmosferde hapsolmasına neden olur ve böylece gezegenin ortalama sıcaklığının yükselmesine yol açar.

Sanayi Devrimi ile birlikte, insan faaliyetleri sera gazı salımlarını ciddi oranda artırdı. Özellikle ağır sanayi ve enerji üretiminde kullanılan kömür ve petrol gibi fosil yakıtlar, atmosferdeki sera gazı birikimini hızlandırdı. Sanayinin gelişmesi, daha fazla enerji talebine yol açarak, hem karbondioksit salımlarını hem de hava kirliliğini artırdı. Ayrıca, çimento üretimi gibi bazı endüstriyel süreçler de kömür, petrol veya doğal gaz yakılmadan da atmosfere doğrudan sera gazı salımı yapmaktadır.

Tarım, özellikle büyük ölçekli tarımsal üretim ve hayvancılık, iklim değişikliğine önemli katkılarda bulunur. Tarımda kullanılan gübreler, toprağa karışarak atmosfere nitröz oksit (N2O) gibi güçlü sera gazlarının salımına neden olur. Ayrıca, büyükbaş hayvancılıktan ve pirinç üretiminden kaynaklanan metan (CH4) gazı da önemli bir sera gazıdır. Metan, karbondiokside kıyasla daha güçlü bir sera gazı olup, ısının atmosferde daha fazla tutulmasına neden olur. Tarım ve hayvancılığın genişlemesi ayrıca ormanların tahribatına ve doğal karbon yutaklarının azalmasına da yol açar.

Ormanlar, büyük miktarda karbonu tutarak atmosferdeki karbondioksit seviyelerinin dengelenmesine yardımcı olan doğal karbon yutaklarıdır. Ancak ormansızlaşma, bu dengeyi bozarak, daha fazla karbondioksidin atmosfere salınmasına neden olur. Ağaçların kesilmesi veya yakılması, bir yandan karbon depolama kapasitesini azaltırken, bir yandan da yakılan ağaçların saldığı karbondioksit miktarını artırır. Ormansızlaşma, tropikal bölgelerde özellikle endişe vericidir, çünkü bu bölgelerde büyük miktarda biyokütle bulunur ve kesilen her ağaç büyük karbon salımlarına neden olur.

Tarım, sanayi ve konut alanları için doğal arazilerin tahrip edilmesi, karbon depolama kapasitesini azaltır ve sera gazı salımlarını artırır. Özellikle şehirleşme, enerji tüketimini ve araç kullanımını artırarak, fosil yakıt kullanımını tetikler. Bu da atmosfere daha fazla sera gazının salınmasına neden olur.

Karbondioksit, metan ve nitröz oksit dışındaki bazı florlu gazlar da küresel ısınmaya sebep olur. Bu gazlar, karbondiokside kıyasla çok daha az miktarda salınsa da ısıyı daha etkin bir şekilde tutar ve atmosferde daha uzun süre kalabilirler. Özellikle soğutma sistemlerinde kullanılan florlu gazlar, iklim değişikliğine büyük katkı yapmaktadır. Ancak tüm küresel ısınma etkisinin %75’i karbondioksit gazı nedeniyle oluşur, diğer gazların etkisi buna oranla çok daha küçüktür.

Küresel iklim değişikliği, insan faaliyetleri sonucu atmosfere salınan sera gazlarının birikmesiyle tetiklenmektedir. Fosil yakıtların yanması, sanayi faaliyetleri, tarım, ormansızlaşma ve şehirleşme gibi faktörler bu süreci hızlandırmaktadır. İklim değişikliğini yavaşlatmak ve etkilerini azaltmak için küresel çapta koordineli eylemlere ihtiyaç vardır.

Küresel iklim değişikliği, Türkiye ve çevresindeki ülkeler üzerinde ciddi sosyal, ekonomik ve çevresel etkilere yol açmaktadır. Akdeniz Havzası’nda yer alan Türkiye, iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgelerden biri olarak kabul edilmektedir. Bu etkiler, özellikle sıcaklık artışları, yağış düzenlerindeki değişiklikler, su kaynaklarının azalması ve tarımsal üretimin bozulması gibi alanlarda kendini göstermektedir. Türkiye'nin yanı sıra, Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Azerbaycan, İran, Irak ve Suriye gibi çevre ülkeler de benzer etkilerle karşı karşıyadır.

Türkiye ve çevresindeki ülkelerde küresel iklim değişikliği ile birlikte sıcaklıklar hızla yükselmektedir. Özellikle yaz aylarında yaşanan aşırı sıcaklar, tarım, enerji talebi ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır. Türkiye’de 21. yüzyılın sonuna kadar ortalama sıcaklıkların en az 2-4°C artacağı öngörülmektedir. Bu artış, kuraklık riskini artırarak tarımsal üretim kapasitesini tehdit ederken, şehirlerde ısı adası etkisi yaratmakta ve özellikle yaşlılar ve hassas gruplar için ciddi sağlık riskleri doğurmaktadır.

Türkiye, su stresi yaşayan bir ülke olarak kabul edilmekte olup, iklim değişikliği bu durumu daha da kötüleştirmektedir. Yağış düzenlerindeki değişiklikler ve kuraklık, su kaynaklarının azalmasına yol açmakta; tarım, sanayi ve içme suyu temininde sıkıntılara neden olmaktadır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Ege Bölgesi gibi tarımsal üretimin yoğun olduğu bölgelerde, su kaynaklarının azalması, verim kayıplarına ve ekonomik zararlara yol açabilir. Ayrıca, komşu ülkelerle paylaşılan su kaynakları üzerindeki baskı, özellikle Fırat ve Dicle nehirleri gibi sınıraşan su kaynakları üzerinde çatışmalara yol açma potansiyeline sahiptir.

Türkiye ve çevresindeki ülkelerde tarım sektörü, iklim değişikliğinin en fazla etkileyeceği alanlardan biridir. Artan sıcaklıklar, değişen yağış rejimleri ve su kıtlığı, tarımsal üretimde verim kayıplarına yol açacaktır. Özellikle Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz Bölgesinde zeytin, narenciye ve pamuk gibi ürünlerin üretimi risk altındadır. İklim değişikliği ayrıca, zararlı böceklerin ve hastalıkların yayılmasına neden olarak tarımsal üretimi daha da zorlaştıracaktır. Türkiye'nin yanı sıra, Yunanistan ve Suriye gibi çevre ülkelerde de benzer tarımsal kayıplar yaşanabilir.

Küresel ısınma nedeniyle buzulların erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesi, Türkiye’nin kıyı şehirlerini tehdit etmektedir. Özellikle İstanbul, İzmir, Antalya gibi önemli liman kentlerinde deniz seviyesinin yükselmesi, kıyı erozyonuna, altyapı hasarlarına ve yerleşim alanlarının su altında kalmasına yol açabilir. Ayrıca, deniz seviyesinin yükselmesinin Karadeniz ve Ege Denizi’ndeki ekosistemler üzerinde de olumsuz etkiler yaratması beklenmektedir.

Artan sıcaklıklar ve kuraklık, Türkiye’de ve çevresindeki ülkelerde orman yangınlarının sıklığını ve şiddetini artırmaktadır. Son yıllarda Türkiye, büyük çaplı orman yangınlarıyla mücadele etmek zorunda kalmış olup, bu durum biyoçeşitlilik kaybına ve doğal habitatların yok olmasına neden olmuştur. Aynı durum Yunanistan ve Bulgaristan gibi ülkelerde de gözlemlenmektedir. Orman yangınları, ekosistemlerin bozulmasına, tarımsal alanların zarar görmesine ve ekonomik kayıplara yol açar.

Küresel iklim değişikliği, Türkiye ve çevresindeki ülkeler üzerinde önemli sosyal, ekonomik ve çevresel etkiler yaratmaktadır. Sıcaklık artışları, su kaynaklarının azalması, tarımsal üretimin tehdit altında olması ve deniz seviyesinin yükselmesi gibi sorunlar, bölgeyi daha savunmasız hale getirmektedir. İklim değişikliğinin etkilerini hafifletmek ve adaptasyon stratejileri geliştirmek, bu ülkelerin sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmaları için kritik öneme sahiptir.

Türkiye'de iklim değişikliğine bağlı olarak artan sıcaklıkların sigorta sistemi üzerindeki etkileri, doğrudan ve dolaylı yollardan sigorta primlerini, risk yönetim stratejilerini ve tazminat taleplerini şekillendirmektedir. Sıcaklık artışları, özellikle sağlık, tarım ve iş sürekliliği gibi sektörlerde ciddi riskler yaratmakta ve sigorta sisteminin adaptasyonunu zorunlu kılmaktadır.

Artan sıcaklıklar, özellikle sıcak hava dalgalarıyla birlikte, insan sağlığı üzerinde ciddi riskler yaratır. Yüksek sıcaklıklar kalp rahatsızlıkları, solunum problemleri ve ısı çarpması gibi sağlık sorunlarını artırır. Özellikle yaşlılar, kronik hastalığı olanlar ve çocuklar gibi hassas gruplar bu durumdan daha fazla etkilenir. Bu artışlar, sağlık sigortası taleplerinin çoğalmasına ve sigorta şirketlerinin maliyetlerinin yükselmesine neden olabilir. Sağlık sigortası primleri de bu artan talepler karşısında yükselmek zorunda kalacaktır.

Ayrıca, aşırı sıcakların yaygınlaşması, mevsimsel hastalıkların daha erken ve daha yoğun yaşanmasına neden olabilir. Bu, hastanelerin ve sağlık hizmeti sağlayıcılarının kapasitesine baskı yapacak ve sağlık sigortası poliçelerinin kapsamını genişletmeyi gerektirecektir. Sigorta şirketleri, sıcaklık artışlarına bağlı riskleri hesaba katarak poliçe kapsamlarını genişletmek zorunda kalabilir.

Artan sıcaklıklar, tarımsal üretim üzerinde olumsuz etkiler yaratır. Yüksek sıcaklıklar, bitkilerin büyümesini ve verimliliğini düşürürken, su kaybı ve kuraklık risklerini artırır. Türkiye gibi sıcaklık artışlarına hassas olan ülkelerde, bu durum tarım sigortalarının kapsamını ve maliyetini etkiler. Tarım sigorta şirketleri, daha sık kuraklık ve yüksek sıcaklık dönemleriyle karşı karşıya kalacağı için tazminat taleplerinde ciddi bir artışla başa çıkmak zorunda kalabilir.

Özellikle yüksek sıcaklıklar, ürünlerin hasat dönemlerini değiştirebilir ve tarımsal zararlıların daha geniş alanlara yayılmasına zemin hazırlayabilir. Bu durum, çiftçilerin daha sık zarar görmesine ve sigorta taleplerinin artmasına neden olacaktır. Sonuç olarak, tarım sigortası primleri artabilir ve küçük çiftçilerin sigorta sistemine erişimi zorlaşabilir.

Artan sıcaklıklar, enerji talebini artırarak, özellikle yaz aylarında enerji altyapısı üzerinde büyük bir baskı yaratabilir. Yüksek sıcaklıklar, soğutma sistemlerinin aşırı kullanımıyla enerji tüketimini artırırken, elektrik kesintilerine veya altyapı bozulmalarına yol açabilir. İş sürekliliği sigortaları, bu tür kesintilere karşı işletmeleri korurken, artan sıcaklıklara bağlı kesintiler bu poliçelere olan talebi artırabilir.

Özellikle inşaat, tarım, imalat gibi açık havada faaliyet gösteren sektörlerde çalışanların aşırı sıcaklıklar nedeniyle işi bırakmaları veya yavaşlatmaları riski yükselir. Bu durum, iş sürekliliği ve sorumluluk sigortalarının primlerini yükseltebilir ve işletmelerin sigorta maliyetlerini artırabilir.

Yüksek sıcaklıklar, altyapıya ve konutlara zarar verebilir. Aşırı sıcaklar, asfalt erimeleri, bina yapılarında bozulmalar ve çatlama gibi risklere yol açabilir. Bu durum, konut sigortalarının maliyetini artırabilir ve sigorta şirketlerini risk değerlendirmelerinde sıcaklık artışlarını göz önünde bulundurmaya zorlayabilir.

Artan kuraklık ve su kaynaklarının azalması da sigorta sistemi üzerinde ciddi ve geniş çaplı etkiler yaratmaktadır. Bu durum, özellikle tarım, konut, iş sürekliliği ve altyapı sigortaları gibi alanlarda riskleri artırarak sigorta şirketlerinin hem maliyetlerini hem de risk yönetim stratejilerini yeniden şekillendirmelerini zorunlu kılmaktadır.

Türkiye'nin pek çok bölgesi, özellikle İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Ege Bölgeleri, kuraklık ve su kıtlığına karşı hassas bölgeler arasında yer almaktadır. İklim değişikliği nedeniyle yağış düzenlerindeki değişiklikler ve sıcaklık artışları, bu bölgelerde daha sık ve şiddetli kuraklıklar yaşanmasına yol açabilir. Tarım sigortaları, çiftçilerin kuraklık nedeniyle ürün kayıplarını telafi etmek amacıyla başvurdukları önemli bir koruma mekanizmasıdır. Ancak, kuraklıkların artması ve su kaynaklarının azalmasıyla birlikte tarım sektöründeki riskler de önemli ölçüde yükselmiştir.

Bu durum, tarım sigortalarında tazminat taleplerinin artmasına neden olacak ve sigorta şirketlerinin bu risklere karşı daha yüksek primler talep etmesine yol açacaktır. Kuraklık nedeniyle tarımsal verimin azalması, çiftçilerin daha fazla sigorta tazminatı talep etmesi anlamına gelir ve bu da sigorta şirketlerinin maliyetlerini artırır. Aynı zamanda, bu prim artışları küçük çiftçilerin sigorta sistemine erişimini zorlaştırabilir, bu da kırsal alanlarda ekonomik istikrarsızlığa yol açabilir.

Ayrıca geçtiğimiz on yıl içerisinde Konya Kapalı Havzasından başlayarak hem doğuya hem de batıya uzanan bir hat boyunca oluşan obrukların sayısı artmaktadır. Bu obrukların varlık sebebi kuraklığa bağlı olarak aşırı yer altı suyu kullanımıdır. Bugüne kadar bu obruklar sadece tarımsal alanlarda oluşmuş ve bunun dışında önemli bir hasara neden olmamıştır. Ancak yakın gelecekte bu durumun değişmesini ve obrukların yerleşim alanlarına yakın bölgelerde de oluşmasını görmek bilimsel açıdan bir sürpriz olmayacaktır. Bu nedenle oluşabilecek hasarların da göz önünde bulundurulması elzemdir.

Kuraklık, konut ve altyapı sigortaları üzerinde de dolaylı etkiler yaratabilir. Özellikle su kıtlığı, tarımsal alanlarda ve kırsal bölgelerdeki yerleşim yerlerinde altyapının zarar görmesine ve konutların su temininde sorunlar yaşamasına yol açabilir. Kuraklık aynı zamanda toprak erozyonu, toprak çatlaması ve zemin kaymalarına neden olarak, yapıların temellerinde bozulmalar meydana getirebilir. Bu durum, konut sigortaları kapsamında daha fazla hasar talebinin ortaya çıkmasına neden olur.

Bunun ötesinde, su kaynaklarının azalması nedeniyle, suya erişim zorlaşmakta ve bu durum yerel su temin sistemleri üzerinde baskı yaratmaktadır. Altyapının yenilenmesi veya su şebekelerinin genişletilmesi gibi maliyetler, yerel yönetimler üzerinde bir yük yaratırken, sigorta şirketleri de bu altyapı risklerini poliçelerinde göz önünde bulundurmak zorunda kalacaktır. Bu, özellikle kırsal bölgelerde altyapı sigortalarının primlerinde artışa neden olabilir.

Kuraklık ve su kaynaklarının azalması, işletmelerin operasyonel süreçlerini de olumsuz etkileyebilir. Özellikle suya dayalı sanayi kollarında, su kıtlığı üretim süreçlerini kesintiye uğratabilir ve bu durum iş sürekliliği sigortalarına olan talebi artırabilir. Gıda, tarım ve enerji üretimi gibi sektörler, suyun kesintisiz teminine dayandığı için, su kaynaklarındaki azalma bu işletmelerin iş yapma kapasitesini sınırlayabilir. İş sürekliliği sigortası, bu tür risklere karşı koruma sağlarken, kuraklık ve su kıtlığının artması bu poliçelerin maliyetlerini ve taleplerini artıracaktır.

Deniz seviyesindeki yükselmenin sigorta sistemi üzerindeki etkileri, özellikle kıyı bölgelerinde ciddi riskler yaratmaktadır. Deniz seviyesinin yükselmesi, hem konut hem de ticari sigortalar, altyapı sigortaları ve doğal afet sigortaları üzerinde büyük bir baskı oluşturur. Sigorta şirketleri, bu yeni riskleri göz önünde bulundurarak risk yönetim stratejilerini ve poliçe yapılarını yeniden şekillendirmek zorunda kalacaktır.

Deniz seviyesindeki yükselme, kıyı bölgelerindeki konut ve mülklerin sel ve taşkın riski altında kalmasına neden olur. Türkiye’de Marmara, Ege ve Akdeniz gibi denize kıyısı olan bölgelerdeki yerleşim alanları, bu risklere karşı daha savunmasızdır. Deniz seviyesinin yükselmesi, kıyı erozyonuna, taşkınlara ve su baskınlarına yol açabilir, bu da konut ve mülkiyet sigortalarında tazminat taleplerinin artmasına neden olacaktır.

Kıyı bölgelerinde bulunan konut sahipleri, deniz seviyesindeki yükselmeyle birlikte mülklerinin zarar görme riskini daha fazla taşıyacaklardır. Sigorta şirketleri, bu artan riskler nedeniyle prim oranlarını yükseltebilir, bu da kıyı bölgelerinde yaşayanların sigorta primlerini karşılamasını zorlaştırabilir. Aynı zamanda, bu tür yüksek riskli bölgelerde bazı sigorta şirketleri, konut sigortası sağlama konusunda daha çekimser davranabilir veya kapsamlarını daraltabilir.

Deniz seviyesinin yükselmesi, sadece bireysel mülkiyetleri değil, kıyı ekonomilerini de olumsuz etkilemektedir. Turizm, balıkçılık ve liman ticareti gibi denizle bağlantılı sektörlerde faaliyet gösteren işletmeler, bu durumdan doğrudan etkilenebilir. Kıyı bölgelerinde faaliyet gösteren oteller, restoranlar ve turistik tesisler, deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle hasar görebilir ve iş sürekliliği sorunları yaşayabilir. Bu tür işletmelerin iş sürekliliği ve ticari sigorta taleplerinde artış olacaktır.

Sigorta şirketleri, deniz seviyesindeki yükselmenin işletmeler üzerindeki risklerini hesaba katarak poliçelerini yeniden değerlendirebilir ve prim oranlarını yükseltebilir. Kıyı bölgelerinde faaliyet gösteren işletmeler için bu durum, sigorta maliyetlerinin artmasına ve sigorta kapsamlarına erişimin zorlaşmasına neden olabilir. Özellikle limanlar ve kıyı altyapıları, su baskınlarına karşı daha kırılgan hale gelebilir ve bu altyapıların sigortalanması maliyetli hale gelebilir.

Deniz seviyesinin yükselmesi, altyapı sigortaları üzerinde de ciddi etkiler yaratır. Türkiye’nin kıyı bölgelerinde bulunan yollar, su kanalları, enerji tesisleri ve diğer altyapı unsurları, deniz yükselmesine karşı savunmasızdır. Bu durum, altyapı hasarlarının artmasına ve bu bölgelerdeki altyapının yeniden inşa edilmesi veya korunması için büyük maliyetlerin ortaya çıkmasına neden olabilir.

Kıyı bölgelerindeki altyapının zarar görmesi, sigorta şirketleri için yüksek tazminat ödemelerine yol açacak ve bu da altyapı sigortası poliçelerinin primlerinin yükselmesine neden olacaktır. Özellikle yerel yönetimler ve kamu kurumları, kıyı bölgelerindeki altyapılarını sigortalarken daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya kalabilirler. Bu durum, devlet ve özel sektör iş birliği ile kıyı bölgelerindeki altyapının korunması için daha stratejik ve uzun vadeli planlamalar yapılmasını gerektirebilir.

Deniz seviyesindeki yükselme, sel ve taşkın risklerini artırarak doğal afet sigortalarına olan talebi de artırabilir. Kıyı bölgelerinde daha sık yaşanacak taşkınlar, sigorta şirketlerinin risk değerlendirmelerini yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılacak ve doğal afet sigortalarının kapsamı genişletilecektir. Ancak bu da sigorta maliyetlerinin artmasına ve kıyı bölgelerinde yaşayan insanların sigorta teminatlarına erişimlerinin zorlaşmasına neden olabilir.

Artan orman yangınlarının sigorta sistemi üzerindeki etkileri oldukça geniş çaplı ve karmaşıktır. Özellikle son yıllarda Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde meydana gelen orman yangınları, sigorta şirketlerini ciddi şekilde etkilemekte ve risk değerlendirme stratejilerinin yeniden gözden geçirilmesine neden olmaktadır. Orman yangınları, konut sigortaları, ticari sigortalar, tarım sigortaları ve doğal afet sigortaları üzerinde doğrudan ve dolaylı etkilere sahiptir.

Orman yangınları, kırsal ve ormanlık alanlara yakın yerleşim bölgelerinde ciddi tehditler oluşturmaktadır. Yangınların hızla yayılması, evlerin, iş yerlerinin ve mülklerin büyük zarar görmesine veya tamamen yok olmasına neden olabilir. Türkiye’de özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerindeki kırsal yerleşim alanları bu risklere daha fazla maruz kalmaktadır. Bu durum, konut sigortası taleplerinin artmasına ve sigorta şirketlerinin yangın hasarlarını tazmin etme yükümlülüğünün yükselmesine neden olur.

Yangınların sıklıkla yaşandığı bölgelerde sigorta şirketleri, risk değerlendirme süreçlerini yeniden yapılandırmak zorunda kalabilir. Bu bölgelerdeki konut sigorta primleri yükselebilir ve yangın riskinin yüksek olduğu bölgelerdeki mülk sahiplerinin sigorta teminatlarına erişimi zorlaşabilir. Bazı sigorta şirketleri, yüksek risk taşıyan bölgelerde konut sigortası poliçelerini daraltabilir veya yangın risklerine karşı ek primler talep edebilir.

Orman yangınları, sadece bireysel mülkiyetleri değil, aynı zamanda ticari işletmeleri de doğrudan etkiler. Turizm, tarım ve ormancılık gibi sektörlerde faaliyet gösteren işletmeler, orman yangınları nedeniyle büyük kayıplar yaşayabilir. Yangınlar; otellerin, tarım işletmelerinin ve diğer ticari yapıların zarar görmesine yol açarken, bu işletmelerin faaliyetlerini sürdürememesi de ekonomik kayıpları artırır.

Bu tür ticari zararlar, iş sürekliliği sigortaları üzerindeki talepleri artırır. İşletmeler, yangınlar nedeniyle oluşan zararı ve iş kayıplarını karşılamak için sigorta taleplerinde bulunabilir. Bu; sigorta şirketlerinin tazminat yükümlülüklerini artırırken, iş sürekliliği sigortası primlerinin de yükselmesine neden olabilir. Kıyı ve turizm bölgelerinde faaliyet gösteren işletmeler, orman yangınlarına karşı daha yüksek prim ödemek zorunda kalabilirler.

Orman yangınları, tarımsal üretim üzerinde de doğrudan etkiler yaratmaktadır. Tarımsal alanların yangın riski altında kalması, ürün kayıplarını artırır ve tarım sigortalarına olan talebi yükseltir. Yangınlar nedeniyle tarlalar, zeytinlikler, üzüm bağları ve diğer tarımsal alanlar büyük zarar görebilir. Türkiye’nin Ege ve Akdeniz bölgelerinde yoğunlaşan tarımsal faaliyetler, bu yangınlardan olumsuz etkilenmektedir.

Orman yangınları, doğal afet sigortalarının da kapsamına giren önemli bir risktir. Türkiye’de artan orman yangınları, sigorta sistemini zorlayan başlıca afetlerden biridir. Doğal afet sigortaları kapsamında yangın riski poliçelerinin sayısında artış görülebilir. Ancak, sigorta şirketleri yangın riskini daha iyi yönetebilmek için prim oranlarını yeniden düzenlemek ve yangına karşı korunma önlemleri almak zorunda kalabilir.

Türkiye'de iklim değişikliğine bağlı olarak artması beklenen kitlesel göçlerin sigorta sistemi üzerindeki olası etkileri, özellikle sosyal ve ekonomik yapının değişmesiyle birlikte önemli riskler oluşturacaktır. Göç hareketleri, sigorta sektörünü doğrudan ve dolaylı olarak etkileyebilir, özellikle konut, sağlık, işsizlik ve hayat sigortaları gibi alanlarda yeni zorluklar doğurabilir. Ayrıca, bu göçlerin sonuçları, sigorta primlerinin artmasına ve risk değerlendirme stratejilerinin yeniden yapılandırılmasına neden olabilir.

Kitlesel göçler, özellikle göç alan şehirlerde nüfus yoğunluğunun artmasıyla birlikte, konut talebini artırır. Bu durum, sigorta şirketlerinin göç alan bölgelerdeki konut sigortası taleplerini karşılamak için risk değerlendirme süreçlerini yeniden gözden geçirmesine yol açacaktır. Yoğun nüfus artışı, kentsel alanlarda daha fazla bina ve konut inşa edilmesini zorunlu kılarken, bu yeni yapıların sigortalanması da gerekecektir. Ancak, hızlı nüfus artışı ve kentleşme, yapıların yangın, sel ve deprem gibi risklere karşı daha savunmasız olmasına neden olabilir.

Göçmenlerin yerleştiği bölgelerde altyapı yetersizliği, özellikle sigorta maliyetlerini artırabilir. Kentsel dönüşüm projeleri ve yeni konut inşaatları, sigorta şirketleri için yeni fırsatlar yaratırken, aynı zamanda göçmenlerin yerleşim bölgelerinde risklerin daha yüksek olmasına neden olabilir. Bu da konut sigortası primlerinin artmasına yol açabilir.

Göçlerin en önemli etkilerinden biri, sağlık hizmetlerine olan talebin artmasıdır. Göçmen nüfusun genellikle hizmetlere erişimin uzak olduğu bölgelere yerleşmesi, sağlık hizmetlerine ulaşımda zorluklar yaratabilir. Bu durum, sağlık sigortası poliçelerine olan talebi artırır. Göçmenler, yaşadıkları sağlık sorunları nedeniyle daha fazla sağlık sigortasına ihtiyaç duyabilir, ancak düşük gelir gruplarına dahil olan bu nüfusun sigorta primlerini karşılaması zor olabilir.

Sigorta şirketleri, göçmen nüfusun sağlık hizmetlerine erişimini kolaylaştırmak için daha esnek sağlık sigortası poliçeleri geliştirmek zorunda kalabilir. Ancak bu durum, sağlık sigortası sistemine ek maliyetler getirecek ve sigorta primlerinde artışa neden olabilecektir. Özellikle göçmen nüfusun yoğun olduğu bölgelerde, sigorta sisteminin sürdürülebilirliği için sağlık sigortası planlarının yeniden düzenlenmesi gerekebilir.

Kitlesel göçler, özellikle ekonomik istikrarsızlık yaratarak işsizlik oranlarını artırabilir. Göçmen nüfusun yoğun olduğu bölgelerde, iş gücü piyasasında rekabet artacak ve işsizlik oranları yükselebilecektir. Bu durum, işsizlik sigortasına olan talebi artırır. Göçmenler, iş bulma süreçlerinde zorluklar yaşadıkça, işsizlik sigortasından yararlanmak için başvurular yapabilirler. Ancak bu artan talep, işsizlik sigortası primlerinin yükselmesine neden olabilir.

Kitlesel göçler, sigorta sisteminde sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesine yol açabilir. Göçmen nüfus, sigorta sistemine dahil olmada zorluk yaşayabilir ve düşük gelir düzeyleri nedeniyle sigorta primlerini karşılamakta güçlük çekebilir. Bu da sigorta sisteminin kapsayıcılığını sınırlandırabilir ve göçmenler için sosyal güvenlik açıklarını artırabilir.

Genel olarak bakıldığında Türkiye, iklim değişikliğinden dolayı oluşabilecek çeşitli hasar türlerinin birlikte görülebileceği ve bu birlikteliğin de oluşabilecek sorunları artırabileceği bir konumda bulunmaktadır. Bundan dolayı hepimiz, ama özellikle de sigorta sektörünün iklimdeki değişiklikleri ve bunun getirdiği riskleri yakından takip etmesi bir gerekliliktir. Bu bağlamda karşımıza çıkacak olan sorunların temelinde içinde yaşadığımız toprakların binlerce yıldır böyle varolduğu işimizin de benzer şekilde şu anda yapıldığı gibi yapılmakta olduğu düşüncesi yatar. Ancak bu düşüncenin iklim değişikliği karşısında değişmesi gereklidir. Artık bu gezegen bizim alıştığımız gezegen değildir dolayısıyla da iş yapış şekillerimizi bu yeni gezegene uyarlamamız gereklidir. 


22 Eylül 2024 Pazar

İklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkileri

İklim değişikliği, çevresel bir sorun olmasının yanı sıra insan sağlığı için de ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İklim değişikliği ile insan sağlığı arasındaki ilişki karmaşık ve çok boyutludur. Artan sıcaklıklar ve değişen ekosistemlerin neden olduğu tehlikeli koşullar, dünya genelinde insanları ve diğer canlıları etkilemektedir. İklim değişikliğiyle ilgili en acil sağlık sorunlarının başında aşırı sıcaklıklar ve vektör kaynaklı hastalıkların yayılması gelmektedir.

Küresel ortalama sıcaklıkların artması, sıcak hava dalgalarının daha sık, daha yoğun ve daha uzun süreli hale gelmesine neden olarak ciddi sağlık riskleri doğurmaktadır. İklim değişikliğinin en bariz ve tehlikeli etkilerinden biri olan aşırı sıcaklıklar, bir dizi sağlık sorununa yol açabilir. Yüksek sıcaklıklara uzun süre maruz kalmak, susuz kalma, sıcak çarpması ve sıcak bitkinliği gibi sıcaklıkla ilgili rahatsızlıklara yol açabilir. Özellikle yaşlılar, çocuklar, kronik hastalığı olanlar ve açık havada çalışanlar gibi savunmasız gruplar, bu durumlara karşı daha büyük risk altındadır.

Buna ek olarak, sıcak hava dalgaları solunum ve kardiyovasküler hastalıklar gibi kronik sağlık sorunlarını da kötüleştirebilir. Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre, sıcak hava dalgaları her yıl en fazla ölüme yol açan hava durumu olayıdır. Örneğin, 2003 yılında Avrupa'da yaşanan sıcak hava dalgası, beklenenin ötesinde 70.000'den fazla insanın hayatını kaybetmesine neden olmuş ve artan sıcaklıkların ölümcül etkilerini gözler önüne sermiştir. Şehirleşmiş alanlar, sınırlı yeşil alan ve yoğun altyapı nedeniyle daha yüksek sıcaklıklara maruz kalan bölgeler, bu riskleri daha da artırmaktadır.

Ayrıca, araştırmalar yüksek sıcaklıklarla artan anksiyete, depresyon ve hatta şiddet vakaları arasında bir bağlantı olduğunu göstermektedir. Aşırı sıcaklıkların ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkisi olduğu, sıcak hava dalgalarına karşı savunmasız bölgelerde yaşayan insanların uyku bozuklukları, bilişsel işlevlerde azalma ve iş verimliliğinde düşüş gibi sağlık sorunları yaşadığı bilinmektedir.

Vektör kaynaklı hastalıklar; pireler, keneler ve sivrisinekler gibi böcekler aracılığıyla yayılan hastalıklardır. İklim değişikliği, bu tür hastalıkların artmasının önemli bir nedenidir. Sıcaklıkların yükselmesi ve yağış düzenlerinin değişmesiyle bu vektörlerin yaşam alanları genişlemekte, Batı Nil virüsü, sıtma, dang humması, Zika, Lyme hastalığı ve sıtma gibi hastalıklar daha önce etkilenmemiş ya da az etkilenmiş bölgelere yayılmaktadır.

Özellikle sivrisinekler tarafından yayılan enfeksiyonlar, giderek artan bir endişe kaynağıdır. Sivrisinekler, daha önceleri üremek için fazla soğuk olan bölgelerde küresel ısınma nedeniyle hayatta kalabilmektedir. Sivrisinekler, sıcak ve nemli ortamları tercih eder. Örneğin, dang humması ve Zika gibi hastalıkların vektörü olan Aedes sivrisineği, normalde görüldüğü alanının çok ötesine göç etmiştir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, dang humması şu anda dünya nüfusunun yaklaşık yarısı için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır ve bu oran, iklim değişikliği nedeniyle önemli ölçüde artmıştır.

İklim değişikliği, sadece vektör kaynaklı hastalıkların coğrafi yayılımını genişletmekle kalmaz, aynı zamanda bazı virüslerin vektörlerinde kuluçkaya yatma süresini azaltarak hastalıkların yayılma hızını da artırır. Örneğin, daha sıcak hava, sivrisineklerin ve diğer vektörlerin yaşam döngüsünü hızlandırır, bu da ısırık ve hastalık bulaşma sıklığını artırır. Bu değişim, hastalıkların daha hızlı yayılmasına ve daha fazla insanı etkilemesine zemin hazırlar.

Vektör kaynaklı hastalıklar, fiziksel sağlığın yanı sıra sosyoekonomik koşulları da etkiler. Daha yüksek sağlık harcamaları, işçi verimliliğinin azalması ve sağlık sistemleri üzerindeki daha büyük talepler nedeniyle bu hastalıklardan etkilenen bölgeler genellikle ekonomik zorluklarla karşı karşıya kalabilir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin önemli bir kısmında sağlık sistemi zaten ciddi şekilde yetersiz finanse edildiğinden, bu maliyet daha da ağırdır.

Yüksek sıcaklıklar ve vektör kaynaklı hastalıkların yayılmasının birleşimi, çoğu zaman iklim değişikliğiyle ilişkili hastalıklardaki artışı karşılamakta zorlanan halk sağlığı hizmetlerine aşırı bir yük bindirir. COVID-19 salgınının, kaynak kıtlığının ve nüfus artışının, dünya genelindeki hastaneler ve klinikler üzerinde zaten bir baskı oluşturduğunu biliyoruz. Vektör kaynaklı enfeksiyonlar ve sıcaklıkla ilgili hastalıkların artması, sağlık hizmetlerinin daha da zorlanmasına neden olacaktır.

Ayrıca, iklim değişikliği sağlık eşitsizliklerini de artırmaktadır, çünkü en savunmasız gruplar -düşük gelirli ülkelerde yaşayanlar, dezavantajlı topluluklar ve kırsal bölgeler- genellikle bu etkilerle başa çıkmaya en az hazırlıklı olanlardır. Bu gruplar, yetersiz sanitasyon, zayıf altyapı ve sınırlı sağlık hizmetlerine erişim nedeniyle iklim değişikliğinin getirdiği sağlık risklerine karşı daha kırılgandır.

İklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerini ele almak için acil küresel eylem gerekmektedir. İklim değişikliğine karşı halk sağlığı girişimleri, aşırı sıcaklıkların etkilerini azaltmaya ve vektör kaynaklı hastalıkların yayılmasını önlemeye odaklanmalıdır. 

İlk aşamada, toplumlar vatandaşlarını aşırı sıcaklıklardan korumak için önlemler almalıdır. Bu; yeşil alanların genişletilmesi, sıcaklık uyarı sistemlerinin uygulanması ve soğutma tesislerine erişimin kolaylaştırılması gibi tedbirleri içerebilir. Aşırı sıcaklıklara karşı direnç inşa etmek, özellikle yoğun nüfuslu alanlardaki kentsel gelişimde iklim değişikliğinin dikkatlice ele alınmasını gerektirir. 

Hassas bölgelerdeki sağlık tesislerine yatırım yapmak ve sanitasyonu iyileştirmek vektör kaynaklı hastalıkları azaltmak için gereklidir. Ayrıca, geleneksel hastalık kontrol yöntemleri, örneğin böcek ilaçları zamanla etkisini yitirebileceğinden, Batı Nil virüsü, dang humması, sıtma ve Zika gibi hastalıklara karşı yeni aşılar ve tedaviler geliştirmek öncelikli olmalıdır.

Sağlık ve iklim değişikliği arasındaki ilişki giderek daha acil bir sorun haline gelmektedir. İklim değişikliğinin halk sağlığını tehdit etmesinin başlıca yolları, vektör kaynaklı hastalıkların yayılması ve aşırı sıcaklıklardır. Sera gazı salımlarını azaltmak, savunmasız toplulukları korumak ve sağlık sistemlerini güçlendirmek için hızlı adımlar atılmazsa, iklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkileri daha da kötüleşecek ve hem insanlar hem de çevre üzerinde yıkıcı sonuçlara yol açacaktır. İklim değişikliğinin insan sağlığı üzerindeki etkilerini kabul etmek ve gelecek nesillerin refahını korumak için acil adımlar atmak artık her zamankinden daha önemlidir.

M. Levent Kurnaz

16 Eylül 2024 Pazartesi

İklim Eşik Noktaları: Gezegenimiz için Yaklaşan Bir Tehdit

İklim eşik ya da kırılma noktaları, Dünya'nın iklim sistemindeki kritik eşik noktalarıdır. Bir kez aşıldığında ekosistemleri, hava durumunu ve hatta insan topluluklarını dramatik bir şekilde etkileyen geri dönüşü olmayan değişiklikleri tetikleyebilirler. Bu eşik noktaları, geri dönüşü olmayan ya da dönüşü insan ömrüne kıyasla çok uzun süre alacak bir noktayı işaret eder. Bu eşiklerin varlığı hepimizi tedirgin etmelidir çünkü bu eşikler hayali ve uzak tehditler değildir. Böylesi birçok sınır tehlikeli bir şekilde aşılmak üzere ve bu durum gezegenin gelecekteki istikrarını riske atmaktadır.

Bir eşik noktası, iklim sisteminde küçük bir değişikliğin önemli, genellikle durdurulamaz bir tepkiyi tetiklediği zaman meydana gelir. Bunu birbirine yakın sıralanmış domino taşlarının devrilmesi gibi düşünebilirsiniz. İlk taşın devrilmesi küçük bir olay gibi görülebilir ama bu bir zincirleme reaksiyonu başlatır. İklim açısından bu tür değişimler yavaş gibi görünebilir, ancak biriktiğinde bunlar ani dönüşümlere yol açabilir. Örneğin, eriyen buz tabakaları, yok olan yağmur ormanları ve yavaşlayan okyanus akıntıları, belirli sıcaklık eşiklerine ulaşıldığında hızlanabilir ve bu da geri dönüşü imkansız hale getirir.

İklim eşiklerinin korkutucu yanı bunların kalıcı olmasıdır. Bu eşikler bir kez geçildiğinde, tetikledikleri değişiklikler, karbon salımını azaltsak bile geri döndürülemez. Bu kalıcılık, insanlığa uyum sağlamak için çok az alan bıraktığı için ciddi bir tehdit oluşturur. Mesela Grönland ve Batı Antarktika buzullarını düşünün, bir kez bu buzullar eriyecek olursa yüzyıllar boyunca küresel deniz seviyesi metrelerce yükselecek. Atmosferdeki karbondioksit seviyesi Endüstri Devrimi öncesindeki seviyeye düşse bile buzulların geri gelmesi binlerce sene sürecektir. Sonuç; kıyı şehirlerinin sular altında kalması, tatlı su kaynaklarının tuzlanması ve yüz milyonlarca insanın yerinden edilmesidir.



Bu eşiklerin aşılması ayrıca diğer iklim risklerini de artırmaktadır. Örneğin Amazon yağmur ormanı; ormansızlaşma, yangınlar ve artan sıcaklıklar nedeniyle savanaya benzer bir ekosistem olmanın eşiğindedir. Amazon Ormanları'nın kaybı, atmosfere büyük miktarda karbon salımına neden olur ve bu da küresel ısınmayı artırarak iklimi dengeye kavuşturmayı zorlaştırır.

Bugün için en fazla risk altında olan yeryüzü sistemleri şunlardır:

- Grönland Buz Tabakası: Küresel ısınma 1.5°C’yi aştığında geri dönüşü olmayan bir erime sürecine girer ve kısa zamanda deniz seviyelerini 7 metre yükseltir.

- Batı Antarktika Buz Tabakası: Küçük sıcaklık artışlarına bile duyarlı olup, deniz seviyesindeki yükselmeye 5 metre daha ekleyebilir.

- Atlantik Meridyonel Dönüşüm Dolaşımı (AMOC): Bizim sıkça Gulf Stream diye andığımız bu okyanus akıntısı, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki sıcaklıkları dengeler. Bu akıntının çökmesi, Avrupa'da buz devrine yaklaşabilecek kadar sert kışlara, Afrika'da ise ciddi kuraklıklara yol açabilir.

- Amazon Yağmur Ormanı: Yağışlardaki azalma, yangınlar ve artan sıcaklıklar, ormanın çöküşüne yol açabilir, burayı bir savana dönüştürüp büyük miktarda karbonun salınmasına neden olabilir.

Bu eşiklerin aşılması, geniş kapsamlı ve yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Küresel deniz seviyeleri önemli ölçüde yükselecek ve kıyı bölgelerindeki milyonlarca insanı yerinden edecektir. Tarım, değişen hava koşulları nedeniyle aksayacak ve bu da gıda kıtlığına ve kaynaklar üzerinde çatışmalara yol açacaktır. Bu sistemlerin çökmesi tüm ekosistemleri etkiler ve kitlesel yok oluşlarla yeryüzündeki yaşamı sürdürebilmek için hayati öneme sahip biyolojik çeşitliliğin kaybına yol açabilir. 

İklim eşik noktaları, insanlığın karşılaştığı en kritik zorluklardan birini temsil etmektedir. Bu eşiklerin aşılması sadece gelecekteki olasılıklar değiller; bu eşiklerin birçoğu yeryüzü ısındıkça daha da yaklaşıyor. Bir kez tetiklendiğinde, bu eşik noktaları geri dönüşü olmayan değişimlerin bir zincirleme etkisini serbest bırakacak, ekosistemleri ve insan toplumlarını bozacaktır. Harekete geçmek için zamanımız kalmadı. İklim değişikliğini hafifletme konusunda başarısız olursak ve bu eşik noktalarını aşarsak, kendimizi felaket niteliğinde değişimlerin kaçınılmaz olduğu bir geleceğe mahkum ederiz. Karbon salımlarını azaltmak, ekosistemleri korumak ve yenilenebilir enerjiye geçiş yapmak, en kötü senaryoları önlemenin hayati adımlarıdır. Harekete geçmek için zaman hızla daralıyor, ancak hızlı ve kararlı bir eylemle, felaketi önlemek için hala bir şansımız olabilir.

M. Levent Kurnaz

8 Eylül 2024 Pazar

Elektrikli araçların Geleceği

Elektrikli araçlar (EV'ler), son yıllarda iklim değişikliğiyle mücadelede hayati bir silah haline geldi. Benzinli geleneksel otomobillerden elektrikli modellere geçiş, sera gazı salımlarını azaltmak ve karayolu taşımacılığının çevresel etkisini hafifletmek için önemli bir adım olarak görülüyor. Benzinli araçlar, küresel karbon salımlarının büyük bir bölümünü oluşturduğu için bu değişim çok önemlidir. Ancak bu dönüşüm hız kazandıkça, sıklıkla göz ardı edilen bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz: Toplum olarak büyük ve güçlü arabalara, özellikle de giderek daha popüler hale gelen elektrikli SUV'lara olan saplantımız. Elektrikli araçlar kesinlikle doğru yönde atılan bir adım olsa da, mobilite stratejimizi yeniden gözden geçirmeli ve sadece elektrikli olmaktan öte araçların boyutu ve verimliliğine de dikkat etmeliyiz.

Elektrikli SUV satışları dünya çapındaki tüm elektrikli yolcu otomobili satışlarının %35'inden fazlasını oluşturarak hızla artıyor. İlk bakışta bu iyi bir haber gibi görünse de elektrikli araçlar genellikle benzinli araçlara göre daha temiz olduğu için bu tablo karmaşık hale geliyor. Geleneksel SUV'lar, küçük otomobillere kıyasla daha fazla enerji ve kaynak tüketirler, bu da araçların enerji verimliliğinin azalmasına yol açar. Benzer şekilde, elektrikli SUV'lar benzinli araçlara göre daha verimli olsa da daha küçük elektrikli modellere kıyasla çok daha fazla kaynak tüketirler.

Büyük elektrikli araçlara olan talep, bunların üretimlerinde kullanılan kobalt ve lityum gibi metallere olan ihtiyacı artırmaktadır. Bu materyallerin kıt olmasının yanı sıra, çıkarılmaları ve işlenmeleri sırasında çevreye büyük zararlar verilir. Bir araç ne kadar fazla malzemeye  ve özellikle de bataryaya ihtiyaç duyarsa, bu hayati kaynakların tükenme olasılığı o kadar artar.

Ayrıca büyük araçlar, elektrikli olup olmadıklarına bakılmaksızın daha fazla enerji tüketir. Bu da, elektrikli araçlara geçişte egzoz salımlarını azaltsa da büyük araçların hareket ettirilmesi için daha fazla enerji gerektiğinden çevresel faydaların azalabileceği anlamına gelir. İklim hedeflerimize gerçekten ulaşmak için daha büyük elektrikli araçların her zaman daha iyi olup olmadığını sorgulamalıyız.

Tüketiciler, bataryalarındaki enerjinin bitmesinden korktukları için daha büyük elektrikli araçları tercih etme eğilimindedir, bu sorun "menzil kaygısı" olarak bilinir. Otomobil üreticileri bu endişeden faydalanarak, kullanıcılara daha büyük batarya paketlerine sahip ve daha uzun menzil vaat eden e-SUV'lar sunmuştur. Ancak bu yaklaşım fırsatçıdır. Batarya boyutu büyüdükçe araç daha ağır hale gelir ve hareket ettirmek için daha fazla enerjiye ihtiyaç duyulur.

Menzil kaygısı gerçek bir endişe olabilir, ancak bu durum tüm elektrikli araç satın almak isteyenleri kaynak yoğun, sürdürülemez çözümlere yöneltmemelidir. Bunun yerine, daha küçük elektrikli araçların verimliliğini artırmaya odaklanmalıyız. Bu araçlar, çoğu sürücünün ihtiyaçlarını karşılayabilir, daha az kaynak gerektirir ve daha enerji verimlidir. Batarya teknolojisinde sağlanan ilerlemeler sayesinde, daha küçük, daha verimli bataryalarla önemli menzillere ulaşmak bugün bile mümkün. Küçük elektrikli araçların kullanımını teşvik ederek, elektrikli araç üretiminin çevresel etkisini azaltabilir ve ham madde talebini düşürebiliriz.

Elektrikli araçlara geçiş, ulaşım stratejimizin daha geniş bir açıdan değerlendirilmesinin bir parçası olarak görülmelidir. Araba kültürünü on yıllardır "büyüğün daha iyi olduğu" fikri yönlendirdi, SUV'lar ve kamyonet benzeri araçlar güvenlik, güç ve statünün simgesi haline geldi. Ancak kaynak kıtlığı ve iklim değişikliği gerçeği, bu düşünce tarzıyla giderek daha fazla çelişiyor. Gerçekten sürdürülebilir bir ulaşım sistemi geliştirmek için bu fikri reddetmeli ve daha küçük, yüksek performanslı araçlara geçmeliyiz.

Unutulmamalıdır ki otomobille ulaşım enerji açısından en verimli ulaşım şekli değildir. Özellikle otobüsler, trenler ve tramvaylar gibi erişilebilir toplu taşıma sistemlerine sahip şehirlerde, arabalar sıklıkla trafik sıkışıklığını artıran, sera gazı salımı yapan ve enerji israf eden bir lüks olarak görülür. Elektrikli araçlar, kişisel araç kullanımını azaltmak ve daha çevre dostu ulaşım seçeneklerinin kullanımını teşvik etmeye odaklanan daha geniş bir planın parçası olmalıdır.

Devletler, insanların daha küçük, daha enerji verimli elektrikli araçlar satın almasını teşvik etmede büyük bir fark yaratabilir. Örneğin, aracın boyutuna veya ağırlığına dayalı vergilendirme sistemleri ve aracın gücü ve ağırlığına göre artan vergiler; daha kompakt, enerji verimli araçların tercih edilmesini teşvik edebilir. İsveç ve Fransa gibi ülkeler bu tür yasaları zaten araştırmışlardır ve New York gibi şehirlerde bu kuralların uygulanması düşünülmektedir.

Elektrikli araçlar için sunulan teşvikler, daha küçük modelleri destekleyecek şekilde revize edilmelidir. Şu anda birçok elektrikli araç teşviki büyük ve küçük araçlar için aynıdır, bu nedenle büyük bir e-SUV ya da küçük bir elektrikli araç almanız aynı mali desteği sağlayabilir.

Elektrikli araçlar iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir rol oynasa da büyük elektrikli araçlara olan mevcut eğilim, elektrifikasyonun temel hedeflerini baltalama riski taşımaktadır. Gerçekten bir fark yaratmak için, ulaşım yaklaşımımızı yeniden düşünmeli ve elektrifikasyonun yanı sıra araç verimliliği ve boyutuna da öncelik vermeliyiz.

Tüm araç kullanıcıları olarak bir önemli noktayı asla aklımızdan çıkartmamamız gerekiyor: Bizim araçlarla ilgili tercihlerimiz uzun süre üstünde düşünerek vardığımız kararlardan ziyade otomobil ve petrol endüstrilerinin onyıllar boyunca yaptıkları reklamlarla bilinçaltımıza yüklediği düşüncelerden oluşur. Bu düşüncelerin temelinde de bizim ya da toplumun iyiliği değil onların daha çok para kazanması yatar. Bugün gerek genel anlamda hareketlilik gerekse özel bağlamda elektrikli araç tercihlerimize bakacak olursak bu tercihleri ihtiyaçlarımızdansa endüstrinin bize dayattığı seçeneklerin yarattığını görürüz.

En basit noktada şu çözüm neden kullanıcılara sunulmaz? Aracınız normalde 200 kilometre menzillidir ancak uzun yola giderken iki yedek batarya kiralayıp bu menzili 600 kilometreye çıkartabilirsiniz. O iki yedek bataryanın yuvası da aracın içinde her an kullanılmaya hazırdır. Böylesi bir çözüm sürdürülebilirlik ve döngüsellikle ilgili her bağlamda çok daha akıllıcadır. Bu çözümün neden sunulmadığını isterseniz araç üreticilerine sormayı bir deneyin. 

Aynı değiştirilebilen bataryalardan yola çıkarak, yolda neden aracınızı şarj etmek zorunda olasınız ki? Bir şarj noktasına gider, şarjı bitmiş bataryayı çıkartıp dolu bir batarya alır yolunuza devam edersiniz. Şarj noktası da gün boyu gelen tüm boşalmış bataryaları şarj eder, böylelikle de kimse batarya şarj olsun diye beklemek zorunda kalmaz. “Bu sistemler neden bu şekilde üretilmiyor?” diye sorun kendinize isterseniz. Cevap kesinlikle teknik bir neden değildir.

Bir soru daha soralım: “Çoğumuz araçları şehir içerisinde, genellikle günde 100 kilometreden kısa mesafede ve ortalamada 1,5 kişi kullanırken araçlar neden gün geçtikçe daha büyüyorlar?” Araçların, benzinli ya da elektrikli farketmeksizin daha da büyüyor olması kimin işine yarıyor en fazla? Petrol şirketlerinden başka biri aklınıza geliyor mu?

Petrol şirketlerinin insanların arabalara olan bağımlılığını sürdürmek için ABD’deki büyük şehirlerde hizmet veren toplu taşıma şirketlerini satın alıp kapattıklarını biliyoruz geçmişte. Bugün ellerindeki geniş maddi imkanlarla bizim tüm hareketlilik gereksinimlerimizi ne derecede yönlendirdiklerini hayal bile edemezsiniz. Sizin “tercihlerim” dediğiniz çoğu şey aslında sizin tercihleriniz değil size “tercih ettirtilen” şeylerdir. Hollanda’nın başbakanı işe bisikletle gidip benzini bize kullandırtıyorsa imrenmenin ötesinde biraz da huylanmamız gerekmez mi? Adamların Shell diye bir şirketleri varken bisiklete biniyor, biz ise döviz verip onlardan benzin alırken son model SUV’lar kullanıyoruz.

Sonuç olarak, daha küçük ve daha verimli elektrikli araçlar, sürdürülebilir ulaşımın geleceğidir. Ancak bu, yolun daha başıdır. Bizi otomobil kullanmaya yönelten diğer sorunları da masaya yatırmamız gerekiyor. Mesela İstanbul’la benzer bir nüfusa sahip New York şehrinde otomobil kullanımı İstanbul’un onda biriyken biz neden bu kadar çok araba kullanıyoruz? Bu sorulara doğru cevapları vermeye başladığımızda sürdürülebilirlikle ilgili yolun da epeyini geçmiş olacağız. Şimdilik henüz o noktada değiliz.


6 Eylül 2024 Cuma

Neden elektrikli araçlar daha hızlı yayılamıyor?

Elektrikli arabalar, uzun zamandır temiz ulaşımın geleceği olarak övülse de, çeşitli nedenlerle çekiciliğini kaybetmeye başlıyor. Küresel karbon salımını azaltma çabalarında önemli bir rol oynadıkları halde, elektrikli arabaların enerji verimliliği, ağır bataryaların etkisi ve petrol şirketlerinin tüketici davranışları üzerindeki etkisi gibi konular bu arabaların tam bir çözüm olmaktan uzaklaşmaya başladığını gösteriyor. Elektrikli araçlara yönelimin son zamanlarda neden azalmaya başladığını inceleyelim.

Öncelikle arabalar genel olarak enerji açısından oldukça verimsiz araçlardır. Geleneksel benzinli arabalar, yakıt enerjisinin önemli bir kısmını ısı ve mekanik kayıplar yoluyla boşa harcar, bu da elektrikli arabalara geçiş için önemli bir argüman sunar. Benzinli araçlar benzinin kendilerine verdiği enerjinin en çok %16-18'ini harekete çevirebilirler. Elektrikli araçlarda bu oran %80'in üzerine çıkabilir. Ancak, elektrikli arabalar benzinli arabalara kıyasla daha verimli olsalar da, genel tabloya bakıldığında en enerji verimli seçenek olmaktan uzaktırlar.

Arabaların doğası gereği, toplu taşıma, bisiklet ya da yürüme gibi diğer ulaşım araçlarına kıyasla enerji verimliliği düşüktür. Bunun en önemli nedeni aracın ağırlığıdır. Kolay anlaşılması için bir geleneksel benzinli aracın yaklaşık 1000 kilogram ağırlıkta olduğunu kabul edelim. Bu araç, gene kolaylık açısından, ortalamada 100 kilogram ağırlığında insan taşır, yani 1,5 kişi. Yani motor benzinin verdiği enerjinin en iyi ihtimalle %18'ini harekete dönüştürürken aslında bu enerjinin çoğunu aracı, azını da insanı taşımaya harcar. Harcanan enerjinin insanı taşımaya giden kısmı %2'den azdır. Yalnız, bu mühendisliğimiz yetersiz olmasından ve buna benzer sebeplerden ortaya çıkmaz. %18 çıktı termodinamiğin bir yasasıdır ve elde edebileceğiniz en yüksek verimdir. Mühendislik ve teknoloji bu %18'in en verimli biçimde harekete dönmesini sağlar ki orada da kayıplar olmasın. Elektrikli arabalar, salımları azaltmalarına rağmen, ağır bataryaları nedeniyle hareket etmek için daha büyük miktarda enerjiye ihtiyaç duyar. Bu bataryalar sadece arabanın ağırlığını artırmakla kalmaz, aynı zamanda çevresel olarak zararlı olan lityum, kobalt ve nikel gibi enerji yoğun materyallere bağımlıdır. İnsanları taşımada elektrikli araçlar benzinli araçlara göre 2-3 kat daha verimlidir, ancak bu gene de verdiğimiz enerjinin sadece %5-6'sı insanları taşımaya kullanılır anlamına gelir. Kısacası benzinli olsun elektrikli olsun otomobil son derece verimsiz çalışan bir araçtır.

Bunun üzerine bir de tüketilen elektriğin kaynağı tamamen yeşil değildir. Yani "atmosfere sera gazı salmayalım" düşüncesiyle elektrikli otomobil alıyoruz, ancak tükettiğimiz her kWsaat elektrik enerjisi için gene de 0,435 kilogram karbondioksit salınmasına neden oluyoruz. Bunun detayına girip İstanbul - İzmir arası yolculukta elektrikli ile benzinli araç arasındaki farkı daha net biçimde ortaya koyabiliriz ama ülkemizde ve çoğu ülkede elektrikli araçların cazibe kaybı bu noktadan kaynaklanmıyor, o nedenle konuya devam edelim.

Elektrikli araçların cazibesini kaybetmesinin bir diğer nedeni, petrol şirketlerinin rolüdür. Bu dev şirketler, fosil yakıtların ulaşımdaki hakimiyetini koruma konusunda büyük bir çıkar sahibidir ve elektrikli araçların benimsenmesini caydırmak için yoğun bir şekilde çalışmaktadırlar. Yanlış bilgilendirme kampanyaları finanse etmekten hükümet teşviklerine karşı lobi yapmaya kadar, bu şirketler elektrikli mobiliteye geçişi yavaşlatmak için önemli kaynaklarını kullanır.

Pek çok durumda, petrol şirketleri, elektrikli arabaların menzil endişesi, şarj altyapısı sorunları ve yüksek başlangıç maliyetleri gibi eksikliklerine vurgu yapan reklamlar yapıyorlar. Bu kampanyalar, potansiyel alıcıların mevcut endişelerini kullanarak, elektrikli arabalara geçme kararlarını sorgulamalarına neden oluyor. Temelde petrol şirketleri, pazardaki üstünlüklerini sürdürmek için koordine edilmiş bir strateji kullanıyor ve bu sırada benzinli alternatifleri daha güvenilir gösteriyor.

Elektrikli arabaların önemli dezavantajlarından biri, onları çalıştırmak için gereken ağır batarya paketidir. Elektrikli araç bataryaları hem pahalı hem de ağırdır, bu da aracın genel enerji verimliliğini olumsuz etkiler. Batarya ne kadar büyükse, aracı hareket ettirmek için o kadar fazla enerji gerekir ve bu da elektrikli arabaların daha fazla enerjiye ihtiyaç duymasına yol açar. Buna ek olarak o büyük bataryaları şarj etmek de oldukça uzun sürer.

Bataryaların ağırlığının yanı sıra, maliyeti de ayrı bir sorundur. Batarya fiyatları son on yılda önemli ölçüde düşse de, hala aracın toplam maliyetinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durum, uzun menzilli elektrikli arabaların genellikle benzinli araçlara kıyasla daha yüksek fiyatlandırılmasına neden olur ve bu da onları ortalama tüketici için daha az erişilebilir kılar.

Bu noktada zamanımızda elektrikli otomobillerin neden gelişmeyeceğini kısaca toparlayalım:

1. Elektrikli otomobillerin geleneksel benzinli otomobillere karşı önemli bir kalite üstünlüğü bulunmuyor.

2. Elektrikli otomobiller toplam kullanım maliyeti bağlamında daha ucuza gelmiyor.

3. Petrol şirketleri elektrikli otomobil kullanımını durdurmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

4. Elektrik enerjisinin ağırlıklı olarak fosil yakıtlardan üretildiği günümüzde elektrikli otomobilllerin çevresel kazançları da o denli net değil.

5. Elektrik şebekesindeki gelişme devletin yatırımını gerektiriyor, devletler ise bugünkü ekonomik durumda altyapı yatırımına pek sıcak bakmadıklarından çoğu yerde elektrikli otomobillere tanınan avantajlar azalmaya başlıyor.

Elbette bu maddeler genele yönelik konular. "Benim çatımda güneş enerjim var, arabamı da bununla şarj ediyorum ve sadece günde 30 kilometre kullanıyorum" diyenler vardır. Ya da "elektrik motoru olan arabada 3 saniyede sıfırdan yüze çıkıyorum" diye düşünenler de mutlaka var. "Gidip herkesten daha çevreci ve zengin olduğumu göstermek için en son model elektrikli otomobili ben aldım" diye böbürlenenler kesinlikle vardır. Ancak elektrikli otomobil satışlarının benzinli araç satışlarını yakalayıp geçmesi bu kişilerin desteğiyle değil normal insanların tercihlerini elektrikli araçtan yana kullanmalarıyla olur. Ne yazık ki şu anda çoğu ülkede elektrikli araç satışları istenildiği ölçüde artmıyor ve çok sayıda şirket tüm araçlarını elektrikli üretme hedeflerinden geri dönerek bir kısım araçları elektrikli üretmek, geri kalanda da hibrit araçlara yönelmek yolunu seçiyorlar.

Ülkemiz açısından fazla önemli değil ama Elon Musk'ın politik duruşu da bu konuda kararsız olanları kötü etkilemiş durumda. Şu anda durum elektrikli aracın avantajına ilerlemiyor.

Elektrikli arabaların cazibesini kaybetmesi, enerji verimliliğindeki sınırlamalar, petrol şirketlerinin etkisi ve batarya üretimiyle ilgili çevresel ve etik endişeler gibi karmaşık nedenlere dayanmaktadır. Elektrikli arabalar, sera gazı salımlarını azaltmada geleneksel benzinli araçlara göre iyileştirmeler sunsa da, sorunlarımızın nihai çözümü değildir.

Sonuç olarak, daha sürdürülebilir bir gelecek için bütüncül bir yaklaşım benimsemek, sadece elektrikli arabalara odaklanmanın ötesine geçerek, ulaşım, enerji üretimi ve tüketim alışkanlıklarında daha geniş değişiklikler yapılması gerektiğini gösteriyor.