13 Mayıs 2021 Perşembe

Sayılar arasından mantık çıkartabilmek

İstatistiki veriler bize doğruları gösterebilir ancak aynı zamanda kafamızı karıştırarak yanlış düşüncelere de yönlendirebilir. Kişileri bilerek yanlış yönlendirmenin de yolu gene bu verilerden geçiyor. İklim krizi de insanlığın karşısındaki en önemli sorun olduğundan bu krizi kendi amaçları için kullanmak isteyen pek çok kişi verileri değişik biçimlerde kullanarak avantaj elde etmeye ya da sorumluluğu kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Bundan dolayı gerçek verilere hakim olmak, iklim krizine karşı savaşta elimizdeki en etkin silahlardandır.

Birleşmiş Milletler 1988 yılında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panelini (IPCC) tam da bu görev için oluşturdu. IPCC’nin görevi, bilim insanlarının ürettikleri tüm verileri elden geçirerek topluma eksiksiz ve güvenilir veri sağlamaktır. Bu nedenle de güven sıramızın en üst basamağında IPCC yer alır. Ancak bilim dünyasının ürettiği tüm verileri elden geçirip bunları bir rapora dökmek oldukça vakit alan bir çalışmadır. Bundan dolayı da IPCC’nin değerlendirme raporları 6 - 7 yılda bir yayımlanır. Bir sonraki rapor yayımlanana kadar da bir önceki raporun verileri bilim alanında geçerli olarak kabul edilir. IPCC son değerlendirme raporunu 2014 yılında çıkartmıştır, bir sonraki rapor da parça parça 2021 - 2022 döneminde açıklanacaktır.

Bu raporda ele alınan hususlardan biri sera gazlarının kaynaklarıdır. Son rapora göre (AR5); sera gazı salımlarının %25’i elektrik üretiminden, %24’ü tarım ve ormancılıktan, %6.4’ü binalardan, %14’ü taşımacılıktan, %21’i endüstriden ve %9.6’sı da diğer enerji üretiminden kaynaklanır. Bu grafik toplam sayının ve dağılımının ne olduğunu anlamamız bakımından son derece önemlidir. Yapacağımız diğer analizlerin bu grafikle uyumlu olması zaruridir. 

Ancak bu veriler bize günlük yaşamımız konusunda fazla bilgi sağlamaz. Sabah yataktan kalkıp akşam yatana, hatta ertesi sabah tekrar kalkana kadarki süreyi düşünecek olursak bizim hayatımız bu gruplandırmalara tam olarak uyum sağlamıyor. Mesela barınma ihtiyacımızı dikkate alırsak, bu ihtiyacın karşılanmasında evimizin yapılmasının da bir katkısı var, yani endüstri salımları burada söz konusuydu. Evimizi oluşturan ham maddeler bir şekilde buraya taşındılar. Sonra evimizi şu anda ısıtıyoruz ve aydınlatıyoruz. Dolayısıyla, günlük olarak neden olduğumuz salımların ne kadarının barınma kaynaklı olduğunu hesaplamak istersek bu grupların her birinden değişik parçaları bir araya getirmek zorunda kalırız ve bu kolay bir hesap değildir. Yalnız tüm sera gazı salımlarımıza elektrik-tarım-binalar-taşıma-endüstri-diğer diye bakmak da mümkün, barınma-gıda-hareketlilik-temizlik-giyim-eğlence-atık-diğer diye bakmak da. Ancak önemli olan aynı sera gazı salımını iki defa saymamak. Yani evi ısıtmak için yaktığımız doğal gaz ile yemeği ısıtmak için yaktığımız doğal gazı barınma ve gıda olacak şekilde iki ayrı grupta hesaplamamız gerekiyor.


Şimdi gelelim ana konumuza: Mart 2021’de Nature Food’da yayımlanan bir makale sadece gıda amaçlı yapılan salımları ele alıyor. Tüm adımları ile gıda üretimi ve tüketimi ele alındığında bu zincirin tüm sera gazı salımlarının %34’üne neden olduğu görülüyor. Yalnız bu sayının içerisine gıda üretimi ve tüketimiyle ilgili her şeyin girdiğini unutmayalım. Yemek pişirmek için kullandığınız tencerenin üretimi de artık endüstri altında değil gıda altında değerlendiriliyor.

Daha detaylı inceleyecek olursak, gıda başlığı altındaki salımların %32’si arazi kullanımı ve bu kullanımdaki değişiklikten kaynaklanıyor. Yani, besin üretmek için orman arazilerini tarlaya çeviriyoruz. Ayrıca toprağı gereksiz sürdüğümüz için erozyona sebep olmamızın ötesinde toprakta saklanan karbondioksidin de atmosfere çıkmasına neden oluyoruz.

Gıda üretimindeki en önemli salım, çiftliğin kapısına gelene kadar harcanan enerjiden kaynaklanıyor (%39). Bunun nedeni, tarımda kullanılan gübrenin ve tarım ilaçlarının üretiminin de buraya dahil edilmesidir. Geri kalan %29 ise tüm diğer adımların toplamını ortaya koyuyor. Paketleme %5.4, taşımacılık ise %4.8 katkı yapıyor. Evimize gelene kadar ve evdeki soğutma ve dondurma %5, hazırlama ve atık yönetimi ise %13.8 salıma neden oluyor.

Ülkemizde salınan gıda kaynaklı tüm sera gazlarının %50’si arazi kullanımından kaynaklanıyor. Bunu %32 ile enerji tüketimi, %10 ile atık yönetimi ve %5 ile gıda endüstrisi takip ediyor.

Bu şekilde bakıldığında salımlarımızı azaltmak için yapmamız gereken en önemli şeyin de arazi kullanımından doğan salımları azaltmak olduğunu görmek mümkün. Bu amaçla yapılacak başlıca çalışma da toprağı gereksiz sürmekten vazgeçip toprağın su ve karbon tutma kapasitesini artırmaktır. Elbette anız yakma gibi bir uygulamanın çoktan tarihe karışmış olması gerektiğini düşünüyorum ama çiftçilerimizi ikna edebilmek için daha çok çalışmamız gerekiyor.  

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Net-sıfır hesaplarıyla doğayı kandıramayız

Türkiye hızla Paris Anlaşmasını onaylamaya doğru gidiyor. Çevremizdeki çoğu kişi de sorgusuz sualsiz bunun yapılması gerektiğini düşünüyor. Peki bu anlaşmayı onaylamanın ne anlama geldiğini gerçekten biliyor muyuz?

1992 yılında Birleşmiş Milletler Rio Zirvesinde İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kabul edildi. Bu sözleşmeye göre taraflar kabaca üç gruba ayrıldılar. Gelişmiş ve zengin ülkeler hem sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin altına indirmek hem de gelişmekte olan ülkelere bu yolda destek sağlamak sorumluluğunu yüklendiler (Ek 2). Gelişmiş ama zengin olmayan ülkeler sadece sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin altına indirmekten sorumlu oldular (Ek 1). Geri kalan ülkeler de sadece sera gazı salımlarını raporlayacak sistemleri kurmakla yükümlüdürler (Ek-dışı). Türkiye uzun müzakereler sonucunda Ek 2 ülkeleri arasından çıkmayı başararak Ek 1 ülkeleri arasında yer aldı. Bizim duruşumuz “biz ne gelişmişiz ne de zenginiz, onun için bizi hem Ek 1 hem de Ek 2’den çıkartın” şeklindeydi. Ek 2’den çıkmamız tüm ülkeler tarafından kabul gördü ama Ek 1’den çıkmamız onaylanmadı. Yalnız, kararın yanına da bir not düşüldü: “Türkiye’nin özel koşullarının tanınması tüm taraf ülkelere önerilir.” Bunun anlamı da şudur: “Türkiye esasında Ek 1 ülkesi de değildir ama  kanuni olarak bu kategoriden çıkması mümkün değildir. Ancak Türkiye’yi Ek 1 ülkelerinin tabi olduğu koşullara uymaya zorlamasak iyi olur.”

Türkiye seneler boyunca bu yaklaşımı “bizim azaltım sorumluluğumuz yok” şeklinde kullandı. Aslında Türkiye onayladığı UNFCCC hükümlerine göre Ek 1 ülkesidir ve Ek 1 ülkelerinin mutlak sera gazı azaltım yükümlülükleri vardır.

Gelelim şimdi Paris Anlaşmasına. Bu anlaşma son derece içi boş bir anlaşmadır. Aslında taraf olan ve yüksek salıma sahip ülkeler aralarında bu konuda bir anlaşmanın sağlanamayacağına karar verdikleri için oluşturdukları anlaşma kapsamı bir anlaşma değil daha çok bir anlaşmamadır. Kısaca söylenen şudur: “Hepimiz iklim krizinin kötü olduğunu biliyoruz ve bunu durdurmak için elimizden geleni yapacağız.” Her ülke ilk “ellerinden geleni yapma” beyanlarını 2015 yılında verdi. Bundan sonra da düzenli aralıklarla bu beyanları vermeye devam edecekler. Burada bir tek kural var, her ülke bir sonraki beyanda verdiği taahhütleri bir sonraki beyanda geliştirmek zorundadır. Bu bağlamda kimsenin bir azaltım yapma zorunluluğu yoktur. Ek 1 ve Ek 2 ülkelerinin azaltım zorunlulukları Paris Anlaşmasının değil UNFCCC’nin bir sonucudur.

Şimdi gelelim ülkemize: Türkiye, Paris Anlaşması çerçevesinde verdiği ilk niyet beyanında sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin 6 katına çıkartacağını söyledi. Paris Anlaşmasına taraf olan ülkeler de bunu kabul ettiler. Yani, biz Paris Anlaşmasını meclisten geçirip onayladığımız zaman aslında 1992 yılındaki mutlak azaltım yükümlülüğümüzden 2030 yılına kadar kurtulmuş oluyoruz ve salımlarımızı 1990 seviyesinin 6 katına arttırmak için de uluslararası camiadan resmen izin koparmış oluyoruz.

Dolayısıyla, aslında yapmamız gereken Paris Anlaşmasını meclisten geçirmek değil mutlak azaltım hedefi belirlememizdir. Mutlak azaltım hedefi belirlemediğimiz her anlaşma aslında ülkemiz açısından iklim krizini durdurmak yönünde atılmamış bir adım demektir. İklim krizi konusunda ciddiysek önce bir azaltım hedefi belirleriz.

Peki bu azaltım hedefi nasıl bir şey olmalı? Mesela, “2030 yılına kadar kılımızı kıpırdatmasak %21 daha az salacağız” düzgün bir azaltım hedefi midir? Ya da “2060 yılına kadar net-sıfır salıma ulaşacağız” doğru bir anlatım mıdır? Düzgün bir azaltım hedefi nasıl olmalıdır?


Eğer küresel ısınmayı 2 derecenin altında tutmak istiyorsak sera gazı salımlarımızı 2030 yılında 15 milyar ton azaltmak zorundayız. 2050 yılında toplamda 20 milyar ton salıma düşmüş olmalıyız. 2070 yılında da artık kimse net sera gazı salmıyor olmalı. Yani doğa, bizim saldığımız karbondioksidin bir kısmını zaten emiyor. Dolayısıyla biz sadece doğanın emdiği kadarını salıyor olabiliriz. Doğanın ne kadar emdiğini de hesaplamak fazla zor değil. Ülkede yetişmiş kaç tane ağaç olduğu, yaklaşık ne kadar karbondioksit salabileceğimiz hakkında bize bir fikir verecektir. Burada da araya, ne yazık ki, yaratıcı muhasebe yöntemleri giriyor.

Türkiye’nin sera gazı salımı küresel net salımın yaklaşık %1.15’idir. En son bildirilen dönemde yaklaşık 500 milyon ton sera gazı salınmış, ormanlar ise yaklaşık 95 milyon ton karbondioksit emmiştir. Ormanlarımıza iyi baktığımızı kabul edersek, 2030 yılında küresel azaltımdan payımıza düşen miktar 170 milyon tondur. Yani Türkiye’nin gerçekçi hedefi 370 milyon ton sera gazı salmak veya 275 milyon ton net sera gazı salımı yapmaktır.

Bugün için ülkemizde hangi sektörlerin ne kadar salım yaptıkları bellidir. Her sektör 170 milyon ton azaltımdan payına düşeni hesaplayabilir, bu hesabı da sektördeki firmalara taşımak mümkündür. Dolayısıyla ülkemizdeki büyük şirketlerin tamamı, bu azaltımdan ne kadarının kendi payına düşeceğini hesaplayabilir. Firmaların sorumluluğu da bu azaltım yükümlülüğüne uymaktır.

Peki firmaların salımları mı azaltılmalı net-salımları mı? Firmalar ülkedeki ormanların sahibi değildir (normal şartlar altında). Eğer bir firma 2030 yılı için şimdiden bir arazi satın alıp bu arazide bir orman yetiştirmeye karar verir ve bunu uygularsa, o zaman yapacağı azaltıma kurduğu ormanın katkısı da dahil edilir. Aksi takdirde her firma sadece kendi azaltımından sorumludur. Hatta bunun bir adım ötesinde, kurulacak olan ormanların tam manasıyla karbondioksit yutağı olmaları en az 20 yıl alır. Bundan dolayı da bugün kurulacak ormanlar şimdiden yutak olarak hesaba katılmamalıdır.

Sonuç olarak bu hesaplarda birbirimizi kandırmaya çalışabiliriz ama doğayı kandırmak mümkün değildir. Atmosfer, bizim ne kadar sera gazı saldığımızı ve doğanın bunun ne kadarını emdiğini biliyor.