23 Eylül 2023 Cumartesi

İklim Krizinin Muhasabesinden Bir Kesit

Probleme parça parça baktığımızda aklımıza cin fikirler gelebiliyor ama birkaç adım geri çekilip sorunun bütününü ele aldığımız zaman elimizde bir tek çözüm kalıyor. İklim krizini durdurmak için yapılması gereken şey kömür, petrol ve doğalgaz yakmayı bırakmaktır. Geri kalan tüm çözümler ya teknik ya da maddi eleklere takılarak eleniyorlar.

Şimdi size çok iyi bir fikir söyleyeyim, bugün 20. Uluslararası Muhasebe Konferansı’nda konuşurken bir yabancı konuktan geldi bu fikir. Bu konferansı düzenlerken salınan tüm sera gazlarını atmosferden geri toplayıp emmek için 15 bin dolar harcanması gerektiğini hesapladık. Böylece konferans karbon-sıfır bir konferans haline gelebiliyordu. Eğer o 15 bin doları da havadan karbon emip yer altına gömen bir şirkete verirsek hem o şirket gelişiyor hem de konferans net-sıfır olabiliyordu. Bu tür, karbonu atmosferden emip depolayabilecek şirketlerin yeterince gelişmemesinin nedeni bizim bu parayı o şirketlere vermekten kaçınmamızdı. Dolayısıyla, hepimiz saldığımız her ton karbondioksit için 300 dolar ödeyecek olsak sorun piyasa koşulları içerisinde çözülebilecek. Yabancı konuğun Amerikalı olduğunu da kolayca tahmin edebilirsiniz sanırım.

Aslında bu fikir genel olarak değişik açılardan oldukça kabul görüyor ve karbon tutma ve saklama teknolojilerinin de hala konuşulmasına yol açıyor. O nedenle bunun neden çalışmayacağını hem konferans özelinde hem de küresel ölçekte neden çalışmayacağını anlatmakta fayda var. Konferans özeli oldukça kolay. Zaten olduğu halinde bu tür konferansları yapabilmek oldukça zor çünkü maddi kaynak bulmak için çok fazla takla atmak zorunda kalıyorsunuz. Eğer konferans bütçesine 15 bin dolar daha eklenecek olursa konferansın yapılamaz hale geleceğine daha konuşmam sırasında karar verildi. Dolayısıyla konferans düzenlemenin üzerine bir de o konferanstan yayılan karbonu emip dürüst biçimde sistemden çıkartmanın bedeli eklenecek olursa konferans düzenlenemez hale geliyor. Aslında bu da fena bir şey değil, aynı konferansı internet üzerinden yapmanın yollarını düşünmeye başlamak da zaten atmamız gereken önemli adımlardan biri ve belki de en önemlisi. Yani çözümler kullanıcıların davranış değişikliğine bağlı olarak gelişmeli.

Şimdi düşünün yeryüzünde saldığımız tüm sera gazlarına bir bedel ödedik ve bu sera gazlarını yerin altına gömdük. Böylece hayatımızda hiçbir değişiklik yapmadan devam edebiliyoruz, ödediğimiz karbon bedeli hariç. Senede kabaca 50 milyar ton sera gazı salıyoruz. Bunu ton başına en az 300 dolar ödeyerek yakalayıp yerin altına gömebiliriz. Yani her sene 15 trilyon dolar, karbonu yer altına gömebilmek için harcanması gereken bedel. Dünya ekonomisi yaklaşık 100 trilyon dolar. Bunun üzerine 15 trilyon dolar daha eklememiz gerekiyor ki yaşam stilimizden bir şey değiştirmeden bunu gerçekleştirelim. Dünya ekonomisini sadece karbon emecek teknolojiyi geliştirerek %15 büyütmenin mümkün olmayacağını söylemem gerekmiyor sanırım. O zaman çözüm bu 15 trilyonu sistemin içinden üretmek. O da bizim tüm tüketimimizi ve yaşam standardımızı 15 trilyon azaltmamız anlamına geliyor. Hani başta yaşam şeklimizi değiştirmeden demiştik? Şimdi de bütçemizin %15’ini karbon için harcamaktan bahsediyoruz. Perhizle lahana turşusunun birlikte olmaması gerektiğini gayet iyi biliriz hepimiz. 

O zaman ne olacak? Eğer hepimiz gelirimizin %15’ini sera gazlarını azaltmak için verecek olursak bütçemizden keseceğimiz ilk şey de fazla sera gazı salan aktiviteler olacaktır. Bir de maaşımızın %15’i karbonu azaltmaya gidiyorsa bir dahaki seçimde emin olun “daha fazla kömürlü termik santral yapacağım” diyen parti iktidara gelemez. Sonuç olarak da salımlar kendiliğinden azalmaya başlar. Dikkat edin, burada salımları azaltan şey havadaki karbonun tutulması değildir. Karbona bir bedel biçilmesi ve bu bedelin de küresel olarak herkesten salımları oranında tahsil edilmesi durumunda bu salımlar doğrudan azalacaktır.

Şimdi bir sorun daha kalıyor. Karbonun tonu başına 300 dolar gibi bir bedel biçmiştik atmosfere saldığımız tüm karbonu emebilmek için. Bu ölçek ekonomisi çerçevesindeki bir bedeldir. Yani daha az karbon emilecek olursa, bu bedel de doğal olarak artar. Havadan 1 ton karbondioksit emip yer altına gömmenin bedeli ile 1 milyar ton emip gömmenin ton başına bedeli farklıdır. İkincisinde gerekli teknolojiler de geliştirildiği için fiyat çok daha ucuz olur. Dolayısıyla ne kadar az emmemiz gerekse de ödememiz gereken bedel fazla düşmez.

Burada elbette karbon yakalama ve saklama teknolojilerinin risklerinden ve bu risklerin de fiyatlara katılma maliyetlerinden bahsetmedik. Yukarıdaki hesap tabiri caizse “kemiksiz fiyatı”. Emin olun o fiyatın üzerine şirket kazançları, vergiler vs. eklenecek olursa karbon tutma ve saklama için harcanması gereken bedel ödenemeyecek bir seviyeye çıkar.

Peki alternatif ne? Konuyu uzun uzadıya anlatmadan şunu söyleyelim. Kimseden karbon vergisi falan almadan, karbona fiyat biçmeden, kömür, petrol ve doğal gaz sistemlerine yapılan destekleri keselim. Bugün yeryüzünde her sene tam 7 trilyon dolar biz daha fazla karbondioksit salalım diye fosil yakıt endüstrisine destek olarak veriliyor. Sadece bu parayı kesmek bile bence sorunu çözme yolunda önemli bir adımdır.

Bugün fosil yakıtlardan enerji üretmek alternatiflerine göre çok daha pahalıdır. Daha ucuzmuş gibi görünmesinin ardındaki tek neden bizim verdiğimiz vergilerden devletlerin karbondioksit salınmasını desteklemesidir. Devletler fosil yakıtlara verdiği 7 trilyon dolar desteği yenilenebilir enerjiye ya da enerji verimliliğine yatıracak olsa ortada iklim krizi diye bir sorunumuz kalmazdı. Hadi abartmayalım, bu sorun oldukça küçük bir problem haline dönüşürdü.

Ancak ne yazık ki bunu yapmak aynı zamanda enerjinin demokratikleşmesi anlamına geliyor. Bu da devletlerin pek işine gelmiyor. Hepimiz kendi enerjimizi üretir hale gelecek olsak, üretim ve tüketim biçimleri de ciddi biçimde değişeceğinden başka bir dünyada yaşardık. Keşke o günleri de görebilsek.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası Platformu'nda yayımlanmıştır.

15 Eylül 2023 Cuma

Avrupa Yeşil Mutabakatı Neler Getirecek?

Yeni İklim Kanunu iş dünyasının Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde en fazla önem verdiği konuya odaklanıyor: Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması’na uygun biçimde davranabilmek. Bu kısmen doğru bir yaklaşım ama buradaki amaç yeni İklim Kanun Tasarısını değerlendirmek değil. Daha çok iş dünyasının öncelikli olarak Avrupa’ya yaptığı ticaret bağlamında karşılaşacağı hukuki sorunları ele alabilmektir.

Avrupa Birliği’nin sera gazı salımlarına uygun bir ticaret anlayışı geliştirmek Yeşil Mutabakatın değişik alanlarından sadece bir tanesi. Ancak ülkemizde sanki Yeşil Mutabakat iklim krizine karşı önlemler paketi gibi bir anlayış yaratılıyor. Öncelikle Avrupa’nın iklim krizi karşısındaki duruşunu anlamakta büyük fayda var.

Biz her ne kadar karşımızda bir Avrupa Birliği görsek de esas sorun karşımızda bir birlik değil en az üç değişik katman olmasıdır. Bu katmanların ilki, birliğin sorunlarını ve gelecekte karşılaşacağı zorlukları görerek buna dair adımlar atılmasını öneren bürokratik katmandır. Bu katman oldukça önde görünse de aslında en güçsüz olan katmandır. Arkada ayrı devletlerin oluşturduğu bir başka katman vardır. Bu katmanda bir birlik olarak Avrupa’nın değil, tek tek üye ülkelerin ihtiyaçları önemlidir ve bir konuda ancak herkes hemfikir olursa ilerleme sağlanabilir. Herkesin hemfikir olabilmesi için de çok sayıda taviz verilerek mümkün olan en katı ama aynı zamanda da en sulandırılmış kararlar alınır. En alt katmanda da parlamento bulunur. Parlamento bir ülke parlamentosuna kıyasla politik gerekliliklerle en az bağlanmış yapıda olduğundan etkilenmesi de en kolay olan katmandır. Parlamento liderlerinin değişik imtiyaz grupları ile olan ilişkileri neredeyse polisiye olaylar halini almıştır.

Bu yapı içerisinde en üst katman olan komisyon Avrupa’nın geleceğini sera gazı salmayan bir ekonomide görmektedir. Uzun vadede doğru olan yaklaşım da budur. Avrupa’nın ekonomik açıdan kuvvetli ülkeleri de bu yaklaşımı destekliyorlar. Özellikle Almanya karbonsuz bir ekonomiye geçişin faydasına hem inanıyor hem de koalisyon ortağı olan Yeşiller Partisi nedeniyle inanmak zorunda kalıyor. Ancak aynı şeyin birliğin doğusundaki ülkeler açısından geçerli olduğu söylenemez. Mesela Polonya ekonomisi oldukça kömür bağımlısı olduğundan Avrupa Konseyi’nden kömürü yasaklayan bir kararın çıkmasını beklemek hayaldir. Bunun ötesinde Parlamento çeşitli sektörlerin etkilerine göre pozisyon almaktadır.

AB kendi üretimini karbonsuzlaştırmanın önemini biliyor ve bu yolda elinden geldiğince çaba sarf ediyor. Ancak üretimi karbonsuzlaştırma bugünden yarına gerçekleşmesi imkansız bir konu olmanın ötesinde oldukça maliyetlidir. Eğer AB üreticileri bu maliyete katlanıp karbonsuzlaşacak olurlarsa ithal edilen mallarda aynı maliyet olmamasından dolayı önemli bir fiyat dezavantajı ile karşı karşıya kalacaklar. Bu nedenle de AB Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasını çalıştırarak kendi üreticilerinin karşı karşıya kaldıkları ek maliyeti AB’ye ihracat yapan şirketlerin de sahiplenmesini istiyor ki fiyat dezavantajı ortadan kalksın. Bu şekilde bir düzenleme Dünya Ticaret Örgütü kurallarına göre ancak iç pazarda da uygulandığı sürece mümkün olabilir. Yani, eğer AB kendi sınırları içerisindeki her üreticiden salınan karbondioksidin tonu başına 100€ vergi alırsa ya da piyasa mekanizmalarıyla bu verginin eşdeğeri olan bir sınırlandırma uygulanırsa, ithal edilecek ürünlere de aynı karbon vergisi uygulanabilir. Eğer kendi birlik sınırları içerisinde bu vergiyi uygulamayıp sadece ithal ürünlere uygulayacak olurlarsa DTÖ kurallarını ciddi biçimde çiğnemiş olurlar ki buna DTÖ çerçevesinde yaptırımları olacaktır.

O zaman anlıyoruz ki bu karbon mekanizmasının öncelikle AB içerisinde çalıştırılması gerekiyor. AB 2005 yılından bu yana sağlıklı bir karbon piyasası yaratma çabasında. Ancak henüz birlik üyesi tüm ülkelerin eşit biçimde bu piyasa içerisindeki yükümlülüklerini yerine getirdiklerini söylemek oldukça zor. Özellikle sektörlerin baskısıyla parlamentoda alınan bazı kararlar birliğin ekonomik anlamda daha geride bulunan ülkelerine imtiyaz tanıyor. Bu da DTÖ kuralları çerçevesinde savunulması zor bir pozisyon yaratıyor.

Bu resim karşısında bizleri neler bekliyor? Öncelikle AB gerek kendi içinde gerekse de AB’ye ihracat yapan tüm tarafların karbon salımı konusunda şeffaf olmalarını istiyor. Bu AB sınırlarında nispeten sağlanmış bir konu olsa da ülkemiz gibi verinin oldukça yetersiz ve bazen de gereksiz olduğu ülkeler açısından çok önemli bir sorun yaratıyor. Artık AB’ye ihracat yapan tüm şirketler üretimde ne kadar sera gazı saldıklarını raporlamak zorundalar. Bu bizim şirketlerimiz açısından ciddi bir kabus çünkü her ne kadar senelerdir buna hazırlanıyor gibi görünsek de bu konudaki altyapımız oldukça zayıf. Bunun bir nedeni şirketlerin ve devletimizin yapısından kaynaklansa da bir diğer nedeni tedarik zincirinden ve bu zincirin gri sınırlarından kaynaklanıyor. Yani siz istediğiniz kadar iyi veri tutun, sizin sağlayabileceğiniz veri ancak sizin tedarikçinizin size sağladığı veri kadar doğrudur. Bir de bunun üzerine, konu gerçekten sınırda bir vergi alınmasına gelecek olursa, o zaman emin olun, sizin vereceğiniz raporları birileri gelip yerinde denetleyecektir. Dolayısıyla da bu raporların “herhalde şöyledir” yöntemi ile değil bilimsel kaynaklara dayanması gerekiyor.

Bunu yerine getirdiğimizi düşünecek olursa 2026’da Avrupa’ya ihraç ettiğimiz bazı ürünlerden vergi alınmaya başlanacak. Ancak AB kurallarında “biz vergi alacağız” demiyor, “salınan karbondioksidin karşılığı ödenir” diyor. Yani bu vergiyi bizim hükümetimiz almazsa, AB sınırda alacak. Bu durumda da eminim bizim devletimiz AB’ye para vermemek için kendisi bir vergi mekanizması kuracaktır.

Bu vergi eğer AB içerisinde belirlenen karbon fiyatının altında olursa AB gene de sınırda aradaki farkı talep edecektir, o nedenle de karbon fiyatının AB fiyatı ile uyumlu olması gereklidir. AB’de bugün için karbon fiyatı 100€ çevresindedir. Bu fiyatın 2030 yılına kadar en az 150€ civarına çıkması öngörülüyor. Bu fiyat gözümüzü ayırmamamız gereken fiyattır. Hatta bugünden tüm işlemlerimizde bu fiyatın varlığını kabul ederek işlem yapmamız gelecekte bu fiyatla karşılaştığımızda yaşayacağımız şoku azaltır.

Peki ya karbon piyasası? Karbon piyasasının sisteminin temeli bir sınır tavan belirlenmesi ve bu sınır tavan çerçevesinde ticaret yapılmasıdır. Yani sınırın kısıtladığı metanın ticareti yapılır. Ülkemizde en azından 2038 yılına kadar ciddi bir karbon sınırı yoktur. Bu nedenle de piyasada sınırsız bir kaynağın fiyatının 100€ ile belirlenmesi imkansızdır. Ancak durum ne olursa olsun, eğer AB ülkeleri bu konuda bir uzlaşıya varacak olurlarsa ilk eylemleri bizden bu bedeli talep etmek olacaktır. Bu nedenle de bizim bugünden vergi olsun, çalışan karbon piyasası olsun saldığımız her ton karbondioksidin bedelinin de 100€ olduğunu bilerek işlerimizi yürütmemiz gerekiyor. 

Şimdiye kadar anlatmaya çalıştıklarım Yeşil Mutabakatın sekiz ana maddesinden sadece bir tanesi, belki de bizim tarafımızdan en iyi anlaşılanıydı. Daha sonraki yazılarda diğer maddeleri ve bize getireceği zorlukları da anlatmaya çalışacağım.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası Platformu'nda yayımlanmıştır.

14 Eylül 2023 Perşembe

Kurallara uymayanlar az cezayla kurtuldukları sürece...

Bu sene içerisinde mecliste görüşülmesi beklenen iklim kanun tasarısının iki önemli bileşeni olmalı. İlki iklim krizini nasıl durdurabiliriz? İkincisi de biz elimizden geleni yapsak da freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağıya hızlanarak giden küresel ısınmaya karşı kendimizi nasıl koruyabiliriz? İkinci kısmı bir diğer yazıya bırakarak birinci kısma odaklanacak olursak, her cümlede kendimize sormamız gereken bir soru olacak: Bu, iklim krizini durdurmaya yarayacak mı?

Ülkemiz bugün için senede yaklaşık 525 milyon ton sera gazı salıyor. Hedefimiz ise 2053 yılında bu değeri sıfıra indirmek. Mantıklı olan önümüzde 30 sene olduğuna göre her sene 525/30 = 17,5 milyon ton azaltım yapmaktır. Her sene 17,5 milyon ton azaltım yapacağımıza göre bunu sektörlere dağıtır ve her sektörün azaltım miktarını belirleriz. Sonra her sektörün kendi içinde bu azaltım miktarını şirketlere ve kuruluşlara pay eder ve sene sonunda bu kadar azaltım yapmış olmalarını bekleriz. Ancak olay bu kadar basit değil. Öncelikle azaltımlar doğrusal olarak değişmeyecek. Yani, hızlı azaltılabilecek alanlar harekete geçtiklerinde ilk senelerde hızlı bir düşüş meydana gelecek, sonra da düşüşün hızı zor azaltım olan sektörler nedeniyle yavaşlayacak. Aynı sektör içerisindeki değişik şirketler arasında bile kolay ve zor azaltım yapabilme kapasitesi nedeniyle farklılıklar oluşacak. Kısacası, olay bu kadar basit değil. Biz yine de tüm bu hesapların hakkaniyetli biçimde yapılabildiğini varsayalım. Bunun sonunda her sene ortalamada 17,5 milyon ton azaltım yapabilirsek hedefi tutturabiliriz.

Bu azaltımı yapabilmek için önümüzde kabul edilen iki yöntem var: Karbon piyasası ve karbon vergisi. Karbon vergisi nispeten kolay anlaşılan ve kolay uygulanabilecek bir çözüm. Saldığımız her ton karbon için 30 bin TL vergi verirsek gerekli azaltımı ülkece sağlayabiliriz. Toplanan bu vergiyi yenilenebilir enerjiye harcayabiliriz ya da her vatandaşa eşit olarak dağıtabiliriz, hatta aklınıza gelen başka bir yöntemi uygulayabiliriz. Ancak neoliberal ekonomik sistem bu vergi işinden hiç memnun olmadığı için gelişmiş ülkeler karbon vergisinden uzak duruyorlar.

İkinci ihtimal de karbon piyasası, yani her şirketin ne kadar karbon salmaya izni olduğu önceden belirlenecek, daha fazla salanlarla daha az salanlar aralarında haklarını takas edecekler ve sonunda senelik ortalama 17,5 milyon ton azaltım sağlamış olacağız. Bu usul de kağıt üzerinde gayet hoş görünüyor. Ama detaylara geldiğimizde çok önemli problemler barındırıyor.

Öncelikle, ülkemizin bir azaltım hedefi yok. Yani, ortada “17,5 milyon ton azaltmalıyız” diye bir kural yok. Durum böyle olunca da neyi şirketlere pay edip bundan fazla salamazsınız denilecek? Bugün devletimiz sınırları içinde karbondioksit salmak serbest. Kısıtlı olmayan bir metanın ticareti de yapılamaz bildiğim kadarıyla. Henüz hiçbirimiz aldığımız nefese para vermiyoruz. O nedenle karbon piyasasının çalışabilmesi için öncelikle ülkemizin bir azaltım sözü vermesi gerekiyor. O azaltım sözü olmadan karbon piyasası da olamaz.

Diyelim bir azaltım sözü verdik. O zaman karşımıza ikinci sorun dikiliyor. Aslında bizi kendi usullerimize bıraksalar bizim azaltım yapacağımız ya da karbon piyasası kuracağımız yok, ama Avrupa Birliği, Yeşil Mutabakat söylemine dayanarak ihracattan karbon vergisi alacağını söylediği için biz de mecburen bir karbon piyasası kurmak zorunda kalıyoruz. Yalnız, sadece bir karbon piyasası kurmuş olmak bizi kurtarmıyor. O piyasada karbonun el değiştirme bedeli AB piyasasındakine eşit olmak zorunda, yoksa aradaki farkı gene AB ihracatçıdan talep ediyor. Yani, AB piyasasında karbonun tonu bu sene 100€ ise, bizim piyasada da 100€ veya üzerinde olmak zorunda. Bu da doğal olarak konuyu vereceğimiz azaltım sözüne geri getiriyor. Eğer şu anda olduğu gibi bir azaltım sözümüz olmazsa kurulacak piyasa, gönüllü bir piyasaya dönüşür, gönüllü piyasalarda da karbonun fiyatı 1-2€ civarındadır. Bu fiyat da bizim ihracatçımızı sınırda vergi yükünden kurtarmaz. O noktada da vereceğimiz azaltım sözünün fiyatı 100€ civarına taşınması gereklidir ki bunu öngörebilmek oldukça zor bir problemdir. Velev ki bunların hepsini yaptık ve en son noktaya geldik. Artık karbon fiyatının 100€ olduğu bir piyasamız var ve tüm şirketler bu piyasada takas yapıyorlar. O zaman da karşımıza çok daha zorlu bir problem çıkıyor.

Bir şirket kurallara uymazsa ne olacak? Yani kendisine tanınan kotanın çok üzerinde salım yaparsa ve takas yapmayı da kabul etmezse bunun yaptırımı ne olacak? Özellikle de bu şirket AB’ye değil de Afrika’ya ihracat yapıyorsa ne yapacağız? AB bunun çözümünü piyasadaki karbon fiyatının oldukça üzerinde bir ceza uygulayarak bulmuş. Karbonun piyasadaki fiyatı ton başına 100€ ise, sisteme uymayanlara 150€ ceza kesiyor ve bu şekilde sisteme uymak şirketler açısından avantajlı hale geliyor. Şimdi ülkemizi düşünün. İhracat yapan bir şirkete ceza kestiniz diyelim ve şirket bunu ödemedi. Nedir bunun yaptırımı? Ne yazık ki yok! Bir dönem sonra bir vergi affı geliyor ve şirket bunun onda birini ödeyerek cezadan kurtuluyor. Ülkemizdeki sistem işini düzgün yapanın bedel ödediği bir sistem olduğundan böylesi bir 150€ cezanın işlemeyeceğini kolayca görebiliyoruz. Ceza 15€ seviyesine düştüğü zaman da piyasada 100€ seviyesinde takas yapmanın herhangi bir anlamı kalmıyor.

Elbette daha şirketlerin doğru ölçüm ve bildirim yapmaları, bunun bağımsız denetçiler tarafından izlenmesini, düzgün veri tutulmasını ve bu veriye güvenilmesini, arada da büyük ölçekli kaçaklar olmamasını konuşmadık. Dolayısıyla sistem kağıt üzerinde çok güzel duruyor olabilir, ama ülkemizin ekosistemi içerisinde çok değişik sebeplerden dolayı çalışması pek kolay değildir. Biliyorsunuz, sosyal bilimlerde çokça kullanılan bir mahkumların ikilemi analojisi vardır. Benzer şekilde en faydalı çözüm herkesin kurallara uygun hareket etmesidir, ama eğer kurallara uymamanın bedeli çok düşükse oyuncuların kurallara uymak için fazla bir istekleri kalmaz. Bizde de kurallara uymayanların oldukça ucuz kurtardıkları bilindiğinden, karbon piyasasının olması ve gerektiği şekilde çalışması neredeyse imkansızdır.

Bu yazı 15 Eylül 2023'te T24 İnternet Haber Sitesi'nde yayımlanmıştır.

1 Eylül 2023 Cuma

Şirketlerin Yeryüzüne Verdikleri Zararın Bir Bedeli Olsa

 İklim krizi neden bu boyuta geldi biliyor musunuz? Çünkü şirketlerin yeryüzüne verdikleri çoğu çevresel zararın bir bedeli yok. Saldıkları sera gazlarının ise hiçbir bedeli yok. Dolayısıyla da çevreye zarar vermek çoğu zaman şirketlere bedavaya geliyor. O zaman neden çevreyi korumak için çaba göstersinler ki? Bizler de yaptığımız tüketici seçimleri ile çevreyi ve iklimi koruyan şirketleri desteklemeyince konu sadece şirket sahiplerinin ve bazen de paydaşlarının iyi niyetine kalıyor. İyi niyetle de ortaya çıkan durumu hepiniz görüyorsunuz.

Peki ya şirketlerin yeryüzüne verdikleri zararın bir bedeli olsa ve şirketler bu bedeli ödemek zorunda kalsalar, o zaman kazançları ne kadar azalırdı? Bu hesabın detayına girmeden önce şunu söylemek gerekiyor. Devletler bizim ödediğimiz vergilerden her sene 7 trilyon doları, dikkat milyon veya milyar değil, trilyon doları, daha fazla kömür, petrol ve doğalgaz tüketilsin diye sübvansiyon olarak veriyorlar. Zaten bu sübvansiyonlar olmasa yeryüzü kısa zamanda temizlenirdi çünkü fosil yakıt şirketleri bu sübvansiyonlar sayesinde ayakta duruyorlar. Ama bunu bir kenara bırakıp asıl sorumuza dönelim: Şirketler verdikleri zararın bedelini ödüyor olsalar ayakta kalabilirler miydi?

İklim krizinin yeryüzüne ve insanlığa verdiği zararı nasıl fiyatlandırabiliriz? Bu çok zor bir soru. Mesela evdeki televizyonunun selde çalışmaz hale gelse ve ev sigortalıysa, sigorta şirketinden alacağınız para ile yeni bir televizyon almanı mümkün olur. Bu şekilde bir fiyat belirlemek oldukça kolay ama ya evi sel basmasından dolayı kaybettiğiniz çocukluk fotoğraflarınız, ya da büyüklerinizden kalan hatıralar? Onların bedeli ne kadar? Hatta can kayıpları kaç para? Dolayısıyla zararın maddi bedelini belirlemek çok zor bir konu. Ama ekonomistler burada orta bir yol bularak bugün için salınan karbondioksidin tonu başına yaklaşık 190 dolarlık bir bedel öngörüyorlar. Bu noktada da şirketlerin verdikleri zararı olmasa bile hala salmaya devam ettikleri bu sera gazlarının bedelini şirketlerden tahsil edecek olsak bu şirketlerin varlıkları üzerinde nasıl bir baskı yaratır sorusuna cevap aranıyor.

Elbette bu cevap şirketten şirkete olduğu kadar sektörden sektöre de değişiyor. Bazı sektörlerin yarattıkları zarar oldukça az olduğundan bunlar saldıkları sera gazı için 190 dolarlık bir bedel ödeseler bile bu bedel onların karlılıklarında önemli bir fark yaratmıyor. Ama enerji üretimi ve dağıtımı, gıda, içecek ve tütün üretimi, genel olarak malzeme üretimi ve taşımacılık sektörleri bir karbon fiyatı oluşması karşısında bugünkü kazançlarının neredeyse tamamını, hatta tamamından fazlasını da kaybedecekler. Tüm sektörler genelinde bakıldığında yeryüzüne verdikleri zarar onlardan alınacak olsa şirketlerin kazançları ortalamada %44 azalıyor.

Peki bu durumda şirketler ne yaparlar sizce? Üstlerine konulan bu ek bedeli hızla tüketicilere yansıtırlar. Neden? Çünkü şirketler karlılıklarını korumak isterler. Şirketlerin karlıklıkları da az sayıda kişinin daha da zengin olmasına yardımcı olur. Oysa yapılması gereken çoğu noktada şirketlerin karlıklıklarının düşmesini kabullenerek çevreye verdikleri zararın azaltılmasıdır, ancak ne yazık ki içinde yaşadığımız neo-liberal sistem bu tür bir değişikliğin yapılmasını düşünmemize bile izin vermiyor.

Bir de şunu unutmayalım, eğer değişim istiyorsak nereye odaklanmamız gerektiğini bu çalışma bize güzelce özetliyor. Zaten karlılıkları doğayı kirletmeye bağlı olmayan şirketleri dönüştürmek hiç de zor değil, ama bunların dönüşmesinden sağlayacağımız çevresel kazanç da oldukça küçük. Oysa çevreye oldukça büyük zarar veren enerji şirketlerinin dönüşümü oldukça zor, ama buna karşılık da elde edeceğimiz çevresel kazanç da o denli büyük olacak. O nedenle hedefimiz çok sera gazı salan ya da salınmasına neden olan şirketler olmalı, işleri zaten fazla sera gazı salmayan sektörler değil.