12 Aralık 2011 Pazartesi

Durban bir iklim anlaşması ile sona erdi ama biz neden üzgünüz?

Orijinal yayın: 12.12.2011 T24 İnternet Gazetesi
Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Durban şehrinde düzenlenen ve iki hafta süren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği toplantısı pazar sabahı sürpriz bir anlaşma ile sonuçlandı. Uzun süren pazarlıklar sonucu varılan bu anlaşmanın iki önemli özelliği var. Birincisi, ABD dahil tüm ülkelerin bu anlaşmanın kanuni bir bağlayıcılığı olmasını kabul etmeleri. İkincisi ise bu anlaşmanın hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin sera gazı salımlarına kısıtlama getirmesi. Taraflar 2015 yılına kadar kimin ne kadar azaltma yapacağına karar verecekler, sonrasında bu anlaşma tarafların meclislerinde kabul edilecek ve 2020 yılında uygulamaya başlanacak.
Varılan bu anlaşmanın daha önceki anlaşmaların tümüne olan iki üstünlüğü de bu iki özellikte yatıyor. Daha önce hiçbir iklim anlaşması tüm dünya ülkeleri açısından kanuni yaptırımlar içermemişti. Buna benzer kanuni yaptırımlara en fazla Kyoto Protokolü'nde   yaklaşılmıştı. Ancak Kyoto Protokolü hem tüm dünya ülkelerini kapsamıyordu, hem de ABD tarafından imzalanmış olmasına rağmen Amerikan Senatosu tarafından onaylanmadığı için Amerikalılar açısından bir yaptırım içermiyordu. Amerikan Senatosu'nun kabul etmemesinin ardındaki temel gerekçe de bu anlaşmanın sadece gelişmiş ülkelere sınırlama getirmesi ve gelişmekte olan ülkelerin sera gazı salımlarını azaltmalarına yönelik bir kural koymamasıydı. Bu anlaşma taslağı Amerikalıların bu itirazlarını da karşıladığı için gelişmiş ülkelerin tamamından kabul görecek gibi görünüyor.
Peki o zaman tüm taraf devletler bunu bir başarı olarak sunarken tüm çevre örgütleri neden bir bozgun havası içerisindeler?
Bu soruya cevap verebilmek için bu anlaşmanın sağlanmasında en fazla kimlerin çıkarı olduğuna bakmalıyız.
Yeni iklim anlaşmasının en büyük çıkar sahibi Avrupa Birliği'dir çünkü bu anlaşma olsun olmasın AB ülkelerinde yaşayan kişilerin baskısıyla AB sera gazı salımlarında bir azaltmaya gitmek zorundaydı. Ancak AB bu azaltmaya kendi başına gittiği zaman diğer ülkelere göre ciddi bir ekonomik zararla karşı karşıya kalacaktı. Bu anlaşmanın varlığı AB'yi bir yanda sera gazlarının salımını azaltma yolunda karşılaşacak ekonomik sorunlar diğer yanda da kamuoyu baskısı ile uğraşmaktan kurtardı.
İkinci kazanan ABD'dir, çünkü artık dünya kamuoyu karşısında uzlaşmaz ülke görüntüsünden çıkacaktır.
Üçüncü kazananlar da Çin ve Hindistan'dır, çünkü her iki ülkenin ekonomileri dışarıya sattıkları ürün ve hizmetlere dayalıdır. Bu durumda bu ülkelerin ürünlerini satın alan gelişmiş ülke tüketicileri her geçen gün bu ürünlerin sebep olduğu sera gazı salımlarını sorgulayarak yakın gelecekte Çin ve Hindistan ekonomileri için ciddi bir sorun haline gelebilirlerdi.
Peki bizler neden üzgünüz?
• Çünkü, gerekli olan 2020 yılını beklemeden hemen kesintiye gidebilmekti. Bilimsel açıdan 2020 yılını beklemek dünyanın ortalama sıcaklığının 2oC'den fazla artacağını kabullenmek demektir. 2oC'lik bir artış psikolojik bir limit gibi görünse de aslında iklim değişikliğini durdurabilmek için konulmuş bir hedeftir, çünkü 2oC üzerine çıkan bir sıcaklık artışı geri besleme mekanizmalarının devreye girmesiyle artık durdurulmaz bir hal alacaktır.

• Çünkü bu toplantıda kesin sayılara dayalı bir anlaşmaya varılmamış olması yakın gelecekte tüm ülkelerin bir koyun pazarlığı seviyesinde sera gazlarını azaltma konusunu masaya yatırıp sonuçta kimsenin ekonomik açıdan canının yanmayacağı bir anlaşmaya varacaklarının bir göstergesidir. Her ülke kendi ekonomik çıkarlarını önde tutacağı için üzerinde anlaşılacak indirim miktarı gereken miktarın çok altında kalacaktır.

• Çünkü Amerkalıların bu anlaşmaya “evet” demiş olmaları, aslında anlaşmaya meraklı olduklarına değil, yıllar süren koyun pazarlığının onların dünyadaki konumlarını korumalarına yardımcı olacağını gördüklerine işaret eder. Yeni anlaşma üzerinde ne kadar uzun süren bir pazarlık olursa aslında bu anlaşmaya varmak istemeyen ülkelerin de hiçbir şey yapmadan devam etmek için o kadar uzun süreleri olacaktır.

Aslında sonun başlangıcı Durban'da değil, bundan iki sene önce Kopenhag Toplantısı'nda belirlendi. O toplantı sonucunda Kyoto Protokolü'nün sona ereceği 2012 yılı sonrası için tüm ülkeleri içine alan bir anlaşma imzalanabilmiş olsaydı dünyanın geleceğini kurtarmak için ciddi bir şansımız olabilirdi. Ancak esas dertleri alacakları oyları arttırmak olan politikacıların yapacakları anlaşmalarla doğa ile ilgili problemlere çare bulamayacağımız Durban'da bir kez daha yüzümüze vurulmuş oldu.

9 Aralık 2011 Cuma

Sonunda ülkemiz de bir ödül aldı: Günün Fosili


Orijinal yayın: 09.12.2011 T24 İnternet Gazetesi

Türkiye gelişmiş bir ülke midir? Bu sorunun cevabı soruyu kime sorduğumuza bağlı olarak değişebilir. Mesela kadim dostumuz Amerikalılara soracak olursak, evet, gelişmiş ülkeyiz (bkz. CIA World factbook). Kyoto Protokolü'nü uzun süre imzalamayan devletimize bakacak olursanız biz gelişmiş değil gelişmekte olan bir ülkeyiz. Ama G20 zirvelerine katıldığımıza göre gelişmiş bir ülke olmalıyız. Bir başka bakış açısından da Türkiye diğer gelişmiş ülkelerle birlikte OECD'nin (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütü) kurucu üyelerinden biri olduğuna göre de gelişmiş ülke olmalıyız. Bizi hala Avrupa Birliği'ne almadıklarına göre aslında gelişmiş bir ülke olamayız. O zaman en son sınıflandırmaya bakalım biz en iyisi, bu sınıflandırma bizi Güney Afrika, Meksika, Brezilya, Çin, Hindistan, Malezya, Filipinler ve Tayland ile birlikte Yeni Endüstrileşmiş Ülkeler sınıfına sokuyor. Yani bu ülkeler ciddi anlamda ekonomik büyümeye sahipler ama İnsani Gelişme İndisi (Human Development Index) açısından bakıldığında gelişmiş ülkelerin gerisindeler. 


İşte bu kargaşadan dolayı devletimiz istediği an bizi gelişmiş ülkelerle bir araya getiriyor, istemediğinde de gelişmekte olan bir ülke oluyoruz birdenbire. Mesela 1997'de Kyoto Protokolü hazırlanırken tüm OECD üyesi ülkeler karbondioksit salımlarını indirme sözü verdiler. O noktada biz kalkıp “biz gelişmiş ülke değiliz” diyemedik. Ancak Kyoto Protokolü'nün OECD üyelerine getirdiği sorumlulukları yerine getiremeyeceğimiz anlaşılınca hemen çark ederek “aslında gelişmiş değil ekonomisi gelişmekte olan ülke” oluverdik. Neyse ki dünya ülkeleri de buna alışık oldukları için bizim çark etmemizi anlayışla karşıladılar. Ama bari en azından karbondioksit salımımızı azaltma yükümlülüğümüzü yerine getirseydik... Onu da karşılayamadık. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi şu anda “biz aslında gelişmekte olan ülkeyiz, Kyoto Protokolü çerçevesinde gelişmiş ülkelerin bize gerek maddi gerekse teknolojik alanda yardım etmeleri gerekli” diyoruz. 

Bu tarzımız bu hafta içerisinde İklim Eylem Ağı (Climate Action Network) tarafından verilen Günün Fosili (Fossil of the Day) ödülünü almamıza neden oldu. Aldığımız “ödülün” açıklamasında, “dünyadaki en önemli güneş, rüzgar ve jeotermal enerji kaynaklarından birine sahip olmasına rağmen sera gazı salımında hiçbir kısıntıya gitmek istememesi ve buna karşılık Kyoto Protokolü çerçevesinde gelişmiş ülkelerden maddi destek ve teknolojik yardım talep etmesi nedeniyle” bu ödüle layık görüldüğümüz söyleniyor. 

Bugünlerde Güney Afrika Cumhuriyet'nin Durban kentinde yapılmakta olan İklim Değişikliği Konferansı'na ülkemiz adına Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yıldız katıldı. Ben bunu garipseyen gruptayım. Hükümetimizin bir Çevre Bakanı varken bu toplantıya Kalkınma Bakanı'nın katılması bile yeterli derecede yanlış sinyaller veriyor. Biz iklim değişikliğini bir çevre sorunu olarak değil de bir kalkınma sorunu olarak gördüğümüz müddetçe aldığımız önlemler de benzer şekilde yanlış yönleniyor. 

Kalkınma Bakanımız toplantıda yaptığı konuşmada “iklim değişikliğiyle mücadelenin acil eylemler gerektirdiğine vurgu yaparak sera gazı emisyonlarının kontrol altına alınmasının Türkiye için de önemli bir öncelik olduğunu ifade etti ve Türkiye'nin kişi başına düşen sera gazı emisyonlarının 5 ton ile OECD ortalamasının 3'te biri, Avrupa Birliği ortalamasının ise yarısı kadar olduğunu kaydetti.” Yani kısaca bizim OECD ülkeleri arasında kişi başına düşen salımda zaten en altta bulunduğumuzu ve bu sebeple bizim bir kesinti yapmamız gerekmediğini açıklamaya çalıştı.  

Ayrıca Bakan Yılmaz, “Türkiye'nin, 1990-2007 yılları arasında enerji, ulaştırma, sanayi gibi alanlarda uygulanan politika ve projeler ile toplam sera gazı emisyonlarında 1,4 milyar tonluk bir azaltım sağladığını ve 2007 yılı itibarıyla hiçbir önlemin alınmadığı duruma göre yüzde 20 emisyon azaltımı gerçekleştirdiğini” açıkladı. Yani kısaca, bizim zaten elimizden geleni yaptığımızı anlattı. 

Genel devlet yapımız olduğu üzere biz sayılardan fazla hoşlanmayız. Sayılar yerine laflar bizi daha mutlu eder ve sayıların arkasındaki gerçekleri pek araştırmaya zahmet etmeyiz. Kalkınma Bakanımız'ın yukarıda kullandığı sayıları OECD'nin verileri ile kıyasladığımızda şunu görüyoruz: 1990-2009 arasında tüm OECD ülkelerinin karbondioksit salımları %8 oranında artarken ülkemizin salımları %102 oranında artmış. 2007 salım miktarımız 265 milyon ton olduğuna göre 1,4 milyar tonluk azaltmanın nasıl sağlanabildiğini ben göremedim. Bu azaltma miktarı 1990-2007 toplamı ise, o zaman da senede 78 milyon ton azaltmış olmamız gerekiyor ki, bu da %20 azaltmaya denk gelmiyor. Açıkçası ben bu sayıların nereden ve nasıl geldiğini anlayamadım. Bizim devletimiz yanlış veriler vermeyeceğine göre OECD'nin resmi verileri hatalı olmalı diye düşünüyorum. 

Tüm bunların damağımızda bıraktığı ekşi tadı gidermek için şunu belirtmem gerekiyor; Çevreye saygılı bir kalkınma mümkün, yeter ki biz isteyelim. Yeter ki petrol ve doğalgaza yaptığımız yatırımı yenilenebilir enerji cenneti olan ülkemizde yenilenebilir enerji kaynaklarına yapalım. “Tasarruflu ampuller radyasyon yayıyor” gibi saçmalıklara inanmayı bırakıp enerji verimliliğine yönelelim. Biraz rahatımızdan vazgeçip haftada bir gün toplu taşımacılığa da şans verelim. Amerikan usulü tüketim çılgınlığından vazgeçip özümüz olan ayağımızı yorganımız kadar uzatmayı deneyelim. Yaptığımız üretimi iç pazarı geliştirmek için değil ihracatı arttırmak için kullanalım. Çözümler mümkün, yeter ki biz isteyelim.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Kyoto Protokolü Neden Büyük Bir Yalandır?


Orijinal yayın: 07.12.2011 T24 İnternet Gazetesi

Yavaş yavaş olan değişiklikler insanda bu değişikliklerin hiç varolmadığı hissini uyandırabilir. Yakınımızdaki çocukların büyümesi böyle bir histir. Hep bebek olduğunu düşündüğümüz çocuklarımız bir an gelip ilkokula, liseye ya da üniversiteye başladıklarında aslında onların ne kadar hızlı büyümüş olduklarını görürüz. İklim değişikliği de benzer bir olgudur. Bir seneden bir sonraki seneye olan küçük değişiklikler dikkatimizi çekmez ama arada olan büyük olaylar bir adım geri atıp “Eskiden böyle değildi havalar” dememize neden olur. Bilim ne derse desin, çoğumuz hala anlık algılarımızla yaşadığımız için bu anlık algılardan uzun zamanlara yayılan sonuçlar çıkartabilmemiz son derece zordur. Uzun soluklu devlet politikaları oluşturabilmek için de anlık algılarla hareket eden seçmenlere ve seçimlere yönelik kararlar almaktansa daha bilimsel kanıtlara yönelmek gerekmektedir. 

Şu anda dünyada tartışılmaz bir gerçek vardır. Bu da dünyanın ikliminin değişmekte olduğudur. Bilim adamları bu değişikliğin büyüklüğünü, bu değişikliğin ne kadarının insan kaynaklı sera gazlarından oluştuğunu ya da bu değişikliği durdurmak için neler yapılması gerektiğini hala tartışıyorlar. Ancak tüm bilim adamlarının üzerinde anlaştıkları bir temel nokta var. İçinde yaşamakta olduğumuz iklim değişikliği çok büyük ihtimalle insanların yaymakta olduğu sera gazlarından kaynaklanmaktadır. Bu iklim değişikliğinin geri dönülemez sonuçlar yaratmaması için bizim bu soruna acilen bir çözüm bulmamız gerekmektedir. 

Biz buhar makinesini keşfedip o makinenin içinde kömür yakmaya başlamadan önceki binlerce yıl boyunca atmosferdeki karbondioksit miktarı %0,028 oranındaydı. Bu minik miktarın bugünkü değeri olan %0,039'a çıkması ve her an daha da yükseliyor olması yaşamakta olduğumuz iklim değişikliğinin temel sebebidir. Bu karbondioksit miktarındaki yükselişi durdurup, %0,028'e yakın bir değere ne kadar çabuk dönebilirsek iklim değişikliğini engellemek için o derece büyük bir şansımız olur. 

Bu bağlamda sözünü sıkça duymuş olduğumuz Kyoto Protokolü'nün ne olduğunu ve ne işe yaradığını kısaca anlatmakta fayda var. Kyoto Protokolü 1997 yılında Birleşmiş Milletler öncülüğünde imzalanmış ve atmosferdeki sera gazlarının miktarını sınırlamayı amaçlayan bir anlaşmadır. Anlaşma 2007-2012 arasındaki zaman aralığını kapsamaktadır. Bu anlaşma kapsamında dünya ülkeleri temelde iki gruba ayrılmışlardır. Birinci gruptaki ülkeler gelişmiş ülkelerdir ve bu ülkeler karbondioksit salımlarını 2012 yılının sonunda 1990 seviyesinin %5 altına çekmeyi taahhüt ederler. İkinci gruptaki ülkeler de gelişmekte olan ülkelerdir ve bu ülkelerin bir azaltma sorumluluğu yoktur. 

Gelişmiş ülkeler arasındaki ABD bu anlaşmayı kabul etmemiştir (diğer kabul etmeyen ülkeler: Andorra, Somali ve Afganistan). Çin, Hindistan, Endonezya ve Brezilya da azaltma sorumluluğu olmayan ikinci grup ülkeler arasındadır. Bu açıdan bakıldığında %5 azaltma sorumluluğu olan ülkeler tüm dünya salımının sadece yaklaşık %35'lik bir kısmını oluşturmaktadır. Yani dünyanın 2/3'ü salımlarını istedikleri gibi arttırmakta, 1/3'ü de sadece %5 azaltmayı denemekteler şu anda. Bunun doğal sonucu olarak da atmosferdeki karbondioksit miktarı azalacağı yerde her geçen gün artmaktadır. 

Şu anda dünya atmosferindeki karbondioksit miktarının sorumlusu Çin, Hindistan, Endonezya veya Brezilya değildir. Bu problemin kaynağı ve sorumlusu gelişmiş ülkelerdir. Gelişmiş ülkeler ellerini ciddi bir biçimde taşın altına koymadıkları müddetçe bu soruna çözüm bulmanın imkanı yoktur. Eğer iklim değişikliğini durdurmak istiyorsak, toplam dünya salımını 1990 seviyesine göre 2020'de %20, 2050'de %50 ve 2100'de de %90 azaltmamız gerekmektedir. Ancak bu ve benzeri anlaşmaların asıl amacı   bu seviyelerin çok çok daha aşağılara çekilmesi gerektiğini insanlardan saklayarak onları birşeyler yapıldığına inandırmaktır. 

Şu anda Güney Afrika'nın Durban kentindeki toplantılarda da konuşulan Kyoto Protokolü'nün geçerlilik süresi 2012'de sona erdiğinde hangi anlaşmanın Kyoto'nun yerini alması gerektiği konusudur. Dünya devletleri bugün Kyoto Protokolü'nün çok bağlayıcı olduğunu ve daha yumuşak şartları olan bir anlaşma yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Bunun da dünyanın geleceği açısından ne anlama geldiğini sanıyorum gayet iyi anladınız.