Orijinal yayın: 09.12.2011 T24 İnternet Gazetesi
Türkiye gelişmiş bir ülke midir? Bu sorunun cevabı soruyu kime sorduğumuza bağlı olarak değişebilir. Mesela kadim dostumuz Amerikalılara soracak olursak, evet, gelişmiş ülkeyiz (bkz. CIA World factbook). Kyoto Protokolü'nü uzun süre imzalamayan devletimize bakacak olursanız biz gelişmiş değil gelişmekte olan bir ülkeyiz. Ama G20 zirvelerine katıldığımıza göre gelişmiş bir ülke olmalıyız. Bir başka bakış açısından da Türkiye diğer gelişmiş ülkelerle birlikte OECD'nin (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütü) kurucu üyelerinden biri olduğuna göre de gelişmiş ülke olmalıyız. Bizi hala Avrupa Birliği'ne almadıklarına göre aslında gelişmiş bir ülke olamayız. O zaman en son sınıflandırmaya bakalım biz en iyisi, bu sınıflandırma bizi Güney Afrika, Meksika, Brezilya, Çin, Hindistan, Malezya, Filipinler ve Tayland ile birlikte Yeni Endüstrileşmiş Ülkeler sınıfına sokuyor. Yani bu ülkeler ciddi anlamda ekonomik büyümeye sahipler ama İnsani Gelişme İndisi (Human Development Index) açısından bakıldığında gelişmiş ülkelerin gerisindeler.
İşte bu kargaşadan dolayı devletimiz istediği an bizi gelişmiş ülkelerle bir araya getiriyor, istemediğinde de gelişmekte olan bir ülke oluyoruz birdenbire. Mesela 1997'de Kyoto Protokolü hazırlanırken tüm OECD üyesi ülkeler karbondioksit salımlarını indirme sözü verdiler. O noktada biz kalkıp “biz gelişmiş ülke değiliz” diyemedik. Ancak Kyoto Protokolü'nün OECD üyelerine getirdiği sorumlulukları yerine getiremeyeceğimiz anlaşılınca hemen çark ederek “aslında gelişmiş değil ekonomisi gelişmekte olan ülke” oluverdik. Neyse ki dünya ülkeleri de buna alışık oldukları için bizim çark etmemizi anlayışla karşıladılar. Ama bari en azından karbondioksit salımımızı azaltma yükümlülüğümüzü yerine getirseydik... Onu da karşılayamadık. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi şu anda “biz aslında gelişmekte olan ülkeyiz, Kyoto Protokolü çerçevesinde gelişmiş ülkelerin bize gerek maddi gerekse teknolojik alanda yardım etmeleri gerekli” diyoruz.
Bu tarzımız bu hafta içerisinde İklim Eylem Ağı (Climate Action Network) tarafından verilen Günün Fosili (Fossil of the Day) ödülünü almamıza neden oldu. Aldığımız “ödülün” açıklamasında, “dünyadaki en önemli güneş, rüzgar ve jeotermal enerji kaynaklarından birine sahip olmasına rağmen sera gazı salımında hiçbir kısıntıya gitmek istememesi ve buna karşılık Kyoto Protokolü çerçevesinde gelişmiş ülkelerden maddi destek ve teknolojik yardım talep etmesi nedeniyle” bu ödüle layık görüldüğümüz söyleniyor.
Bugünlerde Güney Afrika Cumhuriyet'nin Durban kentinde yapılmakta olan İklim Değişikliği Konferansı'na ülkemiz adına Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yıldız katıldı. Ben bunu garipseyen gruptayım. Hükümetimizin bir Çevre Bakanı varken bu toplantıya Kalkınma Bakanı'nın katılması bile yeterli derecede yanlış sinyaller veriyor. Biz iklim değişikliğini bir çevre sorunu olarak değil de bir kalkınma sorunu olarak gördüğümüz müddetçe aldığımız önlemler de benzer şekilde yanlış yönleniyor.
Kalkınma Bakanımız toplantıda yaptığı konuşmada “iklim değişikliğiyle mücadelenin acil eylemler gerektirdiğine vurgu yaparak sera gazı emisyonlarının kontrol altına alınmasının Türkiye için de önemli bir öncelik olduğunu ifade etti ve Türkiye'nin kişi başına düşen sera gazı emisyonlarının 5 ton ile OECD ortalamasının 3'te biri, Avrupa Birliği ortalamasının ise yarısı kadar olduğunu kaydetti.” Yani kısaca bizim OECD ülkeleri arasında kişi başına düşen salımda zaten en altta bulunduğumuzu ve bu sebeple bizim bir kesinti yapmamız gerekmediğini açıklamaya çalıştı.
Ayrıca Bakan Yılmaz, “Türkiye'nin, 1990-2007 yılları arasında enerji, ulaştırma, sanayi gibi alanlarda uygulanan politika ve projeler ile toplam sera gazı emisyonlarında 1,4 milyar tonluk bir azaltım sağladığını ve 2007 yılı itibarıyla hiçbir önlemin alınmadığı duruma göre yüzde 20 emisyon azaltımı gerçekleştirdiğini” açıkladı. Yani kısaca, bizim zaten elimizden geleni yaptığımızı anlattı.
Genel devlet yapımız olduğu üzere biz sayılardan fazla hoşlanmayız. Sayılar yerine laflar bizi daha mutlu eder ve sayıların arkasındaki gerçekleri pek araştırmaya zahmet etmeyiz. Kalkınma Bakanımız'ın yukarıda kullandığı sayıları OECD'nin verileri ile kıyasladığımızda şunu görüyoruz: 1990-2009 arasında tüm OECD ülkelerinin karbondioksit salımları %8 oranında artarken ülkemizin salımları %102 oranında artmış. 2007 salım miktarımız 265 milyon ton olduğuna göre 1,4 milyar tonluk azaltmanın nasıl sağlanabildiğini ben göremedim. Bu azaltma miktarı 1990-2007 toplamı ise, o zaman da senede 78 milyon ton azaltmış olmamız gerekiyor ki, bu da %20 azaltmaya denk gelmiyor. Açıkçası ben bu sayıların nereden ve nasıl geldiğini anlayamadım. Bizim devletimiz yanlış veriler vermeyeceğine göre OECD'nin resmi verileri hatalı olmalı diye düşünüyorum.
Tüm bunların damağımızda bıraktığı ekşi tadı gidermek için şunu belirtmem gerekiyor; Çevreye saygılı bir kalkınma mümkün, yeter ki biz isteyelim. Yeter ki petrol ve doğalgaza yaptığımız yatırımı yenilenebilir enerji cenneti olan ülkemizde yenilenebilir enerji kaynaklarına yapalım. “Tasarruflu ampuller radyasyon yayıyor” gibi saçmalıklara inanmayı bırakıp enerji verimliliğine yönelelim. Biraz rahatımızdan vazgeçip haftada bir gün toplu taşımacılığa da şans verelim. Amerikan usulü tüketim çılgınlığından vazgeçip özümüz olan ayağımızı yorganımız kadar uzatmayı deneyelim. Yaptığımız üretimi iç pazarı geliştirmek için değil ihracatı arttırmak için kullanalım. Çözümler mümkün, yeter ki biz isteyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder