29 Kasım 2013 Cuma

Ülkemizin iklim değişikliği performansı

Orijinal yayın: 30.11.2013 T24 İnternet Gazetesi
Germanwatch, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkeler üzerindeki negatif etkilerini sürdürülebilir kalkınma bağlamında gözlemleyen, analiz eden ve bu etkilerin giderilmesi üzerine fikir üreten bir düşünce kuruluşu. Bu kuruluş, her sene sonunda atmosfere en fazla karbondioksit salan ülkelerin iklim değişikliği performanslarını değerlendirdiği bir rapor yayımlıyor.
Germanwatch raporunda, öncelikle ülkelere bir iklim değişikliği notu veriliyor. Bu not çok iyi – iyi – orta – kötü – çok kötü ölçeğinde değişiyor. Bu ölçeğe göre ülkemiz geçen seneki “çok kötü” notunu bu sene de korudu. Geçen sene olduğu gibi bu yıl da hiçbir ülke “çok iyi” notuna layık görülmedi; “iyi” notu alan ülkeler arasında Danimarka bu sene de en üstte yer aldı.
İklim Değişikliği Performans İndisi için yapılan analize şu etmenler katkıda bulunuyor:
%30 Ülkenin ne kadar karbondioksit saldığı
%30 Ülkenin karbondioksit salımındaki değişim miktarı
%5 Ülkenin enerji verimliliği
%5 Ülkenin enerji verimliliğindeki değişim miktarı
%2 Ülkenin enerji üretiminde yenilenebilir enerjinin payı
%8 Ülkede üretilen yenilenebilir enerjinin değişim miktarı
%20 Ülkenin iklim değişikliği alanında uyguladığı ulusal ve uluslararası politikaların uzmanlar tarafından değerlendirilmesi
Geçen sene 46.60 puanla 57. sırada bulunan Türkiye'nin bu seneki notu 100 üzerinden 46.47 ve bu notla 61 ülke arasında 54. sırada bulunuyoruz. Yani geçen seneye göre notumuz düşmesine rağmen bizden daha sert düşüş gösteren ülkeler olduğundan sıralamadaki yerimiz yükselmiş. “Çok kötü” kategorisinden “kötü” kategorisine yükselebilmemiz için de 52 puan toplamamız gerekiyor, bu da sadece “kötü” olabilmek için ne derece çaba sarf etmemiz gerektiğinin bir göstergesi.
Değerlendirme kategorilerine baktığımızda, bizi sonuncu olmaktan az da olsa kurtaran faktörün karbondioksit salımlarımızın çok yüksek olmaması olduğu görülüyor. Sadece bu kategoride 61 ülke arasındaki notumuz “iyi”, bu da devletimizin karbondioksit salımı konusuna önem vermemesinin temel sebebi. “Biz nasılsa toplamda az karbondioksit salıyoruz” düşüncesi bugün için bizi az da olsa kurtaran bir argüman olsa da, ikinci kategoriye, yani salımların değişimine baktığımızda notumuz hemen “çok kötü”ye düşüyor. Salımlar konusunda çok kötü ülkelerden ABD bizim tersimiz bir eğilim göstererek salımların değişiminde “iyi” not alıyor. Bu da günümüzde çok salan ülkelerin salımlarını azaltma yolunda çaba sarf ettiğini, bizim ise bu politikalarla yakın vadede uluslararası alanda ciddi sorunlar yaşayacağımızı gösteriyor.
Geri kalan üç ana değerlendirme kriterinde, yani enerji verimliliği, yenilenebilir enerji üretimi ve enerji politikalarında notumuz hep “çok kötü”. Devlet politikası olarak karbondioksit salımlarına önem vermememizi hep “daha gelişmekte olan ülke olduğumuz” savına dayandırmamıza rağmen İklim Değişikliği Performans İndisi bizi bu konuda çok üzecek bir sonucu barındırıyor. Bu listede, bizimle birlikte gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer alan Meksika 61.50 puanla 20., Hindistan 57.16 puanla 30., Brezilya 55.53 puanla 36., Çin 52.41 puanla 46. sırada yer bulurken, ülkemiz 46.47 puanla listenin en altında yer alıyor.
Kişisel olarak kabullenmesem de devletimizin “ben gelişmek için fosil yakıtlara bağımlı enerji üretmeye mecburum” söylemini anlayabilirim. Ancak diğer kategorilerde, yani enerji verimliliğini sağlama, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme ve gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda iklim politikaları üretme konusunda atacağımız adımların tamamı aslında gelişmekte olan ülke çabamıza koşut olarak atılamayacak adımlar değil. Enerji verimliliği, çoğunu dışarıdan aldığımız kaynaklarla sağladığımız enerjinin boşa gitmemesini sağlar. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek gene aynı sebeplerden dış ülkelere olan enerji bağımlılığımızı azaltarak ekonomimizi güçlendirir. Tüm bunları sağlamak için üreteceğimiz politikalar da bizi iklim konusunda toplantılarda yalnız ve köşeye saklanan ülke konumundan lider ülke konumuna yükseltebilir. Burada ihtiyacımız olan şey bahanelerin ardına saklanmadan gerçekçi politikalar üretmektir, bu da özellikle tek parti iktidarı ile yönetilen bir ülkede istense sağlanabilir.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Buzullar deniz seviyesini ne kadar yükseltecek?


Orijinal yayın: 20.11.2013 Birgün Gazetesi

Küresel iklim değişikliğinin beklenen etkilerinden biri küresel deniz seviyelerindeki yükselmedir. Deniz seviyesindeki yükselmenin iki sebebi vardır ve bunlardan ilki hepimizin bildiği gibi buzulların erimesidir. Dünya yüzeyindeki buzulların ise iki türü vardır. Birincisi deniz üzerindeki buzullar, diğeri de kara üzerindeki buzullardır. Her ne kadar Titanik filminde buz dağının çoğu denizin üzerinde görünse de denizde yüzen buz dağlarının ana kısmının denizin altında olduğunu biliriz. Dolayısıyla bu buz dağları eridikleri zaman, deniz seviyesini ciddi biçimde değiştirmezler. Kutup ayılarının yaşadığı Kuzey Buz Denizi aynen bu durumdadır. Kuzey Kutbu’ndaki buzların erimesi ciddi bir felakettir; ancak bu, deniz seviyesini fazla yükseltmez.
Kara üzerindeki buzulların durumu ise farklıdır. Zira kara üzerindeki buzullar eridikleri zaman, buradan denizlere akan sular deniz seviyesini, eriyen buzulların kalınlığı kadar yükseltir. Buzullar deyince gözümüzün önüne her ne kadar Alpler ya da Himalayalar gelse de esas dikkat edilmesi gereken buzullar Grönland ve Antarktika’da bulunur. Grönland ve Antarktika’daki buzullar dünyanın bugünkü sıcaklığında bile erimeye başladılar. Gelecekteki daha sıcak dünyada bu buzulların erimesi daha da hızlanacaktır.
Dünyanın iklim değişikliği alanındaki en büyük otoritesi olan Birleşmiş Milletler’in bir alt kuruluşu olan IPCC’nin raporları, yaşadığımız yüzyıl içerisinde deniz seviyesinin 1 metre yükselebileceğini söylüyor. Ancak ilk yayınlanan IPCC raporundan bugüne kadar geçen sürede tüm IPCC raporlarının aslında gerçekleşenden çok daha iyimser senaryolar ortaya koyduğunu biliyoruz.
IPCC’nin bu iyimser senaryoları iki temele dayanır. Bunların birincisi Grönland ve Antartika buzullarının aslında 2100 yılına kadar erimeyeceği, ikincisi ise 2100 yılına kadar iklimde beklenmeyen bir değişikliğin olmayacağıdır. Eğer Grönland ya da Antarktika’daki buzullar oldukları yerde erimek yerine parçalanıp kayarak denize karışacak olursa bu buzulların erimesi ciddi anlamda hızlanır. Böylesi bir senaryo özellikle Grönland için bu yüzyılda beklenebilir. Grönland’daki buzulların erimesi durumunda dünyadaki deniz seviyesi 6-7 metre artış gösterecektir. Bu yüzyıl içerisinde olması beklenmese de Doğu Antartika’daki buzulların erimesi deniz seviyesini yaklaşık 80 metre yükseltecektir. Bu iki olay, bugün her ne kadar bize bilim kurgu gibi görünse de çok uzak olmayan bir gelecekte dünyanın baş etmesi gereken sorunlar listesinin tepesine yerleşebilir. Dünya nüfusunun yarısına yakın kısmının deniz seviyesinden itibaren ilk yüz metrelik yükseltide yaşadığı düşünülecek olursa bu sorunun boyutu daha rahat anlaşılabilir.

HORTUM, TÜRKİYE’YE UZAK MI?
Kasım ayı başında Filipinleri vuran Haiyan Tayfunu on binin üzerinde insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Ölen insanların çoğunluğu Samar Adası’ndaki 220 bin nüfuslu Tacloban kentinde yaşıyordu. Bu kentin temel özelliği, fırtına yolunun üzerinde olmasının yanında deniz kıyısında ve düzlükte kurulu olmasıydı. Dolayısıyla da fırtınayla birlikte kabaran deniz 5 metre yükseklikteki dalgalarla Tacloban şehrini yerle bir etti. Bu olay bize gelecekte göreceğimiz felaketlerin de bir göstergesi olmalıdır.
Türkiye’den bakarak bu tür fırtınaların bize çok uzak olduğunu düşünebiliriz. Ama en iyimser iklim raporlarında bile deniz seviyesinin bizim yaşam süremiz içinde bir metre artacağını okuyoruz. Bu bizim açımızdan şu demek: Ülkemizde bizleri besleyen tarım üretiminin önemli bir kısmı denize yakın ovalardan elde edilir. Kısa sürede deniz seviyesi bir metre yükseldiğinde Karadeniz’de Bafra ve Çarşamba Ovaları, Ege’de Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz Ovaları, Marmara’da Sakarya ve Meriç Ovaları ve Akdeniz’de Çukurova ciddi anlamda toprak ve verim kaybına uğrayarak önemli kısmı sular altında kalacaktır. Bu topraklar her ne kadar Türkiye yüzölçümünün küçük bir kısmını oluştursalar da tarım üretimimizin önemli bir kısmı buralardan gelmektedir.

ADANA’DAN TEKNEYE BİNMEK
Deniz seviyesinde 1 metrelik bir yükselme, neredeyse, günümüzdeki en iyimser beklentiyi yansıtıyor. Ancak daha kötümser görüşler deniz seviyesinin yüzyılın sonuna dek 4-6 metre arasında artabileceğini de söylüyor. Kıyı şehirlerinde yaşayanlar bu 4-6 metre artışın ne anlama geleceğini çok daha iyi anlayacaklardır. Çukurova’da deniz seviyesinden 6 metre yüksekliğe ulaşabilmek için Karataş’tan Adana yönüne 25 km gitmek gerekir. Sular 6 metre yükseldiğinde Adana ile Akdeniz arasındaki mesafe yarıya inmiş olacaktır. Çarşamba Ovası, Çukurova’ya göre daha şanslıdır, orada deniz seviyesinde 6 metrelik bir yükselme sadece denizden 7-8 km mesafedeki alanları sular altında bırakacaktır. Daha az şanslı Söke Ovası’nda bu mesafe 25 km’yi, Meriç Havzası’nda ise 30 km’yi bulmaktadır.
Öncelikle bilmemiz gereken konu şu: İklim değişikliği vardır ve etkilerini yeni yeni görmeye başlıyoruz; ancak şu anda bunu durdurmak için bir şeyler yapmayacak olursak gelecekte bunun etkileri çok daha büyük olacaktır. Yani “Eğer deniz seviyesi yükselecek olursa” demiyoruz, “Deniz seviyesi yükseldiğinde” diyoruz. Tam olarak emin olamadığımız ise, bu yükselmenin bizim hayat süremizde mi yoksa torunlarımızın hayat süresinde mi gerçekleşeceği. Ancak şu anda, dünyanın ortalama sıcaklığı sadece 0,9oC arttığında bile kutuplardaki buzlar eriyor. Dünyanın ortalama sıcaklığı arttıkça bu erime de hızlanacak ve sonunda, bu 2100 yılı olabilir veya 2300 yılı olabilir, kutuplardaki tüm buzullar eriyecek. Bu noktadaki Türkiye haritası bugünkünden ciddi anlamda farklı olacak. IPCC Üçüncü Değerlendirme Raporu’na göre tüm buzullar eridiğinde dünyadaki deniz seviyesinin 60-80 metre arasında yükselmesi bekleniyor. Bu Türkiye açısından şu anlama geliyor:

‘NAZİLLİ’YE DENİZ GELECEK’
Bugünkü şehirlerimizden, Trabzon’un önemli kısmı, Giresun, Ordu, Samsun’un önemli kısmı, Sinop, Bartın, Zonguldak’ın önemli kısmı, Adapazarı, İzmit, İstanbul’un önemli kısmı, Tekirdağ, Edirne, Yalova, Çanakkale, Aydın, İzmir ve Manisa’nın önemli kısmı, Antalya, Mersin, Adana ve İskenderun tamamen sular altında kalacak. Kalan insanlar kıyıdan motora binip 15 km açılıp çocuklarına “Bak işte burası Çarşamba, eskiden senin dedelerin burada yaşarmış” diyecekler.


‘İSTEMEDEN’ KANAL İSTANBUL
Bununla birlikte bazı yerler de deniz kenarı olarak kıymetlenecek, mesela deniz, Ege’de Salihli, Ödemiş ve Nazilli’ye ulaşacak. Deniz seviyesindeki yükselmeden en kötü etkilenecek bölgelerin başında Çukurova gelecek. Bugün insanların yoğun olarak yaşadığı bu bölgenin tamamı deniz seviyesindeki yükselmeyle sular altında kalacak: Bir de günümüzün çok tartışılan projesi Kanalİstanbul biz istesek de istemesek de gerçekleşmiş olacak.
Eğer iklim değişikliğine karşı acilen önlemler almaya başlamazsak torunlarımızı bekleyen dünya böyle bir yer olacak. Daha bu değişikliği durdurabilmek için çok geç değil, yeter ki bizler konunun önemini anlayıp harekete geçelim.

13 Kasım 2013 Çarşamba

İklim görüşmeleri ve dünyanın geleceği

Orijinal yayın: 13.11.2013 T24 İnternet Gazetesi
11-22 Kasım tarihleri arasında Polonya'nın başkenti Varşova'da, Birleşmiş Milletler'in senelik, büyük katılımlı İklim Değişikliği Konferansı düzenleniyor. Bu konferans çerçevesinde dünya ülkeleri bizi her gün daha da kötü iklim koşulları ile karşı karşıya bırakan iklim değişikliğine çare bulmak için politik çözümler üretmeye çalışacaklar.
 Dünyada iklim değişikliği alanında çalışmalar yapan iki ana çalışma grubu var. UNFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) Sekreteryası ve IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli). Bunların ilkinin çalışma alanı iklim değişikliğine politik bir çare üretmek, ikincisinin ana çalışma alanı da üretilecek bu politikaların üzerine inşa edileceği bilimsel verileri derlemek. UNFCCC, 1992 yılında BM'in Rio de Janeiro'da düzenlediği Dünya Zirvesi sonucunda imzalanmış bir anlaşmadır. Bu anlaşmaya BM'e üye ülkelerin neredeyse tamamı (Güney Sudan hariç) taraf olmuşlardır. Türkiye bu anlaşmayı 24 Şubat 2004 yılında kabul etmiştir. UNFCCC Sekreteryası da bu anlaşmanın işlerliğini denetlemek için görev yapar.
UNFCCC temel olarak iklim değişikliğinin var olduğunu ve durdurulması için çaba gösterilmesi gerektiğini kabul eder. Buna göre, dünyadaki ülkeler üç ana gruba ayrılır. İklim değişikliği konusunda tarihi sorumlulukları bulunan, sera gazı salımında kısıntıya gitmesi gereken ve iklim değişikliğinin durdurulması için maddi kaynak sağlaması gerek ülkeler ilk grubu oluştururlar (örneğin; Batı Avrupa ülkeleri, ABD ve Japonya). İkinci grupta iklim değişikliği konusunda sorumlulukları olan ve sera gazı salımında kısıntıya gitmesi gereken ülkeler bulunur (örneğin; Türkiye). Son grupta ise iklim değişikliği konusunda sorumlulukları olmayan gelişmekte olan ülkeler bulunur (örneğin; Afrika ülkeleri).
IPCC ise 1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı' nın ortaklaşa kurduğu ve BM'ye bağlı olarak çalışan bir paneldir. IPCC genelde iklim bilimi uzmanlarından oluşur ve her 6-7 senede bir hükümet yetkililerinin de katılımıyla iklim değişikliği biliminin geldiği noktayı açıklayan bir rapor açıklar. IPCC'nin Beşinci Raporu bildiğiniz gibi 27 Eylül'de Stockholm'de açıklanmaya başlandı.
UNFCCC'ye taraf olan ülkeler ise iklim değişikliğini durdurma alanında yapılan ilerlemeleri ve gelecekte yapılacakları görüşmek için her sene sonunda toplanırlar. Bu toplantılara COP (Conference of Parties - Taraflar Konferansı) adı verilir. Bu sene bu toplantıların on dokuzuncusu Varşova'da düzenleniyor. Mesela, geçmişte çok sözü edilen Kyoto Protokolü bu toplantıların Kyoto'da düzenlenen üçüncüsü sonunda alınmış kararlar dizisidir.
Kyoto Protokolü sera gazı azaltım yükümlülüğü olan devletlerin 2008-2012 yılları arasında toplam sera gazı salımlarını %6-8 arasında azaltmasını öngören bir antlaşmadır. 2013 sonrasında neler yapılması gerektiğine dair çalışmalar çok önceden başlamış olmakla birlikte 2009 yılında Kopenhag'da yapılan COP-15 bir anlamda iklim değişikliği görüşmelerinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Kopenhag'taki toplantıda 2012 yılından sonraki iklim değişikliği rejimine dair bir karar çıkmaması, hatta gelişmiş ülkelerin bir karara yaklaşamamaları daha sonraki iklim görüşmeleri açısından belirleyicidir. Kopenhag ve sonrasındaki toplantılarda üzerinde anlaşılabilen tek konu küresel iklim değişikliğini engelleyebilmek için küresel ortalama sıcaklık artışını iki derecenin altında tutabilme gereğidir. Bilimsel açıdan bakıldığında küresel ortalama sıcaklık artışını iki derecenin altında tutabilmek için yapılması gerekli olan şeyler bellidir. Bunların başında da özellikle gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını ciddi anlamda azaltmaları gelmektedir. Burada ciddi anlamda azaltmaktan kasıt ise bu ülkelerin, sera gazı salımlarını 2050 yılına gelmeden 1990 salım miktarlarının beşte birine düşürmeleridir. Gelişmiş ülkeler de konforlarından ve teknolojik üstünlüklerinden vazgeçmek istemediğinden iki dereceden fazla bir artışın dünya üzerindeki yaşamı ciddi şekilde değiştireceğini bilseler de eyleme geçmekte isteksiz davranmaktadırlar.
2013 Varşova COP-19 toplantısı da benzer bir anlayış içerisinde 11 Kasım'da başladı. Filipinler'deki tayfun felaketi ardından umudumuz, bu felaketlerin iklim değişikliği ile olan ilgilerinin ortaya konarak iklim değişikliğini durdurmak yolunda adımların atılması. Bu adımları atabilmek için gerekli olan teknolojiye sahibiz, maddi açıdan da kazançlı çıkabileceğimiz pek çok çözüm mevcut. Gerekli olan tek şey, içinde yaşadığımız sistemi gelecekte sürdürebileceğimiz bir sistem haline dönüştürme arzusu.

1 Kasım 2013 Cuma

IPCC'nin En Son İklim Raporu

Küresel iklim değişikliği her geçen gün günlük yaşamımızın bir parçası olan bir problem halini alıyor. Bu problemin gelecekte daha da büyük felaketlere sebep olmaması için hepimizin ciddi anlamda adımlar atması gerekiyor. Ancak, bu konuda politik ve ekonomik sorumluluğa sahip kişiler aynı zamanda tüm bilimsel verileri de inceleyerek doğru sonuçlara varabilme imkanına sahip olmadıklarından karar verme mekanizmalarına, doğru ve gerekli bilimsel verileri sağlamak üzere 1988 yılında Birleşmiş Milletler'in iki alt kuruluşu olan Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) birlikte Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’ni kurdular. IPCC'nin temel görevi, iklim değişikliği alanında var olan tüm güncel bilimsel çalışmaları incelemek, bu çalışmaları koordine etmek için fikir üretmek ve sonunda da çıktıları toplayarak güvenilir ve anlaşılır bir biçimde insanlığın hizmetine sunmak olarak belirlendi.

IPCC kuruluşundan bu yana yaklaşık 6-7 senelik aralıklarla bilimsel alanda yayınlanan tüm rapor ve makaleleri inceleyerek iklim değişikliğinin geldiği durumu ve gelecekte beklenen değişiklikleri açıklayan raporlar hazırlayarak yayınladı. Bu raporlardan ilki 1990, ikincisi 1996, üçüncüsü 2001 ve dördüncüsü de 2007 yılında yayınlandı. Beşinci raporun yayınlanmasına da 27 Eylül'de başlandı.

IPCC'nin ana raporu iklim değişikliğinin nedenlerini ve sonuçlarını her yönüyle inceliyor ve bunun için oluşturulmuş üç ayrı çalışma grubu bulunuyor. Birinci çalışma grubu (WG1) iklim değişikliğinin bilimsel temellerini ve gelecekle ilgili modelleri inceleyerek bunu raporuna yansıtıyor. İkinci çalışma grubu (WG2) sosyo-ekonomik ve doğal sistemlerin iklim değişikliğinden nasıl etkileneceklerini, bunun sonuçlarını ve bu sonuçların kötü etkilerinin giderilmesi için neler yapılması gerektiğini tartışıyor. Üçüncü çalışma grubu (WG3) ise sera gazı salımlarının azaltılması için mümkün olan yolları ve diğer yöntemleri görüşerek raporlar üretiyor.

Birinci çalışma grubu (WG1) 24-26 Eylül 2013'de Stockholm'de toplandı. Bu toplantıya IPCC'yi oluşturan iki ana grup, yani iklim bilimciler ve devlet yetkilileri katıldılar ve bu toplantının sonunda ilk çalışma grubunun iklim değişikliğinin sebepleri ve gelecekte bizi nelerin beklediğine dair raporunu açıkladılar. Bu rapor hakkında unutmamamız gereken temel nokta, bu raporun bir bilimsel çalışma değil, bilimsel çalışmaların devlet politikalarının süzgecinden geçmiş bir özeti olmasıdır. Dolayısıyla da bilim insanlarının ortaya koymak istediği pek çok gerçek, devletler tarafından “telaşa sevk edici” bulunduğundan “sulandırılarak”, halkları korkutmayacak ve dolayısıyla da önlem alma zorunluluğu getirmeyecek bir seviyeye indirgeniyor. Tüm çalışma grupları arasında birinci çalışma grubunun raporu, iklim değişikliğinin nedenleri ve gelecekte bizi bekleyen değişiklikler üzerine en son bilimsel bulgulara dayanarak değerlendirmelerde bulunduğundan tüm raporların en önemlisi sayılıyor. Bu öneminden dolayı raporlar içinde en fazla tartışma yaratanı da bu rapor. Bu rapordan çıkan sonuç iklim biliminin çıkarımlarını yansıttığından, bu bilim kabul görecek olursa, olası kötü sonuçları engelleyebilmek için harekete geçmek ahlaki bir sorumluluk halini alıyor.

Bu bilgiler ışığında IPCC Birinci Çalışma Grubu raporunun ana bulgularını şu şekilde anlatabiliriz:

1. İklim değişikliği vardır, gerçektir ve her geçen gün etkisini daha da fazla göstermektedir.
2. İklim değişikliğinin sebebi bizim atmosfere yaydığımız karbondioksit ve diğer sera gazları ve yok ettiğimiz ormanlardır.
3. Biz atmosfere sera gazlarını serbestçe salmaya devam ettiğimiz müddetçe dünyanın iklimi de insanların yaşamasını zorlaştıracak biçimde değişecektir.

IPCC'nin 2007 yılında yayınladığı 4. Değerlendirme Raporu, iklim değişikliğinin “% 90 ihtimalle” insan faaliyetlerinden kaynaklandığını belirtmişti. Geçen ay açıklanan 5. Değerlendirme Raporu ise, bir önceki değerlendirmelerdeki kesinlik düzeyini artırarak 1951 - 2010 dönemindeki küresel ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artışın, en az %95 ihtimalle insan etkinliklerinden kaynaklandığını söyledi. IPCC'nin 1992'den bu yana yayınladığı beş raporun her birinde kesinlik düzeyini daha da artırması yaşadığımız iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunun en önemli delillerinden biridir.

Bunun dışında IPCC'nin 5. Değerlendirme Raporu’nda öne çıkan detaylar şu şekildedir:

  • Küresel ortalama yüzey sıcaklığı verileri, 1901-2012 döneminde yaklaşık ortalama 0.9°C’lik bir artış göstermiştir. Bu dönem boyunca yerkürenin hemen hemen tüm yüzeyi ısınmıştır. 
  • Geçen 30 yıl, küresel ölçekte 1850’den beri kaydedilen en sıcak ardışık üç 10 yıl, 21’nci yüzyılın ilk 10 yılıysa kaydedilen en sıcak 10 yıldır. “1850'den beri” sözünden anlamamız gereken “1841-1850 arası daha sıcaktı” değildir. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1850 yılından beri düzenli olarak ölçülebilmektedir. Dolayısıyla da geçirdiğimiz son 10 yıl sıcaklık ölçebildiğimiz tarihteki en sıcak 10 yıldır. 
  • Direkt sıcaklık ölçümlerinden değil de ağaç halkaları gibi dolaylı yöntemlerle elde ettiğimiz verileri de analiz edecek olursak, Kuzey Yarım Küre’de 1983-2012 döneminin büyük olasılıkla son 800 yılın en sıcak 30 yıllık dönemi olduğunu göstermektedir.
  • Grönland ve Antarktik buzulları son 20 yıllık dönemde azalmakta, kara buzulları ise neredeyse tüm dünyada küçülmeyi sürdürmekte ve Kuzey Kutup deniz buzu ve Kuzey Yarım Küre ilkbahar kar örtüsü alansal olarak küçülmelerini sürdürmektedir. Kuzey Kutup deniz buzu 2012 Eylül ayında tarihte ölçülen en düşük alana inmiştir.
  • Küresel ortalama deniz seviyesi son 110 yılda 19 cm yükselmiştir ve küresel ortalama deniz seviyesi yükselmesini muhtemelen sürdürecektir.
  • Birçok aşırı hava ve iklim olayında 1950’den beri değişiklikler olduğu gözlenmiştir. Küresel ölçekte soğuk gün ve gecelerin sayıları azalmış, sıcak gün ve gecelerin sayısı artmıştır.  Dünyanın bazı bölgelerindeki sıcak hava dalgalarının sıklığında artış gözlenmiştir. Kuvvetli yağış olaylarının sayısı artmıştır.

IPCC'nin gelecekte iklimin nasıl olacağına dair senaryoları dört ana grupta toplanabilir. Bu senaryolar bugün sera gazı salımımızı neredeyse sıfıra indirmekten (en iyimser) şu anda aldığımız önlemler benzeri önlemleri almaya devam etmeye (en kötümser) uzanır. Küresel yüzey sıcaklığı değişikliği, 21. yüzyılın sonuna kadar, en iyimser senaryo hariç tüm IPCC senaryolarına dayanarak sanayi öncesi döneme göre 1.5°C’yi ve kötümser ve en kötümser senaryoya göreyse 2°C’yi aşacaktır. En kötümser senaryoya göre bu ortalama sıcaklık artışı 4.8°C’yi bulabilecektir. Bu senaryoların ilk üretildiği sene ile bugün arasındaki gelişmelere baktığımızda gittiğimiz yönün en kötü senaryodan bile daha kötümser olduğunu da eklemekte fayda var.

Yukarıda da yazdığım gibi bilimin esas bulguları bunlardan çok çok daha kötü, ancak uluslararası bir ortamda büyük güçler bilimin sesini en çok bu kadar çıkartabilmesine izin veriyor.